Etiket arşivi: peygamber efendimiz

Niyet denilen “Maya”nın Amel’e etkisi nedir?

Niyet eşyanın mahiyetini değiştirir. Günahı sevaba, sevabı günaha çevirir. Niyet; adî, ama ibadet kastıyla yapılan bir hareketi ibadete; gösteriş için yapılan bir ibadeti de günaha dönüştürür.

Mesnevî-i Nuriye’de geçen, ‘Nazarla niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalb eder.’ cümlesini açar mısınız? Niyet sevabı günaha, günahı sevaba nasıl çevirir?”

Peygamber Efendimize (asm), hicret edenlerin arasında birisinin, sadece bir kadını nikâhlamak niyeti taşıdığı, bunun için hicret ettiği bildirilir. Peygamber Efendimiz (asm): “Ameller niyetlere göredir. Herkese ancak niyet ettiğinin karşılığı vardır. Kimin hicreti Allah ve Resûlü için ise, hicreti Allah ve Resulü içindir. Kimin de hicreti dünya malı veya nikâhlayacağı kadın için ise, hicreti onun içindir.” buyurur.1

Sizin de aktardığınız gibi, Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle niyet eşyanın mahiyetini değiştirir. Günahı sevaba, sevabı günaha çevirir. Niyet; adî, ama ibadet kastıyla yapılan bir hareketi ibadete; gösteriş için yapılan bir “görünüşte ibadeti” de günaha dönüştürür. Meselâ, varlıklara sebeplerin yaptığı şeyler niyetiyle bakılırsa cehalet olur; Allah’ın yarattığı şeyler niyetiyle bakılırsa marifet olur, ilim olur, irfan olur; imanı olgunlaştırır.2

Yine meselâ yoldaki taşları Müslüman’ın ayağına takılmasın ve zarar vermesin niyetiyle kenara atmak sevaptır, hayırdır, güzeldir, ibadettir. Bu işi yaparken, dikkat etmesine rağmen sehven birisine zarar verse özür diler, zarar verme kastı ve niyeti olmadığından, günahtan da muaf olur. Yine bu işi yaparken yolun sertleşmesi ve oturması için döşenmiş taşları da sehven ayıklamış ve atmış olsa, bilgi eksikliğinden doğan zararı telâfi eder. Niyetinin sıhhatinden dolayı günahkâr olmaz, sevabında eksilme de olmaz.

Fakat aynı davranışı kötülük yapmak ve zarar vermek niyetiyle yaparsa, yaptığı iş ibadet olmaz, günah bir fiil olur.

Peygamber Efendimiz (asm) bu hususu şu veciz hadisiyle ifade buyurur: “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır. Münafığın ameli ise niyetinden hayırlıdır. Herkes kendi niyetine göre amel işler. Mü’min hayır ve iyilik niyetiyle bir amel işlediğinde kalbinde bir nûr ve feyiz bulur.” 3

Bu hadislerin tefsiri sadedinde Üstad Saîd Nursî Hazretleri, niyetin sıradan âdetleri ve adî davranışları ibadete çeviren pek acîp bir iksir, bir mâye ve bir ruh olduğunu, ölü halleri ibadetle canlandırdığını kaydeder. Bediüzzaman’a göre niyetin ruhu ihlâstır. Öyle ise gerçek kurtuluş ancak ihlâs ile mümkündür. Az bir ömürde, bütün lezzetleriyle ve güzellikleriyle Cennet ancak böyle bir halis niyetle kazanılır. Çünkü niyet ile insan daimî bir şâkir olur, daimî şükredici olur; daimî şükür sevabı kazanır.4

Niyetin mahşerdeki yansımasını Peygamber Efendimizden (asm) dinleyelim:

* “İnsanlar niyetlerine göre diriltilecek ve hesaba çekilecektir.”5

* “İnsanlar niyetlerine göre dirilirler ve haşrolunurlar.”6

* “Kıyamet gününde aleyhinde ilk önce hüküm verilmek üzere, şehit olduğu bilinen bir kimse getirilir. Allah ona olan nimetlerini anlatır. O da mazhar olduğu nimetleri hatırlar. Allah:

Ne amel işledin?” diye sorar. Adam:

Allah’ım, Senin yolunda cihad ettim ve nihayet senin için şehid düştüm.” der. Allah:

Yalan söyledin. Sen cesaretlidir desinler diye savaştın. Senin için öyle de denilmiştir.” buyurur ve ameli kabul görmez.

Sonra ilim öğrenmiş, öğrendiğini başkasına öğretmiş ve Kur’ân okumuş bir kimse getirilir. Allah ona da nimetlerini hatırlatır, o da itiraf eder. Sonra Allah ona:

“Ne amel işledin?” diye sorar. O da:

Allah’ım, Senin rızan için ilim öğrendim. Onu başkalarına öğrettim. Senin için Kur’ân okudum.” der. Allah:

Yalan söyledin. Sen âlim denilmek için ilim öğrendin. Ne güzel okuyor desinler diye Kur’ân okudun. Hakikaten senin hakkında bunlar da söylendi.” buyurur ve amelini kabul etmez.

