Etiket arşivi: Selçuk Eskiçubuk

Bediüzzaman’ın Gözünde “Cumhuriyet”

Cumhuriyet; egemenlik hakkının belli bir aile veya kişi elinde olmadığı, halkın özgür seçimle idarecilerini işbaşına getirdiği bir rejimin adıdır.

Bediüzzaman; Padişahlık, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini yaşamış bir din alimidir. Yaşadığı bütün zaman dilimlerinde her zaman islamiyetin  gösterdiği doğruların yanında, yanlışların karşısında olmuştur. O,İstibdatın karşısında Meşrutiyetçidir, hürriyet taraftarıdır. Tek adama dayanan idari sistemlere hayatı boyunca karşı olmuş ve bunu da açıkça ifade etmiştir.:

*”Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki, (HAŞİYE-1 O zaman Meşrutiyet; şimdi o kelime yerine Cumhuriyet konulmuş.) adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir.  (İlk dönem eserleri)”

Bir zamanlar tek parti ve tek adama dayanan bazı ülkelerdeki otoriter rejimler kendilerine Cumhuriyet adını verdiler. Mesela Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Libya Sosyalist Halk Cemahiriyesi ve İran İslam cumhuriyeti gibi. Ülkemizde 1923 yılında ilan edilen Cumhuriyet rejimi de taşıdığı özellikler bakımından uzun yıllar bunlarla benzerlikler göstermiştir.1923 yılından 1946 yılına kadar tek partili rejimin adı olmuştur. Çok partili sisteme geçişe 23 yıl boyunca izin verilmemiştir. Buna izin verilen çok partili dönemlerdeki ise askeri ve bürokratik vesayet, Cumhuriyeti koruma ve kollama adına yaptıkları ihtilallerle halkın seçtiklerine engel olmuş, hatta özel mahkemelerle seçilmişler idama göndermişleridir. Bir de bu dönemde muhalifleri sindiren “İstiklal mahkemeleri” de unutulmamalıdır.

Bediüzzaman’ın da bir Cumhuriyet anlayışı vardır. Bu konudaki fikri de gizli değil, çok açıktır. O, “dindar bir Cumhuriyetçi”dir. Çünkü dört Halife ona göre; hem halifedir hem de cumhurun yani halkın reisidir. O, manasız bir isim ve resim taşıyan rejimden yana değildir.

*”Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış, resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve lâtif bir vakıa-i müdafaayı beyan ediyorum.

Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”

Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.”

Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.”

Cevaben diyordum: “Hulefâ-i Râşidîn, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.” (Tarihçe-i Hayat)

Bediüzzaman’ın Cumhuriyet anlayışı ülkeyi tek adam anlayışı ile yönetmek isteyen laik Cumhuriyet anlayışı ile tabi ki örtüşmedi, o da siyasi hayattan koparak kendi başına yaşamak gayesiyle 17 Nisan 1923 de Ankara’dan ayrılıp Van’a hareket etti. Ama buradaki yaşamı ancak 3 yıla yakın sürdü. 1926 yılında patlayan Şeyh Said isyanı bahane edilerek oradan alınıp 1954 yılına kadar sürecek çeşitli hapis, sürgün ve mahkemelerle dolu eziyetli bir hayata mahkum edildi ve “Dindar bir Cumhuriyetçi” olmanın bedeli ona ve talebelerine fazlasıyla ödetildi.

Hapishaneler ve sürgünler ona Medrese-i Yusufiye oldu, o da eserlerini yazmaya başladı.1911 ve 1912 yıllarında yazılan (Kızıl İcaz, Muhakemât, Münazarât, Hutbe-i Şamiye,  Deva-ül Yeis, Teşhis-i İllet, Divanı HarbiÖrfî ve Nutuklar) ile Birinci Cihan Harbi esnasında da yazılan ”İşarât-ül İ’câz” adlı eseri   dışındaki bütün Risale-i Nur’lar Cumhuriyet döneminde yazıldı. Laik cumhuriyetin zulümleri ona bu eserleri yazma kapısını açtı. Çıkarıldığı mahkemeler aslında ona fikirlerini anlatacak bir kürsü oldu ve o da Risale-i Nurlar’ı anlattı, kendi fikirlerini müdafaa etti. Cumhuriyetin, ilmi ve fikri hareketleri koruması altına alması gerektiğini, asayişe yani kamu düzenine karışmayan hareketlere baskı uygulanamayacağını söyledi. Çünkü Cumhuriyet ona göre özgürlüktü. Bir ülkede bütün fertlerin aynı kanaatte olması beklenemez, bu rejimde çoğulculuk esastı. Laik Cumhuriyet; dini dünyadan ayıran esaslar üzerine kuruluydu, asla dini reddeden ve dinsiz olmaya zorlayan bir rejim değildi. Laik Cumhuriyet savunucuları da dinsiz değildi.

*“Madem hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir. Ve madem hükûmet ise, cumhuriyetin en serbest suretini kabul etmiştir. Elbette, hakikî ve kat’î ve reddedilmez kanaat-i ilmiyeyi ve efkâr-ı saibeyi âsâyişe dokunmamak şartıyla, cumhuriyetin hürriyeti, o hürriyet-i ilmiyeyi istibdat altına alamaz ve onu bir suç tanımaz. Evet, dünyada hiçbir hükûmet var mıdır ki, bütün milleti bir tek kanaat-i siyasiyede bulunsun? Haydi—farz-ı muhal olarak—ben, perde altında kendi kendime kanaat-i siyasiyemi yazmışım ve bir kısım has dostlarıma göstermişim; bunda suç var diyen kanunları işitmemişim. Halbuki Risale-i Nur, iman nurundan bahseder; siyaset zulmetine sukut etmemiş ve tenezzül etmez.

Eğer faraza, lâik cumhuriyetin mahiyetini bilmeyen bir dinsiz dese: “Senin risalelerin, kuvvetli bir dinî cereyan veriyor, lâdinî cumhuriyetin prensiplerine muaraza ediyor.” 

