Etiket arşivi: nur cemaati

Kılıçlı ve Silahlı Kahramanlar Yerine “Kitaplı Kahramanlar”!

Bediüzzaman tarihimize ve cihat telakkimize bir yenilik getirmiştir.

Malumdur İslam tarihinde ve bizim tarihimizde kahraman, atı üstünde, kılıcı elinde düşmana saldıran ve cengâverlik yapan kişidir. Bunların yaptıkları cengdir ve fütuhattır.

Bediüzzaman özellikle bu fütuhat kelimesini kullanarak, yeni bir fütuhat nevine vurgu yapar.

Mesela Hacı Hafız Mehmet‘in,

 Sav ve diğer köylerde yaptığı hizmet hizmetin inkişafına sebeb olur. Risale-i Nur’u yazanların adedi  birden bine çıkar. Kadın erkek çoluk çocuk demeden herkes risale yazmaya başlar. Bediüzzaman bu yapılanı fütuhat olarak niteler. Bu kelimeyi birkaç yerde kullanır.

Bizim tarihimizdeki fetihlerden farklı bir fetihtir, bir coğrafyanın, bir ülkenin değil bütün dünyanın manen fethidir Risale-i Nur. Bugün o sözün manası daha iyi anlaşılmalıdır.

 Dolayısı ile Bediüzzaman fütuhat sözünü kullanırken bilerek yaptığını kastederek kullanır.

                                    Dalalet ve Gafletin Yokedilmesi

Eğer ruhlar kâinatın anlamını çözemiyorsa, dalalette ise o kılıçla yapılan fetihlerde öldürülür, öldüren şahıs da gazi olur.

Bediüzzaman Nurların yayılması ile ruhlardaki dalalet ve gaflet putunun öldürüldüğünü bunun fütuhat olduğunu vurgulamak ister. Kelimede ısrarı buna manayı süreklilik için edebiyatta leitmotiv(temel motif)tekrarlar denir.

Kur’an da bazı kavramları defalarca zikretmekle vurgusunu ve Allah’ın hedefini, ısrarını ortaya koyar.

Bediüzzaman, Risale-i Nur ve kahramanların başarılarını fütuhat olarak niteler, mazide büyük kumandanların yaptıklarını fütuhat olarak niteler.

üstad ve ısparta kahramanlarıMesela Hazreti Ömer’in çok fütuhat yaptığını söyler.

 Bir çok büyük insanın fütuhatından bahseder.

 Şimdi bu kelimeyi farklı bir şekilde talebelerinin yaptıkları işlerde kullanır.

Bediüzzaman bunlara “fütuhat-ı Nuriye” der.

“Risale-i Nurun fütuhatı” der.

“Zülfikar ve  Asayı Musa‘nın fütuhatı” der.

“Medresetüzzehra’nın fütuhatçı mahsulatı” der.

“Nurların parlak fütuhatı” der.

“Ayet ül Kübranın fütuhatı” der.

 “Hakaik-i imaniyenin fütuhatı” der.

“Risale-i Nur külliyatın mazhar olduğu ilahi fütuhat, kalemlerinizle hasıl olan fütuhat…” der.

 Fetih ve fütuhatın mazideki kullanışından farklı bir yolda kullanır.

Bediüzzaman en ölü ruhları, dalaletteki en bozuk insanları, irtidad edip İslam’dan çıkmış insanları öldürmeden İslama kazandırır, bu onun fütuhat anlayışının farkıdır.

 O hem arkadaşlarının hem eserlerinin yaptıklarını fütuhat olarak vasfeder.

 Bediüzzaman’ın talebeleri ellerinde eserler ile ruhları fethederler.

Bediüzzaman Ayet ül Kübra isimli eserinin önemini ve değerini anlatır, kendi eserinin telifat-ı sabıka içindeki durumunu anlatır.

“Birinci kelime, Lailahe illallah”tır.

 Bundaki hüccet ise matbu Ayet ül Kübra risalesidir.

 O emsalsiz hüccetin harikalığı içindir ki  İmam-ı Ali (ra) Nurun eczalarından haber verdiği sırada

“Ve bi’l-ayatil Kübra eminni minel fecet” deyip  o

 Ayet ül Kübra’yı şefaatçi yaparak Nur şakirdlerinin Denizli hapsinde, o risalenin hem Ankara, hem Denizli mahkemelerinde galebesiyle ve perde altında tesirli intişarıyla talebelerine beraat kazandırmaya sebeb olduğu gibi

onun gizli tab’ı da şakirtlerinin dokuz ay mevkufiyetlerine vesile olmasıyla İmam-ı Ali’nin (RA) hem keramet-i gaybiyesine hem Nur şakirtlerinin bedeline duasını pek zahir bir surette tasdik etti.

Evet, Ayet ül Kübra Şua’ı otuz üç icma-ı azimi ve külli hüccetleri mevcudatın heyet-i mecmuasında gösterip her bir hüccet-i külliyede hadsiz burhanlara işaret ederek, başta semavat yıldızlar kelimeleri ile, arz, nebatat ve hayvanat kelamları ve cümleleriyle git gide ta kainat mecmuası, müştemilat ve mevcudat ve hudus ve imkan ve tagayyür hakikatlarının kelimeleriyle Vacib ül Vücudun mevcudiyetini ve vahdaniyetini güneş zuhurunda ve gündüz katiyetinde ispat ediyor.

Sarsılmaz bir iman isteyen ve dinsiz anarşistliğe karşı kırılmaz bir kılıç arayanlar Ayet ül Kübra’ya müracaat etsinler.” (Külliyat 1117)

Fütuhat kelimesinden sonra eserini bir kılıç olarak isimlendirir, düşman ise dinsiz anarşistliktir. Bediüzzaman cihat ve fütuhat ve kahraman kelimelerine yenilik getirmiş, kılıç yerine kitabı, hakikatı getirmiştir.

 Isparta Kahramanları kitaplı kahramanlardır, kılıçlı değil.

Prof. Dr. Himmet UÇ

25 Aralık 2012 Salı 07:43

himmetuc@hotmail.com

Peygamber ve Eazımın Sahabeti (Isparta Kahramanları -2)

Bediüzzaman’ın eserlerinin ortaya çıkması için Hz. Peygamber ve Hz. Ali, İmam-ı Rabbani ve Gavs-i Geylani’nin sahabetleri vardır.

 Şükrü Efendi Bediüzzaman’a köşkünü tahsis etmiş.

Hazret-i Peygamber Bediüzzaman’ın yaptığı ile alakadardır, onun müzahereti bu insanları şoka sokar.

Şükrü Efendi, köşkü verdikten sonra rüya görür. Rüyada ona diyorlar ki “Senin o köşküne Hazret-i Peygamber (asm) gelmiş. O da koşarak gidip Hazret-i Peygamber (asm)’ı çok nurani ve sürurlu bir halde bulup ziyaret etmiş.

Tensibatın tarafları Hz. Ali, Abdülkadir Geylani,

 İmamı Rabbani,

Nebiyyi Zişan Efendimizdir.

Gölgesinde olmayı şeref telakki ettiğimiz bu azametli eşhas Bediüzzaman’ı bu işi yapmaya hazırlayan ve yazması için şartları hazırlayan heyet-i azime-i beşeridirler. Bediüzzaman onların önünde helâket ve felaket asrının mebusudur.

Celcelutiye, Dua, Mektuplar, Rüyalar bu sahabetin delilleridir.

Kahramanlar seçilmiş özel insanlardır

Kahramanlar seçilmiş insanlardır¸ Bediüzzaman’ın tabiri ile m ü n t e h a p t ı r lar. Hulusi Bey ve Sabri Efendi’yi anlatırken bu kelimeyi kullanır, seçen kendisi değildir, demek bir büyük dava ve telif ve mücadele için insanlar gaybi bir seçici tarafından seçilmiş ve Bediüzzaman’ın etrafında yer almışlardır.

Risale-i Nur’un telifi büyük bir hadisedir.

Taraf-ı ilahinin tensib ettiği bir mebhastir.

 Din-i mübinin güneşi küsufa tutulmuştur,

Müslümanların gafleti

batılı şerli komiteler,

 felsefe, dinsiz sanat, fen ve

irtidat insanlığın zihninden silinmesi gerekir.

Baharı mahzen-i erzak bir vagon olarak insanların behimi ihtiyaçlarına gönderen bir İlah, itikatsız, münkir, mürted, gafil insanlara elbette yeni bir ışık gönderecektir.

1911’li yıllarda gördüğü rüyada ona: “İcaz-ı Kur’an’ı beyan et” emrini verenler, taraf-ı ilahide bu konunun önemli bir bahis olduğunu ortaya koyuyorlardı.

 Bediüzzaman yetmiş yıllık tezi olan bu bahsi en olumsuz şartlarda gerçekleştirmiş ve müsterih olarak dar-ı uhraya göçmüştür.