Sonra Allah’ın kendisine her çeşit maldan bolca verdiği bir kimse getirilir. Allah ona nimetlerini hatırlatır. O da hatırlar. Sonra Allah ona:

“Ne amel işledin?” der. Adam:

Allah’ım, verilmesini istediğin yerlere senin rızan için bolca verdim.” der. Allah:

“Yalan söyledin. Benim için vermedin. Ne cömert bir kimsedir desinler diye verdin. Nitekim hakkında böyle de denilmiştir.” buyurur da amelini kabul etmez.7

Süleyman KÖSMENE

Dipnotlar:

1- Buhârî, 1,50; Müslim, İmâre, 155; Riyâzu’s-Sâlihîn, 1; Câmiü’s-Sağîr, 1/1

2- Mesnevî-i Nûriye, s. 45

3- Câmiü’s-Sağîr,4/3810

4- Mesnevî-i Nûriye, s. 61

5- Câmiü’s-Sağîr, 1436

6- Câmiü’s-Sağîr, 3890

7- Müslim, İmâre, 152

Çocukların Gözünden Peygamber Efendimiz (S.A.V)

Sonpeygamber.info Web Portalı’nın 21-22 Nisan 2012 tarihlerinde gerçekleştirdiği “Türkiye’de Çocuklara Yönelik Siyer Çalışmaları” temalı Siyer Atölyesi 2012 organizasyonu, akademik toplantılar için alışılmadık nitelikte bir oturuma sahne oldu. Konuşmacı masasında bu kez araştırmacı, akademisyen ve yazarlar değil, çocuklar oturuyordu.

9-12 yaş aralığındaki katılımcılar Esra Ceceli başkanlığında gerçekleştirilen “Çocukların Gözünden Hz. Peygamber” başlıklı oturumda, Ceceli’nin sorularını yanıtlayarak zihinlerindeki Hz. Muhammed (sav)’i anlattılar.

Çocuk katılımcıların söyledikleri kimi zaman yaşlarına göre fazlasıyla derinlikliydi. Kimi zaman da bir yetişkinin aklına gelmeyecek kadar basit ama bir o kadar da çözüm odaklı fikirler sundular.

İşte katılımcılarımızın, Esra Ceceli’nin sorularına verdikleri yanıtlar:

Daha da küçükken Peygamber Efendimiz’i nasıl biri olarak hayal ediyordunuz?

– Muhteşem bir insan olarak…

– Süper kahraman gibi kaslı, güçlü, çok iyi dövüş yapan biri.

– Beyaz sakalı olan biri.

– Tombul yanaklı, beyaz tenli, siyah gözlü…

Peygamber Efendimiz’in sizi en çok etkileyen üç özelliği nedir?

– Cömert, efendi ve muhteşem olması.

– Kur’ân’ı sevmesi ve tombul olduğu için tatlı olması.

– Dürüstlüğü, iyi ahlaklı olması, Kur’ân ve namaz sevgisi.

– Sakinliği, alçakgönüllülüğü ve dürüstlüğü.

– Dürüst, ahlaklı ve edepli olması.

– Güzel ahlaklı, iyi bir insan olması ve namaz kılması.

– Sabırlı, kararlı olması ve bütün gücüyle İslam’ı yayması.

– Sabırlı, hoşgörülü olması ve kimseye karşı kin beslememesi.

Peygamber Efendimiz’le karşılaşsanız O’na ne sormak isterdiniz?

– Bu kadar muhteşem olabilmeyi nasıl başardığını sorardım.

– Cebrail’in nasıl göründüğünü sorardım.

– Bir şey sormazdım, sadece dokunurdum O’na.

– Çocukken nasıl birisi olduğunu, ne yapmayı sevdiğini sorardım.

– Hayatı boyunca iyilikten vazgeçmeyerek Kur’ân-ı Kerîm-ı anlatırken karşılaştığı zorluklara nasıl sabrettiğini sorardım.

– Her canlıya karşı nasıl bu kadar şefkatli olabildiğini sormak isterdim.

– Bana hakkını helal edip etmeyeceğini sorardım.

– Akrabalarını öldüren insanlara karşı nasıl iyilik yapabildiğini sorardım.

Peygamber Efendimiz’den, anne-babanıza ve öğretmeninize ne demesini isterdiniz?

– Peygamberimiz’in onlara, bana hiç kızmamalarını söylemesini isterdim.

– “Çok iyi bir çocuk yetiştidiğiniz için sizi tebrik ediyorum” demesini isterdim.

– “Çocuğunuz çok zeki ve akıllı” demesini isterdim.

