Etiket arşivi: risale haber

Arap Baharını Tetikleyen Alim

Risale Akademi, bize bir davet mektubu gönderdi. Mektupta, 1 Ekim 2011 Cumartesi Ankara-Kızılcahamam Asya Termal Tesislerinde “Münâzarât Ekseninde Milliyetçilik Fikri ve Demokrasi” konulu bir konferans tertiplendiği söyleniyor, bizim de bu konferansa bir tebliğle katılmamız isteniyordu.

Ben de bu nazik daveti memnuniyetle kabul ettim. Belirlenen günde ve mekânda hazır bulunarak tebliğimi sundum.

Böyle bir konferans düzenlemelerinden ve bizi davetlerinden dolayı başta Risale Akademi’ye, Akademik Araştırmalar Vakfına ve Risale Haber’e teşekkür eder, daha büyük ve güzel organizasyonlara imza atmalarını Ceneb-ı Hak’tan niyaz ederim. Program organizatörlerinin birleştirici, kucaklayıcı, olumlu, ılımlı, nazik, samimi, efendi, hürmetkâr olmaları ve bazı eksikliklere rağmen konferansın başarılı geçmesi bizi memnun eylemiştir.

Konferansta sunduğum tebliğimin başlığı şu idi: “1911 Tarihli “Kürt Reçetesi”nin Günümüz “Kürt Meselesi”yle İlgisi”. Şimdi o tebliğden bir özet siz sevgili okurlarıma arz etmek istiyorum:

Sadece Münâzarat’tan değil, Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şâmiye’sinden ve Nur Külliyat’ından da yola çıkarak, derim ki: Bediüzzaman, kıyamet öncesi son devrin imamı, müceddidi, görevlisi olması hasebiyle Sözleri’ni, eserlerini sadece yaşadığı günler için değil, gelecek günler, aylar, yıllar için kaleme almıştır.

Bu davet mektubundan sonra “Münâzarat”ı bir kere daha gözden geçirdim. Bildiklerimin ve inandıklarımın doğru çıktığını görmenin hazzını, sevincini yaşadım. Bir kere daha inandım ki Bediüzzaman’ın Münâzarat’ı ve Külliyat’ı sadece o günler için değil, bu günler ve yarınlar için yazılmış hattâ bir çoğu mânevî canipten yazdırılmıştır.

Bu sözlerimin aksini iddia edenleri, Risale-i Nur’u ve Münâzarat’ı objektif bir gözle, insaf ve vicdan gözlüğü ile okumaya davet ediyorum. Benim düşüncelerimin ve sözlerimin aynını düşünmez ve söylemezlerse ben bu sahadan çekileceğim.

Anayasa çalışmalarının yapıldığı bu günlerde Bediüzzaman’ın eserleri, özellikle Münâzarât’ı istifade edilmesi gereken eserlerin başında olmalıdır.

Gerek Münâzarât ve gerekse Nur Külliyatı’nın omurgasını teşkil eden ve Bediüzzaman’ın seksen küsür yıllık hayat felsefesini özetleyen iki cümlesi var:

Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba’-ı Kur’andır. Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.” (1)

Günümüz Türkçesiyle ifade edecek olursak:

Hasta bir çağın, hasta bir milletin, hasta bir organın reçetesi Kur’an’a uymaktır. Büyük ama bahtsız bir kıtanın, şanlı ama tali’siz bir devletin, değerli ama sahipsiz bir toplumun reçetesi İslâm birliğidir.

Bu iki cümle, Bediüzzaman’ın, günümüz problemleri için hazırladığı çözüm paketinin de bir özetidir.

Yukardaki cümlelerden ve 6000 sayfalık Nur Külliyat’ından de anlaşılıyor ki, Bediüzzaman, Kürt kavgası vermemiştir. İman ve Kur’an kavgası vermiştir. Bediüzzaman’ın talebelerinin çoğu Türk’lerdendir. Eğer o Kürt kavgası vermiş olsaydı, bu gün her kesimden ve her ırktan insanlar onun arkasına düşmeyeceklerdi.

Bediüzzaman’ın, Münâzarat’ı, Ekrad (Kürt) reçetesi olduğu gibi aynı zamanda Etrak (Türk) reçetesidir. Hattâ bütün ırkların reçetesidir. Reçete hasta olanlara verilir. Münâzarat Türk ve Kürtlerden ırkçılık hastalığına yakalanmış ve yakalanması muhtemel olanlar için yazılmıştır.

1911’lerde 100 sene sonraki boğuşmaları manevî bir sinema ile gören Bediüzzaman, Kürtlerin şahsında Türkler’e, Kürt’lere ve Arap’lara ders vermiştir. Kızım sana diyorum, gelinim sen anla” kabilinden. Onun için dedim ki, “Münâzarat” sadece kürt değil, aynı zaman da Türk, aynı zaman da Arap vs. milletlerin reçetesidir. “Sizin milliyetiniz İslamiyet’le mezc olmuş, kaynaşmış İslam milliyetidir.” demiştir. Ve yine demiştir ki: “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve imandır.” (2)

Bu reçeteyi yazan Üstad, milliyet fikrini inkâr etmez. Hatta onunla iftihar edileceğine bile dikkat çeker. (3) Ancak Bediüzzaman’ın bu iftiharı, herkesin anasıyla-babasıyla iftihar etmesi gibi bir iftihardır ki bu meşrudur. Yoksa kendi ana-babasını üstün görme uğruna başkasının ana-babasını inkâr, red ve tahkir iftiharı değildir.

Bir ailenin çocukları birbirinin aynı olmadığı halde, kardeştirler diye nasıl birbirini sevmekte, birbirlerinin meziyetleriyle iftihar etmekte, birbirlerinin imkânlarından yararlanmakta; aynen bunun gibi biz insanlık ve İslam ailesinin çocuklarıyız. Kardeşiz. Öyleyse neden birbirimizin meziyetleriyle iftihar etmeyelim? Neden birbirimizi sevmeyelim, neden birbirimizin imkânlarından yararlanmayalım, yararlandırmayalım?