Elcevap: Hükûmetin lâik cumhuriyeti, dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa, hiçbir hatıra gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu, gayet ahmak bir dinsiz kabul eder. Evet, dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi, Türk milleti misillü bütün asırlarda mümtaz olarak, bütün aktar-ı cihanda ve nerede Türk varsa Müslümandır. (Tarihçe-i Hayat)

O yaşadığı dönemdeki hükümet erkanını,  kaymakamları, valileri, savcı ve hakimleri yazdıkları mektuplarla veya mahkemedeki savunmalarıyla uyarır. Adalet, kanun ve asayiş namına, yazmış olduğu Kur’anın imani ayetlerini esas alan Risale- i Nur adı verilen tefsirine, dini ve ilimi eserlerine yasaklar getirilmemesini ister.

*”Madem, hükûmet-i cumhuriye, cumhuriyetteki hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor. Elbette, dindarlara ve takvâcılara da ilişmemek gerektir. Ve madem dinsiz bir millet yaşamaz ve Asya din noktasında Avrupa’ya benzemez ve İslâmiyet, hayat-ı şahsiye ve uhreviye cihetinde Hıristiyanlığa uymaz ve dinsiz bir Müslüman başka dinsizler gibi olmaz. Ve bu bin seneden beri dünyayı diyanetiyle ışıklandıran ve bütün dünyanın tehacümatına karşı salâbet-i diniyesini kahramanâne müdafaa eden bu vatandaki milletin bir ihtiyac-ı fıtrîsi hükmüne geçen diyanet, salâhat ve bilhassa iman hakikatlerinin öğrenmesi yerlerine hiçbir terakkiyat, hiçbir medeniyet tutamaz. Ve o ihtiyacı onlara unutturamaz. Elbette bu vatandaki millete hükmeden bir hükûmet, Risale-i Nur’a adalet ve kanun ve âsâyiş cihetinde ilişemez ve iliştirmemeli. (Şualar)

Ülkemizde bugün cumhuriyetin 92. yıldönümünü kutluyoruz. Kuruluşundan bugüne kadar Cumhuriyetimiz çok aşamalar yaşadı. Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” kitabında anlattığı sofralardan, “Cumhurbaşkanlığı sofrası”na kadar bir dizi değişim yaşandı. Aydınlar, akil insanlar, sanatçılar, muhtarlar ve her ilden seçilmiş halkın temsilcileri, bizzat halk tarafından seçilen cumhurbaşkanlarıyla buluştular. Cumhuriyet bayram kutlamaları da sivilleşti. Halkın seçtikleri üzerinden vesayetler de kaldırıldı.

Cumhuriyet ve Demokrasinin kazanımlarını iyi bilelim. Bugünlere kolay gelinmedi, halk çok bedel ödedi, öyleyse:

Yaşasın Cumhuriyet!

Yaşasın çok partili Demokrasi!

Yaşasın halkın bizzat katıldığı Cumhurbaşkanlığı seçimleri!

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Bediüzzaman’ın Gözünde “İslami Semboller”in Önemi!

Bir Ramazana daha kavuştuk. 18 Haziran’da oruç için ilk sahura kalkıldı, iftarlarla oruçlar açıldı ve yatsıyla beraber teravihler kılındı. Minareler arasında mahyalar yandı. Bambaşka manevi bir atmosfere girdik. Ve tutulan oruçlar 30 günün sonunda Bayramla taç giyecek, sonra da Hac mevsiminin gelmesi ve Kurban Bayramı beklenecek.

Oruç adı verilen ibadet, sağlığı yerinde her Müslüman için İslamın 5 farzından birisidir, hem de o, İslamın şeair adı verilen sembollerinden biridir. Bundan başka İslamda başka semboller de vardır.

*Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır. (MEKTUBAT, 29.Mektup)

Semboller tarih boyunca var olmuştur. Her dinin, devletin veya mesleğin kendine özgü sembolleri vardır. Bayraklar da milletler için birer semboldür. Onlar için özel anlamları vardır. Hıristiyanlıkta çan, Yahudilikte boru ve Mecusilikte ateş onlara özgü sembollerdir.

İslamiyet’te de “Şeair” adı verilen semboller, sembol sözcükler, yapılar ve davranışlar vardır. Toplumlar tarafından benimsenmiş ve hayatlarının parçası olmuş bu sembolleri değiştirmeye kimsenin hakkı da yoktur.

İslamdaki bu semboller bilgili bir hocanın öğrencilere verdiği fayda kadar değerlidir. Çünkü İslamın ruhu ve nuru onların içindedir, bakanlara onları açıkça gösterir. Asırlar geçse de o zamanın aynen devam ettiğini anlatır. İslamın tatlı suyu, sanki mabetlerin içinde katılaşmış birer imani sütun gibi durmaktadır.

*Herbir şeâir bir hoca-i dânâdır; ruh-u İslâmı dâim enzâra ders veriyor. Mürûr-u a’sâr ile sebeb-i istimrâr-ı zaman;

Güyâ tecessüm etmiş, envar-ı İslâmiyet, şeâiri içinde. Güyâ tasallüb etmiş, zülâl-i İslâmiyet, maâbidi içinde. Birer sütun-u imân. (SÖZLER, Lemaat)

İslamdaki bu semboller Allah’ı ve Dini, her an Müslümanlara anlattığı gibi Müslüman olmayanların da dikkatini, merakını ve ilgisini çekerler. Onları İslamiyeti araştırmaya yöneltirler. Bunların bir kısmı Oruç ve Hac gibi farz olabildiği gibi, bir kısmı da sünnettir. Mesela Arapça Ezan ve Hutbe okumak, namazda sarık sarmak ve camilere minare yapmak sünnet olan sembollerdir.”