– Anne-babama, “sen çocuğuna Kur’ân’ı, İslam’ı öğrettin, sana hakkımı helal ediyorum” demesini; öğretmenime de “insanlara bilgi verdiğin için Allah senden razı olsun” demesini isterdim.

– “Siz çocuklarınıza dinini, güzel ahlakı, Kur’an-ı Kerîm’i öğrettiniz. Şimdi cennette kendinize bir yer ayırın” demesini isterdim.

Sizden daha küçük bir çocuğa, Peygamber Efendimiz’i nasıl anlatırdınız?

– Önce kitaplardan okuyup kendim öğrenirim, unuttuklarımı hatırlarım, sonra öğrendiklerimi oyun haline getirerek anlatırım. Ama 5 dakika anlatırım, 15 dakika teneffüs veririm. Anlatmam bittiğinde de öğrettiklerimi onun bana anlatmasını isterim.

– Çocukları çok sevdiğini, Hz. Enes’le Peygamberimiz arasında geçen olayları anlatarak öğretirim.

– Önce Peygamberimiz’in hayatını sesli olarak okurum, kardeşim dinler. Sonra da O’nun dua eden çocukları çok sevdiğini söylerim.

– “Peygamber Efendimiz çok iyi birisidir” derim ve O’nun hakkında öğrendiklerini kendisinin de yapmasını [uygulamasını] söylerim.

– Peygamber Efendimiz’i örnek almasını, O’nun gibi dürüst, hoşgörülü ve konuksever olmasını söylerim.

– O’nun güzel ahlaklı olduğunu, her zaman dua ettiğini, iyilikten hiç kaçınmadığını anlatırım.

Diyelim ki Peygamber Efendimiz’i hiç tanımıyoruz. O’nun hakkında hiçbir şey bilmesek nasıl bir durum olurdu sizce?

– Ben hiç tanımasam önce adını öğrenir sonra Google’dan araştırırdım.

– Kendimi kötü hissederdim. Üzülürdüm. Bilmeyenlere de anlatmak isterim; gelsinler, anlatayım.

– Peygamberimiz’i bilmesek dünyada iyilikler olmazdı.

– O’nu bilmesek hayatın anlamı kalmazdı. Örnek olan birisi olmadan hayatı düzgün yaşayamazdık.

– Nasıl bir dine inanacağımı şaşırırdım.

– Kur’ân’dan İslamiyet’i öğrenirdim, peygamberlerin isimlerini öğrenir sonra tek tek onları araştırırdım.

– O’nu bilmesek çok acayip bir hayat olurdu. İnsanlar hiçbir şey bilmezdi.

Kaynak: sonpeygamber.info

Aman, ne yapın edin şevkinizi kaybetmeyin!

Şevk, insanlara hayatta itici motor gücü veriyor. Özellikle çeşit çeşit günahların içinde Allah’ın (cc) kurallarıyla hayatını sürdürmeye çalışan Müslümanlar için çok büyük önem arzediyor.

Ahirzamanda “sünneti seniyyeye uymanın elde kor tutmak kadar zor olduğunu” söyleyen Rasusullah (asm) efendimiz, bu nedenle sünnete uygun yaşamakla yüz şehit sevabı kazanabileceğimizi bizlere müjdeliyor.

İşte şevk bunun için çok önemlidir. Şevki olan insan her amelini uçar gibi yapar. Şevksiz insan ise üzerinde tonlarca ağırlık varmış gibi yerinden bile kalkmak istemez.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerin ilk talebelerinden; Merhum emekli albay Hulusi Yahyagil ağabey anlatıyor.

Şevkin ne olduğunu anladım. Hayrünnas olan kimsede şevk olur. Şevki olan ancak başkalarına birşeyler anlatmak ister. Şevk bize bir ikramı ilahidir.” diyor.

Ayrıca her canlıda da bir büyüme gelişme ve çoğalma şevkin neticesidir.. Şevk bilinç ameliyesi ve tezahürüdür. Yapılan kavli ve fiili dua ile neticeyi hayra, menfaate ve müsbete döndürmektir.

D. Mehmet Doğan Türkçe sözlüğünde şevkin karşılığı olarak şunları yazmış:

Şiddetli arzu, aşırı heves, neşe ve keyif.”

Büyük Lügat ise şu karşılıkları vermiş “Bir şeyi bir şeye sağlamca bağlama, memnun, Şaduman” daha geniş bilgi için de himmet maddesine bakınız diyor.

Şevk; daima yenilenen, kuvvetlenen ve inkişaf eden bir iman ve idrakin tezahürüdür. Şevk bir yerde şükrün tatlı meyvesidir. İnsanı ibadette daim kılan bir unsurdur.

En büyük misali Peygamber Efendimiz (asm), Sahabeler, Bediüzzaman Hazretleri, Nur Talebeleri ve diğer takva sahipleri teşkil eder. Memletin manevi kış mevsimlerine girdiği demlerde tüm ehl-i imanın bataryası, moral gücü Nur Taleberi olmuştur.