Kubbeyi oluşturan taşlar, düşmemek için baş başa verirler. İslam binasını ve kubbesini ayakta tutmakla görevli olan ve bu şerefe layık görülen Türkler, Kürtler, Araplar ve bütün Müslümanlar bu taşlardan daha mı taş, daha mı aşağıdırlar ki düşmemek için baş başa vermezler, iç ve dış düşmanların işini kolaylaştırırlar?

Bediüzzaman’nın, talebelerinin çoğu Türklerdendir. Bediüzzaman, Müslümanlığının yanında Kürtlüğünü de öne sürseydi ve Kürt milliyetçiliği yapsaydı, bu gün onu canından çok seven ve ayrı ırka mensup olan Müslümanlar, onu bu kadar çok sevmeyeceklerdi.

Biz Kürd’ü Kürt olduğu için değil, Müslüman olduğu için, Türk’ü Türk olduğu için değil, Müslüman olduğu için severiz. Çünkü Yaradan’ın arzusu ve rızası bunu gerektirmekte ve bunu istemektedir. (4)

Peygamberimiz, nasıl Araplara değil de, âlemlere peygamber gönderilmişse, onun hakiki varislerinden biri olan Bediüzzaman da Kürtlere değil, Türk’lere ve bütün milletlere hizmet vermekle görevlendirilmiştir. Zâten Bediüzzaman da bundan başkasını yapmamıştır.

Bediüzzaman, Türklerin ve Kürtlerin üzerinde ittifak edebilecekleri bir odak noktadır. Bediüzzaman, barış elçisidir, barış köprüsüdür. Kürtler ve Türkler o noktada buluşmalı, o köprüden birbirlerine gidip gelmeli, onun mirasını paylaşmalı, onun eserleriyle dirilmeli, şahlanmalı, sulh ve sükûna, saadet ve selamete kavuşmalıdır. Onu bulan Türkler ve Kürtler zaten bundan başka bir şey de yapmamaktadırlar. Problem onu bulamamış olanlardadır!

1911’de söylenmiş şu cümleye dikkatlerinizi rica ediyorum:

Şu hayat, âlem-i İslâmdaki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek, umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı mânevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir.” (5)

İşte bir asır önceden bu günü görmek buna derler. Bin maşallah! Zâten Bediüzzaman’ın gündemde kalmasının ve sözlerinin eskimemesinin sebebi bu günü görerek konuşmuş olmasındandır. Allah o zat-ı muhtereme bu kuvveti ihsan ve ikram eylemiştir. Bu asrın etkili ve yetkililerine düşen, onun sözlerinden ilhamla günün problemlerini çözmek ve milleti rahata kavuşturmak olacaktır.

Başta Allah’ın lutfu, sonra din ricalinin ve dindar devlet ricalinin cesaretli, basiretli tavrı, milletimizin sağduyusu bir araya geldi. Bir asra yakın bir zamandır milletimizin üzerine bir kara bulut gibi çöken despot yönetimlerin, bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat kararlarının belini kırdı. Keser döndü, sap döndü, hesap döndü. Milletin kollarına vurulan kelepçeler, milleti kelepçeleyenlerin kollarına takıldı. Millet, özgürlüğüne kavuştu. Milletimiz derin bir nefes aldı. Maddeten ve manen güçlenen Türkiye Allah Teâlâ’ya hamdolsun bir bahar dönemine girdi.

Türkiye’nin bu bahar dönemi, Arap baharını tetikledi. Despot yönetimler yıkıldı, kalanlar da yıkılacak. Bana bu sözleri söyleten Bediüzzaman’ın en karanlık günlerde verdiği şu müjdedir: “Ümitvâr olunuz, şu istikbal inkılapları içinde en yüksek gür sadâ İslam’ın sadâsı olacaktır!” (6)

Daha da önemlisi, Bediüzzaman bundan yüz sen önce bu gün dünyanın kavuştuğu bahar döneminin ismini veriyor ve şöyle diyor: “Ne yapayım acele ettim, kışta geldim, sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır. (7)

Şimdi biz karşımızda o çiçekleri görüyoruz.

(Devam edecek)

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Nursi, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, s. 440

2-Nursi, Said, Münâzarat, 50

3-Bkz. Nursî, Said, Münâzarat, 16

4-Bkz. Hucurat, 49 /13

5-Nursî, Münâzarat,

6-Nursî, Siad, Sünûhat, 61

7-Nursî, Münâzarat, 39-40

İlahî Bir Proje: Namaz!

Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra da namazdır.” demiş Üstad-ı Muhterem. Bu sözü çok duyarız ve çok söyleriz. Söyleriz de hiç üzerinde durmayız; söyler geçeriz. Bu gün bunun üzerinde biraz duralım, düşünelim ve soralım:

Neden kâinatta en yüksek hakikat imandır ve imandan sonra namazdır?

Çünkü iman, inanmak demektir. Neye? Tabii ki her şeyden önce Allah’a. Çünkü her şeyin evveli O. O olmasaydı, yüzde yüz inandığımız ve gördüğümüz şeylerin hiç biri olmayacaktı. Onun için kâinatta en yüksek hakikat Ona inanmak olmuştur. Bu iman, bizi O’nu sevmeye ve saymaya mecbur eder. Çünkü gördüğümüz ve sevdiğimiz her şeyi bize veren O’dur. Bizim O’nu sevmemizin işareti de namazdır. Namazımız yoksa O’na sevgimiz yok demektir. O’na sevgimiz yoksa, imanımız zayıf veya yok demektir.

Cahiliye devrinin şairi Lebid’in âlimâne söylenmiş bir sözü var :

Küllü şeyin mahalallahu batıl / La muhalete likülli naîmin zail!

