Etiket arşivi: risale haber

Depremin Hatırlattıkları

Deprem bir harekettir. Her hareket bir kuvvetten doğar. Kâinatta hiç bir hareket tesadüfen olmamakta ve başıboş değildir. Rüzgârın hareketini, bulutların hareketini ve yağmurun hareketini rastgele ve başıboş zannedebilir misiniz? Yağmur damlaları başıboş olsaydı bu kadar düzenli bir şekilde yere iner miydi? Zaten evrende tesadüf ve başıboş bir olay yoktur. Her hareket ve kuvvetin arkasında bir kast, bir şuur ve bir fail vardır.

Öyleyse deprem hareketinin arkasındaki güç nedir, fail kimdir? Bu sorulara herkes bir cevap verir. Kimisi tesadüfen oluyor, der. Kimisi kendi kendine oluyor, der. Kimisi tabiat (doğa) yapıyor, der. Din de, Allah yapıyor, der.

Dördüncü şıkkın dışındakileri çürütmek için ne zaman, ne de kelime israf etmeye niyetim var. Çünkü onların çürük olduğunu akıl ve vicdan görmekte ve anlamaktadır.

Biz dördüncü şıkkın üzerinde durmak istiyoruz. Ve diyoruz ki deprem failsiz ve hikmetsiz bir hareket değildir. Farz edelim, yerde bir maktül var. Bunu kim öldürdü, dediklerinde her halde biri kalkıp:

Şu tabancadan çıkan kurşun öldürdü, demez ve kurşundan davacı olmaz. Evet o adamı tabancadan çıkan kurşun öldürmüştür, bu doğrudur. Ama o tabancanın tetiğini çeken bir el, bir kuvvet, bir şuur, bir irade vardır. Evet deprem şu kadar insanı öldürdü, şu kadar binayı yıktı. Bu doğru. Öyleyse neden depremi mahkemeye veren çıkmadı? Çünkü deprem de yukarda ki kurşun gibidir. Tabancanın tetiğini nasıl çeken varsa, depremin de tetiğini bir çeken var. Kur’an’ın ifadesine göre o, Allah’tır. (1)

Depremi ister bir uyarı olarak kabul edin, ister etmeyin; ama bu hareketin arkasında Allah’ın ilmi, hikmeti, iradesi, kudreti, ibreti ve dersi vardır. Böyle inanmak tevhidin gereğidir. Bu olayı, tesadüflere, kendi kendine oluşlara, başıboşluğa havale etmek şirktir.

Kitab-ı Kerimimiz olan Kur’an, ağacın başından düşen bir yaprağın dahi Allah’ın izniyle düştüğünü haber vermektedir.(2) Allah’ın izni, iradesi olmadan bir yaprak dahi düşemediğine göre, deprem gibi büyük bir hareketin Allah’ın izni, haberi ve iradesi olmadan gerçekleşmesi nasıl mümkün olacaktır?

Allah (c.c) deprem ve benzeri afetlerle, olumlu ve olumsuz, tatlı-acı bütün icraatıyla kendisini hatırlatıyor. “Ben varım” diyor. Adeta “her şeyinizin sahibi benken beni hesaba katmıyorsunuz. Hayatı eğlenceden ibaret sananlar, sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar eğleniyorlar; benim, bu yaptıklarından razı olup olmadığımı sormuyorlar. Hayatı kavgadan ibaret sananlar ve birbirlerini acımasızca öldürenler benim bu işten ve terörden razı olmadığımı hesaba katmıyorlar. Bir hiç uğruna hem dünyalarını ve hem de ahiretlerini cehennemleştiriyorlar.” diyor.

Bu icraatıyla haklı değil mi Allah sevgili okurlarım? Bu olaylar da olmazsa Allah, ahiret, hesap, dine hizmet ciddi anlamda kimin aklına geliyor? Çok az kimsenin. Nerden belli? Allah yokmuş gibi yaşanan hayatlardan, gayr-i meşru eğlencelere dalmalardan, terk edilen namazlardan, verilmeyen zekâtlardan, “neme lazım”, “hep bana” anlayışlarından belli.

Depremler bunların hepsini terk ettiriyor. Samimiyetle Allah dedirtiyor. Dua ettiriyor, namaza başlatıyor, günahlardan uzaklaştırıyor, yardımlaşmaya sevk ediyor. “Neme lazım”, “hep bana” gibi acımasız anlayışları parçalıyor. Ölümü, ahireti ve hesabı düşündürüyor.

Bizi çepeçevre kuşatmış olan gafletimiz o kadar kalın ki, rahmet, nimet ve nasihat onu parçalamaya yetmiyor. Allah, musibet ve deprem balyozunu devreye sokuyor. Maddî ve manevî hayatımızı tehdit eden gafletimizi parçalayıp bizi kurtarıyor. Kurtarırken içimizden günahkâr olanları dua ve ibadete, tevbe ve istiğfara yönlendiriyor, şükürlüleri ve masumları şehitlik rütbesiyle cennete atıyor, şükürsüz ve şirk içinde olanları da cehenneme döküyor.

İçinde yaşadığımız kürenin İki türlü hareketi vardır:

1-Saniyede 30 km hızla gittiği halde hızıyla ve gürültüsüyle kimseyi rahatsız etmeyen normal ve intizamlı hareketi.

2-Sesi ve gürültüsüyle ödleri koparan, yürekleri hoplatan anormal ve intizamsız görünen depremdeki hareketi.

Bu hareketlerin hiç biri başıboş değil. Allah’ın emriyle olan hareketlerdir. İntizamsız ve düzensiz görünen ikinci hareketin en büyük hikmeti birinci hareketteki intizamı, düzeni, nimeti, rahmeti ve hikmeti anlamayanlara anlatmak, görmeyenlere göstermek ve Allah’ın evrendeki muhteşem ve kusursuz düzenine dikkat çekmektir. Yani Yüce Allah intizamsız görünen depremle, kâinattaki mükemmel icraatına dikkat çekmiştir. Hastalığı vermekle sağlığın önemine, geceyi yaratmakla gündüzün önemine, karanlığı yaratmakla ışığın önemine dikkat çekmesi gibi.

Her nedense milyarlarca insanın organlarının tam ve mükemmel yaratılmasındaki intizam ve ihtişam kimsenin dikkat ve takdirini çekmez de bir insanın tek elinde altı parmağının olması hayret ve dikkat uyandırır.

Yerin depremle sarsılması değil, Allah’ın yere ve aleme yerleştirdiği mükemmel düzeni bizi hayrete düşürmeli ve hayran bırakmalı, bu hayret ve hayranlık şükür ve şükrana dönüşmelidir. Çok kere bu olmayınca şiddetli depremlerle sadece hayrete değil, aynı zamanda hendeklere düşüyoruz ve her şeyimizi kaybediyoruz. Allah bu akıbetten, maddî ve manevî depremlerden hepimizi korusun.

Seminerlerimin birinde dinleyicilerden biri sordu:

Pekiyi deprem Allah’ın işi ise Allah neden bu tahribata ve bu zulme izin veriyor?

Depremin zulüm olduğunu kim söyledi ve kim öğretti size? Bilimsel makalelerin birinde bir cümle okumuştum. Cümle aynen şöyleydi: “Depremler olmasaydı, dünyada hiç bir canlı yaşayamazdı.” Depremin zulüm görünen bir yönü varsa o insanlara aittir. Hâşâ! Allah zulümden münezzehtir. O merhametlilerin en merhametlisidir. Her kimde merhamet varsa o merhameti o kimseye veren de O’dur.

Dinleyici yine sordu:

İyi ama depremin yüzünde görünen bir merhametsizlik var. Pekiyi bunun anlamı ne, sebebi kim?

Tekrar ediyorum, Allah’a bakan yönünde merhametsizlik yok. Tam tersi Allah’ın icraat ve inkılaplarında hayat var. Bir buğday, toprağa düşmeden, patlamadan, çatlamadan erimeden, çürümeden, kısaca varlığını kaybetmeden başak olamaz. Varlığını ve canlılığını sürdüremez.

Biz insanlar da böyleyiz. Toprağa girmeden, dünyadaki varlığımızı kaybetmeden ebedî hayata ve ölümsüzlüğe kavuşamayız. Bir buğday toprağa girdikten sonra, yüz buğday oluyorsa, toprağa giren bir insanın ne kadar mükemmel bir hayata kavuşacağını anlamakta zorlanmıyoruz.

Depremin ve benzeri olayların bıraktığı merhametsiz görünen tabloya gelince onun nedeni ve suçlusu biziz. Yani insan oğlunun küfrü ve küfranı, israf ve ifsadıdır. Siyasî, ticarî, sosyal ve ekonomik gibi bir çok depremlerin temelinde de yine bunlar vardır. Küfür, küfran, israf ve ifsat.

Küfür, Allah’ı tanımamak, Allah yokmuş gibi yaşamak, küfran ise O’nun nimetlerine karşı nankörlüktür. İsraf, muhtaçlara vermen gereken fazlayı kendine, günahlara ve boşa harcamak. İfsat, bozmak, bozgunculuk yapmaktır. Onun içindir ki Allah, Kur’an’da kâfirleri, (3) müsrifleri (4) ve müfsitleri (5) sevmediğini çok net bir şekilde ortaya koymuştur.

Allah’ın türlü türlü orduları (6) ve türlü türlü silahları vardır. Onlardan biri de depremdir. Bu gerçeği biz Kur’an’ın şu ayetlerinden anlıyoruz: “De ki: Çıkın yeryüzünde dolaşın. Anarşist ve ahlaksızların akıbetinin ne olduğunu görün.” (7) “Onların her birini biz, günahından ve suçundan dolayı yakaladık. Kiminin üzerine taş yağdıran (kasırga) gönderdik. Kimini dayanılmaz bir ses, bir deprem yakaladı. Kimini yere batırdık. Bazılarını da boğduk. Aslında Allah onlara zulmetmedi, etmeyecekti. Lakin onlar (rahat durmadılar, hadlerini aştılar,) kendilerine zulmettiler.” (8)

KÖTÜLÜĞÜ YARATMAK, KÖTÜLÜK DEĞİLDİR, KÖTÜLÜĞÜ YAPMAK KÖTÜLÜKTÜR

Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, mülkün sahibi olan Allah, tarih boyu yaramazlık yapanları cezalandırmıştır. Ama bu cezada suç ceza verende değil, ceza alandadır.