Memleket üzerinde kara bulutlar dolaşırken insanımıza ümit kaynağı; Risale-i Nurlardan nebean eden iman hakikatleri ve bu hakikatleri herşeye rağmen bir arı gayretiyle ve karıca sa’i (çalışması) ile topluma bir yağmur bereketiyle veren şevki doruk noktasına ulaşmış Nur Taleberidir.

Hiç bir peygamber yoktur ki şevkle çoşmuş olmasın.

İşte bu şevk unsuru idi Peygaberimizle (asm) bir saat görüşüp iman ettikten sonra Çin’e, Hind’e arakasına dönüp bakmayı erlik saymadan giden güzide sahabe Efendilerimizdi.

Şevkin kaynağı kemale ermiş bir imandır. Huzur-u daimi, tevekkül, musalaha, kendisi ile ve başkaları ile barışık olma halidir..

Diğer canlılarda ise tevekkülvari bir çalışmadır. Bu sebeble , kışın su demiri betonu çatlatır, bitkiler ve ağaçlar yazın ve baharda taşı , betonu delip çıkar veya toprağın derinliklerine kök salarak iner.

İşte böylesine önemli bir şeydir şevk.

Aman, ne yapın edin şevkinizi kaybetmeyin…

Erdoğan AKDEMİR

Kaynak: Nurdergi.com

Risale-i Nur’larda keşfedeceğim çok şey var!

Gölgeler Koridoru adlı ikinci kitabı yayınlanan ABD′li ilim adamı Muhyiddin Şekûr, Faruk Çakır′ın sorularını cevaplandırdı. Şekûr hayatını İslâmı anlamaya adamış.

TAKDİM

Muhyiddin Şekûr’un ilk kitabı “Su Üstüne Yazı Yazmak” yayınlandığı yıllarda Türkiye’de de büyük ilgi görmüştü. Şimdi ikinci kitabı “Gölgeler Koridoru” yayınlandı. Şekûr ile Timaş Yayınları’nın Cağaloğlu’ndaki merkezinde görüştük. Görüşmeyi, “yakını” olarak tanıdığımız Zeynep Dadal tercüme etti.

İkinci kitabınız, “Gölgeler Koridoru” yayınlandı. Önce bu çalışmanızdan dolayı sizi tebrik ediyoruz. Uygun görürseniz, önce kitabı bize anlatmanızı isteyeceğiz. Türkiye’de yayınlanan ilk kitabınız “Su Üstüne Yazı Yazmak”ı severek ve istifade ederek okumuştuk. İkinci kitap ile birinci kitap arasında nasıl bir bağ var?

Su Üstüne Yazı Yazmak” faslı bitti, şimdi “Gölgeler Koridoru” devam ediyor. Bununla süreci devam ettirmiş oluyoruz. İki kitap benim hayatımın 10’ar yıllık bölümünü, devresini anlatıyor. “Su Üstüne Yazı Yazmak” da, “Gölgeler Koridoru” da hayatımın 10’ar yıllık süresini kapsıyor. İkisinde de ‘hocam, şeyhim’ aynı. Yani iki kitaba bakıldığında hayatımın 20 yılındaki serüven görülebilir.

Bu proje, yeni kitaplarla devam edecek mi?

İnşallah 10’ar yıllık devreler olarak yazmayı kafamda kurmuş, öyle planlamış durumdayım. Ama keskin bir yıl ayrımı olarak da düşünmemek lâzım. İkinci kitap, ilk kitaba göre biraz zaman aldı. İnşallah üçüncü kitabı bu kadar uzun süre beklemeyeceğiz. Üçüncü kitabı daha kısa sürede yayına hazırlamayı düşünüyorum. Dördüncü kitap da inşallah daha sonra olabilir…

Su Üstünde Yazı Yazmak” adlı ilk kitabınızı okurken, yazarıyla, yani sizinle tanışmak arzu etmiştim. Çünkü anlatılan ve yaşanan hadiseler samimiyeti gösteriyordu. İhlâslı bir anlatım vardı. Benim asıl dikkatimi çeken, bu kitaptaki anlatım, insana yaklaşım ile Risâle-i Nur eserlerindeki anlatımla arasındaki uyumdu. Burada bir bağ hissettim. Kâinattan bahsedilen bölümler, tefekkür… Kitaptaki bazı ifadeler bana çok tanıdık gelmişti.

Bu cümleden olarak, Risâle-i Nur eserlerini ve müellifi Bediüzzaman’ı ne ölçüde tanıyorsunuz? 

Said Nursî’nin çok etkin birisi olduğunu biliyorum. Benim sürecimde bir takım eserleriyle denk geldim. Bir aşinalık kazandım, ama benim hâlâ onunla ilgili keşfedeceğim çok şey var. Ve ona bir hayranlığım olduğunu söyleyebilirim. Ve onunla kalbî bir bağım var.