Yani, Allah’tan başka her şey batıldır; hiç şüphesiz her nimet, bir gün elden çıkıp gidecektir.” Yüce Rabbimizin: “Allah’ın zatından başka her şey helak olacaktır. Hüküm ve hâkimiyet, karar ve yetki ona aittir ve siz ancak Ona döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28 / 88) âyeti de bu hakikati haykırıp durmaktadır. Bu âyetten ilhamını alan Abdulbaki Gölpınarlı da:

Bezmimizde ecel sâkî / Oluruz Hakk’a mülakî

Değil baki, Abdulbaki / Hüve’l-baki Hüve’l-baki” mısralarıyla bu gerçeği kulaklarımıza fısıldamaktadır.

En yüksek hakikatin ikincisi olarak namazın seçilmesi, kulun Allah’a takdim edeceği görevler içinde en yüksek görevin namaz olması sebebiyledir. Tek ve yüksek hakikat Allah olduğu için, fena âleminde en yüksek hakikat da ona inanmak, sonra da ona inanmanın, onu sevmenin ve saymanın gereği, ifadesi ve isbatı olan namazı kılmaktır.

Namaz, ilahî bir projedir. Sonsuz ve sınırsız bir sevgiye layık olan Allah’a sevgimizi ve saygımızı, şükür ve teşekkürümüzü arz etmemiz lazım, ama acaba bu şükran ve sevgi nasıl olmalı ve nasıl takdim edilmeli? Diye düşünseydik, akil adamlar bir araya gelse, hep beraber çalışsalardı namazdan daha güzel bir “şükran projesi” ortaya koyamazlardı. Bu buluş ve proje karşısında aciz kalıyorum, hayran oluyorum. Namaz, Allah’a layık bir tazim ve şükran sembolü olarak ne muhteşem bir ibadet ve ne muazzam ve mükemmel bir projedir. Bu projenin mimarı Allah’tır. Allah emsalsiz olduğu gibi, eserleri, projeleri, gönderdiği son kitabı ve görevlendirdiği son elçisi de emsalsizdir.

Allah’a tazim ve şükran projesi, insana bırakılsaydı böylesine muhteşem, mükemmel ve muazzam bir sevgi, saygı ve şükran projesi bulmak asla mümkün olmayacaktı. Bu projeyi Cebrail’e Allah öğretmiş, Cebrail de, Allah’dan aldığı talimat gereği Hz. Peygamber’e projenin nasıl uygulanacağını yani namazın nasıl kılınacağını göstermiştir.

Namaz insan vücudunun bütün mafsallarıyla, eğilme ve bükülmeleriyle yapılan ve bütün eğilmelere ve bükülmelere uyan, uygulanan bir ibadettir. İnsanın kalbi ve bütün kalıbıyla kılınan bir ibadettir.

Namaz insana, insan namaza yakışmış. Varlıklar içerisinde boyu, şekli ve şemaili namaza uyan ve yakışan insandan başka bir varlık yok. Onun içindir ki namaz insanın işidir. Onun içindir ki namaz hayvanlara farz kılınmamıştır. Sadece insana farz kılınmıştır. Çünkü gerek aklı, gerek ruhu ve gerekse bedeniyle namaza en uygun, en çok yakışan odur.

İnsan, ilahî projeyi uyguluyor, namaz kılıyor. Namaz da insanı insan kılıyor. İnsanın bedenindeki mafsallar, eğilmeye, bükülmeye müsait durumlar insana rahat bir manevra imkânı veriyor ve bu rahatlık, tarif edilmez büyük bir nimettir. Her nimet bir iyiliktir, her iyilik bir teşekkür, bir şükür ister.

Ayakta durmak, bir nimettir. Namazdaki kıyam, onun teşekkürü ve şükrüdür. Belden eğilme ve bükülme bir nimettir, rükû onun teşekkürü ve şükrüdür. Yere başı koyabilmek bir nimettir. Secde onun şükrü ve teşekkürüdür. Oturma bir nimettir. Ka’de, onun şükrü ve teşekkürüdür. Ellerdeki, kollardaki, ayaklardaki mafsallar, rahat manevralar bir nimettir. Elleri tekbir için kaldırmak, el bağlamak, boğumlarıyla tesbih çekmek onların şükrü ve teşekkürüdür. Dilin konuşması, gözün görmesi, kulağın işitmesi bir nimettir, kıraat yani Kur’an’ı okumak, elhamdülillah diyebilmek, Allah’ın ayetlerini görmek ve dinlemek bir şükür ve teşekkürdür. Aklın inanma ve anlama aleti olması bir nimettir. Bu nimetin şükrü ise, inanmak ve anlamak, bu iman ve anlayışla namaz projesini uygulamak, varlıkların elleriyle gelen nimetlerin hakiki sahibinin ve sanatkârının Allah olduğunu idrak etmek, bu nimetlerin sahibine şükür ve teşekkürün farz olduğunu kabul ve ilan etmektir.

Bize kalsaydı, Allah’ın şanına layık bu mucize projeyi bulmamız ve Allah’a sunmamız mümkün olmayacaktı.

Namaza girerken iki elimizi kaldırıyor, iftitah tekbirini alıyoruz. İki elimizle iki dünyayı arkaya atıyoruz. Allahuekber demekle senin azamet ve rızan yanında dünyaların sözü mü olur Allahım, diyoruz. Namazımızın hedefine dünyaları değil, Allah’ı ve Allah’ın rızasını koyuyoruz. Ellerimizi önümüze bağlamakla kalbimiz ve kalıbımızla Ona bağlandığımızı gösteriyoruz. Sübhanekedeki “vebihamdik” ifadesiyle “benim hamdim seni övmeye, senin hakkın olan şükrü sana takdim etmeye yetmez. Ben seni senin hamdinle anıyorum, seni noksan sıfatlardan tenzih ediyorum.” diyorum.