 Eserleri basılırken “bugünler benim bayramım” derken onun ömrünü geriye doğru bir sinema gibi gözden geçiren bunun ne kadar harika bir bayram olduğunu anlar.

Yapılanlar “fütuhat” diye nitelendirilir?

Hacı Hafız Mehmet,

 Sav ve diğer köylerde yaptığı faaliyet, hizmetin inkişafına sebeb olur.

Risale-i Nur’u yazanların adedi birden bine çıkar. Kadın erkek çoluk çocuk demeden herkes risale yazmaya başlar.

 Bediüzzaman bu yapılanı fütuhat olarak niteler. Bu kelimeyi birkaç yerde kullanır. Bizim tarihimizdeki fetihlerden farklı bir fetihtir, bir coğrafyanın, bir ülkenin değil bütün dünyanın manen fethidir Risale-i Nur. Bugün o sözün manası daha iyi anlaşılmalıdır.

Dolayısı ile Bediüzzaman Fütuhat sözünü kullanırken bilerek yaptığını kastederek kullanır.

Bediüzzaman Risale-i Nur ve kahramanların başarılarını f ü t u h a t olarak niteler, mazide büyük kumandanların yaptıklarını fütuhat olarak niteler, Mesela hazret-i Ömer’in çok fütuhat yaptığını söyler. Birçok büyük insanın fütuhatından bahseder.

 Şimdi bu kelimeyi farklı bir şekilde talebelerinin yaptıkları işlerde kullanır. Bediüzzaman bunlara fütuhat-ı Nuriye der.

Risale-i Nurun fütuhatı der.

Zülfikar ve Asa-yı Musa’nın fütuhatı der.

Medresetüzzehranın fütuhatçı mahsulâtı der.

 Nurların parlak fütuhatı der.

 Ayetü’l-Kübra’nın fütuhatı der.

Hakaik-i imaniyenin fütuhatı  der.

Risale-i Nur külliyatının mazhar olduğu ilahi fütuhat,

 kalemlerinizle hasıl olan fütuhat.. der fetih ve fütuhatın mazideki kullanışından farklı bir yolda kullanır.

Alternatif kahraman üretimi 

Bediüzzaman’ın eserlerinin de kahramanları vardır, onun eserlerindeki birinci şahıslar kahramandırlar.

 Mesela Haşir risalesinde iki kahraman vardır, bunlar aralarında münazara münakaşa ederek haşir hakikatinin sübutunu sağlarlar.

 Ayetü’l-Kübra’daki seyyah bir kahramandır, o da kâinatı sorgular ve her şeyden Allah’ı sorar.

 32 Sözün birinci mebhasindeki farazi şahıs da yine bir hakikatin vuzuhu için üretilmiş bir şahıstır.

Küçük hikâyelerde hep kahramanlar vardır, bir hakikati açıklığa kavuşturmak için konuşurlar konuşturulurlar.

Bediüzzaman romanın alternatifi metinler üretmiştir. Dolayısı ile gerçek kahramanlar üretmiştir, macera peşinde insanlar değil gerçeğin, itikadın, hakikatin peşinde olan kahramanlar.

Bediüzzaman Kahraman kelimesini farklı yerlerde kullanır.

 Bu leitmotiv(temel motif) tekrarlar onun kimlerin kahraman olduğu konusunda bir tezi olduğu gibi, kendi kahramanlarını da meydana getirmiştir.

 Abdülkadir Geylani’nin irşadı ile hidayete ermiş olan Şehbaz-ı Kalenderi bir kahramandır.

 Tarik-i Nakşî’nin önde gelen bazı büyüklerini kahraman olarak isimlendirir.

 Hz. Ali bir şecaat kahramanıdır.

Sa’d İbn-i Ebi Vakkas bir kahraman-ı İslam’dır.

Abdullah ibn-i Zübeyr bir kahraman-ı âli-şandır, Haccac’a karşı dayanmıştır.

İmam-ı Rabbanî silsile-i Nakşî’nin bir güneşi ve kahramanıdır.

 Hz. Ali Esedullah unvanı kazanmış bir kahramandır.

Kadınlar şefkat kahramanlarıdır.

Cengiz’in ordusunu sayısız mağlub eden Celaleddin Harzemşah bir kahramandır.

Hz. Eyüb sabır kahramanıdır.

Talebeleri Medresetüzzehra kahramanlarıdırlar.

Hasan Feyzi Denizli kahramanıdır.

Hz. Ali ve Şah-ı Geylani kudsi ve harika kahramanlardır.

 Merhum Abdurrahman Nurun birinci şakirdi ve kahramandır.

 İslam ve vatan için ölenler milyonlar kahramandır, başlarını feda etmişlerdir.

 Zübeyr Abi Konya kahramanıdır.

 Risaleleri tashih edenler kahramandır.

 Hüsrev Abi kahramandır.

Elmas kalemli ve kahraman kalpli muavinlerdir Bediüzzaman’ın arkadaşları.

Tahiri Abi bir kahramandır.

Bu milletin ecdatları kahramandır.

 Bediüzzaman milleti kahraman milletin evlatları olarak vasıflandırır.

İslamiyet’in en kahraman milleti Türk milletidir, onun terminolojisinde.

Hazret-i Ali bir şecaat kahramanıdır.

Ecdadımız dindar ve bir milyar kahramandır.

Atatürk bu kahraman hoca bize lazımdır diyerek Bediüzzaman’ı birlikte çalışmaya çağırmıştır.

 Nur talebeleri iman yolunda bu asra meydan okuyan kahramanlar kafilesidir.

 Bütün peygamberler kutsi kahramanlardır.

Risale-i Nur’un bir şehid kahramanıdır Hafız Ali.

İmamı Rabbani kahraman bir imamdır.

 Sav ve Homa kahramanları, Isparta ve civar kahramanlarıdır.

Bu millet bin seneden beri dünyayı diyanetiyle ışıklandıran ve bütün dünyanın tehacümatına karşı salâbet-i diniyesini kahramanâne müdafaa eden bir millettir.

 Türk milleti ve kardeşleri eskisi gibi dinine ve Kur’ân’ına sahiptir ve sair ehl-i İslâm’ın dindar büyük bir kardeşi ve Kur’ân hizmetinde kahraman kumandanıdır. Fatih devrinde kahraman İslam hâkimi Hızır beydir.

 Tarihimiz, Yıldırım, Fatih, Süleyman, Selim’in kahramanlıkları ile doludur. Bediüzzaman küfre karşı sedd-i K u r ‘a n î tesis eden muhteşem bir kumandandır. Bediüzzaman’ın varisleri on iki kahraman kardeştir.

 Nur talebeleri Medresetüzzehranın ve Nur Fabrikasının kahramanlarıdır.

 Türk milleti İslamın kahraman bayraktarıdır.

Eski zamanda mücahid kahramanların kılıçlarıyla hizmet ettikleri gibi nur kahramanları da kalemleriyle hizmet etmişlerdir.

Adnan Menderes bir İslam kahramanıdır.

Isparta kahramanları Türklerin yine İslamın kahramanıdır kanaatini yenilemişlerdir. Risale-i Nur İslamın iki kardeşi olan Türk ve Arab’ı birleştirecektir.

Tahiri Abi yazı yazarken bir kuş pencereye konar o da kahramandır.

Bediüzzaman Isparta’nın taşını toprağını neredeyse kahraman ilan eder.

Ayetü’l-Kübrayı  tab’ edenler kahraman kardeşlerdir.

Nurs köyünün sakinleri Bediüzzaman çocukken de kahraman tavırlıdırlar.

 Sungur Abi Nurları ilk tanıdığında Eflani’nin küçük kahramanıdır.

Demokratlar da kahramandır.

 Sungur Abi ilk dönemlerinde küçük bir Hüsrev’dir ve kahramandır.

 Sav köyündeki bin kalem hepsi kahramandır.

 Risale-i Nur yazan masum çocuklar da küçük kahramanlardır.

 Bediüzzaman ölümü istihkar eden bir kahramandır.

Üstad talebelerinin kahraman Üstadıdır.

Nur şakirtleri kahraman ecdatlarından aldıkları kahramanlığı Risale-i Nur uğruna ettikleri fedakârlıklarla devam ettiriyorlar.

Nur talebeleri hakikat kahramanlarıdır.

Bediüzzaman’ın divan-ı harpteki müdafaası kahramanca bir müdafaadır.

 Rüstem ve Herkül’ün kahramanlıkları beş para faide vermemiştir insanlığa.

Tarikatı hizmete tercih edenler Isparta kahramanlarına yetişemezler.

Bu millet cihangir Asya ordularının torunlarıdır.

Mustafa Kemal Üstad için “sizin gibi bir kahraman hoca bize lazımdır” demiştir. Şeyh-i Geylani kahramanlar kahramanıdır.