Denilir ki: “Halk-ı şer, şer değildir, kesb-i şer şerdir.” Bunu bir cümle ile izah edelim: Ateşi Allah yaratmıştır. Ateşi yaratmasının da sayısız hikmeti vardır. Bir insan kalkar da parmağını ateşe sokarsa, ateşi yaratan mı suçlu olur, ateşe parmağını sokan mı? Bu misalden yola çıkarak diyoruz ki: Depremi yaratmak, şer değildir; çünkü onun bizim bilemediğimiz belki çok faydaları vardır. Asıl şer depreme davetiye çıkarmaktır.

Depremin ne zaman, nerde, nasıl olacağını bilim henüz tesbit etmiş değildir.(9) Denemeler sahibi Montaigne’in güzel bir tesbiti var. Der ki: “Ölümün bizi nerde yakalayacağı belli değil. En iyisi biz onu her yerde bekleyelim.” Ben de deprem için aynı şeyi söylüyorum: Depremin bizi nerde, nasıl, ne zaman yakalayacağı belli değil. En iyisi biz ona her yerde hazır olalım ve biz ona sü-i istimallerimizle, israflarımızla, ifsatlarımızla, zulümlerimizle, varlığın Yaratıcısına isyan ve tuğyan dolu yaşayışımızla, gayr-i meşru eğlencelerimizle davetiye çıkarmayalım.

DEPREME HAZIRLIKLI OLMALIYIZ

Deprem olması ve yaşanması gereken bir olaydır. Zaman zaman nasıl gökyüzünü bulutlar kaplar, yağmur yağar, şimşek çakar. Bunlar nasıl Allah’ın evrene koyduğu nizamın bir parçası ise, deprem de o nizamın ve düzenlemelerin bir parçasıdır. Yeri harekete geçiren Allah, insana da tedbirli olmasını emretmiş.

Biz nasıl gece gelince gecenin, kış gelince kışın kanunlarına uyuyor, kendimizi ona göre ayarlıyoruz. Depreme göre de kendimizi hazırlamamız gerekiyor. Sağlam zeminde, sağlam malzemeler kullanarak, sağlam binalar inşa edeceğiz. Haksızlık, hırsızlık, yolsuzluk yapmayacağız. Taciz, tecavüz, kapkaç, gasb, anarşi ve terör olaylarına katılmayacağız. Cinayetlere tenezzül etmeyeceğiz. Haklı ve adil devlete, ana-babamıza, hocalarımıza isyan etmeyeceğiz. Evrenin sahip ve yaratıcısına itaat ve ibadet edeceğiz. Eşimizi ve çocuklarımızı Allah’ın birer emaneti göreceğiz, seveceğiz, okşayacağız, öpeceğiz. Tek kelime ile zalim olmayacağız. Çünkü Allah, küfrün cezasını çok kere ahrete bırakır ama, zulmün ve zalimin cezasını çok kere burada verir. Bir anda nimeti nıkmete, yağmuru sele, rüzgarı hortuma dönüştürür. Her şey dostumuzken düşman olur. Görünmez askerleri (mikropları) devreye sokar, vurulması gerekenleri vurur.

DEPREMLERDE SUÇSUZ VE GÜNAHSIZLARIN DURUMU

Bu operasyonlarda bazen suçsuz ve günahsızlar da musibet ve felaketlerden payını alır. Öyle olmasaydı imtihan sırrı bozulur, Allah herkesi kendine inanmaya zorlamış olurdu. Vurulanlar içinde suçlular da vardır, suçsuzlar da. “Bir bela ve musibetten çekininiz ki, o geldi mi, yalnız zalimleri yakmaz; masumları da yakar.” (10)

Pekiyi suçsuz ve günahsız insanlar suçsuzken depreme yakalanır ve musibete düşerlerse, bunların Allah’ın merhamet ve adaletinden payları nedir?

İki önemli pay var onlara:

1-Yüce Allah, onların telef olan mal ve servetlerini kendileri adına verilmiş bir sadaka olarak kabul ediyor. Böylece fani mal ve servetleri, ebedi bir mal ve servete dönüşüyor.

2-Onlar hükmen şehid oluyorlar. Cennete gidiyorlar. Böylece fani ve ölümlü hayatları baki ve ölümsüz hayatla değiştirilmiş oluyor. İşte deprem içinde saadet ve kahr içinde lütuf buna derler. Tabii ki bu önemli sonuç, İslam’ı yaşayan Müslümanlar, bir de bülûğ çağına ermemiş tüm masumlar için geçerlidir.

Biz depremden değil, depreme hazırlıksız yakalanmaktan, bir de depremin dizginleri elinde olan Allah’dan korkmalıyız. Ne Allah’ın ve ne de kulların hakkına tecavüz etmemeliyiz.

Depremin son derece hiddetli ve şiddetli olması da bir yazarımızın densizce ve ukalaca dediği gibi Yaratıcı’nın hâşâ merhametsizliğinden ve adaletsizliğinden değil, bizim gafletimizin, zulmümüzün ve yanlışlarımızın şiddetindendir. Bunu böyle söylemez ve böyle inanmazsak depremden ders ve ibret almış olmayız.

Tekrar ediyorum, Yüce Yaratıcı, dürüst (11) ve çalışkan olmamızı, (12) sağlam iş yapmamızı, sağlam zemine sağlam binalar kurmamızı ve sağlam malzeme kullanmamızı, (13) sonra da kendisine güvenmemizi istiyor. (14)

Deprem insanı öldürmez. İnsanı, sahtekârlık, tembellik, çürük iş yapmak, çürük malzeme kullanmak, çürük yere bina dikmek ve gayr-i ahlakî bir hayat sürmek öldürür.

Depremin görevi, sadece terbiyeye yönelik değildir. Onun daha pek çok hikmetleri vardır. Allah’ın sonsuz kudret ve azametini hissettirmenin yanında arz kabuğundaki enerjiyi boşaltır, böylece dünyamızın, fezaya fırlayıp bütün bütün yok olmaktan kurtulmasına, madenlerin ve sıcak su kaynaklarının ortaya çıkmasına ve kaplıcaların keşfine sebep olur. Deprem sayesinde yanar dağların kontrolü sağlanır, daha büyük patlamaların önüne geçilmiş olur.

Acılarla ve sancılarla karşılaştığımız zaman, önce olayların dizgini elinde olan Zât’ı değil, kendimizi suçlamalıyız. Hikmetini anlayamadığımız yerlerde susmasını bilmeliyiz. Ne güzel söylemiş İbrahim Hakkı:

Hak şerleri hayreyler/ Zannetmeki gayreyler/ Arif anı seyreyler/ Mevla görelim neyler/ Neylerse güzel eyler.

Öbür taraftan bir başka dost:

Gelse celalinden cefa / Yahut cemalinden vefa

İkisi de cana safa / Kahrında hoş, lutfun da hoş

İşte bu inanç, depremle sarsılmış insanları depresyondan ve her türlü bunalımdan kurtarır, ayakta kalmalarını ve hayata tutunmalarını sağlar.

Allah milletimize ve devletimize bir daha böyle acılar yaşatmasın. Bizi rahmetinin ve nimetinin farkına varıp, şükür yapan sevgili dostlarından eylesin.

Deprem şehitlerimizi ve tüm şehitlerimizi Allah hepimiz hakkında şefaatçi eylesin. Hepsine Yüce Rabbimizden rahmet, yaralılara acil şifalar ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ediyorum.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Bkz. Mülk, 67 / 2

2-En’am, 6 / 59

3-Bkz.Rûm sûresi, 30 / 45;

4-Enam, 5 / 141; A’raf, 7 / 31

5-Maide, 5 / 64

6-Bkz. Fetih, 48 / 7

7-A’raf, 7 / 86

8-Ankebût, 29 / 40

9-Bilim ve Teknik Dergisi, Eylül 1999, s.7; Karakaş, Vehbi, Depremin Hatırlattıklar Hasretin Söylettikleri, s.28 Mega Basım, İstanbul-1999

10-Enfal, 8 / 25

11-Bkz, Ahzab, 59 / 70

12-Bkz. Necm, 53 / 39

13-Bkz, Neml, 27 / 88

14-Bkz. Al-I İmran, 3 / 159

Üç aylarda Umre yolcularına önemli notlar

Üç aylara girmiş bulunuyoruz. Hepimiz hakkında hayırlı ve mübarek olsun. Yüce Allah Recep ve Şaban’ı hakkımızda bereketli eylesin ve hepimizi Ramazan ayına kavuştursun.

Üç ayların birincisi olan Recep ayı, aynı zamanda haram ayların yani saygınlığından dolayı içinde savaşın yapılmadığı dört ayın da birincisidir. Diğer haram ayların üçü de Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’dir. Bu aylar hac aylarıdır. Recep ayı ise umre ayıdır.

Bu aylar, haricî düşmanla değil, dahili düşmanla yani nefs-i emmare ile savaş ayıdır. Bu savaşı kazanan bütün savaşları kazanır, bu savaşta kaybeden bütün savaşlarda ve sınavlarda kaybeder.Üç aylar hakkındaki detaylı bilgiyi ÜÇ AYLARLA TOPLUM EĞİTİMİ adlı kitabımıza havale edip umre yolcularına ve nefsime seslenmek istiyorum. Çünkü o yolculardan biri de benim.

Ey umre yolcuları! Hem mübarek zamanlara, hem de mübarek mekânlara kavuştunuz, kavuşacaksınız. Birkaç notu bu fakirden dinlemenizi rica ve istirham ediyorum:

1-Birkaç sevinci bir arada yaşattığından dolayı Cenab-ı Hakk’a sonsuz ve sınırsız şükürle görevlendirilmiş bulunmaktayız.

2-Mübarek aylara ve mübarek mekânlara kavuşmak bir nimettir. Bu kavuşmanın bir nimet olduğunu görmekayrı bir nimettir, nimete şükreden adam olmak bir başka nimettir, Kâbe-i Muazzama’nın ve Ravza-i Mutahhara’nınziyareti için gelen davet ise bambaşka bir nimettir. Bu nimetler küllî hamd ve küllî şükür ister.