Elhamdülillahi Rabbilâlemin” sözünle âlemlerle birlikte namaza duruyorum. Sen benim hamdime değil ya Rabbi, âlemlerin hamdine, övgüsüne layıksın, diyorum. Bütün varlıkların hamdini sana takdim ediyorum. Sen Rahmansın, sen Rahimsin. Bütün âlemleri şefkat ve merhametle terbiye etmektesin. Dünyanın ve ahretin sahibi, kıyamet ve hesap gününün yegâne hâkimisin. Kimseye haksızlık yapmazsın. Bütün varlıklarla sana ibadet eder, bütün varlıklar için senden yardım istiyoruz. Dosdoğru yola kavuşmak, dosdoğru yolda, dosdoğru yürümek için senden yardım dileniyoruz. Bizi razı olduğun yola, Kur’an yoluna, Habib’in yoluna, nimetlerinle sevindirdiklerinin yoluna kavuştur. Azıp sapmışların, azabına ve gazabına çarpılmışların yoluna değil. Âmîn: Dualarımızı kabul eyle Allahım, diyoruz

Bu ifadelerle günde kırk defa namazda okuduğumuz Fatiha’dan bir demet dua sundum. Hele benim sunduklarım Fatiha okyanusundan bir damla. Teşekkürün şekli, metni ve kompozisyonu bize Rabbimiz tarafından verilmeseydi, biz Ona layık hangi kelimeyi bulup ta hangi pozisyon, hangi metin ve kompozisyonla Ona hamdimizi, hürmet ve muhabbetimizi takdim edecektik?

Sonra Allahuekber diyerek rukûa gidiyorum. Bel büküyor, hürmet, hayret ve muhabbetle önünde eğiliyorum. Üç kere sübhane rabbiyelazim, diyorum. Ey azameti sonsuz Rabbim! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim! Diyerek önünde yalvarıyorum. Sonra semiallahulimen hamideh, diyerek doğruluyorum. Hamdlerimi işiten, niyazlarımı dinleyen ve halimi gören sensin, diyorum. Huzurun heybet ve mehabetine dayanamıyorum, Allahuekber diyerek düşüyorum, hürmet, hayret, muhabbet ve mehabetle secdeye kapanıyorum. En az üç kere Sübhane Rabbiyel’a’la, diyorum.

Ey yüceliği sonsuz Rabbim! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, diyerek tevazu ve mahviyetin aynı zamanda terakkinin doruk noktasına çıkıyor, hürmet, hayret, muhabbetle ezelî ve ebedî Sevgili’ye en yakın olduğum hali yaşıyor, Onunla beraber olmanın keyfini, sefasını sürüyorum. Allahu ekber diyerek kalkıyorum, Segili ile beraber olmaktan doymadığımın işareti olarak ikinci defa yine secdeye gidiyor, Sevgilinin sunduğu muhabbet badesini yudumluyorum. Allahuekber diyerek ikinci secdeden kalkıyorum.

Tahıyyatımla, herkesten herkese giden tahiyyeleri, tazimleri, selam ve hürmetleri, marifet ve hünerleri Allah’a takdim ediyorum. Bunların hepsinin sahibi sensin, diyorum. Allah’ın, Peygamberlerin ve velilerin tahiyyelerini ve dualarını Allah’a sunuyorum. Selamıma karşılık Allah’tan selam alıyorum. O an Allah’ın salıh kullarını düşünüyorum, bana gelen selamet ve saadete onlarında ortak olmasını Rabbimden diliyorum. Kelime-i şehadetle son nefesimizde Rabbimden hüsn-ü hatimeler istiyorum. Salli-bariklerle Peygamberimize salat ve selamlar, Rabbenâ âtînâ ve Rabbenağfirlî dualarıyla dünya ve ahirette kendime , ana-babama ve bütün mü’minlere iyilikler, güzellikler, af ve mağfiretler istiyorum. Sağ tarafımda peygamberler, sol tarafımda evliyalar kafilesini düşünerek sağa-sola selam veriyor ve namazı tamamlamış oluyorum.

Benim bu izahlarım, Allah’ın önümüze koyduğu namaz projesini anlatma iddiasından uzaktır. Bizim yaptığımız bu veciz, mu’ciz ve muhteşem projeye dikkat çekmektir. Allah’ın bu namaz projesi, aynı zamanda Adam olma projesidir. Kıyamda (ayakta) dururken Adem’in Arapçadaki elifini, rükua gittiğimizde, Âdem’in dal harfini, secdeye vardığımızda da, Âdem’in mim harfini yazmış oluyoruz. Böylece namaz, kıyamı, rükûu ve secdesiyle namaz kılanları adamlaştırmış oluyor. Allah Teala, projesini anlamaya, anlatmaya ve yaşamaya hepimizi muvaffak eylesin.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Allah Yakını Olmanın Yolu ve Ödülü

Kur’an, Allah’ın sözü, insanlığa gönderdiği son mesajı, son uyarısı, son çağrısıdır. Bu çağrıya kulak verenler, cennete gitmek üzere kalkmaya hazırlanan uçağa ve gemiye binmiş olacaklar. Kulak vermeyen ve uyarıları dikkate almayanlar ise, treni veya uçağı kaçırmış olacaklar, uzun mahşer yolculuğunda aç, susuz, sefil, sahipsiz ve araçsız kalacaklardır.

Namaz kılabilecek kadar Kur’an öğrenmek ve ezberlemek farz-ı ayindir. Kur’an’ın tamamını ezberlemek farz-ı kifayedir. Bir kısım insanlar Kur’an’ın tamamını ezberlerse Müslümanların tamamını sorumluluktan kurtarmış olurlar. Kur’an’ın tamamını hiç kimse ezberlemezse, bütün Müslümanlar günaha girmiş olur. Öyleyse:

1-Ya Kur’an’ın tamamını ezberleyeceksiniz, yani hafız olacaksınız;

2-Ya çocuğunuzu hafız yapacaksınız,

3-Ya da hafızlık yapanları, hafızlık yaptıran kurumları destekleyeceksiniz, yani Kur’an kursları açacaksınız, mevcut kursları geliştireceksiniz, güzelleştireceksiniz, modernleştireceksiniz ve yaşatacaksınız. Onların bekçisi, neferi ve hizmetkârı olacaksınız.