*Nasıl “hukuk-u şahsiye” ve bir nevi hukukullah sayılan “hukuk-u umumiye” namıyla iki nevi hukuk var. Öyle de, mesâil-i şer’iyede bir kısım mesâil, eşhâsa taallûk eder; bir kısım umuma, umumiyet itibarıyla taallûk eder ki, onlara “şeâir-i İslâmiye” tabir edilir. Bu şeâirin umuma taallûku cihetiyle, umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa, onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeâirin en cüz’îsi (sünnet kabilinden bir meselesi) en büyük bir mesele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum Âlem-i İslâma taallûk ettiği gibi, Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler, düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa titresinler!(29.Mektup)

Mesela Arapça ezan okunması, Asr-ı Saadetten beri bütün İslam dünyasında uygulanmıştır. Ezan, içindeki sözcüklerle Allah’ın yüceliğini, Hz. Peygamber’in şanını ilan eder. İlahi ve tevhidi bu anlamıyla İslamın bir sembolüdür. Ancak bizim ülkemizde, Cumhuriyetle beraber ezan ve salalar kanun zoruyla halkın arzusu olmadığı halde 18 yıl boyunca Türkçe olarak (1932-1950 arası)  zorla okutulmuştur. ”Allahuekber” in Arapça dilindeki manevi ritmi ve ruhları etkileyen musiki etkisi yerine, ruhsuz bir sözcük olan “Tanrı uludur” sözleri ile Allah’ın Rububiyeti ve Ulûhiyetinin üstü örtülmeye çalışılmıştır.

*Mesâil-i şeriattan bir kısmına “taabbüdî” denilir, aklın muhakemesine bağlı değildir, emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir.

Bir kısmına “mâkulü’l-mânâ” tabir edilir. Yani, bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebep ve illet değil. Çünkü hakikî illet, emir ve nehy-i İlâhîdir.

Şeâirin taabbüdî kısmı, hikmet ve maslahat onu tağyir edemez. Taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor; ona ilişilmez. Yüz bin maslahat gelse onu tağyir edemez. Öyle de, “Şeâirin faydası yalnız malûm mesâlihtir” denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faydası olabilir.

Meselâ, biri dese, “Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır. Şu hâlde bir tüfek atmak kâfidir.” Halbuki, o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezâniye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi o maslahatı verse, acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahâlisi namına, hilkat-i kâinatın netice-i uzmâsı ve nev-i beşerin netice-i hilkati olan ilân-ı tevhid ve rububiyet-i İlâhiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak? (MEKTUBAT, 29.Mektup)

Körü körüne Batı taklitçiliğini kendine örnek almak isteyen bazı reformcular, Batıda Ezan ve Kamet gibi şeylerin kendi dillerine çevrilerek okunduğunu örnek göstererek bizde de aynı şeyi savunanları Bediüzzaman şöyle uyarır:

*Şeâir-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebîleri körü körüne taklitçilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki: “Londra’da ihtidâ edenler ve ecnebîlerden imana gelenler, memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-ı şer’î var ki sükût ediliyor.”

Elcevap: Bu kıyasın o kadar zâhir bir farkı var ki, hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklit etmek zîşuurun kârı değildir. Çünkü, ecnebî diyarına, lisan-ı şeriatta “dâr-ı harp” denilir. Dâr-ı harpte çok şeylere cevaz olabilir ki, diyar-ı İslâmda mesağ olamaz.

Hem frengistan diyarı, Hıristiyan şevketi dairesidir. Istılahât-ı şer’iyenin maânîsini ve kelimât-ı mukaddesenin mefâhimini lisan-ı hâl ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından, bilmecburiye, kudsî maânî, mukaddes elfâza tercih edilmiş; maânî için elfaz terk edilmiş, ehvenüşşer ihtiyar edilmiş. (MEKTUBAT, 29.Mektup)

Cuma ve Bayram namazlarında okunan hutbeler de böyle sembollerdendir. Minberlerden okunan bu hutbeler, kesinlikle Arapça okunmalı ve her zaman da o yüksek makamlar, “ilahi vahyin insanlara anlatıldığı yerler” olarak kalmalıdır. Bu makamlar günlük siyasetin kendi diliyle insanlara ulaştığı bir yer değil, imanın ve İslamın temel meselelerin anlatıldığı yer olmalıdır ki o hutbeleri dinleyenlerin kalplerini kendine çevirip fethetsinler. Kur’an nasıl Arapça okunuyor ve ulviyetle dinleniyorsa, hutbeler de aynı duygularla okunmalı ve dinlenmelidir. Hutbelerin sözleri, öğütler ve Kur’an ayetlerinin açıklandığı, tefsir edildiği sözler değil, kudsi hükümlerin ihtar ve teşvik edildiği, İslamiyetin ana damarını ve iman duygusunu harekete geçiren sözlerden ibaret olmalıdır. “Namaz, Zekat ve Orucun farz oluşu” ile “Adam öldürmek, Zina ve Alkolün haram oluşu” gibi konular zaten hocalar tarafından camilerdeki vaaz kürsülerinden en ince noktalarına kadar halk diliyle dinleyicilere anlatılmaktadır. Bu konuların hutbelerde tekrardan ana dilleriyle açıklanmasına bu zamanda ihtiyaç yoktur.

*Meselâ, bâzı gâfiller, hutbe gibi bâzı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisâniyle söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar.

Birincisi: “Tâ siyâset-i hâzıra avâm-ı Müslimîne de o sûretle tefhim edilsin.” Halbuki, siyâset-i hâzıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytânât, içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki, minber, vahy-i İlâhînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyâsiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âlîye çıkabilsin.