Nur talebelerinin yolu milyonlara sığmayan kahraman şehitlerin mukaddes yoludur. Kahraman kelimesini bu kadar iptilalı bir şekilde kullanan Bediüzzaman eserlerini okuyanlara kahramanlık telkin eder, roman ve tiyatro, sinemanın lanse ettikleri sahte kahramanların yerine onları ikame eder, alternatif bir kahraman dünyası vitrinine koyar.

Felsefe, sanat, roman ve tiyatro kahramanlar üretmiştir

Bu kahramanlar yüzlercedir, binlercedir. Avrupa romanında her millet romanlarında insanlığın başına bela olan kahramanlar üretmişlerdir.

Dinlerin ürettiği kahramanlar bu edebiyatın sanat ve felsefenin ürettiği kahramanların karşısında tutunamamıştır.

Bediüzzaman eserlerinde ürettiği kahramanların hepsi bunlara alternatif kahramanlardır.

Isparta kahramanları bu metinleri okuyan o metinlerdeki kahramanlara göre kahramanlaşan insanlardır.

Hem kahramanlıklar yapan hem de okuyup yaşadıkça kahramanlaşan insanlardır. Barla Lahikasındaki 300 mektup bu okumaların talebelerin ruhunda meydana getirdiği kahraman itikadı ve ruhunu anlatır.

Barla Lahikasında yaklaşık üç yüz civarında mektup vardır.

Bediüzzaman 71

Hulusi Bey 40

Hüsrev Abi 34

Hafız Ali 10

Binbaşı Asım Bey 10

Yüzbaşı Refet Bey 11

Hoca Sabri 31

Zekai 12

Tamamı 220 mektup, bir de bir veya iki mektubu olan mektup sahipleri var, tamamı yaklaşık 300’ü bulur.

                       

Maharetli Bir İlişki, Dava Münasebeti ve Hizmeti

Bu mektuplar birbirlerine cevap tarzında kaleme alınmışlardır, yazılan mektuplara verilen cevaplardır.

Bediüzzaman talebeleri arasındaki ilişkileri ve dava ile olan münasebetleri de yöneterek büyük bir maharet göstermiştir.

Okuyucu, eleştirmen ve takdirkârdırlar, bu yönü ile de kahramandırlar.

Orijinaldirler ve eserlerin kıymetini objektif olarak tesbit etmişlerdir.

 

Hafız Ali bir arkadaşına,

 “Sen ayaklarına demir çarık giysen, tayyare ve şimendifere binip dünyayı gezsen ne böyle bir eser ne de böyle bir hizmet bulabilirsin, sen bu eserleri yazmaya devam et.”

Hulusi Ağabey te’lifde

Bediüzzaman’ın müşaviri ve yorumlamada eserlerin eleştirmenidir.

Bediüzzaman onun eserleri hakkındaki kanaatlerini merak eder. Bu da Barla lahikasında yazdığı kırk mektupta telif edilen eserler hakkında ilk yorum ve değerlendirmeleri yapar, Üstadına bildirir.

Üstad da yazdığı yetmiş adet mektupta yer yer onu muhatab alır, ona cevap verir.

Bediüzzaman onu ve Hakkı Efendiyi yüz talebe hükmünde görür.

 Biz Üstad ile bu zatın görüşmelerin hakiki mahiyet-i nefsü’l-emriyesini bilemiyoruz. Risale-i Nur gaybi bir tasarımdır, o tasarımın en büyük mutasarrıfı Bediüzzaman’dır ama eserlerin telifi konusunda iki şahsın ilişkilerini kaleme dökmek mümkün değil. Bediüzzaman müsaade ettiği kadar ifade edebiliyoruz.

                                               Barla ve Sözler İki Güneş

Üstadın ilk ve daha sonraki talebeleri içinde Üstadın yazdıklarının felsefecilerle olan ilgisi konusunda en hakimane sözü o söyler. Bu onun iyi bir eleştirmen ve değer biçici olduğunu gösterir.

“Hükema-yı felasifeyi beht ve hayrette bırakan” der Sözler isimli eser için.

Barla ve Sözler iki güneş gibi, Barla bir güneş, Özellikle S ö z l e r isimli kitap oradan doğmuş ve dünyayı etrafında gezegenvari dolaştırmıştır. Kur’an-ı Azimüşşan’dan nebean eden hiçbir eser Sözler kadar dünyayı etkilememiştir ve etkilemeye devam edecektir.

Bediüzzaman özellikle ondan eserleri hakkındaki kanaatlerini merak eder, umumun eserlere nasıl bakacağını onun beyanlarına göre değerlendirir, çünkü ikisi de farklı yerlerden gelmişlerdir.

Bediüzzaman ile onun kanaatleri Nurların oluşturulma ameliyesinin, harcının bir sentezlemesidir.

 Bu da gaybi bir iştir.

 Çünkü her sabah onun yanında her akşam birlikte olan bir mülakat kim bilir bizim bilmediğimiz nelere neden olmuş, neler birlikte yoğrulmuş ve insanlığa sunulmuştur.

Dinler, bilimler, felsefe tarihinin bu büyük sorgulaması olan Bediüzzaman’ın eserleri elli yıl okuyarak karihasını elde etmiş bir insanın kafasından dışarı çıkarken Hulusi Abi ilk muhataptır.

Üstad onun kendisine Barla’ya motorda giderken gösterildiğini söyler. Sene 1924 onunla muhatap olduğu yıl 1929 beş yıl öncesinden o ona yolda gösterilmiş, bunun da izahını biz nasıl yapalım.

 Barla’ya giderken Hulusi Bey ona gösterilir.

 Barla’da ilk muhataplarından biri Şamlı Hafız Tevfik, diğeri Santral Sabri’dir, gaybi bir el her şeyi hazırlamış, ne söyleyeyim. Bunları bilse en muannit insan bile Bediüzzaman’a teslim-i silah eder.

Hulusi Bey’in şu cümleleri Üstad’ın merak ettiği şeylerdir.

Üstad da bir insandır, hiçbir şey geleceği ile garanti edilip önüne sunulmamıştır, her yazar gibi onun da eserlerinin akıbeti hakkında düşünmesi normaldir. Ümidin genel bir kanavası varsa da kanavanın  içini doldurmak başka bir konu.

Barla’da telif ondan sonra hukuki mücadele, hapisler, arkasından Bekir Bey’in savunma yılları… Bu yüzden bu eserler kadar tarihte hiçbir eser çile çekmemişlerdir. Zulüm çözülmüş, deccaliyet iflas etmiş, prangalar eskimiş, Bediüzzaman ve talebeleri ortaya çıkmıştır.

Şimdi Hulusi Abi’nin ifadeleri:

“Üstadım müsterih olunuz. Bu Nurlar ayakaltında kalamazlar. Onları Dellal-ı Kur’an’dan enzar-ı cihana vaz eden Halık (CC) bizim gibi kimsenin ümit ve tahayyül edemeyeceği aciz insanlarla bile neşir ve muhafaza ettirir.”

Dr. Yusuf Kemal Durakoğlu,

 Hulusi Abi kanalıyla nurları tanımıştır. Hulusi Abi ona Miraç bahsini okumuş, nasıl olduğunu sormuş. Çünkü Üstad da ondan sorarmış. Yusuf Kemal eser için,

 “Eserin büyüklüğünü takdir etmek için İslam olmaya bile lüzum yok, insan olmak kâfi.” Nurları nasıl takdir ettiğini bizzat Üstad’a anlatır.

“Hocam emaneten bendenizde bulunan iki kitabı emrediyorsunuz. Bendeniz de yalvarıyorum ki gelecek hafta takdim edeceğim çünkü küçüğünü iki defa, büyüğünü bir defa okuyabildim. İhatamın darlığı ve aczim dolayısıyla idrakim de kıttır. Binaenaleyh sizin o muhteşem temsillerinizi defalarca daha okumak istiyorum ki cüz’i külli bir alaka hâsıl olabilsin.

Ya Rab o ne büyük mantık, o ne büyük müskit beyan ve tarz-ı telakki:

“Ah üstadım bu mübarek dinin mübecceliyetini idrak ve ihata ve takdirde size ve ancak size medyun-u şükranım ve minnettarım.”

“Tam manalarıyla mefhumlarını kavramak iktidarında olmadığım o yüksek eserlerinizi fırsat buldukça okuyorum. İrşad-ı aliyeleri unutulmaz ve şaheser hatıradır. Mezarıma kadar dini akidelerinizin esiri ve kurbanıyım. Üstadım sizin Sözler’iniz benim dini muhayyilemi cidden değiştirdi. Ve daha sevimli bir mecraya sevk etti. Şimdi bendeniz,  doktorların düşündüğü gibi düşünmüyorum.”

                                      Cenab-ı Haktan İntibah İstemek

Bediüzzaman doktorun bu müdakkikane nazarını ve değerlendirmelerini beğenir. Ona yazdığı mektupta anlatır.

“Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimi ve aziz dostum.