3-Öyleyse Mekke ve medine’yi ziyaret, Avrupa turistlerinin Antalya’yı ziyaretleri biçiminde olmamalı, Hz. Peygamber ve ashabının tevazu ve teslimiyeti, aşk ve iştiyakı biçiminde olmalıdır. Küllî niyetle, yani kâinat çapında bir şükrü ve hamdi sunmak, isteyip te gidemeyenlerin şükürlerini de takdim etmek niyetiyle yola çıkılmalıdır.

Hac ve umre yolcuları o mukaddes beldelere Allah ve Rasul sevdası ve günah kamburundan kurtulma niyeti ile gitmelidirler. Bu sevda, bu samimi tevbeve bu niyet, onların ayisberg gibi de olsa günahlarını eritmeye yetecektir.Efendimiz (s.a.v) buna işaretle şöyle buyurmuşlardır: “Umre, daha sonraki umreye kadar, ikisi arasında işlenen günahlar için kefarettir. Allah katında makbul haccın karşılığı ise, ancak cennettir.”(Buhari, Umre, 1; Müslim, Hac, 437). “Hac ve Umreyi peşpeşe yapınız. Çünkü bunlar, körüğün demir, altın ve gümüşteki kiri, pası gidermesi gibi yoksulluğu ve günahları giderir. Kabul edilmiş bir haccın karşılığı ancak cennettir.” (Tirmizi, Hac, 2; Nesai, Hac, 6)

İnsanın niyeti bozuk olursa, Kâbe’nin içinde de yatsa-kalksa yine iflah olamaz. Ebucehil ve Ebuleheb Kâbe’nin duvarının dibinde büyüdülerama, cehenneme gitmekten kurtulamadılar.

4-Hac ve umreye gidenler, tevazu ve mahviyet içerisinde o topraklara girmelidirler. Bu şekilde giriş, Hz. Peygamber ve ashabının sünneti ve ahlakıdır. Kibirden, gururdan, hava atmaktan ve şımarıklıktan hiçbir eser, hiçbir kimsenin üzerinde olmamalıdır.

5-Herkes sabırlı olmalıdır, Allah’ın sabredenlerle beraber olduğunu bilmelidir. Kimse kusur aramamalıdır.Herkes hep kendi kusurlarını görme gayreti içinde olmalıdır.

6-Mübarek zamanlara ve mübarek mekânlara kul haklarından arınmış bir şekilde girilmeli ve gidilmelidir. Değil hac ve umreye gitmek, şehid olmak bile insanı kul hakkından kurtarmaz.

7-İncitip gücendirilen kimselerden helallık alınmalı.

8-Hac ve umreye gidenlerin rızıkları helal ve temiz olmalı.

9-Bilen, bildiği ile amel eden insanlarla yolculuğa çıkılmalı. Önce refik, sonra tarik, demişler.

10-Kavgadan, gürültüden, günah işlemekten, ihramlı iken eşiyle cinsel yaklaşımdan uzak durulmalıdır.

11-Hac ve umreye gidenden dua istenmelidir. Umreye giden Hz. Ömer’e (r.a) Peygamberimiz: “Kardeşim bizi duadan unutma!” buyurmuştur.

12-Evden ayrılmadan iki rekât namaz kılınmalı. “Bismillahıtevekkeltüalallahi” demeli, ayetülkürsi, Felak ve Nas sureleri, bir de yolculuk duaları okunmalıdır.

13-Mikat mahalleriihramsız geçilmemeli. İhram yasakları çiğnenmemeli. (Biraz sonra ihram yasaklarını arz edeceğiz.) İhram giyen, bunun Mekke’ye saygı olduğunu bilmenin yanında bu ihram ona aynı zamanda dünyadan ayrılacağı zamanı da düşündürmeli, kefene sarılacağı anı hatırlatmalı, Allah’ın huzurunda durup amellerinin hesabını vereceği safhaları gözünün önüne getirmeli,kalbini, Allah’tan başkasından arıtmalı, nefsanî duygulardan uzak tutmalıdır.

14-İhrama girmeden önce tırnaklar kesilmeli, boy abdesti alınmalı, vücut bakım ve temizliği yapılmalı, koltuk altı ve benzeri mahaller traş edilmelidir. Lohusa ve adetli hanımlar için de boy abdesti sünnettir.

15-Vücuda güzel koku sürülmeli ama ihrama değil.

16-Ayağı örtmeyecek terlikler giyilmeli. Bunlar bedenî hazırlıklar. Bir de ruhî hazırlık var:

17-Cismimiz ve maddemizle Kâbey-i muazzama’ya, kalbimiz ve ruhumuzla da Kâbe’nin ve alemlerin Rabbi olan Allah’a yönelmeli ve bağlanmalıyız.

18-İki rekât ihram namazı kılınmalı, birinci rekâtta Fatiha’dan sonra Kâfirun, ikinci rekâtta da yine Fatiha’dan sonra İhlas suresi ve selamdan sonra da şu dua okunmalıdır:

Allahım, şüphesiz ki ben umre yapmak istiyorum. Onu bana kolaylaştır ve benden kabul buyur. Şüphesiz ki sen her şeyi işiten ve her şeyi bilensin.

Bu dualardan sonra ihramdan çıkıncaya kadar her fırsatta bol bol telbiye okunmalıdır.

İHRAMLILARA YASAK OLANLAR:

a-Zevcesiyle cinsî yaklaşım, hatta şehevî hisler ve konuşmalar,

b-İsyan ve münakaşa,

c-Avlanmak, avcıya avı göstermek,

d-Dikişli ve yapıştırmalı elbise giymek,

e-Sarık sarmak, yüzünü-başını örtmek, çorap veya mest giymek,

f-Tıraş olmak, tırnak kesmek, koku sürünmek.

İHRAMLILARA YASAK OLMAYANLAR:

a-Yıkanmak,

b-Gölgelenmek,

c-Şemsiye ve

d-Para kemeri kullanmak,

e-Yanında çanta taşımak,

f-Yüzük ve saat takmak,

g-Kan aldırmak. Şayet kan aldırmak için saç kesilirse bir koyun veya keçi kurban etmek gerekir.

Mekke’ye girmeden önce iç ve dış temizlik tekrar gözden geçirilmeli, eşyalar emin bir yere konduktan sonra Harem-i Şerif’e yönelmeli, mümkünse “Babüsselam denilen kapıdan içeriye girilmeli, salat ve selam okunmalı, “Allahım! Günahlarımı bağışla ve bana rahmetinin kapılarını aç.” diye dua edilmeli.

KÂBE’Yİ GÖRÜR GÖRMEZ YAPILMASI GEREKENLER

1-Kâbe-i Muazzama görülünce tezellül, tevazu ve huşu artırılmalı ve şu dua okunmalıdır:

Allahım bu evin şerefini, saygınlığını, heybetini artır. Onu ziyaret edenlerin şerefini, saygınlığını da artır. Allahım! Sen selamsın. Sendendir selam. Bizi selamla, barış ve esenlikle yaşat ey bizim Rabbimiz!”

2-İnsan, yıllardır özlemini çektiği sevgilisini bulmuş gibi doya doya Kâbe’ye bakmalı, sevincinden etrafında büyük bir aşkla pervane gibi dönmeli, yani tavaf etmeli, uzun uzun dualar yapmalı, duaya doymamalıdır.

3-Tavaf da namaz gibi bir ibadettir. Namazda cep telefonu nasıl açık tutulmuyor, cep telefonu ile meşgul olunmuyorsa, tavafta da öyle yapmalı, insan Rabbi ile kendi arasına kimsenin girmesine izin vermemelidir. Çünkü tavaf da bir çeşit Allah’la buluşma ve görüşme anıdır. Eşref saatidir. O saat hiçbir şeye feda edilmemelidir.

4-Kadınlarla aynı safta namaza durulmaz. Ama bu hükme hac ve umrede bazen yoğun kalabalıklardan dolayı tam riayet edilemiyor. Böyle durumlarda vaziyeti olduğu gibi kabullenmeli ve herkes kendisine dikkat etmeli, Allah’ın huzurunda olma bilinci, başka şeyleri düşünmeye fırsat vermez, vermemelidir.

5-Karşılaşılan olumsuzluklar, zahmet ve meşakkatler sabır ve sevda ile aşılmalı, Sevgililer Sevgilisi’nin hatırı için başka hatırlar kırılmamalı, dövene elsiz, sövene dilsiz ve de gönülsüz olunmalı.

6-Her ilden, her dilden, her mezhebden insanın toplandığı bir yerde bizim bildiklerimize ters düşen durumlarla karşılaştığımızda hemen itiraz edilmemeli, galiba benim bilmediğim bir şey var” denmeli, geçip gitmelidir.

7- Namaz kılanın önünden geçilmez. Ama bazen harem-i şerifte izdihamdan buna çok dikkat edilemiyor. “Namaz kılanın secde edeceği yerin biraz uzağından geçilebilir.” fetvası bilinir ve gereği yapılırsa bu da kafaya takılan bir mesele olmaktan çıkar.

8-Hacerü’l-Esved’i (es’adi) öpeceğim diye başkaları incitilmemeli. Fırsat varsa öpülmeli, yoksa, istilamla, iki eli ona doğru kaldırarak selamla yetinmelidir. Bu da onu öpmek yerine geçer inşallah.

Hacerü’l-Esved’i uzaktan öpmek şöyle olmalıdır: Uzaktan avuçların içi Kâbe’ye çevrilir. Eller kulaklar hizasına kadar kaldırılıp “Bismillahi Allahuekber” denilerek karşıdan işaretle selamlanır ve sağ elin içi öpülür. Bu işlem yapılırken durulup beklenmez, yürümeye devam edilir.

9-Tavaf esnasında, her şavta tahsis edilmiş bir dua vardır. Bunları bilmeyenler, bildikleri duaları okuyabilirler. Me’sur (Kur’an ve sünnet kaynaklı) dualarla dua etmenin daha efdal olduğu da unutulmamalıdır. Grup halinde duaların hoş olmadığı, başkalarının konsantrasyonunu bozduğu, grupdakilerin de konsantre olamadıkları söyleniyor.

10-Tavaf: Dua, tefekkür, mülakat, teveddüd, mürakebe, istiğfar, zikir, tesbih, tahmid, tehlil, tekbir makamıdır. Maç sohbetleri ve muhabbetleri yapma makamı değildir.