İkinci sebep: “Hutbe, bâzı suver-i Kur’âniyenin nasihatları anlaşılmak içindir.” Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zarûriyâtı ve müsellemâtı ve mâlûm olan ahkâmını ekseriyet itibâriyle imtisâl edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer’iye ve mesâil-i dakîka ve nasâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisân ile hutbe okunması ve suver-i Kur’âniyenin – eğer mümkün olsaydı – tercümesi Haşiye belki müstahsen olurdu. Fakat, namaz, zekât, orucun vücûbu ve katl, zinâ ve şarabın haramiyeti gibi mâlûm olan ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücûbunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve İmân hissini tahrik etmekle imtisâllerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki, bir âmî ne kadar câhil dahi olsa, Kur’ân’dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki: “Herkese ve bana mâlûm olan imânın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini hatip ve hâfız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor” der; kalbinde onlara karşı bir iştiyak hâsıl olur. Acaba kâinatta hangi tâbirât var ki, Arş-ı âzamdan gelen Kur’ân-ı Hakîmin i’câzkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?(SÖZLER, 27.Söz)

Haşiye: İ’câza dâir Yirmi Beşinci Söz, Kur’ân’ın hakiki tercümesi mümkün olmadığını göstermiştir.

İslamın sembollerini değiştirmek, mesela ezanın, kametin, salatın Arapçada değil de her müslümanın kendi konuştuğu anadili ile okunması bidattır. Peygamberimizin hadisine göre her bidat ise bir sapıklıktır ve kendini Cehennem ateşine atmaktır. Bu açık hüküm karşısında hangi Müslüman buna cesaret edebilir ki?

*Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, rehberimiz ferman etmiş ki: “kullubidatin delaletun vekullu vekilun delaletin finnari”(*)

Acaba bu ferman-ı katîye karşı, ulemâü’s-sû’ tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvâyı veriyorlar ki, lüzumsuz, zararlı bir surette şeâir-i İslâmiyenin bedîhiyâtına karşı geliyorlar, tebdili kabil görüyorlar? Olsa olsa, muvakkat bir cilve-i mânâdan gelen bir intibah-ı muvakkat, o ulema-i sû’u aldatmıştır.

Meselâ, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa, muvakkat bir zarafet gösterir; fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlâhiye, hayattar ve sevabdar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak, bir derece görünür. Fakat, ciltten cüdâ olmuş bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır. Her ne ise…

(*)”Her bid’at dalâlettir ve her dalâlet Cehennem ateşindedir.”(MEKTUBAT, 29.Mektup)

“Bismallah, Allahuekber, İyyakenağbudu ve Esselamunaleyküm” gibi sözcükler Müslümanlar arasında hem çok kullanılan sözcükler ve hem de önemli sembollerdir.

*Bismillâh her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübârek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisân-ı haliyle vird-i zebânıdır. (SÖZLER, 1.Söz)

*Ve “Bismillâh” ne kadar kıymettar bir şeâir-i İslâmiye olduğunu gösteriyor. (SÖZLER, 1.Söz)

Günde 5 vakit namazda söylenen “ Allahuekber, Subhanellah, Elhamdulillah,   Lailaheillallah ” ve “İyyakenağbüdü” sözcükleri de,  böyle sembollerdendir ki insanı, namaz esnasında manen ve hayalen Miraca yükseltebilir, ilahi huzura götürebilirler. Bu iki sözcük, küçük olsa da insanı namazda ulvi makamlara taşıyan, anlamı çok büyük sözlerdir.

“Allahuekber” sözcüğü namazdan başka Hac’da da bütün hacılar tarafından çok tekrar edilir. Burada da o sözler insanları çok ulvi makamlara taşır. Hacdan başka Bayram namazlarında, Yağmur namazında ve Husuf-Küsuf namazında da bu sözcük insanları aynı duyguları yaşatır.

Sembollerin farz olanlarının değil sünnet olanlarının bile toplumun tümüne bir bakıma mesela farz olan namazı kılan Müslüman’ın kendisine kazandırdığı faydadan daha fazla fayda verdiği söylenebilir.

*Hacdan sonra, şu mânâ-i ulvî ve küllî, muhtelif derecelerde, bayram namazında, yağmur namazında, husûf küsûf namazında, cemaatle kılınan namazda bulunur. İşte, şeâir-i İslâmiyenin, velev Sünnet kabîlinden dahi olsa, ehemmiyeti şu sırdandır. (SÖZLER, 16.Söz)

“Allahuekber “ sözcüğü Kurban Bayramında da söylenen tekbirler içinde defalarca toplu olarak sesli okunur. Aynı anda Arafat’ta da aynı sözcükler söylenir ve onlar oradan gökyüzüne yükselir.1300 sene önce Peygamberin Arafat’da söylediği aynı sözler hatırlanır ve sanki onun bir aksi gibi algılanır ve tekrarlanır, o sözlere asırlar ötesinden hep bir ağızdan katkı da bulunulur. Alemlerin rabbine sunulan kulluk görevleri ile O’nun Rububiyet dairesinin kapısı çalınır. Bütün Müslümanlar bu “Allahuekber” sesleriyle aynı ortak duyguları paylaşırlar.

*Bu makam yazıldığı zaman Kurban Bayramı geldi. Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber’lerle nev-i beşerin beşten birisine, üç yüz milyon insanlara birden Allahu ekber dedirmesi; koca küre-i arz, büyüklüğü nisbetinde o Allahu ekber kelime-i kudsiyesini semavattaki seyyarat arkadaşlarına işittiriyor gibi, yirmi binden ziyade hacıların Arafat’ta ve iydde beraber birden Allahu ekber demeleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bin üç yüz sene evvel âl ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği Allahu ekber kelâmının bir nevi aks-i sadâsı olarak, rububiyet-i İlâhiyenin Rabbü’l-Arz ve Rabbü’l-âlemîn azamet-i ünvanıyla küllî tecellisine karşı geniş ve küllî bir ubûdiyetle bir mukabeledir diye tahayyül ve his ve kanaat ettim.