Şu anda Fatih Üniversitesinde ‘misafir öğretim üyesi’ olarak bulunuyorsunuz. Türkiye’deki eğitim sistemini nasıl buluyorsunuz?

Türkiye’ye geleli daha 3 ay oldu. Bu hususu çok bildiğimi ve aşina olduğumu söyleyemem. Değerlendirme yapabilmek için henüz erken olduğunu düşünüyorum.

Üniversite gençliğine muhatapsınız… Bu noktada Bediüzzaman’ın bir tesbitini de aktarmak istiyorum. Said Nursî diyor ki: Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır.” Biz bunu bir müjde olarak değerlendiriyoruz. Muhatap olduğunuz gençliğin durumu bu müjdenin habercisi olabilir mi?

Benim bakış açım da hep ümitten yanadır. Belki de Said Nursî ile kalbî bir bağımın olması bu yüzdendir. Benim düşüncem de her zaman ümitvar olmak yönündedir. Hayatta ilgili, hayatın getirdiği ihtimallerle ilgili olarak ben de her zaman ümitten yana olmuşumdur.

O yüzden gençlik için de ümitliyimdir, her zaman. Bu ülkenin çok sıradışı bir tarihi var. Ve bunun farkında olmayan çocuklar dahi atalarının sırtında geziniyorlar. Onların kahramanlıklarından istifade ediyorlar. Onların sırtında yürüyorlar. Bugün sabahleyin evden çıkarken, eşimle birlikte asansöre bindim. 9 yaş civarında bir çocuk da asansöre bindi. Sırtında okul çantası vardı. Ben ‘İyi günler’ dedim. O bizim yüzümüze bakmadı, kapıya doğru dönmüştü. Sırtındaki çantada, meydan okuyan bir figür vardı. O dikkatimi çekti. Çocuğa baktığımda çok ümitlendim, çünkü o geleceği ifade ediyor. Çok ümit veren bir fotoğraftı o gördüğüm.

Gördüğüm bu çocuk, sizin sorunuzun cisimleşmiş cevabıydı bence. Çünkü bu çocuğun inanılmaz ecdadı var, bütün dünyaya asırlarca hükmetmiş. Bu ecdadın enerjisi halen şehrin içinde, ülkenin içinde hissediliyor. Bu çocuk okula gidip geldikçe o havayı teneffüs ediyor. Onların enerjisini soluyor.

Sizin sorunuzla, bugün karşılaştığım bu çocuğun durumu enteresan bir tevafuk oldu. Çünkü bu çocuk da ‘modern dünya’ içinde yaşıyor. Ancak halen o, geçmişi taşıyor. Önemli olan soru şu: Bu çocuk hidayete kavuşabilecek mi? Veya kendisini doğru yola yönlendirecek, rehberlik edecek kişilerle karşılaşacak mı? Asıl soru bu… ‘Modern hayat’ın tuzağına düşmeyecek ve iyi bir hidayet rehberine kavuşacak mı?

Bu gençlere ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz?

Öncelikle insanın kendi kalbine karşı dürüst olması gerekir. Dürüst olmak ve dikkatli olmak… Olabileceğimiz en iyi şekilde olmaya niyetlenmek, onun için gayret göstermek. Bir sıçrama yapmadan önce, bir adım atmadan önce dikkatli bir değerlendirme yapmak lâzım. Gençlere bunu tavsiye ederim. Çünkü insanın kendi kalbini dinlemesi, onun sesini dinlemesi çok esaslı bir şeydir. Vicdanın sesini, o hidayet sesini dinlemek çok gereklidir. İnsanın kalbi her şeyi söyleyebilir, ama hidayet sesini dinlemek lâzım. Ne olursa olsun insan derinden derine, neyin yanlış, neyin doğru olduğunu kalben bilir. Sigara içip içmememiz gerektiğini illâ bir Kur’ân âyeti şeklinde duymamıza gerek yok. İnsan bunun yanlış olduğunu kalben bilir. Hidayet ibresini Allah (cc) kalbimize yerleştirmiş. Bir çok şeyde doğruyu ve yanlışı biz aslında biliyoruz, kalbimiz bize bunu fısıldıyor. Bir gence, bir hatasını hatırlattığınız zaman o, “Ben bunun yanlış olduğunu zaten biliyorum, ama…” der. Yaptığı işin yanlış olduğunu derinden derine bilir, ama nefsine uyarak yapabilir. Tek çare içten gelen sesi, vicdanın sesini dinlemek.

Bu noktada erişkinlere, büyüklere çok büyük sorumluluk düşüyor. Ama bunu yaparken önce kendi imanlarını geliştirmeleri gerekir. Kendi imanî hayatlarıyla örnek olarak bunu yapabilirler. Sonra da Allah’a duâ edecekler. Sonra da izleyecekler. Gençlere örnek olmanın yolu bu, yaşayacağız ve duâ edeceğiz.