Senin hararetli mektubunun gösterdiği intibah-ı ruhi şayan-ı tebriktir….

Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen malumatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz odun yığınları gibi camid şeyler bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o f e n n î malumatı o f e l s e f î maarifi faideli nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lazımdır. Sen dahi Cenab-ı Haktan bir intibah iste ki senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin.”

Sabri Efendi yüksek zekâya ve karihaya sahiptir.

 “Hikmetü’l-istiaze’nin ikinci kısmı öyle kıymettar bir hazine-i cevahir ve maraz-ı vesvesenin iksir bir ilacıdır ki:

Âlem-i faniden bekaya göçünceye kadar, nefis ve şeytanın hücumuna maruz bulunan insan kalbinin üzerine asıp beraberinde taşımalı. O iki düşman her zaman köpük gibi, zahirde bir şeye benzeyip, hakikatte ele avuca girmeyen hayali itirazat-ı muannide yaparlar. Onlara karşı en rasin tahassüngah ve en güzel esliha ve bu uğurda sarf edilecek halis sikkeler bunlardır.” (Barla Lahikası, s. 183)

Bütün Isparta kahramanları hem okuyucu, hem yazıcı hem de ders yaparlar.

 Hulusi Bey dersler hakkında bilgi verir, Refet Bey ve Asım da aynı şekilde, özellikle Sabri Efendi okuyan ve değerlendiren bir zekâdır.

Refet Bey okuma sırlarını da anlatır.

 Eserlerin tenkid edilemeyecek kadar yüksekte olduğuna dair bir beyanda bulunur. “Bütün eserlerinizi takdir ve kemal-i istihsan ile karşıladığımız malum-u âlileridir. Esasen tenkid edecek kudret-i ilmiye değil bizde T ü r k i y e  u l e m a s ı n d a  olmadığı hadisat ile sabittir.” (Barla Lahikası, s. 192)

“Şimdi hayatım çok zevklidir. Sözlerin tedkikatıyla meşgulüm. Evvelki okuyuşlarımda hazmedemiyordum. Ş i m d i  g a y e t  y a v a ş  ve dikkatli o k u y u p anlamaya çalışıyorum… Takıldığım noktalar oluyor, soruyorum. Bu vesile ile istifade fazladır. Nitekim Yirmi dördüncü sözün birinci ve ikinci dalında çok tevakkuf ettim. Layıkıyla anlayamadım. Üstadımızla görüştüğümüzde bu iki dalın şifahen izahını rica edeceğim.

Muhterem Üstadım, fakirin bir nokta çok hayretini mucib oluyor.

Sizden bir meselenin izahını rica ediyorum. İzah ediyorsunuz, o izahda da muhtac-ı izah noktalar bulunuyor. Öyle latif ve şümullü cümleler ile cevap veriyorsunuz ki o cümleleri de anlamak için sual icap ediyor. Bundan şu netice çıkıyor ki Sözlerinizin her satırı, bir kitap teşkil edecek kadar şümullü ve manidardır. İstenildiği kadar izah olunabilecektir.” (Barla Lahikası, s. 192)

Bediüzzaman’ın Barla lahikasında talebeleri ile olan diyalogları Bediüzzaman’ın talebeleri ile kurduğu eğitim ağının ayrıca araştırılması gerekir. Bediüzzaman bir iletişim ağı kurarak davayı çok yönlü oluşturmuştur.

Kahramanların oluşturulması 

Bediüzzaman Barla’da eserleri telif ederken, bir milletin kültür ve dinini tamamen tesirsiz hale getiren faaliyetler yapılıyor, ezan Türkçeleştiriliyor, alfabe kaldırılıyordu. Bunlar yeni nesli kültür ve dini buhrana itecekti ve daha sonra da öyle olmuştur.

 Santral Sabri Bediüzzaman’ın yaptığı işin bu tahribat karşısında aynı tarihle bir kal’a tesis etmek olduğunu, Isparta kahramanlarını da bir t e ş k i l a t –ı  n u r a n i y e  v e  m ü h i m m e olarak tavsif ettiğini görüyoruz.

 Şöyle der: “Kavanin-i ezeliye-yi subhaniyeyi bilkülliye hedm ve imha etmek amal-i batıla ve efkâr-ı münafıkanesine kapılan ehl-i dalalet, ilk hatvelerini atmak istedikleri sırada k e ş f – i  k a b l e l v u k u olarak işbu ç e l i k  k a l ‘a  tabir ettiğimiz Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın müfessir ve mümessili olan  Nur deryası zahiren otuz üç adet  manen otuz üç milyon elmas ince mücevherat-ı  mütenevvia  ve müteaddideyi vücuda getirdikten sonra  asıl kal’anın bu teşkilat-ı nuraniye  ve mühimme  dairesinde  tanzim ve tarsini iktiza ettiği bir hengamda.” (Barla Lahikası, s. 107)

Onun dilinde Isparta Kahramanları 

Bediüzzaman yapılan işin önemini gördüğü için tarikata meyleden bir talebesine, “Seni bir gavs derecesine çıkaran bir mürşit gelse sen Isparta kahramanlarına yetişemezsin” der. Çünkü onlar savaş meydanlarında yenilemeyen kahraman bir milletin manevi bataryalarını boşaltan güçlere karşı onları yaratılış ve Allah karşısında sorumluluk bilincine götüren bir faaliyetin matbaa harfleriydi, bu yönleri ile onlara kimse yetişemez.

 Tarihimiz büyük zaferlerle doludur, ama bu zaferler arkasından milletlerin maneviyatı kültür ve dini bataryaları tahrib edilmemiştir, Isparta kahramanları bu tahrib edilen nesli kurtarmak için bir kalede kalemleri ile geleceğin nesilleri manevi ve cehennem ateşinden ve dünya zelzelelerinden koruyan büyük işler yapıyorlardı. Bunlarla bu milletin tarihinde hiç kimse kahramanlıkta yarışamaz.

Savaştan kahraman olarak evine dönen insanlar ezanlarının, dillerinin kaldırıldığını ve Kur’anlarının kaldırılmak istendiğini görünce ne dediler, birçoğu bu ülkeyi terk ettiler, Bediüzzaman ise Mekke- Medine’de bile olsam buraya gelecektim derken buradaki kahramanlığın farkını anlatıyordu. İşte bunun için Isparta kahramanları büyüktür.

Barla’da neler oldu? Asıl kahraman, Barla’nın asıl kahramanı eserlerdir

Bediüzzaman 1 Mart 1927’de Barla’ya sürgün edilir. İlk gecesi bir karakolda geçer. Daha sonra Yokuşbaşı Camii’nin imanı Muhacir Hafız Ahmet ‘in evinde kalır. Bir haftası burada geçer.

Üçüncü mekânı mahallenin toplantı yeri olan iki odalı bir menzildir. Burası dinden koparılmış bilim ve sanatın, özellikle tesadüflere hamledilmiş dinin, akaidin bin yıllık buhranının çözümleneceği bir mütevazı evdir.

Bediüzzaman sekiz yılı aşkın bir zamandan sonra burada eserlerinin dörtte üçünü yazmış olarak çıkacaktır. Özellikle Sözler genel olarak Barla yıllarında yazılmıştır,1926-54. 1960’ta Sinan Matbaasında basılan Sözler 760 sahifeden oluşur. Isparta’ya naklinden sonra Sözler ve Mektubat Barla’da yazılmış, Lem’alar’ın da ekserisi yazılmış, eserler 119 parçadır. 1958’de yine Sinan Matbaasında basılan Mektubat da 540 sahifedir, Lem’aların da üçte ikisi yazılmış olsa o da üç yüz sahife eder. 1600 sahife, Barla lahikası da bunlara ilave edilirse 2000 sahifeyi aşkın eser Barla’da bu Allah’ın harikası mekânlarla çevrili evde yazılmıştır.

Bediüzzaman orada dualarla, niyazlarla geçen ömrünün en güzel meyvesi olarak bu 2000 sahifeyi yazmıştır. Yetmiş yıldır tasarımında olan bir proje orada gerçekleşmiştir, bu onun ifadesidir.

 1 Mart 1927, 24 Temmuz 1934 tam sekiz buçuk yıllık bir süre yaklaşır 3200 gün. Ortalama her gün üç yüz kelime civarında yazılmıştır. Büyük bir telif faaliyeti.

Hiç boş durmamış tamamen önceki yüzyılların telif mantığı ile yazılmamış, gözlemlere dayalı orijinal eserler meydana getirmiştir.

1927’de Barla’ya gönderildikten sonra

Risale-i Nurları telif etmeye başlar, bu yılın içinde onun şaheserlerinden biri olan -master piece-   Haşir Risalesini kaleme alır. Aynı yıl içinde Küçük sözlerin tamamı yazılır. Bunları Yirminci, yirmi birinci ve yirmi ikinci sözler takib eder. Ondan sonra On sekiz ve Yirmi beşinci Sözler gelir. Mucizat-ı Kur’an’iye ve Haşir Risalesi iki büyük eseridir. Bediüzzaman’ın en verimli yılı bu yıldır denebilir.