Sonra, acaba bu kelâm-ı kudsînin bizim meselemizle dahi münasebeti var mı diye tahattur ettim. Birden hatıra geldi ki:

Başta bu kelâm olarak sâir bâkiyat, salihat ünvanını taşıyan Sübhanallah, ve’l-hamdü lillâh ve Lâ ilâhe illâllah gibi şêairden çok kelâmlar cüz’î ve küllî, meselemizi ihtar ve tahakkukuna işaret ederler.(11.Şua)

Allahuekber” sözcüğü İslam’da bir sembol olmakla beraber tekrarla söylendikçe Şeytanın insanın aklına, kalbine attığı bütün şüphelerin önünü kesen bir sözcüktür. Dillerde çok tekrar edilen bu sembol, insanın acz ve zaafını, Rabbinin güç ve kudretiyle birlikte anlatan en güzel sözcüktür.

*Şeytanın bu desisesini susturan sır Allahu ekber’dir. Ve cevab-ı hakikîsi de Allahu ekber’dir. Evet, Allahu ekber’in ziyade kesretle şeâir-i İslâmiyede tekrarı, bu desiseyi mahvetmek içindir. Çünkü, insanın âciz kuvveti ve zayıf kudreti ve dar fikri, böyle hadsiz büyük hakikatleri Allahu ekber nuruyla görüp tasdik ediyor ve Allahu ekber kuvvetiyle o hakikatleri taşıyor ve Allahu ekber dairesinde yerleştiriyor ve vesveseye düşen kalbine diyor ki (LEMALAR, 13.Lema)

*Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı

Hikmetteki desâtir, hükümette nevâmis, hakta olan kavânîn, kuvvetteki kavâid birbiriyle olmazsa müstenid ve müstemid,

Cumhur-u nasta olmaz ne müsmir ve müessir. Şeriatta şeâir kalır mühmel, muattal; umûr-u nasta olmaz müstenid ve mu’temid.(Lemaat)

Müslümanlar için Günde 5 vakit namaz, ezan ve kamet, Regaip, Miraç ve Berat Kandilleri ile Kadir gecesi aynı zamanda İslamın sembollerindendir.

*Evet, ezan ve namaz gibi ekser şeâir-i İslâmiyede (ŞUALAR,7.Şua)

*ezan ve kamet gibi şeâirde ismullah (5.Şua)

*Leyle-i Regaip ve Leyle-i Miraca …bu geceler gibi şeair-i İslamiyeye(E.LAHİKASI)

Müslümanlar birbirlerini gördüklerinde selam verirler  “Esselamualeyküm”  derler, böyle selam vermek hem sünnettir hem de bu selam şekli islamın sembollerinden biridir.

*Ve ümmet mabeyninde şeâir-i İslâmiyeden olan birbirine “ Esselamualeyküm”    demeleri sünnet olması, (E.LAHİKASI)

Bütün İslam büyüklerinin, evliyaların, asfiyaların ve alimlerin Kur’andaki bazı ayetleri bir araya getirerek oluşturdukları ve her gün okudukları kendi virdleri vardır, onları okurlar, onunla Rablerini anarlar.

Bediüzzaman da geceleri bu virdini okurken bunu gizli değil sesli okumanın bile bu zamanda İslami bir sembol gibi algılandığını ve böyle önemli bir görevi de üstlendiğini  şöyle anlatır:

*Aziz kardeşlerim,

Bu gece evrad ile meşgul olurken nöbetçiler ve başkalar işitiyorlardı. Kalbime geldi ki: “Acaba bu izhar, sevabını noksan etmiyor mu?” diye telâş ettim. Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâli’nin meşhur bir sözü hatıra geldi. O demiş: “Bazan izhar, çok defa ihfâdan daha ziyade efdal olur.” Yani âşikâre yapmakta başkalar, ya istifade veya taklit etmek veya gafletten uyanmak veya dalâlette ve sefahette muannid ise, karşısında şeâir-i İslâmiye nev’inde izhar etmek, izzet-i diniyeyi göstermek gibi çok cihetle, hususan bu zamanda ve ihlâs dersini tam alanlarda değil riya, belki gizliden tasannu karışmamak şartıyla çok ziyade sevaplı olabilir diye bir teselli buldum. (ŞUALAR, 13.Şua)

*Belki, şeâir-i İslamiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevaplı olduğunu, Hüccetü’l-İslam İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi zatlar beyan ediyorlar. Sâir nevafilin ihfası çok sevaplı olduğu halde, şeaire temas eden, hususan böyle bid’alar zamanında ittibâ-ı sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük kebâir içinde, haramların terkinde takvâyı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından pek çok derece daha sevaplı ve halistir. (K.LAHİKASI)

İslamiyetin başlangıcından bugüne kadar şeair adı verilen, farz veya sünnet  olan bu sembollerin hepsi, İslam toplumları için çok önemlidir  ve  kimselerin onları değiştirme, yozlaştırma gibi davranışlara hakkı yoktur. Baskıyla, şiddetle veya dinde reformist anlayışla onları değiştirmeye çalışanlar bidalar içindedirler. Bidalar ise Cehenneme giden yolların önemli taşlardır. Müslümanlara düşen şuurlu bir anlayışla bütün bidalardan uzak durmaktır.

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Siz Hiç “SMS” ve “MMS” Alıyor musunuz?

2015 yılında Türkiye’de Cep telefonu kullanıcısı sayısı 72 milyona yaklaşmış. Bu oran neredeyse Türkiye nüfusuna yakın. Cep telefonlarının bir hizmeti de SMS denilen kısa mesaj hizmeti vermek. Ve yine Türkiye’de 2013 yılında yıllık SMS sayısı 177 milyon 629 bin adet olmuş.

Cep telefonlarımıza gelen mesaj, bir ses ile kendini belli eder ve hemen merakla herkes mesajını açar ve okur. Bize yalnızca cep telefonundan mı mesajlar gelir? Tabiatta çevremizdeki varlıklardan mesajlar gelmez mi?

Mesela baharda açmış renk renk desenli çiçekler, çeşit çeşit hoş kokular, lezzetli tatlı meyveler kimin için? Onları kim görüyor, kokluyor ve yiyor? İnsanlardan başka onları gören, koklayan, yiyen, lezzet alan ve düşünebilen başka varlık var mı ki? Bu varlıkların dilleriyle size gönderilen mesajlar yok mudur? Bizim sanatkârımız her şeyi en güzel, süslü ve farklı renklerle yaratan, “Mücemmil, Müzeyyin ve Mülevvin” bir sanatkardır diye bir mesaj almıyor musunuz?