Kitabınız, tasavvufî kurguları olan bir roman gibi. Buna bir seyr-i sülûk romanı diyebilir miyiz? Bu üslûbu tercihinizin özel bir sebebi var mı?

Ben oldum olası yazmaya meyilliydim. Çocukluğumdan itibaren sürekli notlar tutardım. Şeyhimle tanıştığımda o bir İslâm merkezinin imamıydı, dolayısıyla sohbetleri olurdu o dönemde. Ben de oraya katılırdım ve sohbetlerden notlar tutardım. Nitekim o sohbetler “Su Üstüne Yazı Yazmak”ın birinci bölümünü oluşturdu. Ama ben bu notları tutarken kitap niyetiyle yapmıyordum, farkında değildim. Bir gün şeyhim bana bakarak, “Ne yazıyorsun?” diye sordu. Ben de biraz utandım, “Sadece not tutuyorum” dedim. O bana, “Biliyorum ne yazdığını. Seni bir şekilde bir kitap yazmaya yönlendiriyorum” dedi. Hatta bunu bana söylediğinde şaşırmıştım. Nitekim, o söylediği, birinci kitabın ilk bölümü oldu.

Samimî bir Müslüman ve bir tasavvuf ehli olarak şunu söyleyebilirim: Tek yapmaya çalıştığım şey, yaşadığım şeyleri en iyi şekilde aktarmaya çalışmak. Ve yaşadığım deneyimleri en dürüst ve samimî şekilde yazayım diye düşündüm ve ortaya çıkan da bu oldu. Yani özel olarak seçtiğim bir üslûp yok. Samimî olarak yaşadıklarımı insanlara aktarmak istedim. Mümkün olduğu kadar en içten ve dürüst olarak aktarmayı düşündüm.

Aslında bu ifadeler de (yani yaşananları başkaları da istifade etsin düşüncesiyle anlatmak) Risâle-i Nur’daki bazı anlatımla örtüşür… Her halde tesir etemesi de bundan…

Bu yüzden çok şükrediyorum. Ben bunları yazarken insanların müsbet tepkiler vereceğini hiç tahmin etmemiştim. Bunları bana şeyhim söylediğinde, benim kulaklarım tıkalıydı sanki. O bana söylemişti, ama ben farkında değildim. Şimdi şükrediyorum…

Kitabınızda ‘cihad’la ilgili bir bölüm de var. Cihadı, çok farklı yorumlayanlar da var. Size göre bu çağda cihad nasıl olabilir?

Cihadın gerekliliği zamansızdır, yani zamanla sınırlı değil, her zaman geçerlidir. Peygamber Efendimizin de (asm) belirttiği gibi büyük cihad, insanın nefsiyle yaptığı cihaddır. Bu cihad her zaman devam eder. Bu zamanda da olsak başka zamanda da olsak, her zaman nefsimizle cihad halinde olacağız. En büyük cihad da zaten nefisle olan cihaddır. Dünyanın nereye gittiği, hangi çağda yaşadığımız da önemli değil. Şu anda nükleer bir felâket olsa ve kendimizi taş devrinde bile bulsak yine aynı şey, yani nefisle cihad geçerli olacak. O hep devam edecek.

İslâmı şiddetle özdeşlendirenler var. Bediüzzaman da ilimle cihadı öne çıkarıyor. Hatta, “Medenilere galebe etmek ikna iledir” diyor…

İslâmı şiddetle özdeşleştirme, öyle anlamak cihadı son derece yanlış anlamak ve yorumlamak olur. Yanlış anlamalara mani olmak lâzım.

Kitabınızda, “Tarikat, hakikati müdafaa aden insanlardan oluşur” demişsiniz. Hakikati müdafaa”dan ne anlayacağız?

Çok geniş izah isteyen bir soru. Yapılacak ilk şey insanın kendisine karşı dürüst olması. Bundan sonra doğru olan şey için dik durmak, sebat etmek… Doğru olanı savunmak lâzım. Bu savunmadan kastım, onun içinde bir çok şey karışabilir. Orada da ciddî imtihanlar vardır. Dengeyi kurmak çok önemli. Algınızın berraklığı çok önemlidir. Çünkü kendi nefsinizin arzularının içine karışma tehlikesi var.

“Gölgeler Koridoru”ndaki “gölge” neyi temsil ediyor?

Gölgeden kasdettiğim şey şu: Işığın önüne geçen her şey… İşe, yaratılmışlar açısıyla bakarsak, ‘ışık’ın önünde duran her şeyi kastediyorum. ‘Işık’ın önünü kesen, gölgeleyen her şeyi kastediyorum. Temelde, ‘nur’ ve ‘karanlık’ arasındaki hareketi ilgilendiren her türlü dersi kastediyorum. Karanlık ve ışık arasındaki gidiş-gelişler diyelim. Aslında Kur’ân-ı Kerim’deki bir âyetten esinlendim. Kendi deneyimlerimden de esinlendim.