Bu yol insanı, Ehlullah yani Allah’ın ailesinden olmaya götürür. Ehlullah olmaya giden yolun:

Birinci basamağı, Kariu’l- Kur’an olmak. Yani Kur’an’ı usulüne göre yanlışsız okumak.

İkinci basamağı, hafizu’l-Kuran olmak. Yani Kur’an’ı usûlüne göre ezberlemek.

Üçüncü basamağı, hadimü’l-Kur’an olmak. Yani Kur’an’ın hizmetkârı olmak, Kur’an’ın okunduğu, okutulduğu kurumların inşasında, ihyasında rol almak, hizmetkâr gibi çalışmak.

Dördüncü basamağı, hamiyü’l-Kur’an olmak. Yani Kur’an okuyanları, okutanları, Kur’an kurslarını korumak, Kur’an kursları açanlara, onlara hizmet edenlere yardım etmek, onların işlerini, hizmetlerini kolaylaştırmak, geliştirmek.

Beşinci basamağı, ehlü’l-Kur’an olmak. Yani Kur’an’la konuşmak, konuşmasını Kur’an’la yapmak, Kur’an uzmanı olmak, Kur’an ahlakıyla ahlaklanmak, Onunla düşünmek, Onunla yaşamak, Onu yaşama biçimi olarak tercih etmek

Altıncı basamağı, ehlullah yani Allah ailesinden, Allah dost ve yakınlarından olmaktır. İlk beş basamak insanı işte bu noktaya çıkarır. Yani insanı Allah Teala’nın yakınları arasına sokar. Ki onlar Allah´tan başkasından ne korkarlar, ne bir şey beklerler. Herkes şahlardan, padişahlardan çekinirken padişahlar da onlardan çekinir ve onlara saygı duyarlar. Onların sohbetine devam ederler, ahirete ciddi çalışır, günahların tuzağına düşmekten kurtulurlar.

Mevlana’nın huzuruna bir hafız girince Mevlana hemen ayağa kalkmış, onu en üst köşeye oturtmuş, sonra da: “Kur’an’ı nasıl rahle ve kürsünün üzerine koyup hürmet gösteriyoruz Kur’an’ın lafzını ezberleyen hafızlar ve manasını ezberleyen alimler de öyle hürmet görmeli ve en üst noktaya oturtulmalıdırlar,” demiştir. Ve yine demiştir ki: “Kur’an ayetlerinin yazılı olduğu bir kâğıt, nasıl yerden kaldırılıyor ve ateşe layık görülmüyorsa, Kur’an ayetlerini ezberleyenler ve Kur’an ahlakıyla ahlaklananlar da böyle hürmete layık görülecek ve cehennemde yanmayacaklardır.

Hattâ Peygamberimizden gelen hadislere göre böyle hafızlara yakınlarından on tane cehennemliği cehennemden kurtarma hakkı verilecektir.

Kur’an ayetlerini ezberleyip te onlarla amel etmeyen, yani Kur’an’ın emir ve yasaklarına riayet etmeyen hafızlar için de: “Demek cevizleri iyi sayıyor ve koruyorlar ama kabuğun içindekilerden haberleri yok, yazık.” buyurmuştur.

Vehbi Karakaş / Demokrat Gebze

Hastalar Risalesi Finlandiya’ya Şifa Olacak

Bediüzzaman’ın “Sungur benim evlad-ı manevîyemdir” diyerek ‘Fena-Fil-Risale‘ iltifatına mazhar ettiği Mustafa Sungur, (Üstad’ın): “1948’de meşhur Afyon davası nedeniyle Bediüzzaman Said Nursî’nin tevkif edildiğinde tüm zor şartlar ve haksız muameleler karşısında ümidini hiç yitirmeden, kibrit kutularına gizlice El Hüccetüz-Zehra Risalesi’ni yazıp ‘İnşaallah bunu bir zaman Avrupa’da neşredeceğim’ dediğini aktarıyor anılarında. Bir gün Üstad’dan “Ben o bayramları görmeyeceğim, siz göreceksiniz” sözünü işitir Mustafa Sungur. “Hayır Üstad’ım siz de göreceksiniz” şeklinde mukabele eder. O da “Hayır. Ben görmeyeceğim. Sen evladım Sungur, gelir kabrimde o bayramları bana söylersin.” karşılığını verir.

Bediüzzaman’ın haberini verdiği vakit olsa gerek bu günler. Zira bizzat Üstad’ın manevî evladım dediği M.Sungur ile “İstanbul’un Hüsrev’i” dediği M. Fırıncı’nın duası ve himmetiyle aylardır süren hummalı çalışma netice verdi. Dünyadaki ilk Fince risale basıldı. 1946 senesinde Mustafa Sungur, Safranbolu’da genç bir muallim iken, oranın müftüsüne sorduğu soruda saklıydı sanki her şey. “Eskimolar var Sibirya’da, onların hali ne olacak? Onlara tebligat olmamış” demişti.

Sene 2011 ve Bediüzzaman’ın “Elbette, nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya manevî bir kıyamet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’an’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi, rû-yi zeminin geniş kıt’aları ve büyük hukûmetleri, Kur’an-ı Mucizu’l-Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh-u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında kat’iyen Kur’an’ın misli yoktur ve olamaz. Ve hiçbir şey bu mucize-i ekberin yerini tutamaz.” sözü hayat buldu.

Finlandiyalı eski bir gazeteci-çevirmen Heidi Denizhan’ın gayretleri meyvesini verdi. İntihar oranlarının yüksek olduğu, her türlü ahlâkî erozyonun yaşandığı, ateizmin ve çok ciddi varoluşsal sorunların insanları allak bullak ettiği Kuzey Avrupa coğrafyasının, aslen Asyalı olan ülkesi Finlandiya, Nur’ları çok sevdi.