11-Ardından sa’y yapılacak tavafların ilk üç şavt(tur)ında erkeklerin REMELyapılır. Remel, tavafta kısa adımlarla koşarak ve omuzları silkerek çalımlı ve çabuk yürümektir. Remel, sadece sonunda sa’y yapılacak tavaflarda yapılır. Kadınlar remel yapmazlar. Remel yapılması gereken tavaflarda erkekler IZTIBA yapar. IZTIBA, ihramın vücudun belden yukarısını örten parçasının bir ucunu sağ kolun altından geçirip, sol omuz üzerine atarak sağ kolu ve omuzu ihramın dışında bırakmaktır. Tavaf bitince omuz örtülür. Tavaf namazı omuz örtülmüş olarak kılınır.

11-Tavaf tamamlandıktan sonra, Makam-ı İbrahimde iki rekât namaz kılınmalı, burası müsait değilse,bu makamın hizasında arka taraflarda da kılmak caizdir. Zaten bu hikmete binaen önceleri Kâbe’ye bitişik olan bu makamı Hz. Ömer (r.a.), gerilere çekmiş, tavafın hızının kesilmesini engellemiştir.

12-Safa ile Merve tepeciklerinde Kâbe’ye yönelip onu selamlama sa’yin sünnetlerindendir. Bu tepeciklerde de Hacerü’l-Esved ve Makam-ı İbrahim’de olduğu gibi eziyet vermemek esastır. İlla da Kâbe’yi görüp, selamlayıp sonra sa’yime devam edeceğim israrı güdülmemelidir.

13-İmkânlar nisbetinde sık sık banyo yapılmalı, duş alınmalı, beden ve elbise temizliğine çok dikkat edilmelidir.

14-Başkalarına ait eşyalar kullanılmamalı.

15-Hacıların ve umrecilerin önünde bilgili, tecrübeli, ideal rehberler olmalı. Çok gelip gitmeleri onların aşk ve sevdasına gölge düşürmemeli, samimiyet ve ihlaslarına halel vermemelidir.

16-Bayan rehberler de olmalı ve bunların da sayıları artırılmalıdır.

MEDİNE-İ MÜNEVVERE’DE

17-Medine’de beş vakit namaz Mescid-i Nebi’de kılınmalı, namaz vaktinde asla alış-verişte, yemekte vs. herhangi bir yerde bulunmamalıdır.

18-Allah Rasulü Efendimiz beş vakit namazda, mihrabda imamlık yapıyor gibi telakki edilmelidir.

19-Peygamberimiz: “Evimle mihrabım arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir.” buyurduğundan herkes orada bulunmak, orada dua etmek, namaz kılmak istiyor. İşi biten derhal oradan ayrılmalı, başkalarına da yer açmalıdır.

20-Ziyaretgâhlar ihmal edilmemeli, İslam’ın insanlığa mal olması için verilen mücadeleler, çekilen çileler hatırlanmalı, bu mücadelede yer alanlara şükran, Fatiha ve hayırlı hizmetler, hürmetler ve muhabbetler sunulmalıdır. Ayneyn tepesinden avuç avuç toprak alarak o tepenin küçülmesine ve yok olmasına meydan verilmemelidir.

21-Alış-verişlerde ifrat edilmemelidir. Hacca giden baba kızına sorar:

-Kızım oradan sana hediye olarak ne getireyim? Şuurlu kızın cevabı Muhammed İkbal’in sözüdür:

-Ey hacılar ve umreciler! Hacdan ve umreden gelirken bize hediye olarak takke, tesbih, yüzük, ve benzeri şeyler getirmeyin. Oradan gelirken bize hediye olarak Hz. Ebubekir’in doğruluk ve teslimiyetini, Hz. Ömer’in adalet ve hakperestliğini, Hz. Osman’ın Kur’an aşkını ve hayasını, Hz. Ali’nin ilmini ve kahramanlığını getirin.

Bu sözden hediyeleşmeyin anlamını çıkarmamak lazım. Hediyelerinizin arasına bunları da katın, demektir. Vesselam.

Not: Bir mani çıkmazsa inşallah 31 Mayıs 2012 tarihinde bir kısım dost ve arkadaş grubuyla umreye hareket etmiş olacağız. Umre yolcusu arkadaşlarıma Cenab-ı Hak’tan hayırlı yolculuklar diliyorum. Gidemeyen dost ve kardeşlerime de en yakın zamanda yine beraber gitmeyi nasip etmesini Yüce Allah’tan niyaz ediyorum.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Uzak Doğu Seyahati Hizmet-i Nuriye Notlarından (11 Ağustos 2000)

Bütün kardeşlerimizin, Ehl-i İman ve Kur’an’ın gelen şuhur-u selaselerini candan tebrik ederiz. Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin 90 sene önce Şam’daki Hutbesinde ifade buyurduğu:

“Hasıl-ı kelâm: Biz Kur’an şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek.

Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkisafına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırkbeş sene evvel o fecrin emareleri göründü. Yetmişbir’de fecr-i sadıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzib de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sadık çıkacak.” diye ifade buyurduğu muazzam hakikat zemin yüzünde tezahür ve tahakkuk etmeye başlamış.

Bu muazzam hakikatın Allah’ın inayetiyle, tezahür etmesi nümunelerinden olarak hem şarkta, hem garbta İslamiyet lehinde büyük tezahüratlar zuhura başlamış. Rusya ve Amerika gibi kıt’a devletlerde ümid edilmedik İman ve İslam’ın manevi fütuhatları oluyor. Bunlardan bir demet çiçek hükmünde birer nümune arz ve takdim ediyoruz. Umuma binler selam. Hizmet-i İmaniye ve Kur’aniye’de daima tevfik-i İlahiye nailiyetler dileriz.

Hz. Üstad’ın hizmetinde bulunan Talebeleri

UZAK DOĞU SEYAHATİ HİZMET-İ NURİYE NOTLARINDAN..

11 Ağustos 2000 tarihinde, Malezya Milli Üniversitesi’nin tertib ettiği II. Bediüzzaman Sempozyumu’na iştirak etmek ve Endonezya ve Avustralya’da Üstad Bediüzzaman namına tertib edilen seminer ve toplantılarda bulunmak üzere başta Sungur Ağabey ve Risale-i Nur’un Arapça mütercimi İhsan Kasım Essalihi ve Prof. Faris Kaya’nın da bulunduğu bir hey’et ile Malezya’nın Başşehri Kuala Lumpur’a gidildi. Beraberimizde Aslen Filistinli, 20 senedir Amerika’da yaşayan, Hardford Üniv. Öğretim Görevlilerinden ve 1911 yılından beri yayın hayatını sürdüren The Muslim World dergisinin editörü olan Prof. İbrahim Ebu Rabi’ de vardı. İbrahim Bey, yaklaşık 3 aydır Türkiye’de… Risale-i Nur’u Türkçesinden okumak ve Türkçe öğrenmek maksadıyla lisan üzerinde çalışıyor.

Malum olduğu üzere, geçtiğimiz sene Ağustos ayında, Malezya’da Milletlerarası bir sempozyum tertib edilmişti. Bu sempozyumdan sonra, Üniversite Prof.’larından bir hey’et, üniversite civarında bir dershane açmak ihtiyacını ifade etmeleri üzerine bir dershane açmak için teşebbüs edildi. Şehrin merkezinde senelerden beri mevcud olan ve İrfan Kardeşin delaletiyle açılan dershane yine devam ediyordu. Ancak bu açılacak dershane şehrin merkezine 50 km. uzaklıkta, üniversite civarında kurulmuş Bangi Beldesinde açılacaktı. Bu esnada mastır çalışması yapmak ve lisan öğrenmek maksadıyla Isparta mezunu Serkan kardeşimiz Malezya’da bulunuyordu. Onun da gayretleriyle, Ürdün’e 6 aylığına, Arapça öğrenmeye giden Prof. Yakub’un evi cüzi bir masrafla tutuldu. Ve akabinde Kayseri mezunu kardeşlerimizden Fatih kardeş de yanına giderek güzel bir hizmet zemini teşekkül etti. Bizimle beraber Malatya mezunu Mücahid Barış kardeş de orada bir miktar kalmak üzere geldi. Şimdi hemen hemen her gün, dershaneye gelen gidenler, cemaatle namazlar ve dersler şevkle devam ediyor.

Pazar ve Cuma akşamları dershanede ders oluyor. Pazar akşam dersinde, İbnur Azli hocamız 20-25 bazen 30 talebesiyle beraber derse geliyor. İbnur Azli hocamız’ın Kur’an-ı Kerim’i Öğretme Klübü dedikleri genç bir cemaati var. Bu 30’a yakın talebesinin her biri yine 20-25 yaşları arasında.. ve her biri ayrı bir mahalde, ayrı bir semtte birer Kur’an hocasıdırlar. İşte İbnur Hoca her Pazar akşamı yatsı namazından sonra talebeleriyle beraber dersaneye geliyor, dersi evvela Arapça Nur Külliyatı’ndan okuyor, aynı zamanda da Malayca’ya tercüme ediyor. Geçen derslerde Malayca’ya tercüme edilen 3 Risale’yi (Mu’cizat-ı Kur’aniye, Ene ve Zerre, Yirminci Mektub) hep beraber okumuşlar. Şimdi Arapçasından devam ediyorlar.

Cuma dersinde de yeni tanışılan kardeşler, eskiden Nurları bilen kardeşlerle hep birlikte hem Türkçe, hem Arapça hem İngilizce dersler oluyor. Bu kardeşlerden birisi dershaneye sürekli devam eden, bilgisayar fakültesi öğrencisi Yemenli Halil kardeşimizdir. Halil kardeşimizin bir ayağı tıbbi özürlü olmasına rağmen her akşam, yorulmadan, usanmadan dershaneye gelir, kardeşlerle beraber namaz kılar, dersi dinler, çay içer ve ayrılır. Biz Türkiye’den giderken, bizden ısrarla iki Arapça külliyat isteyen bu kardeşimiz, daima Cevşeni cebinde, Nura müştak bir kardeşimizdir. Kendisine külliyatları teslim ettiğimizde sorduk. “Külliyat’ın birisini kendine alıyorsun, ikincisini ne yapacaksın?” Cevaben dedi ki: “Diğer külliyatı da Yemen’e gidecek bir arkadaşıma vereceğim. Bu külliyat bizim memlekette çok iş görecek.” Bu arada biz, “Yemen gibi memleketlerin zaten İslam diyarı olduklarını ve Risale-i Nur’un en bariz evsafının daha çok dalalet ve sefahetle doğrudan muhatab olan memleketlerde tezahür ettiğini” ifade etmek istediğimizde Halil kardeş, bir anda yerinden kalktı, kitablığa uzanarak Arapça Uhuvvet Risalesi’ni eline aldı ve bize dönerek: “Kardeşim, dediğin doğru ama benim memleketin insanı bu kitabı görmemiş. (İNNEME’L MÜMİNUNE İHVETÜN) ayetinin bu asra ait tefsirini duymamış. Bu sebebten bizim orda, hased de var, gıybet de var. Onun için bu eserler, bizim oraya da bir o kadar lazım.” dedi.