Yirmi ikinci Söz de tevhid bahisleri içinde çok özel bir yeri olan eserdir.

Küçük Sözler’deki dokuz bahis de küçük hikâyeler tarzında yazılmıştır,

İslamın bütün önemli emirlerini kurmaca biçiminde anlatır, yeni bir tefsir ve yorum metodu ile sanat ve edebiyat ile tefsiri birleştirmiştir.

Hem anlatım şekli hem anlatılanlar büyük bir yeniliktir. 1911 den beri “icaz-ı Kur’an-ı beyan et”  amirane emrini alan Bediüzzaman gecikmiş bir işi yerine getiriyor gibi ciddi çalışmıştır bu yıl içinde.

                                         Gerçek Kahraman Bir Kitap : SÖZLER

Sadece bu yıl yazılan eserler bile onu Bediüzzaman yapmaya yeter de artar bir eserlerdir. Selimiye Sinan’ın şaheseridir, büyük bir mimari misyondur.

Sözler kitabı bu büyük milletin tarihinde her gittiği yerde ruhları mimarisi ile düzlüğe çıkaran gerçek kahraman bir kitaptır. Bütün zulümler ve kıyametler bu kitaba tahammül edemeyen çevrelerin şamatasıdır. En büyük Isparta kahramanı Sözler kitabıdır ve bahisleridir.

Bu yıl içinde en zorunlu ve en mübrem konuları kaleme almıştır, tevhid, haşir, Kur’an. Ve öğretisinin bütün temalarını yüklediği ismi küçük ama anlamı, muhtevası çok büyük Küçük Sözler.

1928 yılında bu büyük milletin ne tür tehlikelere maruz kaldığı ortadadır.

 Allah Allah sadaları ile batının emperyalist emellerini yıkmış birçok cephede istiklalini elde etmek için evinde evlat bırakmamış, yaşlı nineler ve dedeler, babalar savaş meydanından dönmeyen evlatlarını bekleyedursun, 1928 de Türkçe hutbe verilmeye başlanır. Aynı yıl içinde bin yıllık mazinin tarihin ve dinin aleti durumundaki bir dil yerini başka bir dile terk eder.

 Anayasadan dinle ilgili hükümler çıkarılır. 1928 ile 1930 arasında Yirmi Dokuz, Otuz, Otuz Birinci, Otuz İkinci, Otuz Üçüncü Sözleri yazar.

Yirmi ve Yirmi Dördüncü Mektuplar tahrir edilir. 1929’da On üç, On Dokuz, Yirmi Yedi  ve Otuz Üçüncü mektupları yazar. Bunlara Yirmi Yedinci Söz eklenir.

1929 da Hulusi Bey ile Barla’da görüşür.

Barla Lahikasının başında Hulusi Abi’nin ilk mektubunda Bediüzzaman’a Mukaddime ‘deki yorumlara karşı mukabil yorumlar vardır. Sözler 1930 ‘da büyük oranda tamamlanmış bir eserdir. Hulusi Bey bu mektubu 1930 da yazmıştır büyük ihtimalle, çünkü tamamlanmış bir eser ile tamamlanması muhtemel bir telif hayatından bahsedilir.

Bediüzzaman Hulusi Bey’den vazifesinin bitip bitmediği konusunda fikrini sorar. Demek Bediüzzaman da görevinin bittiği kanaati bir nebze oluşmuştur. Çünkü üç eseri neredeyse tamamlanmış bir telif hayatı kanaatini verir. Haşir, Tevhid, Namaz, Yaratılışın topyekün anlamı, Kur’an’ın mucize olduğu gibi temel konularda daha sonraki dönemde ancak zeyl olabilecek şeyler söylenmiştir, asıl şeyler ise tamamlanmıştır.

Bu yüzden Bediüzzaman görevinin bitip bitmediği ve eserleri hakkındaki kanaatlerini sorar. Ama verilen cevaplar bitmediği konusundadır. Evet, görevi ölümüne kadarki mücadeleli hayatı ile bitmemiştir.

Bundan sonra eserlerin halk ve insanlık nezdine çıkması ve eserlerin hukuki mücadeleyi kazanması gerekir, telif kadar mahkemeler ve hukuk mücadelesi uzun ve elemli yılları almıştır.

Elli yaşlarındaki Bediüzzaman vazifesinin bitip bitmediğini merak ederken daha otuz beş yıl daha yaşayacak daha çok şeyler görecek, çok zulümlere maruz kalacak ama davasını umduğu noktaya getirecektir.

Bayrak yarışı ondan sonra talebeleri tarafından devam ettirilecektir.

1930’da İkinci, Üçüncü, Dördüncü, Beşinci, Altıncı, Dokuzuncu, On Altıncı ve On Yedinci mektupları kaleme alır.

1931 de On Altıncı Mektubun Zeyli, Yirmi Altıncı Mektubun İkinci Kısmı, Yirmi Sekizinci Mektubun ikinci kısmını yazdı.

 Bu yıl içinde İstanbul’daki camilerde ezan ve kamet Türkçe okunmaya başlandı.

1934 ‘de Barla’dan Isparta’ya getirildi. Yirmi Dokuzuncu Mektubun Birinci Kısmı ile Onuncu, On İkinci, On Dördüncü, On Altıncı, On Sekizinci, Yirminci, Yirmi Birinci, Yirmi İkinci, Yirmi Dördüncü, Yirmi Beşinci ve Yirmi Altıncı Lem’alar’ı yazdı. İktisat, Hastalar ve İhtiyarlar Risalesi yazıldı.

Bu büyük eserlerin yanında kötü işler de yapıldı. Türkçe Kur’an okundu ilk kez. Ayasofya Camii Kapatıldı.

Hizmetin merkezi ekseninin oluşumu

Şamlı Hafız Tevfik, Muhacir Hafız Ahmet, Süleyman, Hulusi Bey, Sabri Efendi, Hafız Ali, Refet Bey, Asım bey.

Barla’da Üstad matbaanın üyelerini bulur, nasıl çalışacağını, eserlerin nasıl dağıtılacağını planlar ve başarır, dünyanın en olumsuz şartlarında dünyanın en büyük eserlerini ortaya koymak bu da bir planlama ve stratejidir. Üstelik çevresindeki insanlar böyle yazarlık ve çizerlik gibi alanlarda hiçbir tecrübeleri yoktur.

Şamlı Hafız Tevfik, Muhacir Hafız Ahmet, Sıddık Süleyman, Marangoz Mustafa Çavuş,  Hafız Halid, Muallim Ahmet Galip, Mübarek Süleyman, İlamalı Sabri, Tüccar Bekir Bey, Abdullah Çavuş,  Şemi Güneş onun Barla çevresinin önemli şahıslarıdır, her biri işin bir tarafını arkalamıştır, bir iş bölümü vardır.

Şamlı Hafız ta tensibat-ı ilahiye ile çocukluğunda

Bediüzzaman’a tahsis edilmiş bir zeki insandır. Resmindeki görüntü âlim ve her şeyin farkında bir kişilik ciddiyetini gösterir. İstanbul da tahsil görmüş, Bediüzzaman’ın ilk ziyaretine gidenlerdendir. Kadere bak büyük eserler yazan büyük insana bir kâtip bir ayaklı matbaa lazımdır, o hangi şartlarda Barla’ya gelmiş ve hemen onu bulmuştur. Kader bir şeyi planlarsa insanlar ne yapabilir.

Hem kâtib, hem muhatab, hem müsevvid, hem mübeyyizdir, çünkü bunları yapacak iktidarı ve iradesi vardır.

 Nurların telifinde yerini alır, Hatt-ı Arabisi de Kur’an’a uygundur onda da görev alır.

Üstadın Barla’daki çevresi hizmetkârlar ve telifte görev alanlar diye ayrılabilir.

Muhacir Hafız Ahmet onu evinde ilk misafir eden ve hizmet eden şahıstır.

 Onun hizmetinden Üstad-ı muhterem o kadar memnundur ki “o zat çoluk çocuğuyla layık olmadığım öyle samimi hasbi bir hürmet etmiştir ki eğer muktedir olsaydım bin altın mükâfat verirdim” der.

Yıllar sonra Barla’ya döndüğünde onu gördüğünde “şimdi ötelerden cennetten bir davet vuku bulsa Şamlımı almadan gitmem” demiştir.

Sıddık Süleyman Üstad-ı Ali himmete sekiz yılı aşkın hizmet etmiş, onu hiç gücendirmemiş ve Sıddık unvanı ile ödüllendirilmiş bir büyük insandır. O da onun hizmetkârlarındandır.