Her şey 81 yaşlarındaki yaşlı akrabasına İngilizce Hastalar Risalesi’ni okumasıyla başlar. Kendisinde çeşitli kanser rahatsızlıkları, alzheimer ve romatizmal ağrılar bulunan yaşlı kadıncağız, risaleden o kadar feyiz alır ki ahirete dair varoluşsal kaygıları izale oluverir. “Demek ki Kur’an bu tarz şeylerden bahsediyormuş bilmiyordum.” der. Kadının fıtrat dinine yakınlaşması bu kitap ile gerçekleşir. Ancak alzheimerın tesiriyle aradan geçen bir haftada her şeyi unutur. Tekrar anlatırlar. Yaşlı kadın bu kez, “Fince bir eser olsa idi bu kadar unutmazdım.” arzusunu dile getirir. Allah bu vesileyle Heidi Hanım’ı bu yola sevk eder. İkinci sebep Heidi ve Emre Denizhan çiftinin sırayla vefat eden iki bebekleridir. Üzüntüden psikolojisi altüst olan ve depresyona giren Heidi Hanım’a kocası İngilizce Hastalar Risalesi’nden ‘Çocuk Taziyenamesi‘ni okur. O andan itibaren kaybettiklerine bakış açısı değişmiştir. Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) erkek evladı İbrahim’in vefatında, gözyaşı döktükten sonra ifade ettiği “Göz ağlar, kalb mahzûn olur. Biz, Rabb’imizin rızasına uygun olmayan söz söylemeyiz. Ey İbrahim, seni kaybetmekten dolayı hüzün içindeyiz.” ifadelerini bizzat yaşar. Fakat kadere isyan etmez.

Üstad Bediüzzaman’ın tavsiyeleri onu kendine getirir: “Aziz kardeşim, senin gibi müminlerin evladı vefat ettikleri vakit şöyle düşünmeli: Şu veled masumdur; onun Hâliki dahi Rahîm ve Kerîm’dir. Benim nâkıs terbiye ve şefkatime bedel, gayet kâmil olan inâyet ve rahmetine aldı. Dünyanın elemli musibetli, meşakkatli zindanından çıkarıp cennetü’l-firdevsine gönderdi. O çocuğa ne mutlu! Şu dünyada kalsaydı, kim bilir ne şekle girerdi! Onun için ben ona acımıyorum, bahtiyar biliyorum. Kaldı kendi nefsime ait menfaati için, kendime dahi acımıyorum, elîm müteessir olmuyorum. Çünkü dünyada kalsaydı, on senelik muvakkat (geçici) elemle karışık bir evlat muhabbeti temin edecekti. Eğer salih olsaydı, dünya işinde muktedir olsaydı, belki bana yardım edecekti. Fakat vefatıyla, ebedî cennette on milyon sene bana evlat muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçı hükmüne geçer” gibi ifadeler karşısında kendisini toparlar.

Hayra yorulan rüyalar

Karı-koca bazen evden hiç çıkmayarak çeviri işine yoğunlaşır. Bir iki sayfayı çeviri yaptıktan sonra okuduklarında, Heidi Denizhan’ın kaç defa bunu kendisinin yazdığına inanamadığını anlatıyor Emre Bey. Biraz tercüme yapınca bunu Finli insanlara okuyup tepkilerini ölçerler. Müsbet netice aldıkça daha bir aşkla yola revan olurlar. Günler haftaları, haftalar ayları kovalar. Heidi Hanım’ın da bazı rahatsızlıkları vardır. Hastalar Risalesi derdine derman olur. O günlerde bir rüyasında Hira Mağarası’nı ve etrafında yüzlerce göl bulunduğunu görür. Malum Finlandiya, irili ufaklı 300 bin gölü olan bir ülke. Rüyası hayra yorulur. Daha bir istekle çeviriye devam eder. Eşi Emre Bey ise tam kitabın bitme aşamasında bir rüya görür. O da Hira Mağarası’na elinde bir tepsi ile girdiğini görür. Artık iyice heyecanlanırlar. Adeta karı-koca, Hasan Feyzi (ra) gibi, “Bir zerrecik olsun bulayım.” deyip ararken, Feyzi’nin “Düştüm yine derya gibi bir Nur’a bugün ben.” ifadelerini bizzat yaşamaktadır.

Son tashihatı da yaptıktan sonra kitap baskıya yollanacağı sırada, Heidi Hanım dışarıda sarhoş bir serseri tarafından -hiçbir sebep yok iken- darp edilir. O günlerde rahatsızlıklarından dolayı günlük çeviri mesaisini azaltmıştır. O sebepten bir şefkat tokadı yediğini düşünür. İlahî bir uyarı olarak yorumlar elim hadiseyi. Hastaneye kaldırılır. Tedavi altında iken özel doktoru ve diğer hekimlere yazdıkları Hastalar Risalesi’ni anlatırlar. Allah’ın kendilerini oraya sevk ettiklerini düşünmeye başlamışlardır artık. Doktorlardan bir tanesinin ciddi bunalım içinde olduğunu ve 10 gün öncesine kadar intiharı düşündüğünü öğrenirler. Elinde Hastalar Risalesi olan hastamız, doktoruna reçete verir gibi onun yaralarını sarmaya başlar. Doktor alır ve bir çırpıda okur. Ardından “Madem böyle eserleriniz var, insanlarımıza neden vermiyorsunuz?” diyerek çıkışır hastasına. Hastanedeki doktor ve hemşirelere kitap okutulur bu vesileyle. Ortak kanaat, risalenin dinî bir kaynak olmadığı ve tüm dünya insanlarına hitap eden evrensel bir dili olduğu yönündedir.