Aynı şekilde Malay halkından da derslere gelenler var. Mesela; Muhammed Süfyan isminde, Sony fabrikasında çalışan genç bir kardeşimiz derslere yeni yeni geliyor. İbnur Azli hocanın internetten alarak sayfa sayfa halinde fotokopi ile çoğaltarak dağıttığı Arapça-İngilizce Tarihçe’yi kardeşlerle beraber saatlerce mütalaa ediyordu. Ayrıca 20 senelik Nur talebesi ve bir nevi Malay hizmetlerinin gizli hadimi Hayrulenver, her gün mutlaka dersaneye uğrar, beraber namaz kılar, kardeşlerin ihtiyacını sorar, öyle evine gider. Şimdilik ferden ferda başlayan bu hizmet, ağabey ve kardeşlerin dua ve himmetleriyle inşaalah yakın bir müstakbelde güzel neticeler verecek ve nice Nura muhtaç gençlerin imdadına yetişecek ümidindeyiz.

14 Ağustos’ta, Milli Üniversite’de 1 günlük bir sempozyum tertib edildi. 5-6 oturum halinde icra edilen bu sempozyum, tebliğlerden sonra daha çok “workshop” diye tabir edilen karşılıklı müzakereler halinde tahlili konuşmalarla devam etti. Tanıdığımız simalardan, Alpaslan Açıkgenç, Bilal Kuşpınar, Adem Kılıçman hocalarımızın da iştirak ettiği ve lisanı İngilizce olan bu sempoz-yum cidden semeredar bir toplantı oldu. Bihassa Adem hocamızın “Risale-i Nur’da isbat usulleri ve mantıki mizanlar” konulu tebliği takdire şayan bir tebliğdi. Nitekim, geçen seneden Hz. Üstad’ı kısmen duyan ve eline bir iki küçük risale geçmiş olan bir çok insan bu sefer gelip külliyat istedi. İngilizce, Arapça külliyatlardan aldılar. Kardeşler koridorda teşhir ettikleri kitapların başında hem yeni bir çok insanla tanıştılar, hem de geçen seneden Hz. Üstad’ı duymuş bir çok gençle görüştüler, dershane adresini verdiler.

Malezya’yı hülasa eden bir mektubu Fatih ve Mücahid kardeşler kısaca not etmişler. Şöyle:

Esselamu aleykum ve Rahmetullahi ve Beraketuhu

Aziz ve Muhterem Ağabeyler;

Evvela: Gelecek olan şuhur-u selasenizi ve eyyam-ı mübarekelerinizi tebrik ve tes’id eder, umum Nur talebeleri ağabey ve kardeşlerimize hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede hayırlı muvaffakiyetler dileriz.

Saniyen: 14 Agustos 2000 tarihinde Malezya Milli Universitesi’nde Üstad ve Risale-i Nur’la alakalı bir çalısma toplantısı (workshop) tertib edildi. Bu toplantıya Amerika Hardford Üniversitesinden Prof. Dr. İbrahim Abu Rabi’, “Üstadın Menfi Milliyetçiliğe Bakışı” ile ilgili bir tebliğ… Kanada Mc Gill (Mak Cil) Üniversitesinden Prof. Dr. Bilal Kuşpınar, “Üstad ve Mevlana Celaleddin-i Rumi’ye göre İnsan Anlayışı” başlıklı bir tebliğ… Malezya İslami Düşünce ve Modernleşme Enstitüsünden (ISTAC) Araştırma görevlisi Adiy Setia, “İmam Nursi ve Fahreddin-i Razi’de Bilim Felsefesi” başlıklı bir teblig… İstanbul Fatih Üniversitesi’nden Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç, “Risale-i Nur’da Bilim Anlayışı” başlıklı bir tebliğ… Malezya UPM Üniversitesi’nden Dr. Adem Kılıçman, “Risale-i Nur’da İlmi İsbat Teknikleri” başlıklı bir tebliğ… Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Prof. Dr. Faris Kaya, “İnsan ve Kainat” başlıklı bir tebliğ… İhsan Kasım Abi ise, “Faaliyeti Resail-in Nur fi takvim-us Süluk” isimli bir teblig ile iştirak ettiler. Workshop öğleden önce tek salonda başladı. Öğleden sonra ise, iki ayrı salonda devam etti. Toplantının sonunda tebliğ sunanlar birbirlerine sualler sordular. Bunlardan birisi şöyle idi: Biz Malaylar Üstad’ı yeni yeni tanıyoruz. Burada, halka Risale-i Nurları nasıl tanıtabiliriz. Egitim sistemimizde Risale-i Nur’a da yer vermeliyiz dedi. Oturum başkanı ise bunu şöyle cevabladı: “Bundan sonraki aşama Milli Egitim Bakanlığını ilgilendirir. Onlar bu meseleye mutlaka ehemmiyet vermelidirler.” dedi.

Salisen: Risale-i Nurlar bu zamana kadar burada akademik çevreler tarafından tanınıyormuş. Fakat halk tarafından yeni yeni tanınmaya başlanıyor. Üniversiteye yakın bir muhitte yeni bir dersanemiz açıldı. Burada Cuma ve Pazar akşamları dersler okunuyor. Cuma günü UKM (Milli Üniversite) İslami İlimler Fakültesi öğretim üyelerinden Enver Fahri iştirak ediyor. Kendisi Risale-i Nurlar’ı Arapça’dan okuyup Malayca’ya tercüme ediyor. Dersler umumiyetle üç lisanda okunuyor. İngilizce, Arapça ve de Malayca. Bu derse iştirak edenler ise yine akademik çevrelerden. Pazar günü ise, yine UKM İslami İlimler Fakültesi’nden İbnur Azli İbrahim iştirak ediyor. Bu zat, aynı zamanda üniversitenin Kur’an Kulübüne de başkanlık ediyor. Bu kulüpte sadece öğrenciler değil, başka insanlarda var. (Fabrika işçileri gibi.) İbnur Azli İbrahim Ürdün’de talebe iken Üstad’ın sadece ismini duyuyor. Daha sonra Malezya’ya döndüğünde internetten Üstad’ın hayatını ve eserlerini araştırıyor. Sonra Hayru’l-enver Abi vasıtasıyla derslere gelmeye başladı. Birgün Hayrulenver Abi’ye demiş: “Biz Kur’an kulübü olarak Üstad’ı ve eserlerini tanımak ve tanıtmak istiyoruz. Pazar akşamları dersaneye gelip ders yapabilir miyiz?” demiş. Biz de memnuniyetle kabul ettik. Elhamdülillah bu ders yaklaşık iki aydır devam ediyor.

Hayru’l-enver Abi ise İngiltere’de Oxford Üniv.’de öğrenci iken Risale-i Nurlar’ı tanıyor ve dershanede kalıyor. Şu an ise, UKM’de mühendislik fakültesinde öğretim görevlisi. Elhamdülillah Kendisi dersane ile müfritane irtibat içerisinde. Her gün dersaneye geliyor. Yakın zamanda O da, 23. Sözün 1. Mebhasını ve Hz. Üstad’ın tarihçesinin kısa bir özetini Malayca’ya tercüme etti. Pazar günleri buraları okuyoruz. Hayru’l-enver Abi’nin orta okula giden oğlu Ahmed Zeki ise dersanede kalıyor. Ayrıca Sony fabrikasında çalışan Süfyan kardeş de boş zamanlarında daima dersaneye geliyor. Bunlardan başka, üniversitede öğrenci olan Yemenli Halil kardeş ve doktora öğrencisi olan Libyalı Halid kardeş de derslere devam ediyorlar. Yemenli Halil kardeş bir gün bize şöyle dedi:

“Bir gün, komşularımızdan, Hindistanlı bir gayr-i müslim bana sordu. Niye siz müslümanlar günde beş defa namaz kılıyorsunuz? Bunun hikmeti nedir? Ben bu soruyu o zaman cevablayamadım. Çok mahzun oldum. Ta ki, bu 9. sözü okuyuncaya kadar… 9. sözü okuyunca hemen sokağa fırladım. Bu Hindliyi buldum. Ona dedim: Sen bana böyle bir soru sormuştun. İşte onun cevabı bu kitabta. Ve ona okudum, anlattım. Dinleyince adeta dona kaldı bu izah karşısında.”

Risale-i Nurlar’dan şu an Malayca’ya tercüme edilip basılan üç kitab var. 20. mektub, Mu’cizat-i Kur’aniye risalesi ve Ene ve Zerre risalesi. Şu an Ramazan Risalesi’nin tercümesi de bitmek üzere. Ayrıca Çinli Ömer kardeş de risaleleri Çince’ye tercüme ediyor. Bütün Abi ve kardeşlere selam eder dualarınızı bekleriz.

Dualarınıza muhtaç kardeşleriniz

Fatih ve Mücahid

Daha sonra biz, Endonezya’nın başkenti Jakarta’ya geçtik. Geçen sene Endonezya’ya uğradığımızda bazı İslami hizmetlerle alakadar bir kısım zatlarla temaslarda bulunulmuştu. Aradan bir sene geçtikten sonra, şimdi Şerif Hidayetullah isimli bir üniversite, 16 Ağustos’ta Hz. Üstad için bir tanıtma semineri düzenledi. Bu seminerin ismi, “The Thought of Said Nursi of Turkey” idi. Yani, “Türkiye’de bir Mütefekkir: Bediüzzaman Said Nursi”… Jakarta’da Risale-i Nur ve Bediüzzaman namına bu neviden tertib edilen ilk toplantı olduğu için daha çok Hz. Üstad’ın hayatı, şahsiyeti, eserleri ve Risale-i Nur’un en mühim düstur ve esasları üzerinde duruldu. İhsan Kasım Es-Salihi, Hz. Üstad’ın kısa bir tarihçesini Arapçasından takdim etti, aynı anda Malayca’ya tercüme edildi. İhsan Kasım’ın ifadesine göre, “Her ne kadar sualler diğer toplantılara göre daha ilmi idiyse de, Hz. Üstad’ı tanımadıkları ve Risale-i Nurlar’ı okumadıkları için, daha çok Risale-i Nur ve Hz. Üstad’ı onlara tanıtmamız gerekiyordu, öyle oldu.”