 Onlara karşı duygularını gizlemez Bediüzzaman

“ Bu köy namına Cenab-ı Hak onu ve Mustafa Çavuş’u Muhacir Hafız Ahmed’i ve Abdullah Çavuş’u bana ihsan etti. Ben de Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum, bunlar bana yüzer dost kadar kıymettar göründüler vatanımı bana unutturdular. Gurbet ve misafirlik elemini bana çektirmediler.”

Camisinin hizmetinde bulunan bir yaranı da vardır. Marangoz Mustafa Çavuş,  sekiz sene hususi hizmetinde camiine soba, gazyağı, kibritine kadar tedarik eder Üstadın hizmetinde bulunur. Bizim bu insanlar ve bütün insanlığın bu insanlara saygı duymamız gerekir, çünkü onlar Bediüzzaman’a sahip çıkmış hizmetinde bulunmuş eserlerini yazmış ne yapılması gerekirse yapmışlardır. Ne mutlu onlara, ne mutlu bu hizmette bu başlangıç döneminde Üstad-ı harikaya sahip çıkmışlardır.

Bediüzzaman “Bu köy namına Cenab-ı hak Mustafa Çavuş‘u bana ihsan etti “ demişlerdir.

Muallim Ahmet Galip eserlerin tebyizinde çalışmış,

 Nur matbaasının önemli bir azasıdır.

İlamalı Sabri Bediüzzaman ile sabah namazı kılmak için İlama’dan Barla’ya kadar yürür her gün, bir gün çok ıslanır ve genç yaşta sevgisinin aşkına vefat eder.

 Ölürken “Ben ölmüyorum uçuyorum der, eşi “beni de al der” o da “hayır kadro doldu” der.

Eserlerin basımı için zengin biri gerekir

 Rabb-i Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, kâinatın nazımı böyle bir tasarımı eksik bırakır mı, o kim dersen Tüccar Bekir Bey “Nur risalelerini matbaalarda bastırmakla Nurun ilk naşiri unvanını alan bahtiyarlardandır”

Üstadın sadık bir arkadaşı da

Abdullah Çavuştur, onu arkadaş olarak kabul etmiştir. Bu şahıslar özel olarak seçilmiş kişilerdir, özel hizmetinde olanlar, arkadaşları ve matbaasının kâtipleri, tashih ve tebyiz unsurları, şimdi bu insanlara kahraman demek ne kadar az gelir değil mi?

 Her okunan eserde onların hazinesine nurlar akıyor, Allah’ım ne mutluluk değil mi?

Barla’da münakaşalar fazla yok,

Bediüzzaman eserlerinin nasıl telakki edildiğini edileceğini merak ettiğinden Hulusi Bey’i bu telakki tarzının tercümanı olarak görür onun eleştirilerini kale alır ve ona cevaplar verir zannedersem tatmin olur, artık eserleri umumi kabulü görecek bir şekildedirler. Bundan sonra savunma ve daha çileli yıllar gelir, bir nevi davanın pekişmesi ve davayı oluşturacak dayanıklı arkadaşların bulunması bir savunma hattının oluşturulması gelir.

Bediüzzaman’ın Barla yılları telif yıllarıdır, sonraki dönemlere göre olaylar fazla değildir. Ama beklenmedik bir şekilde eserler ortaya çıkınca onu oraya süren komiteler şaşkınlığa düşmüşler onu daha denetlenebilir bir yere çekmişlerdir.

Hulusi Abi, Refet Bey, Sabri Efendi, Hafız Ali bunlardandır.

 Bunlar birçok özelliği kendilerinde taşırlar ve büyük hizmetlere neden olmuşlardır.

 Hafız Ali Bediüzzaman gözünde o

 “Nur fabrikası nam sahibi Hafız Ali”dir. Bediüzzaman mektuplarında ona bu tavsifle hitab eder. Onun hizmetteki yerini ifade eder.

“Onun fevkalade hizmetini eğer sizler gibi o sistemde zatlar yapmasaydı, Kur’an’a ve İslamiyete büyük bir zayiat olurdu”

 O yüz senelik bir vazife-yi imaniyeyi görmüştür.

Haşirdeki mahkeme-i kübrada Nur talebelerinin alemdarıdır. Alemdar bir gurubun önünde onları temsilen giden kimse demektir.

Üstad yine onun için  “o benim yerime gitti” der.

Hem karakter hem dehadırlar, Isparta kahramanları 

Karakterlerden biri de Tahiri Mutlu’dur.

Tevafuk mucizesini gösteren Kur’an’ın basılması hususunda gösterdiği gayrettir. Atabey de arazisini ve evini satıp tevafuklu Kur’an’ın tab’ı için vermiştir. Eniştesi Büyük Hafız Zühtü de Kur’an’ın yazılmasına hizmet etmiştir.

Onu Bediüzzaman büyük bir veli ve kutup kabul  eder. “Tahiri dolu bir testi su gibidir” der. Hiçbir zorluk onu hizmetten alı koymaz. Üstadı ile hapislere girmiştir. Has ve halis bir Nur talebesidir, Üstadın dilinde.

Bir karakter Hulusi Ağabeydir.

 1928 yılında Eğridir Dağ Talimgâh Birliği’ne tayin edilir. O onu nur talebeliğine tayin olarak kabul eder.

Bediüzzaman’ın talebeleri içinde başından sonuna kadar büyük bir karakter olarak kalacak ve anılacaktır.

1929 da Üstad’ı ziyaret eder, bir buçuk yıl içinde Üstad ile altı defa görüşür. Büyüklüğüne hürmeten Abdülkadir Geylani ona 800 yıl önceden işaret etmiştir.

 Bediüzzaman ona kullandığı övgü cümlesini ondan başka hiç kimseye kullanmamıştır.

“Cenab-ı Hak bana hizmet-i Kur’an ve imanda bir talebe bir muin tayin etmiştir” der. Bizim anlamakta muktedir olmadığımız bir buluşma tarzları da vardır. Bediüzzaman “Sabahları ben senin yanında akşamları sen benim yanımda hazır olursun der. Günde iki defa görüşürüz.

 Bunun tamamlayan bir garip cümle daha vardır. “Yanına ziyarete gittiğimde ‘Kardeşim sen sabahleyin burada idin’ derdi. Hâlbuki benim bundan hiç haberim bile olmazdı”.

Bediüzzaman kendisinin  yazdığı eserlerin

İslami temalar ve bahislerin tarihi farklılıklarını bildiği için, “Eğer siz eski zamanda olsaydınız bu dersleri, hakikatleri öğrenebilmek için bir ay mesafeden diz üstü sürüne sürüne gelirdiniz. Belki bizimle görüşmeden geri dönecektiniz.” Üstad ile ikisi sanki bir müellifin paylaşımıdır.

 Üstad onu yanında olmasını istediğine göre belki de eserler yazılırken onun şahsı ile eserler konusunda bizce meçhul görüşmeler yapmıştır.

Karakterlerden biri de Santral Sabri’dir.

 Abdülkadir Geylani ondan Hulusi-i Sani diye bahsettiği zattır. Risale-i Nur’un hizmetinin her safhasında bulunmuştur. Yazılmasında, çoğaltılmasında,  dağıtımında kahramanca çalışmış, adeta Üstad’ın gören gözü, işiten kulağı olmuştur.

 Risale-i Nur’un hizmetinde ömrünün sonuna kadar bir s a n t r a l gibi çalışmıştır. Yazılan Nur nüshaları Barla’dan gelir, onun eli ile çoğaltılarak her bir nüsha Atabey, Eğridir, Kuleönü, Sav köylerine gönderilir. Bu yüzden Santral ismini vermiştir Bediüzzaman ona. Üstad’da mevcut olan bir yaratılıştan gelen bir nişan onda da vardır. “Nur’un erkânından ve hocalar kısmının yüzünü ak eden Nur’un santralidir.”

Üstad Barla’ya gidip gelirken, Bedre mevkiinden geçerken Sabri Hoca’nın ruhuna Fatiha okur, öyle gider. Bunlar çok yönlü karakterlerdir.

Hem aşırı duyarlıdırlar, hem samimidirler, hem de dostluk ve arkadaşlık ilişkilerini önemli bulurlar. Yönetici ve yönlendiricidirler.

 Hafız Ali Nur Fabrikası’nın sahibidir.

Yani üretilen bütün eylemlerin, yapılan bütün işler onun sahabetinde meydana gelir. Fabrika sahibi demek ile Bediüzzaman onun dehasal rolüne işaret eder. Yaptığı işlere bakınca bütün işleri temel hedefe ayarlamak gibi yüksek bir yönetim erki göstermiştir. Ona Bediüzzaman’ın verdiği bu unvan çok düşünülmüş bir unvandır.

Sabri Efendi, Nur Santralı unvanı ile anılmıştır.