Okuyan insanların hemen hepsinin kanaatleri müsbet olunca son kontroller yapılır. Finlandiya’nın ünlü dil bilimci bir profesörü kitabı inceler. Nihayet mutlu bekleyiş sona erer ve Hastalar Risalesi, ‘Viesti Sairaille‘ (Hastalara Mesajlar) isminde kitapçık olarak basılır.

Hıristiyan bir vakıf hastanesinin yaşlılar bakımhanesinde çalışan Ahmet Kul, Hastalar Risalesi’ni alarak, vakfın yöneticilerine kitabı götürüp okumaya karar verir. Yaşlıların sıkıntılar içerisinde olduğunu anlatan Kul, bu eserin çok faydalı olacağını düşünüyor. Emre ve Heidi çifti şimdi oradan gelecek müsbet neticeyi bekliyor. Emre Bey’in bir arkadaşı da risaleyi alarak tanıdığı restoran sahibi Muhittin Tosun Bey’e götürür. Tosun’un eşi Teija Hanım’ın Finlandiyalı ve tahsilli olduğunu öğreniyoruz. İlk olarak başlarından geçen enteresan bir hadiseyi paylaşıyorlar bizimle. Dört yıl evlerinde bir cins tavşan beslerler. Evin bireyi haline gelir ‘uzun kulak’. Bir gün tavşan bir hastalığa yakalanıp felç olur. Veteriner, “Fazla acı çekmesin, öldürelim.” der. Fakat bayan bunu kabul etmez. Alır eve getirir. Aylarca ona bakarak her türlü ilgiyi gösterir. Kucağında uyutur. Yemek yedirir, su içirir. Bir gün eşinin seccadesini alarak tavşanı içine sarar. Muhittin Bey, eve geldiğinde seccadeye sarılı tavşanı görünce biraz morali bozulur. Ama hanımının verdiği cevap üzerine ne diyeceğini bilemez: “Sen burada namaz kılıp dualar ediyorsun. Bu seccadede tesir olacağını düşündüm ve tavşanımı onunla sardım sarmaladım.” Tavşan, mucizevî bir şekilde düzelmeye başlar. Ve tam iki yıl daha sağlıklı olarak yaşar.

Tosun çifti, inancın ve duanın hastalara pozitif etkisini bizzat görür bu vesileyle. Hastalar Risalesi’nin Fincesi Teija Tosun’a hediye edilince çok etkilenir. Evinin her duvarı kitapla dolu olduğu ifade edilen ve hayatı boyunca kitaptan başını kaldırmayan birisi olarak, Hastalar Risalesi’ni okumaya başlayınca daha ilk sayfadaki “Ey biçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, belki bir nevi dermandır. Çünkü ömür bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hem rahat ve gafletle olsa, pek çabuk gidiyor. Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedar ediyor.” ifadeleri karşısında şoke olur. Bir an duraklar. Bugüne kadar okuduklarından farklı gelmiştir. Ve hemen bir solukta kitabı bitirir. Daha sonra eline kâğıt kalemi alarak eseri tekrar okumaya başlar. Notlar alır. Eşi Muhittin Bey’in ifadesine göre hayatı boyunca kitap okuyan ve bitirince bir kenara koyan eşinin bu davranışı çok anormaldir. Ama asıl şaşkınlığı kitabı hediye eden kişi Abdurrahim Salih yaşar. Hanımefendinin birçok rahatsızlığı bulunduğunu daha sonra öğrenir. İhtiyaca binaen bir ihsan-ı İlahî olduğunu anlar bu hadisenin.

23. SÖZ VE KÜÇÜK SÖZLER DE ÇEVRİLİYOR

Heidi Hanım’ın arkadaşı Katarina, Finlandiya’da tanınan bir yayınevinde çalışmaktadır. Bir gün karşılaşırlar. Ve Hastalar Risalesi projesini duyar. Yayınevinde meseleyi gündeme getirir. Ardından Heidi ile bu kitap üzerinden anlaşma yapmak istediklerini ve tüm Finlandiya’daki kitapçılara kitabı dağıtabileceklerini teklif ederler. Heidi-Emre çifti, hızlı gelişen süreç karşısında şaşırır ve şükrünü nasıl ifa edeceklerini bilemezler. Büyük sevinç yaşayan çift, bugünlerde yayınevi ile bir anlaşma sağlanacağını umuyorlar.

Emre Bey, risaleyi kilise müdavimlerinden Christian adlı bir kişiye okutur ve kanaatlerini söylemesini ister. Bay Christian, kitap karşısında ne diyeceğini bilemez ve “Bu kitap herhangi bir dine mensup değil. Bu kitap dünyadaki tüm insanlara hitap ediyor. Her hastaneye ve her kiliseye vermelisiniz bu kitaptan. Her doktor bu kitabı okumalı.” der.

Emre-Heidi çifti, şu sıralar 23. Söz ve Küçük Sözler’i çeviriyor. Bu hummalı çalışmanın aksamadan devam etmesi için “Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hadimleriyle çok uğraşır.” sözünden hareketle çok duaya ihtiyaçları olduğunu söylüyorlar bizlere. Emre Denizhan’a daha ne kadar süre Finlandiya’da kalacaklarını ve Türkiye’ye dönüş yapıp yapmayacaklarını soruyoruz. Verdiği cevap, en az anlattığı olaylar kadar bizi etkiliyor: “Benim için Türkiye sayfası kapanmıştır. Allah’ın izniyle buradan ayrılmayacağım ve vefatım da burada olacak. Önümüzde çok işlerimiz var. Buradaki insanlara faydalı olmak istiyoruz. ‘Yaratılanı seviyoruz Yaradan’dan ötürü’ düsturunca bu ülkedeki insanların elinden tutabilirsek ne mutlu bize. Şimdi internet sitemizi açtık (www.risaleinur.fi) ve pdf olarak kitabımızı yayına verdik. Yaşadığımız bu topluma faydalı olacak şekilde master ve doktora çalışmalarına ilham vereceğine çok inanıyorum bu eserlerin. Toplumbilimcilerin, bu eserlerden reçeteler sunması vakti çok yakındır. ‘Tevhid Güneşi doğmuş; yağmadır, alan alsın!’