Jakarta’da, Seminerden sonra, garib bir hadise yaşadık. Toplantıdan sonra, bir genç bize yaklaştı ve sordu:

– “Siz bu toplantıyı tertib edenlerden misiniz?”

– “Evet”

– “Siz, Bediüzzaman’ın bu eserleri buraya getirenlerden misiniz?”

– “Evet”

– “Peki, neden bu eserleri ve bu fikirleri bir asır sonra buraya getirmişsiniz?”

Bizi te’sir altında bırakan ve bizi teemmüle sevkeden bu son suali, bu genç arkadaş, Bediüzzaman ve Nurlar atmosferi içinde saatler süren semineri dinledikten sonra bu suali sormak ihtiyacını, belki ızdırabını ruhunda hissetmiş olacak ki, muhatabını aramış, nihayet bizi bulmuş ve sualini sormuştu.

Bu seminere iki rektör iştirak etti. Biri; bulunduğumuz üniversitenin rektörü, diğeri; Malezya’nın 13 eyaletinden biri olan Açe Eyaletinde bir üniversitenin rektörü. Tamamı Müslüman olan bu Açe Eyaleti halkı, bir hatıra sebebiyle Osmanlı’ya ayrı bir muhabbeti var. Hatıra da şu:

18. Asrın başında İngilizler Uzak Doğudaki bir çok adayı müstemleke olarak istila ettikleri zaman bu Açeliler, İngilizlere karşı kahramanca direnmişler. Ancak takatleri tükenmek üzere iken, Açe hükümdarı, o günün Emirü’l-Mü’minin sıfatına sahib, Osmanlı Sultanı’ndan yardım istemeyi niyet eder. Ve bir temsilci hey’et gönderir. Bu hey’et aylar süren bir seyahatten sonra, İstanbul’a varmağa muvaffak olur. Saraya çıkar, ancak Osmanlı Sultanı’nın seferde olduğunu öğrenirler. Böylece beklemeğe başlarlar. Uzun müddet beklerler, yemek vs. ihtiyaçlarını çok zor te’min ederler ama vazgeçmezler. En nihayet Sultan seferden avdet eder. Bu hey’et huzura çıkar. O ana kadar gözleri gibi muhafaza ettikleri Hükümdarlarının Halife’ye gönderdiği hediyeleri takdim ederler. Ve maruzatlarını bildirerek yardım taleb ederler. Bunun üzerine Osmanlı Sultanı, şöyle bir ferman çıkartır: “300 kişilik bir gemi hazırlanacak. Bu geminin içindeki 300 kişinin içinde, her sanattan birer ustabaşı ve her fenden birer muallim bulundurulacak. Yani, birer doktor, birer mühendis, birer marangoz, vs… Bu 300 kişilik hey’et vardıkları diyarın insanlarını her hususta yetiştirecek. Böylece, o diyarın insanları kendi kendilerini müdafaa edebilecek seviyeye gelinceye kadar bu hey’et orda kalacak. Ondan sonra geri dönecek.” Bu ferman aynen tatbik edilir. Bundan sebeb, Açe Eyaleti, o gün bu gündür, Osmanlı’ya karşı ayrı bir muhabbet ve minnetdarlığı var. İşte bu rektör, sadece Hz. Üstad’ı tanımak ve dinlemek üzere bu toplantıda hazır bulundu. Daha sonra kendisine Arapça Nurlar’dan takdim edildi.

Daha sonra biz, tekrar Malezya’ya döndük ve 17 Ağustos’ta Kuala Lumpur’dan Avustralya kıtasının güney ucundaki Melbourne (Melbörn) vilayetine 8 saat uçak seyahatinden sonra ulaştık. Havaalanında bizi canlı bir cemaat karşıladı. Bizden on binlerce mesafe uzaklıkta böyle bir cemaatin mevcudiyeti dahi, bu günde Hz. Üstad namına, büyük bir şeref-i manevi hissi vermeye yetiyor.

1974-80 yılları arasında Türkiye’den, hususan Adana, Samsun gibi oranın iklimi ile muvafakat eden vilayetlerden Avustralya kıtasına göçmen gitmiş. Tıpkı Almanya misali… İşte o gün bu gündür, Risale-i Nur orada, ferdlerin gayret ve himmetleriyle karınca kudretince maddi manevi tesirini göstermiş. Mevcudiyetini devam ettirmiş. Seneler sonra, 90’lı yıllarda rahmetli Ali Uçar Abi’nin de oraya gitmesi ve bilhassa orada yetişen genç nesillerle alakadar olmasıyla hizmetler yeni bir şekil almış. Dershaneler canlanmış, okuma programlarına Türkiye ve Almanya’ya talebeler getirtilmiş. Orada, hem Sydney, hem Melbourne’de okuma programları tertib edilmiş. Maalesef, Türkiye’den uzaklıkları ve münasebetlerin zaifliği sebebiyle, cereyan eden bir çok hadisede yalnız kalınmış ve cemaat, cüzi de olsa, pek çok yaralar almış. Fakat buna rağmen, asla Ağabey ve kardeşler yılmamış, şevklerini yitirmemiş, sadakatlerini devam ettirmiş, aşkla hizmetlerini idame etmişler. Şimdi bugün Broadmeadows (Brodmedows) denilen ve geniş vadi manasına gelen ve ekseriyeti Türklerin yaşadığı semtte kira ile bir dershanemiz var. Ayrıca ağabeyler, semt merkezinde, genişçe bir dükkan almışlar ve onu dershaneye kalbedecekler. Şu an inşaatı devam ediyor. Her akşam mesaiden sonra umum kardeşler hep beraber inşaata geliyor ve bir an evvel bitmesi için hummalı bir surette gayret ediyorlar. Dersanede Adapazarı’ndan giden Mevlüd kardeş kalıyor. 2 seneye yakındır orada bulunan Mevlüd Kardeş, dersaneyi tam bir Anadolu medresesi halinde, rayihasından şemailine kadar çok güzel tedvin etmiş. İnsan orada otururken adeta kendisini, Anadolu’da bir medresede gibi hissediyor.

Melbourne İlim-Kültür Vakfı isimli bir vakıfları var. Cuma akşamı, umumi ders oluyor. Bu dersler, bilhassa o diyarda, ecnebi memleketinde yetişen ve oranın mekteblerinde İngilizce eğitim gören genç nesiller için birer can simidi hükmünde. Ayrıca çarşamba akşamı İngilizce ders oluyor. Bu derse, gençler, türkçe bilmeyen veya az bilen, veya diğer milletlerden olan arkadaşlarını getiriyorlar. Biz bu derslerden birine iştirak ettik. Takriben 20-25 genç vardı. Aralarında 3-4 Arap, 3-4 te diğer milletlerden gençler vardı. Şimdilerde genç ağabey ve kardeşlerden, Selimler, Fahriler, İlkerler ve Keremler şevk ve neşenin zirvesinde hizmet etmek emelindedirler. Melbourne’deki hizmetlerin ve sempozyumun kısa bir hülasasını oralı kardeşlerin lisanından dinleyelim:

Aziz ve Muhterem Ağabeyler,

Binler selam eder, müstecab dualarınızı bekleriz.

Cenab-ı Hakk’a yüz binler şükür ediyoruz ki, Nurların coşup kaynadığı, dertlilere derman olduğu ve nice bayramlara sahne olduğu beldelere, ülkelere ve kıtalara artık Avustralya da dahil olmuş ve Rahmet-i İlahiye, beklenen bu asrın reçetesini, şifa-bahş edviyelerini “down-under” tabir edilen, yani; dünyanın ortasına nisbeten ‘aşağının altı’ sayılan toprakları hasta gönüllere sunmak için zemin kılmış, Kur’ani tecellilere mazhar eylemiştir..

Elhamdulillahi Haza min fadli Rabbi…

Melbourne Üniversitesi, Avustralyanın sayılı akademik merkezlerinden biri olarak kabul gören, ve dünyanın bir çok yerlerinden öğrencisi olan dünyaca ünlü bir üniversite. 19 Ağustos 2000 tarihinde aynı üniversiteye bağlı “The Melbourne Institute of Asian Languages and Societies”, “Melbourne Asya Dilleri ve Toplumları” adındaki Enstitünün İslami Bilimler bölümü, “Fikirleri ve Hayatı ile Bediüzzamanın Said Nursi” başlığı altında bir toplantı düzenledi. İslami Bilimler bölüm başkanı olan Prof. Abdullah Said, bizzat kendi gayretiyle böyle bir toplantıyı organize etme ihtiyacını duymuş ve buradaki alakalı abilerimizin yardımıyla dünyanın her tarafında ola gelen bu sempozyum ve toplantılar arasında Melbourne de bir ilk olmuştur. Türkiye’den Mustafa Sungur Ağabeyimiz’le beraber yedi kişilik bir kafile ile cumartesi günü, aralarında Melbourne’nin ileri gelen akademisyen ve iş adamlarının da bulunduğu büyük bir salonda bu toplantı başladı.

Açılış konuşmasını yapan İslami Bilimler Bölüm Başkanı Abdullah Said; konuşmasında şu sözlere yer verdi, “Tanıtım amacıyle hazırladığımız bu toplantıda Nursi’nin düşüncesini bu kısa zamanda özetleyeceğimizi söyleyemeyiz, fakat düşüncelerinin derinlemesine akademik analizini yapmak isteyenleri, başta Risale-i Nur Külliyatını dikkatle okumağa ve dünyanın birçok yerinde hazırlanan sempozyum, seminer ve benzeri toplantılarda sunulan tebliğlere havale ediyoruz.”