 Santral bütün işlerin birleştiği ve dağıtıldığı bir noktadır, bu da bir deha formasyonunu gerektirir. Üstad ona Santral derken yaptığı işi tavsif etmiştir. Sadece bununla kalmayıp Risale yazım ve dağıtım, tashih ve tebyiz gibi işleri de yapmıştır.

Hulusi Abi Üstadın hem gizli hem esrarlı hem de açık en ciddi muhatabıdır, Bediüzzaman’a zaman zaman eşdeğer bir misyon takib eder, işinin bitip bitmediğini eserlerini nasıl telakki ettiğini edileceğini onun gözüyle ve yorumu ile görmüştür. Bu ciddi bir nurani dehadır.

Bir deha da Tahiri Mutlu’dur sürekli ihtilafların dışında kalabilen ve

Bediüzzaman’ın bir talebem yok mu feryadına onu göstermekle Allah onun karakterini ve dehasını ortaya koymuştur. Fedakârlıkta görülmemiş bir cömertliğe sahiptir.

Hacı Hafız Mehmet Avşar da davaya nezaret etmede bir dehadır, bin kişinin risale yazdığı Sav köyünün bütün yazım ve yönetim işlerini tek başına yapar,

Bediüzzaman onu ve köyü çok sitayişle yâd eder.

 Fevkalade mesrur olur ve yaptıklarını fütuhat olarak niteler. Onların fütuhat kılıçları kalemleri o kadar uzundur ki kıyamete kadar tesiri devam edecektir. Kalem kılıçtan daha keskindir sözü bunlar için söylenmiştir. Sıradan insanlar baskıyı enerjiye dönüştüremez,

Bediüzzaman ve talebeleri baskıyı enerjiye çevirirler bu onlara verilmiş özel bir Allah vergisidir.

150 yılı aşkın tarihimizde bütün yenilikler şekli oldu

Osmanlının yenilik hareketlerinin fikir ve insana taalluk eden yönü biçimseldir. Redingot giymek, sarığın yerine fes giymek, askerin giyim tarzını yenilemek, okullardaki ders programlarındaki kargaşa, Cumhuriyet devrindeki kıyafet yenileşmeleri, hep kabukta kalan yenilik hareketleridir. Biri fesi giymiş, bir başkası şapkayı giymiş, çarşafı çıkarmış mantoyu giymiş, hepsi modernizmin karikatür yanıdır.

Cumhuriyetin memur kadrolarının okulu yoktur, kuruluş döneminde hepsi İstanbul hükümetinin kalmış memurlarıdır.

Cumhuriyet köy enstitülerinde garabet bir alternatif nesil çıkarmıştır, bütün değerlerin iflas ettiği bir nesil, bu nesli solcu romancılar tipleri ile ifade etmişlerdir.

O dönemin birçok romancısı bu kene gibi kahramanları köylü çocuklarına dayatmış tamamen dinsiz ve ruhsuz bir nesli ortaya çıkarmışlardır.

Bediüzzaman’ın

 zihniyet,

 fikir ve iman,

 kâinata bakış tarzına önem vermesi ve

 yanlış fen ve felsefe telakkileriyle zehirlenen bu nesilleri kurtarmak istemesi

 onun ve Isparta kahramanlarının gayreti iledir.

 Prof. Dr. Himmet Uç

Son Güncelleme ( Çarşamba, 02 Ocak 2013 21:17 )

Viyana’daki Etkinliklerde Risale-i Nur Dağıttılar (Avusturya)

Avusturya’nın başkenti Viyana’da İslam Kanunu’nun 100. yılı dolayısıyla 3 gün boyunca çeşitli etkinlikler düzenlendi. Viyana Üniversitesi’nin organize ettiği bilimsel “İslam Kanunu” konferansıyla konuyu masaya yatırdı. Üniversitenin çeşitli profesörleri İslam Kanunu ve Avusturya için önemini dört oturum halinde gerçekleştirdi. Bir sonraki gün Viyana Belediye Binası’nda düzenlenen resmi 100. Yıl Kutlamasına Avusturya Cumhurbaşkanı, Dışişleri Bakanı, Entegrasyon ve Eğitim Bakanları, Türkiye Diyanet İşleri Başkanı, Türkiye Başkonsolosu, Bosna Reis’ül Üleması, Avusturya İslam Cemiyeti temsilcileri ve çeşitli protokol üyeleri ve Müslüman temsilcileri katıldı.

Açılış konuşmasında Avusturya İslam Cemaati Başkanı Dr. Fuat Sanaç bütün katılımcılara teşekkür ederken, İslam Kanunu’nun Avrupa içerisinde çok önemli bir yeri olduğunu ve bunun Avusturya için bir ayrıcalık olduğunu belirtti. Benzer şekilde Avusturya Cumhurbaşkanı, Bakanlar, Bosna Reis’ül Uleması ve Türkiye Diyanet İşleri Başkanı protokol konuşmaları yaparak 100. yılın anlam ve öneminden bahsettiler.

3. gün Viyana’da tek minareli cami olan ve bu yüzden halk arasında Minareli Cami olarak isimlendirilen İslam Merkezi Camisinde halka yönelik şenlik programı düzenlendi. Müslüman dernek ve cemaatler tanıtım standları açarak hizmet ve faaliyetlerini diğer Müslümanlarla paylaştılar. Nur Cemaati ise kendi standında başta Almanca olmak üzere çeşitli dillerde Risale-i Nur’ları katılımcılara tanıttı. Risale-i Nur’un İslamı anlatmadaki metodu ve yorumuyla ilgili sorulara cevap verdi. Ayrıca programa renk katan ünlü sanatçı Maher Zain’de küçük bir konser vererek programın şenlik havasına dönüşmesine katkı sağladı.

Avusturya İslâmiyeti 100 Yıldır Tanıyor

Avusturya 1912 yılında kendi bünyesindeki Bosnalı askerlere bir hak olarak İslam dinini resmen tanıdı ve de 1975 yılında Müslümanları cemaat olarak tanıdı. Böylece İslam Avusturya’nın resmi tanınan devletin bir dini olmasından da öte Müslümanlar resmen tanınan ve Hıristiyanlar gibi sosyal hakları olan bir cemaat haline geldi.
Ayrıca her eyaletin kendi özerk İslam Cemaat Teşkilatı bulunmakta. Bunlar Türkiye’deki Diyanet İşleri ve müftülükler benzeri kurumlar olarak faaliyetteler ve İslam adına her türlü sorumluluk ise bu kurumlar üzerinde bulunuyor. Her eyaletin İslam temsilciliği Viyana’da bulunan İslam Cemaati Merkezine bağlı.

Okullarda İslam Dersi Zorunlu

1975 yılında Müslümanların Cemaat olarak tanınmasıyla birlikte İslam Dersi devlet okullarında Müslüman öğrenciler için zorunlu hale geldi. Çocuğunun din dersinden muaf olmasını isteyen veliler ise sadece yılın ilk haftasında çocuğunun din dersinden muaf olması için dilekçe doldurabilir. Ama sene içerisindeki muafiyet talepleri geçersiz oluyor ve din dersi çocuk için matematik gibi zorunlu bir ders olarak kalıyor. Din dersi öğretmenleri ve müfettişleri ise sadece Müslüman kişilerden ve İslam Cemaatinin onayladığı kişilerden olabiliyor.

Din dersi planları ve ders kitapları ise yine İslam Temsilciliği tarafından hazırlanıyor. Öğretmenlerin ve kitapların bütün masrafları Avusturya Devleti tarafından karşılanıyor. Din dersleri Türkiye’den farklı olarak genel kültür dersinden daha çok çocukların dinlerini pratik olarak yaşayabilmesi, Kur’an-ı Kerim okunması, birlikte namaz kılınması gibi konular öncelik arzediyor. Ahlâki konular, siyer-tarih bilgisi ve diğer dinler hakkında genel kültür bilgileri de elbette dersin bir parçasını oluşturuyor. Derslerin içeriği hakkında tek yetkili kurum İslam Cemaati. Her bölgenin kendine özel müslüman müfettişleri var ve dersleri bu müslüman müfettişler ile okul müdürleri teftiş edebiliyorlar. Ama müdürlerin ders içeriğine karışma hakları bulunmuyor.

Avusturya Devleti Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin yüz sene önce İstanbul’da Ezher Şeyhlerinden Şeyh Bahit Efendi’ye söylediği “Avrupa bir İslam Devleti’ne hamiledir, günü geldiğinde doğuracaktır” manasındaki sözünün bir örneğini göstermiştir.

risale haber

Said Nursi’yi Anma Gecesi Yapıldı

 Not: Bu yazı Kırklareli’nde 10 Mayıs’ta yapılan Bediüzzaman Konferansından sonra aylık siyasi bağımsız gazete olan “Sarantalı Köylüm” isimli yerel gazetenin 16. sayısında çıkmıştır. Yazıyı gazetenin imtiyaz sahibi Mustafa Karaca kendi köşesinde bizzat yazmış ve bizlerde harfiyyen yazısını sitemize ekliyoruz.