Risale Haber

Namazları Birleştirme (Cem) Hangi Durumlarda Olur?

Bu­nu cem-i sa­lâ­teyn ya­ni iki vak­tin na­ma­zı­nı bir va­kit­te bir­leş­ti­re­rek kıl­ma şek­lin­de de ta­rif ede­bi­li­riz. Ha­ne­fî hu­kuk­çu­la­rı bu­nu, sa­de­ce hac iba­de­ti­ni ya­par­ken Ara­fat’ta ve Müz­de­li­fe’de ca­iz gör­müş­ler­dir. Ara­fat’ta iken öğ­le ile ikin­di, öğ­le vak­tin­de kı­lı­nır. Bu­na cem’i tak­dim de­nir, Müz­de­li­fe’de iken de ak­şam ile yat­sı, yat­sı vak­tin­de bir­leş­ti­ri­le­rek kı­lı­nır. Bu­na da cem’i te­hir de­nir. Şa­fi­ile­re gö­re sa­de­ce yol­cu­luk­ta her iki­si de ca­iz­ken; şid­det­li yağ­mur, şid­det­li kar ve buz yağ­mu­ru gi­bi du­rum­lar­da sa­de­ce cem’i tak­dim ca­iz gö­rül­müş­tür. Bu iki mez­he­be gö­re bu se­bep­le­rin dı­şın­da hiç­bir se­bep, iş­çi­nin du­ru­mu da da­hil, na­maz­la­rın bir­leş­ti­ril­me­si için ye­ter­li se­bep gö­rül­me­miş­tir. Sa­de­ce Han­be­lî Mez­he­bin­de fark­lı ve mü­sa­ma­ha­lı bir yak­la­şım gö­ze çarp­mak­ta­dır. Bun­la­ra gö­re:

1-Yol­cu­lar, 2-Na­ma­zı bir­leş­tir­me­di­ği tak­dir­de me­şak­kat çe­ke­cek olan has­ta­lar, 3-Em­zik­li ka­dın­lar, 4-İdrarını tu­ta­ma­yan şa­hıs­lar, 5-Her na­maz için ab­dest al­mak­tan ve­ya te­yem­müm et­mek­ten âciz olan düş­kün­ler, 6-Yer al­tın­da ya­şa­yan ve­ya ça­lı­şan­lar­la, 7-Kör­ler gi­bi vak­ti bil­mek­ten âciz olan­lar. 8-Kı­sa­ca ca­nın­dan, ma­lın­dan ve ır­zın­dan do­la­yı kor­ku için­de bu­lu­nan­lar ve de na­ma­zı bir­leş­ti­re­rek kıl­ma­dı­ğı tak­dir­de ge­çi­mi­ne za­rar gel­me­sin­den kor­kan­lar, öğ­le na­ma­zı ile ikin­di na­ma­zı­nı ve­ya ak­şam na­ma­zı ile yat­sı na­ma­zı­nı, cem’i tak­dim ve­ya cem’i te­hir şek­lin­de bir­leş­ti­re­rek kı­la­bi­le­cek­ler­dir.

Ha­ne­fî hu­kuk­çu­la­rı­na gö­re, iki na­ma­zın bir­leş­ti­ril­me­si her ne ka­dar hac­cın dı­şın­da ca­iz gö­rül­me­miş ise de, yi­ne on­la­ra gö­re za­ru­ret anın­da di­ğer mez­hep­ler­den bi­ri­ni, o mez­hep­le­rin öngör­dü­ğü şart­la­ra uya­rak tak­lit ede­bi­lir­ler. Ya­ni iş­çi ve me­mur­lar, na­ma­zı yü­zün­den işin­den atıl­ma gi­bi bir sı­kın­tı ile kar­şı kar­şı­ya ise­ler, Han­be­lî Mez­he­bi­nin yu­kar­da ge­çen fet­va­sın­dan is­ti­fa­de ede­bi­lir­ler.[i] Bütün bütün namazdan uzak kalmaktansa ve namazlarını kazaya bırakmaktansa mezheplerin bu kolaylığından istifade ederek ibadetlerini ifa etmenin huzurunu yaşayabilirler. Bu birleştirmenin şekli de şöyle olacaktır:

Ya öğle namazının farzı ile, ikindi namazının farzı birleştirilir ikindide, veya öğlede kılınır; ya da akşam ile yatsının farzı birleştirilir, akşam namazında; veya akşam ile yatsının farzı birleştirilir, yatsı namazında kılınır. Hatta vitir de. Bu birleştirilen farzların arasına sünnet namazı sokulmadan, peşpeşe kılınırlar. Şafiilerdeki bu kolaylıktan Hanefi mezhebindekiler de onları takliden yararlanabilirler. Hanefilerde bu cem meselesi, sadece Arafat ve Müzdelife’de geçerlidir. Hanefilerin, bu kolaylıktan yararlanması ancak Şafii mezhebini taklid ederek mümkün olacaktır. Yolda namazı kazaya bırakmaktansa Şafiiyi taklid ederek cem etmenin daha uygun olacağını söyleyen Hanefi âlimlerimiz de vardır.[1]

Beş vakti üç vakitte kılma meselesinin iç yüzü budur. Bu fetvayı bütün zaman ve mekânlara ve herkese tahsis ve teşmil etmek, cinayettir. Dini sulandırmadır ve ateşle oynamadır. İlahiyatçılar ve ilim erbabı şüphe ve tereddütlere sevk eden ifade ve açıklamalardan uzak durmalı, şüphe ve tereddütlerden kurtaran açıklamaları esas almalıdırlar.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

[1] Bkz. KARAKAŞ, Vehbi, Namaza Nasıl Başlanır, Nun Yayınları, s. 152

[i] Bkz. KARAKAŞ, Vehbi, Nasıl Namaz, Timaş Yayınları, 92-93