Çok teşekkür ediyoruz, bu istifadeli sohbet için…

Ben de teşekkür ediyorum.

Faruk Çakır

cakir@yeniasya.com.tr

*************************

Muhyiddin Şekur kimdir?

AMERİKA Ohio, Cleveland’da doğan Muhyiddin Şekûr 1973’te ABD Kent Eyalet Üniversitesi’nde Psikolojik Danışmanlık bilim dalından doktora derecesi aldı. Ülkemizde ilk baskısı 1994 yılında yapılan ve kendisinin İslâmı tanıma sürecinden itibaren geçen ilk 10 senesini anlattığı “Su Üstüne Yazı Yazmak” adlı kitabıyla tanındı.

ABD’de ve başka ülkelerde öğretmen ve uygulayıcı olarak bireysel terapi ve aile terapisi alanlarında ders verdi, akıl sağlığı sorunları üzerine makaleler yazdı. Hayatın sadece afakî boyutuna değil, enfüsî anlamına da odaklanan Şekûr, yıllar önce tasavvufla tanıştı. Doğu’da uzun seyahatlere çıktı, kutsal toprakları birkaç kez ziyaret etti. Şu anda İstanbul’da Fatih Üniversitesi Eğitim Fakültesinde misafir öğretim üyesi olarak görev yapan Şekûr, Hüseynî Hayatî Rufaî tarikatına mensup ve ömrünü İslâmı anlamaya adayan bir isim.

Şekûr’un ikinci kitabı “Gölgeler Koridoru” da Sufi Kitap’tan yayınlandı.

Sıratı, kuşlar gibi geçmek için, bol bol salavat çekin

Salavât-ı şerife nedir, neden okunur, ne zaman okunması gerekir, okumak farz mıdır, dünya ve ahiretimize ne gibi katkıları vardır? Kutlu Doğum’la birlikte başlayan salâvat-ı şerife kampanyaları pek çoğumuzun aklına bu soruları getiriyor. Bu nedenle, Efendimiz (sas)’e armağan edeceğimiz salavatların hükmünü öğrenmek için bu soruları ilahiyatçılara yönelttik.

Peygamber Efendimiz (sas)’in doğumunun kutlandığı mübarek zaman dilimine girdik. Mü’minler bu yıl da, ‘Kutlu Doğum Haftası’nı, en iyi şekilde nasıl geçirebileceklerinin telaşında. Kimi, O’nu anlatan program düzenliyor, kimi de O’nun hayatını öğrenebileceği kitaplar okuyor. Kimi Süleyman Çelebi’nin o güzel şiiri Mevlid-i Şerîf’i okutturuyor, camilerde ikramlarda bulunuyor; kimileri de sokak sokak gezip gül dağıtıyor. Bütün bu etkinlikler, Efendimiz’e hediye edilen ‘Salât ve Selam’ların yanında teferruat kalıyor. Mü’minler, bu kutlu hafta geldiğinde en çok Efendimiz’e ‘Salât ve Selam’ yollamak için yarışıyor, haftalar öncesinden salâvat kampanyaları başlatıyor.

Salâvat neden Efendimiz’i (sas) anmak için bir yol olarak seçilmiştir? Bu sorunun cevabını, İlahiyatçı Mehmet Y. Şeker ve Prof. Dr. Faruk Beşer’den aldık. Onlardan, Peygamber Efendimiz’e (sas) neden salat ve selam göndermemiz gerektiğini, hayatımıza ne gibi katkıları olduğunu, bunun Yüce Allah ve Hz. Peygamber nazarında neden önemli olduğunu öğrendik.

Salâvat getirmek Allah’ın emri

Salavât, salât’ın kelimesinin çoğulu ve tebrik, dua, istiğfar, rahmet gibi anlamlara geliyor. Kur’ân-ı Kerîm’de, Ahzâb Sûresi 56. ayette de Efendiler Efendisine (sas) salâvat getirmek açıkça emrediliyor. Yüce Allah bu âyet-i kerime de şöyle buyuruyor: “Allah ve melekleri, peygambere salâvat getirirler. Ey mü’minler! Siz de ona salât edin ve samimiyetle selam verin.

Prof. Dr. Faruk Beşer’e göre, salavât Efendimiz’e olan saygının bir ifadesi. Ve Allah bu ayet-i kerime ile bize bu saygı ifadesini her zaman söylememizi açık açık emrediyor. Beşer, bu nedenle Hazreti Peygamber’e salât getirmeyi mü’minlerin bir vazife addetmesi gerektiğini söylüyor. Mehmet Y. Şeker ise neden salâvat getirmemiz gerektiğinin izahını farklı bir pencereden yapıyor. Şeker, “Cenab-ı Allah bize, orucu, namazı ve pek çok ibadeti Kur’ân-ı Kerîm’de emreder ama bu ibadetlerin hiç birini kendisi yapmaz. Ancak, Ahzâb Sûresi 56. ayette Peygamber’e melekleriyle birlikte salât ve selamda bulunduğunu söyler sonra da kendi yaptığı bir şeyi kullarına da emreder. Bu yüzden Hazreti Peygamber’e (sas) salât edip selam vermeyi Yüce Allah’ın da yaptığını görüp hayatımızın merkezine koymalıyız.” diyor.