Prof. Said, toplantının ilk tebliğini sunarak Hz. Üstadın hayatını kısaca anlatarak özetle şu sözlere yer verdi: “Nursi doğup büyüdüğü ve yaşadığı zamanın şartlarını, ve Alem-i İslam’ın durumunu göz önünde bulundurarak… Kur’an hakikatlerinin müdafaacısı olmuş ve bu vazife vefatı ile hitame ermemiş, geriye bıraktığı Risale-i Nur eserleriyle bu vazifesini devam ettirmiştir. Bugün dahi, Risale-i Nuru okuyan her insan buna şahittir.” Bundan sonra ikinci tebliği, Nurların Arapça mütercimi İhsan Kasım Es-Salihi sundu. Evvela kendi hayatından bir misal ile nazaraları ince bir noktaya getirerek, “Bana, tercümeye ilk başladığım zamanlar çok soran oldu: Neden kaynağı Arapçaya dayanan bir Türkçe eseri Arapçaya tercüme etme ihtiyacını duydun? Bu güne kadar bizim bildiğimiz, İslami eserler, hep Arapça’dan diğer lisanlara çevrilir? Cevabım her zaman aynı oldu: Ben ilk defa Nur Talebeleriyle tanıştığım zaman, onların hareket ve yaşantılarında İslamiyeti dipdiri gördüm” diyordu. Konuşması İngilizceye tercüme edilerek zaman darlığından üçüncü tebliğe geçildi. Victoria Üniversitesi Fen ve Mühendislik Fakültesinde öğretim görevlisi Dr Alaeddin Zayiğ devam etti. “Nursi’nin dava şuuru ve eğitimci rolü olarak sergilediği misal” konusunu ele aldı.

Yarım saat mola verilerek katılanlar salonun dışarısındaki farklı dillerde sergilenen Nur Risaleleri’ni görme imkanı buldular. Aslında yalnızca sergi için düzenlenen bu kitapların, umulmadık bir ilgi ve alaka ile satın almak isteyenlerin çokluğundan dolayı satışa sunulması ve birçoğun satılması dikkat çekiciydi. Bu arada ikindi namazını kılmak isteyenler hemen salona yakın müsait bir yerde namazlarını kılıyor, bir kısmı da, Melbourne şehrinin bütün üniversitelerinde olduğu gibi, Melbourne Üniversitesi’nin gayet geniş ve ferah mescidinde kalabalık bir cemaat ile namazlar eda ediliyordu.

Toplantının ikinci yarısında Prof. Faris Kaya, kainat kitabını konu aldı, arkasından doktora öğrencisi Cezayirli M. Rıza Amır devam etti. Hem moladan sonra hem de toplantının bitiminde kalabalığın dağılmaması ve katılanların dikkatlerinin taze kalması da hoş bir manzaraydı. Son olarak Amerika Birleşik Devletleri’nden katılan Prof. İbrahim Abu Rabi’ sözü aldı ve tebliğinden sonra kısa bir soru-cevap bölümüne geçerek toplantı sona erdi.

Her akşam dersanede kalabalık derslerle, Ağabeylerden canlı hatıralarla, Lahika mektub ve dersleriyle, bu feyizli sohbetler devam etti. Binler selam eder, dualarınızı bekleriz.

Melbourne Nur Talebeleri Namına,

Kardeşleriniz

Selim, Mevlüd, Kerem

Daha sonra biz Avustralya’nın büyük vilayetlerinden biri olan Sydney şehrine geçtik. Orada da Adapazarın’dan hicret etmiş ve rahmetli Hacı Musa Ağabey’in aile cenazesinde Nurlar’ı tanımış Erzurumlu Ahmed hoca, Adanalı Esad kardeş ve diğer ağabey ve kardeşler fevkalade bir şevk ve neşe içerisinde gayret etmekte ve hizmet-i Nuriye’de bulunmaktalar. Nur İlim Kültür Vakfı adı altında bir vakıfları var. Haftada 3 akşam dersleri oluyor. Biri hanımlar olmak üzere üç dersaneleri var. İnşaallah önümüzdeki sene orda da üniversite canibinde bir toplantı tertib edilmesi arzu ediliyor. Cenab-ı Haktan hayırlı muvaffakıyetler için dua bekliyor ve binler selam ediyorlar. Sydney’e bizimle beraber gelen Ağrılı Mehmed Kaya kardeş de, inşaallah oralarda büyük faydalara medar olur kanaatindeyiz.

Hülasa: Melbourne ve Sydney’deki o samimi ve halis kardeşlerin o ciddi ve içten alakaları unutulmuyor. Cenab-ı Hakk, onları da tevfik-i İlahisine mazhar buyursun. Amin.

Dönerken, umre vazifesini eda etmek üzere Hicaz’a uğradık. Medine’de Cuma namazını kılarken Hutbe’de imam, yeni eğitim yılının başlaması sebebiyle, İslam’ın ilme verdiği ehemmiyeti anlattıktan sonra, Nisa taifesinin de üzerine ilmin farz olduğunu, ancak Kur’ani hükümler müvacehesinde, İslami esaslar çerçevesinde bu farizanın edası mümkün olabileceğini ciddi ve narin bir üslub ile beyan etti.

Bu arada Fas’ın başşehri Rabat’ta, Nisan ayındaki Vecde Üniversitesi Sempozyumu’ndan sonra güzel bir dersane-i Nuriye açıldı ve Sakarya’daki ehl-i hizmet kardeşlerden Hafız Ahmed ve beraberindeki diğer kardeşler orada kalmaya başladılar. Mısır’dan Abdülkerim kardeş de uzun bir müddet orada kaldı. Bu aydan itib-ren yıl sonuna kadar Alem-i İslam’da, başta Riyad ve muhtelif şehir ve devletlerde tertib edilecek milletler arası kitab fuarlarına iştirak edecek.

Aynı şekilde Amerika’nın Pennsylvania Eyaletinde, gayretli kardeşler, takriben bir seneden beri hazırlığı devam eden Amerika Nur Talebeleri Derneği isimli bir hizmet zemini teşkil etmişler. Hayırlı muvaffakıyetler için Ağabey ve Kardeşlerden dua bekliyorlar.

Aynı zamanda malumunuz olduğu üzere, Bosna’da Erdoğan kardeşin gayretiyle Dersane-i Nuriye hizmetine devam ediyor. Bu günlerde Bulgaristan’ın Filipe şehrinde de güzel bir dersane-i Nuriye tutulmak üzeredir. Abdülkadir Efendi’nin gayret ve delaletiyle, Nurlar’dan on kadar risaleleri Arnavutça’ya tercüme etmeleri ve fedakar ve gayyur Muhammed Şaylan ve arkadaşlarının gayretleriyle Lillahilhamd, Trakya bir medrese-i Nuriye hüviyetini kazanmaktadır. Bu ve buna benzer samimi hizmet ve gayretlerden, Hz. Üstadımız’ın bir asır önce gazetelerde intişar eden şu hitabları ki;

“Ey evliya-i umûr! Tevfik isterseniz, kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız. Zira maruf umum enbiyanın memalik-i İslâmiye ve Osmaniyeden zuhuru, kader-i İlahînin bir işaret ve remzidir ki; bu memleket insanlarının makine-i tekemmülatının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri, ziya-yı İslâmiyet ile neşv ü nema bulacaktır.”

gibi beyanları Anadolu gibi Rumeli bostanında da sümbül vermeğe başladığının işareti olmuştur.

Bu sene yaz aylarında, Rusya’nın hizmet-i Nuriye mahallerini ziyaret eden kardeşlerimizin bir mektubunu yakında kardeşlere takdim edeceğiz. Önümüzdeki günlerde İstanbul’da yapılacak olan Beynel-milel Beşinci Bediüzzaman Sempozyumunun, inşaallah büyük hayırlara medar olmasını temenni ve niyaz ediyoruz.

ELHAMDÜLİLLAHİ HAZA MİN FADLİ RABBİ

 

Bir güneş doğuyordu Mekke ufuklarında

Tarih 20 Nisan 571.. Rebiulevvel ayının bir 12. gecesi… Pazartesi Sabaha doğru, henüz gün doğmadan bir güneş doğuyordu Mekke ufuklarından: Hz.Muhammed (s.a.v.).

Güneş doğunca nasıl zararlı mahluklar deliklerine girer, inlerine çekilir; O şanlı peygamberin teşrifleriyle de insanlığın canını yakan mal ve mülkünü yağma eden zalimler, zorbalar, haksızlar, hırsızlar inlerine çekildiler. Çünkü rahmet ve adalet güneşi doğmuştu artık. Çünkü zararlı yaratıkların, vahşi ve yabani varlıkların insanlık âleminde, medeniyet dünyasında yerleri yoktu, olmamalıydı.

Efendimizin dünyaya teşrifleri sırasında birtakım harikulâde olaylar meydana geldi: İran’ın merkezinde ateşe tapan mecusilerin, bin yıldan beri yanmakta olan ateşleri söndü. Yine İran’ın Medayin şehrindeki hükümdar sarayının ondört şerefesi yıkıldı. Save gölü yere battı. Suyu kurumuş olan Semave deresinin suları coştu, taştı. Kâbe’deki putlar yüzüstü yere düştü. Adetâ varlıklar şevkinden raksa kalktı, cezbeye tutuldu, cûş u huruşa geldi. Çünkü yıllardır hasretini çektikleri efendiler efendisi, yolunu gözledikleri şehinşah dünyaya teşrif ediyordu: Hz. Muhammed (a.s.v).

Hak yarattı alemi/ Aşkına Muhammed’in/ Ay ve Günü yarattı /Şevkine Muhammed’in

Ol dedi oldu alem/ Yazıldı levh u kalem /Okundu hatm-i Kelam Şanına Muhammed’in.

Varsın nasipsizler O’nu dinlemesin, tasdik etmesin. Bu olaylar Onu onaylıyor, kâinat onun gelişine alkış tutuyordu.

Niçindi bütün bunlar?

Ateş sönmesiyle, putlar devrilip yıkılmasıyla diyorlardı ki:

“Ey aklı gözüne inmiş maddeciler, mideciler! Biz mâbûd değiliz, mahlukuz, yaratılmışız. Hepimizin Rabbi Allah… Bundan sonra söz, Kur’an’ın ve Onu getiren Hz. Muhammed Mustafa’nın (a.s.) olacak. Yeryüzünde şirke, küfre, hurafeye, irticaya, haksızlık ve ahlaksızlığa yer kalmayacak.