İnsanlara tabiattaki varlıklar eliyle sonsuz cömertlikle her şeyin ikramı, nimetlerin bolca verilmesi, bağış ve iyiliklerde bulunulması ve yediğimiz bütün gıdaların bir yaratanı olması gerçeğini,  “Kerîm, Mün’im, Muhsin ve Rezzak ” bir Allah’dan bize gelen mesajlar olarak algılayabiliyor muyuz?

Şarküteriden tadarak aldığımız peynir ve zeytinin, manavdan veya pazardan aldığımız meyve veya sebzelerin; onları soframızda yerken aldığımız lezzetle beraber bizlere, “ Sizlerin sofranıza bunları koyan zat, sizleri çok seven Rahman ve Rahim olan Allah’dır” mesajını onların dilinden duyabiliyor muyuz?

Yavrularını şefkatle besleyen bir hayvan gördüğümüzde, bize bir mesaj vermiyor mu? Aklımıza hemen kendi annenmi gelip bizim için yaptığı fedakârlıkları düşündürmüyor muyuz? Annelerdeki bu şefkatin “Yarattıklarına karşı pek merhametli ve şefkatli olan Rahim bir Allah’ dan den gelen  yansımalar olduğu mesajını alabiliyor muyuz?

İçimizdeki doğuştan gelen “Sevgi ve Aşk duygusu” nun bize “Vedud” olan bir Allah’dan gelen bir yansıma olduğunu düşünebiliyor muyuz?

Her sonbaharda yaprakların dökülüşü, ağaçların çırılçıplak kalışı, birçok canlının, sineğin ve böceğin ölüşü, kışın karlar altında her şeyin örtülmesi “El –mevtü Hakkun”, ölüm hakdır ve “ El Mümit”, ölümü veren O’dur, mesajını bizlere vermiyor mu?

Çok sevdiğimiz varlıklardan ayrılıp kabristana onları defnettiğimiz de; oradaki kabirlerden hep bir ağızdan işitilen ”Ya Baki entel Baki “, baki ve ebedi olan, ancak Allah’dır, toplu mesajlarını okuyabiliyor muyuz?

Her sene ilkbaharda ölü tabiatın birden yeşermesi, ağaçların yaprak vermesi, çiçek açması ve meyve vermesi “Ya Hayy”, hayatta olan yalnız O’dur, mesajını bizlere yaşamımız boyunca vermiyor mu?

Cep telefonumuza bir mesaj geldiğinde, merakla hemen okumak için ekrana bakan bizler, kendi bedenimizde, çevremizde ve evrende görülen, 99 “Esma-ül Hüsna’nın” asırlardan beri, iç içe ve milyarlarca sayıda gönderilmiş ve halen de gönderilmekte olan mesajlarını okuyabiliyor muyuz?

Eğer bizler cep telefonlarında gelen mesajları okumak için gösterdiğimiz bu merak ve gayreti, kâinattaki varlıklardan gelen mesajları okumak için gösterirsek dünyadaki mutluluğu da ahiretteki mutluluğu da yakalamış olmaz mıyız?

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Bediüzzaman’ın Penceresinden “Meşveret ve Milli Hakimiyet“ Nedir?

İşlerin konuşup anlaşma yoluyla halledilmesine eski dilde,“meşveret“ , dinin istediği meşverete“meşveret-i meşrua” ve dine uygun olarak yapılan meşverete ise “meşveret-i şer’iye“ denir.

Günlük hayatın akışında insanlar doğru bir karar vermek için, birilerine danışmak, fikir sormak ihtiyacını duyabilirler. Bu kişilere yol göstermek için danışılan kişi hakkındaki kanaatini ve bildiği doğruları söylemekte dinen bir engel yoktur.

Bediüzaman bu konuda şöyle söylüyor:

*Bir adam onunla teşrik-i mesai etmek ister, seninle meşveret eder. Sen de, sırf maslahat için, garazsız olarak, meşveretin hakkını edâ etmek için desen: “Onunla teşrik-i mesai etme. Çünkü zarar göreceksin.”(MEKTUBAT, 27. Mektup)

Başka birileri de kendi aklını beğenir, kimseye bir şey sormaz, öylece hareket edebilir. Onlar bir şey sormadığı için fikir vermek de gerekmez.

Meşveret etmek ortak akılla çözüm bulmak demektir. Dernekler, vakıflar, kulüpler ve meslek odaları gibi kuruluşlar alacakları kararları yönetim kurullarına getirirler ve orada ortak akılla hareket ettikleri için az hata yaparlar.

Bir şahs-ı manevi teşkil etmiş olan Cemaatler de meşveret etmeli, ortak akılla karar vermeli ve siyasete, hükümetin işine karışmaya uzak durmalıdır. Yalnızca kendi dini hizmetlerini yapmalıdır.

Meşveretin kendine has kuralları var mıdır? Herkesle her konuda meşveret edilebilir mi? Bu konuda nasıl hareket edilmelidir ki doğru bir meşveret olsun?