Mehmet Y. Şeker, Allah’ın emrettiği bu ibadetin farz olup olmadığı konusuna da açıklık getiriyor: “Her mü’minin ömründe bir kez Peygamber’e salât ve selamda bulunması farzdır.” Şeker, daha sonra şunları ilave ediyor: “O’nun adı anıldığında salât göndermek vacip olduğu, namazda salât okumanın Efendimiz’in (sas) sünneti olduğu konusunda âlimler ittifak etmiştir. Konuya dair çeşitli ihtilaflarda söz konusudur. Bazı âlimler, Allah Resulünün adının her anıldığında salâvat getirmenin vacip olduğunu, bazıları da Hz. Peygamber’in (sas) adının kaç defa anılırsa anılsın bir kez salâvat getirmenin vacip olduğunu söyler.

Prof. Dr. Faruk Beşer ve Mehmet Y. Şeker’e göre inananlar, nefsin bitmek tükenmek bilmeyen isteklerine karşı koyabilmek, Cenâb-ı Allah ile olan irtibatını sağlamlaştırabilmek için salâvatı dilden düşürmemeli. Kutlu Doğum bu alışkanlığı kazanmak için bir fırsat ama salâvat-ı şerîfeyi sadece bu kutlu zaman diliminde okumamalı, yılın her gününe yaymalıyız. Çünkü dünyamıza ve ahiretimize katkıları saymakla bitmiyor.

Salâvat getiren, lütuflandırılır

Faruk Beşer’e göre, Efendimiz’e salât ve selam getirdiğimizde, Yüce Allah kullarına, Resul’ü için istenen merhametin on katıyla mukabelede bulunuyor: “Ey Peygamber! Ümmetinden sana salât getirenin on günahını affedeceğim, on hasene vereceğim ve onun makamını on derece yükselteceğim.” Efendimiz’in hadisi de yine Beşer’in bahsettiği lütufların birebir kaynağı. Salât getirmenin dünya ve ahiretimize katkılarını Efendimiz bizzat bildirmiş. Bu hadislerden en önemlisi “Ümmetimden bana salât gönderene şefaatim vacip olur.” hadisiyle kendisine okunan salâtların bizlere şefaatçi olacağını bildirmesidir. Beşer, salavâtların Efendimiz ile aramızda bir bağ oluşturduğunu da söylüyor. “Salâvat çekerek, Efendimiz’e ‘Seni tanıyor, Seni seviyor, Sana inanıyor, Seninle yaşıyoruz’ demiş oluyoruz.” diyor.

Mehmet Şeker salâvatların dünya ve ahretimize neler sağladığını öğrenmek için inananların konuya dair hadislere bakmasını tavsiye ediyor. “Efendimiz’in, ‘Bana salâvat okuyan bir mü’min yoktur ki ona melekler rahmet duası etmemiş olsun. Bu, bana salâvat okuduğu müddetçe devam eder. Kul bunu, ister az ister çok yapsın.‘, ‘Kim bana bir defa salât getirirse, Allah Teâlâ da ona on misli merhamet eder.‘, ‘Kim herhangi bir kitapta benim üzerime salavat getirirse, isimim orada kaldığı müddetçe, melekler o adam için istiğfar eder.‘ gibi hadisleri salâvatın önemini izah ediyor.” diyor.

Salavat-ı şerifelerden bazıları

Elhamdülillâhi Rabbil âlemîn, vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.

Allâhümme salli alâ Muhammedin ve enzilhü’l- münzele’l-mukarrebe ındeke yevme’l- kıyâmeti.

Allâhümme salli alâ Muhammedin abdike ve rasûlike’n- nebiyyil ümmiyyi.

Allâhümme salli alâ Muhammedin kemâ hüve ehlühû, Allâhümme salli alâ Muhammedin kemâ tuhibbü ve terdâ lehû.

Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve ala âli seyyidinâ Muhammedin vesellim.

Sallallâhü alâ seyyidinâ Muhammedin ve cezâhü annâ mâ hüve ehlühû.

Salavâtullâhi ve melâiketihî ve enbiyâihî ve rusülihi ve cemîi halkıhî alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve aleyhisselâmü ve rahmetullâhi ve berekâtühû.

Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sellim ve eczihî annâ hayre’l-cezâi.

Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin min’es- semâvâti vel arzı ve min’el-arşil azîm.

Sevim Şentürk / Zaman Gazetesi