Asr-ı Saadet” kitabının müellifi de bu olayları şöyle yorumlar: Hakikat şu ki yıkılan, Kisraların sarayı değil, bütün İran’ın saltanat ve ihtişamı, Bizansın satveti ve Çinin azameti idi. Sönen ateş, mecusilerin ateşlerinde parlayan alevleri değil, bütün dünyadaki küfür ve ilhad ateşi idi. Kuruyan şey, Sava gölü değil, putperestliğin tahakkümü, Zerdüştlüğün kuvveti, Hiristiyanlığın tağallübü idi.

Gerçekten öyle oldu. Hz. Peygamber büyük bir inkılab yaptı. Tarihin akışını değiştirdi. Cehenneme akan trafiğin yönünü cennete çevirdi.

Hz. PEYGAMBER DOĞMADAN ÖNCEKİ DÜNYA

Peygamberimiz gelmeden önce dünya âdeta bir hastahane, bir matemhane idi. Mevcudat birbirine ecnebi ve düşmandı. Cansız varlıklar birer cenaze, canlılar da ayrılık ve ölüm sillesiyle ağlayan yetimler gibiydi. Fetret devrini yaşayan yani 500 sene peygambersiz kalan insanlık alev alev yanıyordu.

İçki, kumar, hırsızlık, yalan, talan kasıp kavuruyordu âlemi… Yetimlerin, dulların ve güçsüzlerin malları elinden alınıyor, zengin, güzel kadınlar zorbalıkla kaçırılıyor, para kazanmak için çadırlar kurduruluyor içlerinde cariyelere fahişelik yaptırılıyordu.(3) Hatta iyi cinsten döl almak için karılarını başka erkeklere gönderen, namusunu kıskanmayan deyyuslar vardı. Nesilleri tüketen kan davaları durmak bilmiyor, geçindirememek bahanesiyle çocuklar öldürülüyor. Kız çocuğu doğurmak yüz karası sayılıyor. Kız çocukları diri diri gömülüp veya su kuyularına atılıyordu.

İşte böylesine rezil, böylesine zalim, böylesine sefil bir hayat sürüyordu İslâmiyet’ten önce.

Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) geldi. Açtı kollarını ve haykırdı: âdeta

Durun… Kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak, haykırsam kollarımı makas gibi açarak…” dedi.

Büyük mücadele, kurtarma harekâtı ve huzur operasyonu başlamıştı..

Ama kolay olmayacaktı. Mayısı, misk ü anber sanıp içinde hayat süren mayıs böcekleri gibi karanlıktan, zorbalıktan, küfür ve dalaletten hoşlanan karanlık güçler âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimize göz açtırmıyorlardı.

Yüzüne tükürük savurmaktan tutun, yoluna diken serinceye kadar, secdede iken boynuna hayvan bağırsaklarını koymaktan tutun, ayaklarını taşlatıp kanlar içinde bırakıncaya kadar işkencenin, yıldırmanın, hakaret ve istihzanın her türlüsünü Efendimize reva gördüler.

Ama o eşsiz ve emsalsiz insan, emsalsiz sabrıyla, hazık bir doktor edasıyla hastalarını tedavi etmeye devam etti. Her acıyı sinesine gömdü, her işkenceye göğüs gerdi. Allah’ın izniyle o kara tabloya bir sünger çekti. Zulmeti nura, anarşiyi huzura çevirdi. Kısaca: Bir güneş doğdu, kış bahar oldu.

Hz. PEYGAMBER’İN MÜDAHELESİNDEN SONRAKİ DÜNYA

Allah Resulü Efendimizi, âleme yepyeni bir bakış getirdi. Düşünceleri ıslah eyledi. İnsanları korkutmadı. Onları, ikna ederek inandırdı. Onun nuruyla dünya bir hastahane ve bir matemhane olmaktan çıktı. Bir mekteb ve bir zikirhaneye döndü. Birbirine yabancı ve düşman varlıklar birer dost ve kardeş halini aldı. Her cansız varlık birer cenaze değil, Allah’ın mûnis birer memuru itaatkâr birer hizmetkârı oldukları anlaşıldı. Ayrılık ve ölüm acısıyla ağlıyor sanılan canlılar ise birer zikreden zakir veya vazife paydosundan şükreden şakir suretine girdi. Asrına “Asr-ı Saadet” damgasını vurdu.

12 bin kişilik bir ordunun önünde muzaffer ve muvaffak bir kumandan olarak Mekke’ye girdi. Hem Kâbe’deki putları, hem de gönüllerdeki husumet ve kin putlarını temizledi.

Kendisini Mekke’den çıkaranları, azılı düşmanlarını affetti. Mekke’nin fethedildiği güne kadar müşrik ordularının komutanlığını yapan Ebu Süfyanı, Hz. Hamza’nın ciğerini çıkarttıran Ebu Süfyan’ın karısı Hindi ve Hz. Hamza’yı şehid eden Vahşî’yi affetti. Onlar da bu büyüklük karşısında dayanamayıp müslüman oldular. Bu ne büyüklük Allah’ım! Affıyla da düşmanlarını teslim alıyor, İslam’a girmelerini sağlıyordu.

Bu noktada da bütün insanlığa bilhassa müslümanlara örnek bir tablo bıraktı.

Çünkü zaman zaman biz, bırakın düşmanlarımızı affetmeyi, dostlarımızı bile affedemiyoruz.

Böylesine güzel ve müsbet bir ıslahatcı cihana gelmemiştir, bir daha da gelmeyecektir. Alman başbakanı prens Bismark’ın dediği gibi: “Alem senin gibisini bir defa görmüş, bir daha göremeyecektir ya Muhammed! Çağdaşın olup seni göremediğim için üzgünüm. Manevî huzurunda tam bir hürmetle eğiliyorum.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’ın hayatını tahlil edip inceleyen Büyük Mütefekkir şöyle diyor:

Şu asr-ı saadeti görmeyenlere Arap Yarımadası’nı gösteriyoruz. Haydi yüzlerce feylesoflarını alıp oraya gitsinler. Yüz sene çalışsınlar. Acaba Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bir senede yaptığı icraatın yüzde birini yapabilecekler mi?

Sigara gibi küçük bir alışkanlığı, küçük bir toplum da, büyük bir sultan, büyük bir güçle ancak kaldırabilir. Bazen kaldıramaz da. Halbuki şu zat (aleyhissalatu vesselam) geniş Arap Yarımadası’nda vahşi ve adetlerine körükörüne bağlı, inatçı birçok kavimlerin çirkin adet ve kötü alışkanlıklarını çok kısa zamanda kaldırarak hepsini güzel ahlakla donatıp tezyin eyledi. O vahşi toplumu bütün âleme öğretmen ve medeni milletlere üstad eyledi. Akılları, ruhları, nefisleri ve gönülleri fethedip kendisine bağladı. Gönüllerin sevgilisi, akılların öğretmeni, nefislerin eğitimcisi ve ruhların sultanı oldu.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Said Nursi Enstitüsü Bir İftihar Vesilesidir

Ayanoğlu, Münazarat Sempozyumu’nun çok başarılı olduğunu söyledi

Mardin Belediye Başkanı Av. Mehmet Beşir Ayanoğlu, Artuklu Üniversitesi’nde kurulacak olan “Risale-i Nur ve Said Nursi Ensitüsü”nü desteklediklerini bunun kendileri için “bir iftihar vesilesi” olacağını belirtti.

Başkan Ayanoğlu Münazarat Sempozyumu’nun çok başarılı olduğunu söyledi. Ayanaoğlu, “Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin özgürlük, hürriyet, adalet, eşitlik fikirleri, onun bu mücadeleye başladığı o günden bu ana kadar mücadelesini bu sempozyumda ete kemiğe bürünmüş halini gördük” dedi.

Bediüzzaman’ı “özgürlük savaşçısı” olarak tanımlayan Ayanoğlu, “Risaleleri yazdığı günden itibaren onun kardeşlik duygularını öne çıkarmasıyla ilgili düşünceleri bugün de çok önemli. Bunların nesiller boyunca aktarılması gerekiyor. En önemlisi de Said Nursi Hazretlerinin o özgürlük savaşçısı karakterinin baskın olduğu ve tek başına bu özgürlük mücadelesini devam ettiğini, dik durduğunu hiç bir zaman boyun eğmediğini kendi bedeninden, yaşantısından özgürlüğünü kısıtlamasında rağmen hiç bir zaman bu dik duruşundan taviz vermediğini görüyoruz. Erdemli bir hareket başlatmış” şeklinde konuştu.

RİSALE-İ NUR KUR’AN VE SÜNNETE DAYANIYOR

Risale-i Nurların Kur’an ve sünnete dayandığına dikkat çeken Ayanoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Kürt sorunun çözümünde de Bediüzzaman’ın önemli bir etkisi olacak. Onun kardeşlik fikirleri, daha önce de doğu ve güneydoğuda kurulması gereken üniversitlerle ilgili tavsiyeleri yerine geldi. Gerek Artuklu Üniversitesinden yapılan bu sempozyum gerek Van 100. Yıl Üniversitesindeki çalışmalar gerek diğer üniversitelerde yapılmış olan çalışmalar onun gelecekte o ideallerinin gerçekleştiğine ilişkin temel bir ipucuydu bizim için. Bu çalışmaları yapan arkadaşlara teşekkür ediyoruz. Onun öğretisi devam edecek. Bu öğreti zaten Kur’an ve sünnete dayanıyor. Çağın müçtehidi, müceddididir. İnsanların imanının korunması ihya edilmesi noktasındaki çalışmalarıdır. Mehmet Fırıncı abi bize bir şey anlattı. Said Nursi diyordu ki “bir insanın imanı kurtulacaksa ben cehennemde yanmaya hazırım.” Bu müthiş bir erdemli tavırdır. Bunu ihmal etmemek gerektir. Ben önemsiyorum bunu.”

ENSTİTÜ İÇİN ALLAH RAZI OLSUN

Artuklu Üniversitesi’nde kurulacak olan “Risale-i Nur ve Said Nursi Ensitüsü“nü desteklediklerini de vurgulayan Ayanoğlu, “Rektör Prof. Dr. Serdar Bedii Omay’ın üniversite bünyesinde kurulacağını söylediği Risale-i Nur ve Said Nursi Ensitüsü’nü destekliyoruz. Allah razı olsun. Böyle bir enstitü kurulursa bizim için bir iftihar vesilesi olur. Gelecek kuşaklara onun mirasının paylaşılması ve onun düşüncelerinin yayılması noktasında isabetli bir çalışma olur. Biz de yanındayız destekliyoruz” dedi.

Risale Haber