Kırklareli Üniversitesi Kültür Merkezi Salonu’nda Said Nursi Anma Gecesi

Kırklareli 24 saat içinde çok çeşitli etkinliklere sahne oluyor. Kırklareli Üniversitesi Kültür Merkezi Said Nursi taraftarlarını konuk etti. Kalabalık bir seyirci kitlesi tarafından ilgi ile izlenen etkinlikte Said Nursi’nin hayatı, eserleri ve “Nur Cemaati“nin zaman içinde seyri anlatıldı.

Said Nursi’ nin talebesi olan konuşmacı efsane ile gerçek tanımlaması güç anekdotlarını anlattı. Kırklareli esnafından bir çok tanınmış ismin katıldığı gece, nur cemaatinin geçmişte çektiği sıkıntıları ve bugün gelinen noktayı vurguladı.

Konuşmacılar “geçmişte merdiven altlarında veya aile meclisleri ile kapalı ortamlarda yapmış oldukları toplantılar ile yetinmek zorunda kaldıkları günlerden, bugün Üniversitelerin Kültür Salonlarında geniş kitlelere ulaşmanın onur ve gururunu yaşıyoruz” dediler. Gerçekten nur cemaatinin geçmişteki sıkıntılı günlerinden, bugün Üniversite Salonlarına taşınması Türkiye’nin ilginç bir yönünü oluşturuyor.

Peki, Türk siyasal yaşamını etkileyen fikirleri ile topluma ayrı bir renk ve görüş kazandırmak isteyen “nur hareketi” ve bu hareketinin lideri olan “Said Nursi” kimdir? Eminim ilgilenenlerin dışında toplumda pek az kimse gerçeği bilmez. Hatta Said Nursi’nin Şeyh Said ile karıştırıldığı zaman ve mekanlar vardır.

Said Nursi 1873 yılı Bitlis doğumludur. Kürt kökenli bir din adamı olmasına rağmen Türk’ler arasında bu kadar yoğun taraftar bulması, örgütlenme çalışmalarının batıda daha yoğun olması ilginçtir. Said Nursi’nin Kuran eğitimi sırasında en büyük ideali 1900 lü yıllarda Van’da bir Üniversite kurmaktır. O yıllarda ilkokul veya lisenin bile olmadığı Türkiye’ de veya o zamanki adıyla Osmanlı İmparatorluğu’nda Üniversite kurma düşüncesi oldukça ileri ve uçuk bir düşünce idi. Doğuda Medresetü-z Zehra adını vermek istediği ve din ve fen bilimlerinin birlikte okutulduğu bir İslam Üniversitesi fikri kulağa hoş görünse de gerçekleşme imkanı çok zor bir düşünce idi.

Acaba böyle bir Üniversite kurulabilse idi doğu bugün olduğu gibi olur muydu veya başka bir deyişle Ülkemiz insanlarını ve kaynaklarını yok eden Kürt kökenli bir terör örgütü bu topraklarda hayat bulur muydu?

O yıllarda Savaşlar ve işgaller ile, dış kaynaklı sorunların sebep olduğu iç sorunlar ile uğraşırken, amaç sadece yaşamak ve Vatanı işgalden koruma iken, eğitim düşünülemiyordu bile. Savaş yeni bitmiş, işgalden kurtuluşun sevincini yasayamadan. İngiliz altınları ile beslenen Şeyh Said isyanı Türkiye’nin gündemine bomba gibi düşüyordu Şeyh Said isyanından sorumlu tutular Said Nursi batı’ya sürgün ediliyordu. Burdur, Isparta ve Barla’da geçen sürgün günleri, Denizli, Afyon ve Eskişehir’de geçen mahkeme ve soruşturmalar arasında eserler vermeye çalışan Said Nursi 23 Mart 1960 tarihinde vefat eder ve Urfa’ya defnedilir.

Buraya kadar hepsi tamam da 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra, Urfa’ dan bir uçak ile alınan naşının parta yakınlarında bir yere nakledilir ve mezar yerinin bilinmemesi olayı büyük üzüntü yaratır. O günden sonra taraftarları takibe uğrar ve “nurcuk faaliyetleri” yasak faaliyetler kapsamına alınır.

Said Nursi’ yi anma toplantıları bugün Üniversite Salonlarında halka açık olarak yapılabiliyorsa gelinen nokta hayli mesafe kat edilmiş bir nokta oluyor demektir.

Mustafa Karaca / Sarantalı Köylüm

Not 2: 6 sayfayla yayın yapan yerel gazetede manşetten bu haber geçilirken aynı gazetede yer alan bir kaç anasayfa haberininde başlıklarını nakledelim istedik. “Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının bulunduğu sürmanşet haberi, Türkan Saylan’a özlemle sesleniş vs…”

 

Nur Cemaati

Said Nur ve Talebeleri

Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı… Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok. Hepsi birşeye inanmış: Allah’a. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a… Onun ulu Peygamberine… Onun büyük kitabına… Kur’ân henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdetâ Asr-ı Saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur… Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz birşeye bağlanmak; her yerde hâzır, nâzır olana, Âlemlerin Yaratıcısına bağlanmak, o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak… Evet, ne büyük saadet!

Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir, büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış. Yalnız bir adam var; o ayakta… Şark yaylâlarından, güneşin doğduğu yerden İstanbul’a kadar gelen bir adam. İmanı, sıradağlar gibi muhkem. Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı imanlı bağrını siper etmiş. Allah demiş, Peygamber demiş, başka birşey dememiş. Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş. Kayalar gibi çetin, müthiş bir irade. Şimşekler gibi bir zekâ. İşte Said Nur! Divan-ı harpler, mahkemeler, ihtilâller, inkılâplar, onun için kurulan idam sehpaları, sürgünler, bu müthiş adamı, bu mâneviyat adamını yolundan çevirememiş. O, bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve cesaretle karşı koymuş. Kur’ân-ı Kerîmde “İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz” (Âl-i İmran sûresi, âyet 139) buyuruluyor. Bu Allah kelâmı, sanki Said Nur’da tecellî etmiş.

Mahkemelerdeki müdafaalarını okuduk. Bu müdafaalar bir nefs müdafaası değildir, büyük bir dâvânın müdafaasıdır. Celâdet, cesaret, zekâ eseri, şaheseri…

Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakîr gördüğü için değil mi? Said Nur en az bir Sokrat’tır; fakat İslâm düşmanları tarafından bir mürteci, bir softa diye takdim olundu. Onlara göre büyük olabilmek için ecnebî olmak gerek! O, mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Mahkûmken bile hükmediyordu. O, hapishanelerden hapishanelere atıldı. Hapishaneler, zindanlar onun sayesinde medrese-i Yusufiye oldu. Said Nur zindanları nur, gönülleri nur eyledi. Nice azılı katiller, nice nizam ve ırz düşmanları, bu iman âbidesinin karşısında eridiler, sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halim-selim mü’minler haline, hayırlı vatandaşlar haline geldiler. Sizin hangi mektepleriniz, hangi terbiye sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir?

Onu diyar diyar sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu. Nereye gitse, nereye sürülse, etrafı saf, temiz mü’minler tarafından sarılıyordu. Kanunlar, yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishane duvarları, onu mü’min kardeşlerinden bir an bile ayıramadı. Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına yığılan bu maddî kesafetler, din, aşk, iman sayesinde letafetler haline geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdit ve tehditleri, ruh âleminin ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi. Bu dalgalar, köy odalarından başlayarak, yer yer her tarafı sardı, üniversitelerin kapılarına kadar dayandı.

Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, imana susayanlar, onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstadın Nur Risaleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç-ihtiyar, cahil-münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan birşey aldı, onun nuruyla nurlandı. Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. İman, tekniğe meydan okudu. Nur Risaleleri binlerce defa yazıldı, teksir edildi.

Gözlerinin nuru sönmüş, iç âlemlerinin ışığı sönmüş, harabeye dönmüş olan körler, bu nurdan, bu ışıktan korktular. Bu aziz adamı, dillerden hiç eksik etmedikleri “İnkılâba, lâikliğe aykırı hareket ediyor” diye, tekrar tekrar mahkemeye verdiler, tekrar tekrar hapishanelere attılar. Kaç kere zehirlemek istediler. Ona zehirler panzehir oldu, zindanlar dershane… Onun nuru, Kur’ân’ın nuru, Allah’ın nuru vatan sınırlarını da aştı. Bütün âlem-i İslâmı dolaştı. Şimdi Türkiye’de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve talebeleri. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırdısı, nutku, alâyişi, nümayişi yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir dâvâya vermişlerin şuurlu, imanlı, inançlı kalabalığıdır.

O. Yüksel Serdengeçti

YurtDışı Hizmet Haberleri İçin Tıklayın

Yurtiçi Hizmet Haberleri İçin Tıklayın

www.NurNet.org