Bediüzzaman bu konuda talebelerini uyarır, meşveretin önemine dikkatlerini çeker ve onların dünya işlerindeki meşveret kararlarına kendisinin de uyacağını söyler:

*Dikkat ediniz, küfr-ü mutlakı müdafaa eden gizli komite içinize parmak sokmasın. Benim komşudaki koğuşa parmağını soktu, beni azap içinde bıraktı. Şimdi siz, mâbeyninizde münakaşasız bir meşveret ediniz. Kararınızı kabul ederim. (ŞUALAR, 13.Şua)

*Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, erkânların meşveretlerine bıraktın ve isabet ettin. (ŞUALAR, 14.Şua)

*Mümkün olduğu kadar geçici rüzgârlara ehemmiyet vermeyiniz, bakmayınız. Zaten mabeyninizde samimi tesanüt ve meşveret-i şer’iye, sizi öyle şeylerden muhafaza eder. İçinizdeki şahs-ı manevinin fikrini, o meşveretle bildirir. (K.LAHİKASI)

*Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir. (K.LAHİKASI)

*Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. (K.LAHİKASI)

İnsanlar yaşadıkları devirlere ve topraklara göre tarih boyunca çeşitli idareler gördüler. Aşiretler, Beylikler, Hanedanlar, Krallıklar ve Padişahlık gibi kendine özel idari yapılanmalarda hayat geçirdiler. Bizden önce de bu topraklarda birçok beylikler, İmparatorluklar geldi geçti, Romalılar, Selçuklular ve Osmanlılar yaşadı.

Osmanlılar padişahlık adı verilen bir sistemle uzun yıllar devleti idare ettiler. Ancak dünya değişiyor, toplumlar birbirini etkiliyor ve devletin idaresinden memnun olmayanlar sistemi değiştirmek istiyorlardı. Özellikle 1789 Fransız ihtilali bu hareketlerin kaynağını teşkil ediyordu. Osmanlıda da Padişahlık idaresine başkaldırmalar ortaya çıktı, “Meşrutiyet” istekleri doruk noktaya geldi. 23 Aralık 1876 da Osmanlıda Kanun-i Esasi adı verilen Anayasının kabulüyle I.Meşrutiyet ilan edildi ama çıkan savaşlar nedeniyle uzun sürmedi,  13 Şubat 1878 de meclis kapandı.

23 Temmuz 1908’de ise Osmanlı imparatorluğunda II. Meşrutiyet ilan edildi. Meşrutiyet; padişahın yetkilerinin kısılması ve tek adam idaresinden milli hâkimiyet denilen halkın seçtiği kişilerin de meclise girmesi tarzında bir yeni idare şekliydi. O devirde milli hakimiyetin yolu Meşrutiyetten geçiyordu. Ancak yıllardan beri halk, böyle bir idari sistem görmemişti. Osmanlı toplumunda, avam halk tarafından dine aykırı bir idare şekli zannedilerek başlarda Meşrutiyet’e itirazlar geliyordu.

Bediüzzaman; halkın itirazlarına karşı çıkıyor, İstibdat’ı yeriyor ve onlara Meşrutiyet’in şeriata uygunluğunu, ”Meşrutiyet; Adalet, meşveret ve kuvvetin kanunda olmasıdır” diyerek anlatıyordu:

*meşrû, hakîki meşrûtiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım. Fikrimce, meşrûtiyetin düşmanı, meşrûtiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı Şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. “Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez.” (T.HAYAT)

Evet Meşrutiyet gelmişti ama ya kanunlar, Batı’dan mı gelmeliydi. Bizim kanun yapacak kendi hukuk kaynaklarımız, örfümüz, birikimimiz yok muydu? Bir dilenci gibi Batıya el mi açacaktık?

*Meşrûtiyet ki, adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkamda Avrupa’ya dilencilik etmek, dîn-i İslama büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir.

Kuvvet, kanunda olmalı; yoksa istibdat tevzî olunmuş olur.” innellahe legaviyyun aziz ” (I) hakim ve amir-i vicdanî olmalı. 0 da, marifet-i tam ve medeniyet-i amm veyahut dîn-i İslam namıyla olmalı; yoksa istibdat daima hükümferma olacaktır.
İttifak hüdadadır, hevada ve heveste değil. İnsanlar hür oldular, amma yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu. Başkasının kusuru, insanın kusuruna senet ve özür olamaz. Yeis manî-i her-kemaldir. “Neme lazım, başkası düşünsün”, istibdadın yadigarıdır.

(I)”Şüphesiz Allah kuvvet ve izzet sahibidir” (Hac Sûresi: 74.) (T.HAYAT)

*Meşrûtiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise; hakîki adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakkî ediniz, muhafazasına çalışınız. Zîra, dünyevî saadetimiz meşrûtiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.  (T.HAYAT)

*Meşveret-i şer’iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor; bazan büyür, sirayet eder, yüz olur. Bir tek hasene bazan bir kalmıyor, belki bazan binler dereceye terakkî ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti şudur: 

Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrûa, hakîki milliyetimizin hakimiyetini gösterdi. Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslamiyettir. Ve Hilafet-i Osmaniye ve Türk ordusunun o milliyete bayraktarlığı îtibarıyle, o İslamiyet milliyetinin sadefi, kal’ası hükmündedir. Arap-Türk, hakîki iki kardeş, o kal’a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar. 

İşte, bu kudsi milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslam bir tek aşîret hükmüne geçiyor.. Aşîretin efradı gibi, İslam taifeleri de birbirine uhuvvet-i İslamiye ile murtabıt, alakadar olur. Birbirine manen (lüzum olsa maddeten) yardım eder. Güya bütün İslam taifeleri bir silsile-i nûraniye ile birbirine bağlıdır. (T.HAYAT)

*Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslamiyedeki saadetlerinin anahtarı meşveret-i şer’iyedir. ” ve emruhum şura beynehum ”  (2) ayet-i kerîmesi, şûrayı esas olarak emrediyor.
Evet, nasıl ki nev-i beşerdeki telahuk-u efkar ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünûnun esası olduğu gibi; en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûra-i hakîkiyeyi yapmamasıdır.

(2) “Onların aralarındaki işleri istişare iledir.” (Şura Sûresi: 38.) (T.HAYAT)

* Meşrûtiyet ;” ve emruhum şura beynehum ”  (3) ” ve şavirhum fil emri ”(4)

âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kânundur, şahıs değildir.

Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır.

(3)”Ve işlerde onlarla istişare et.”(Al-iİmran sûresi:159) 

(4)”Onların aralarındaki işleri istişare iledir.” (Şura Sûresi: 38) (MÜNAZARAT)

Osmanlı toplumunun birçok milletten ve dinden gelmiş tebaaları, onların içinde ise Hıristiyanlar ve Yahudiler vardı. Milli irade tecelli ederken onlar da meclise gireceklerdi, acaba bu şeriata aykırı mı idi?

Bediüzzaman bu konudaki tereddütleri de şöyle gideriyordu:

*Suâl: “Meclis-i Mebusânda Hıristiyanlar, Yahudîler vardır; onların reylerinin şeriatta ne kıymeti vardır?”

 Cevap: Evvelâ, meşverette hüküm ekserindir. Ekser ise, Müslümandır, altmıştan fazla ulemâdır. Mebus hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir. Demek, hâkim İslâmdır.
Sâniyen: Saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte, sanatkâr bir Haço ve Berham’ın reyi mûteberdir; Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i Mebusândaki mesâlih-i siyâsiye ve menâfi-i iktisâdiye dahi ekserî bu kâbilden olduğundan, reddetmemek lâzım gelir. Ammâ ahkâm ve hukuk ise, zâten tebeddül etmez; tatbikat ve tercihâttır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Mebusların vazifesi, o ahkâm ve hukuku sû-i istimâl etmemek ve bâzı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek için bâzı kânunları yapmak, etrâfına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olamaz; gidilse, intihardır. (MÜNAZARAT)

Asrısaadet adı verilen Peygamberimizin yaşadığı devir ile ondan sonra gelen 4 halifenin zamanında da toplum akıl, delil ve meşveret ile idare olunmuş,  itaatsizliğe ve hiçbir şüpheye meydan verilmemişti.

*zaman-ı saâdette ve Selef-i Salihîn zamanlarında hükümfermâ hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmazdı. (MUHAKEMAT)

Ancak 5. asırdan sonra işler değişmiş, kuvvet hakkı yenmişti. Toplumların idaresinde güçlü olmak, gücü elinde bulundurmak esas kabul edilmişti.

*Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet hakkı mağlup eylemişti (MUHAKEMAT)

Meşveret değil bir ülkenin, kıtaların özellikle Asya kıtasının bile çok önemli anahtardır. Bireyler nasıl ki birbirlerine danışırlar, fikir alış verişinde bulunurlar meşveretten faydalanırlarsa Asya’da yaygın olarak bulunan Müslüman halklar da meşveretin anahtarıyla baskılardan, ellerine ayaklarına vurulan zincirlerden kurtulurlar. Ancak Şeriatın insana çizdiği meşveret, hürriyet ve dini kurallar ile fertler ve toplumlar, süslenip batı medeniyetinin sefahatindeki günahlarına dalmaması gerekir.

*Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. (H.ŞAMİYE)

Evet zaman geldi, devir ve şartlar değişti, bu ülkede Meşrutiyet de son buldu, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı ve Cumhuriyet kuruldu. Şimdi ne olacak? Bir zamanlar Meşrutiyet’e karşı çıkanlar olduğu gibi şimdi de Cumhuriyet’e de karşı çıkanlar oldu mu?

Bediüzzaman “Eski hal muhal; ya yeni hâl veya izmihlâl.”(MÜNAZARAT) fikriyle Cumhuriyet’e de karşı çıkmaz. İster Meşrutiyet olsun isterse Cumhuriyet, o idarelerde, Millet meclislerinin teşekkülü çok önemlidir. Orası milletin kalbi gibi olmalıdır, milli irade oraya taşınmalıdır. Medeni ülkelerin kılıcı gibi olan fikir hürriyeti ve meşveret o meclisin temel karakterleri olmalıdır. Bir kişinin sözünün geçtiği, eleştirinin yapılamadığı ve zorbalıkla ve silah zoruyla kanunların çıkarıldığı, muhalif milletvekillerinin sokak ortasında öldürüldüğü bir meclisin, millet iradesini taşıdığını kimse iddia edemez.

*yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir ve idare ve terbiye edebilir. (D.HARBİ ÖRFİ)

Bu ülkede çok şeyler yaşandı, Padişahlık, Meşrutiyet ve 27 yıllık tek partili Cumhuriyet kuruldu. Daha sonra çok partili demokrasiye geçildi ama o dönemlerde bile milli hakimiyetin tam yaşandığını bugün kimse söyleyemiyor.

Dünyada insanın gerçek saadeti milli hakimiyetin asıl olduğu, vesayetlerin olmadığı sistemlerde olur. Askeri, bürokratik veya hukuki bir vesayetin milli iradeyi esir aldığı idarenin adı ne olursa olsun, isterse Cumhuriyet olsun o meclis halkın gerçek meclisi değildir, orada demokrasi yoktur.

*meşrutiyet-i meşrua denilen dünyada beşer saadetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makine-yi hayatın buharı olan hürriyetteki irade-i cüz’iyeyi istibdat ve tahakkümün belâsından kurtaran meşveret-i şer’iyenin mayasıyla mayalandıran meşrutiyet-i meşrua sizi herkes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülûğunuzu ve vasîye adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Mevcudiyetinizi ittihadla gösteriniz. (D.HARBİ ÖRFİ)

“Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünün geçerliliği, çok partili siyasi hayatta hiçbir baskı olmadan halkın kendi özgür iradesiyle sandıklara gittiği, oyunu verdiği ve sandıktan çıkan hükümete herkesin razı olması ile kurulur. Millet kime iktidarı verirse o hükümeti kurar, kime de muhalefet görevini verirse o da iktidarı halk adına denetler. Muhalefet görevinden bıkanlar, arkalarına başkalarını alarak iktidar olursa bu iktidarları çok uzun sürmez. Millete güvenmeyenlere millet de güvenmez.

Vakti geldiğinde meşru yollarla halk isterse sandıkta iktidarı değiştirir, kimsenin silah gücüyle iktidarı değiştirmesine kalkışmaya gerek yoktur. Bu türlü müdahaleler hangi sebeple olursa olsun milli iradeye tecavüzdür.

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org