Etiket arşivi: takva

Takva Nedir? Üstünlük Neden “Takva”dadır?

Takva; sakınmak, derin bir saygıyla Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmak, rahmetini, lütuf ve ihsanını kaybetmekten, kahr ve cezasından korkmaktır.

Takva, “huzur-u daimî”, yani daima Allah’ın huzurunda olduğunun şuuruyla yaşamanın formulüdür.

gül tomurcuğuKur’ân’da 258 yerde geçen takva âyetlerinden birisinin meâli şöyledir: “Şüphesiz ki Allah takvâya sarılanlarla, iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlarla beraberdir.” (Nahl Sûresi, 128.)

Bir hadis-i şerifte, “Arab’ın Arap olmayana üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. İnsanın cennete girmesine sebep olan en büyük şey, kulun takvasıdır” buyurulur.

Bediüzzaman, “Bu mektup gayet ehemmiyetlidir” notuyla talebelerine gönderdiği lâhikada, “Kur’ân-ı Hakim’in nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih” esaslarını nazara vererek şöyle tarif eder:

Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.” (Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 110.)

İslâm imanında, ahlâk ve hukukunda, “def-i mefasid ve terk-i kebâir üssü’l-esas”tır. Yani, önce olumsuz, şer, kötü yok edilir, ardından müspete, hayra, olumluya geçilir.

Takvada önce haramlar terk edilir. Ardından mekruhlardan sakınmak; peşinden mubah ve helâller gelir. Buna şöyle işaret edilir:

Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır… Hem, takva içinde bir nevî amel-i salih var… Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli âmâl-i salihadır.” (Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 110.)

Takvanın üç mertebesi olduğu nazara verilir:

1- Şirkten takva: İmanı tahkikiye çıkarıp şirkten korunmayı esas alır.

2- Masiyetten takva: Kebâiri, yani, büyük günahları işlemekten, küçüklerde de ısrardan sakınmayı gerektirir. En yaygın olarak bu anlamda kullanılan takva için, şöyle ferman edilir: “Eğer onlar Allah’a iman edip Onun emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınsalardı, elbette Allah tarafından verilecek bir mükâfat kendileri için daha hayırlı olurdu. Keşke bunu bilmiş olsalardı!” (Bakara Sûresi, 103.)

3- Masivadan takva: Kalbini, Hak’tan alıkoyan her şeyden uzak tutmak. Bu da zikir, şükür, fikir/tefekkür ile olur.

04.01.2013

Ali FERŞADOĞLU

afersadoglu@hotmail.com

Abdurrahman Bin Avf (R.A.) Kimdir?

Abdurrahman bin Avf (r.a.) 581 yılında Mekke’de doğmuştur. Zühre ailesinden Kureyş kabilesindendir. Babasının adı Avf, validesinin Şifa’dır.

Cahiliye devrinde asıl adı Abdulkâ’be veya başka bir görüşe göre Abdu Amr idi. Son derece temiz bir adam olan Abdurrahman bin Avf (ra) Hazreti Ebu Bekir(ra)’in daveti üzerine hak yola girmiştir. Hazreti Muhammed(sav) İslam’a girdikten sonra kendisine Abdurrahman adını koymuştur.

Risale-i Nur’da, bahtiyar kadınlardan birisi olan Abdurrahman (ra)’ın annesinin, Peygamber Efendimizin (sav) doğduğu gece cereyan eden hadiselere şahit olduğundan söz edilmektedir. Hazreti Âmine (ra) ve onun yanında bulunan Osman ibn As ile Abdurrahman(ra)’ın anneleri gördükleri azim bir nurdan sonra üçü birden; “Veladeti anında biz öyle bir nur gördük ki, o nur maşrık ve mağribi bize aydınlattırdı” şeklinde müşahedelerini dile getirdiler.

Cahiliyye devrinde bile içki içmeyen, güzel ahlaklı nadir insanlardandı.

Abdurrahman bin Avf (ra) İslamiyet’e girdikten sonra müşrikler tarafından türlü eziyet ve mihnetlere uğramış, O’da diğer Müslümanlar gibi Allah Resulü(sav)’in ardından Medine’ye hicret etmiştir Hazreti Peygamber (sav) Medine’de Ensâr ile Muhacirler arasında kardeşlikler ilân edince Abdurrahman b. Avf(ra) ile Ensâr’dan Sa’d b. Rab’i kardeş ilân etmişti, Sa’d b. Rabi(ra) Abdurrahman b. Avf(ra)’a malının yarısını ve iki eşinden birini nikâhlamasını teklif edince;

Allah malını ve aileni sana mübarek eylesin. Senin bu davranışına karşı Allah ecrini versin. Sen yalnız bana çarşının yolunu göster” buyurmuştur.

Abdurrahman bin Avf(ra) ticaret hayatını çok iyi bilen Kureyş içinde büyüdüğü için, bu işin tam bir uzmanı olarak Medine çarşısında alışverişe başlamış ve Allah ona büyük servet vermişti. Abdurrahman bu ticari hayatını şöyle anlatır:

Cenâb-ı Allah bana öyle bir nimet verdi ki, bir taşı bile bir yerden kaldırıp başka yere koyduğumda sanki altın oluveriyordu.’Çok az kâra râzı oldum. Hiçbir müşteriyi boş çevirmedim” buyurarak kıyamete kadar geçerli olacak bir düsturu ticaretle meşgul olan Müslümanlara haber veriyordu.

Abdurrahman bin Avf (ra) Hazreti Peygamber(sav)’in bütün gazvelerine katılmıştır.

Peygamberimiz(sav) Abdurrahman bin Avf (ra)’ı Yedi yüz kişilik bir askeri kuvvetle 628 yılı Şaban ayında Dûmetu’l-Cendel’e göndermişti. Bu gazveye giderken Abdurrahman bin Avf(ra)’ın sarığını Peygamberimiz(sav) mübarek elleriyle sarmıştır.

Peygamberimiz(sav) “fetih gerçekleşirse kralın kızıyla evlen” buyurarak kendisine vasiyette bulunmuştur. Fetih gerçekleşmiş, kabile reisi el-Asbağ b. Amr el-Kelbî Hıristiyanken İslâm’a girmişti. Abdurrahman Bin Avf(ra)’ da el-Asbağ’ın kızı Tumâzar ile evlenmiş ve ileriki günlerde ondan oğlu Ebû Seleme dünyaya gelmiştir. (Ebû Seleme, büyük fıkıh âlimlerindendir.)

Bedir gazvesinde Ebu Cehil’i öldürmek isteyen gençlere işte Ebu Cehil bu diyerek göstermiş, Ebu Cehil’in kılıç darbeleriyle öldürülmesine şahitlik etmiştir.

Uhud savaşında da yirmi yerinden yaralandı. 12 dişi kırıldı.

Hazreti Peygamber(sav)’in ilk defa arkasında namaz kıldığı kişi Abdurrahman bin Avf(ra) olmuştur. Hazreti Peygamber(sav) ashâb içinde ipek giymeyi yalnız Abdurrahman bin Avf(ra)’a müsaade etmişti.(Zira Abdurrahman bin Avf(ra)’ın vücudunda bir kaşıntı vardı.)

Abdurrahman bin Avf(ra) bilhassa öğle namazının farzının ardından nafile namaz kılar günlerin çoğunu oruçlu geçirirdi, her sene hacca giderdi, son derece sade yaşar sofrasında fakirlere yer verirdi, uzun boylu beyaz kırmızı renkli güzel çehreli çok sevimli idi. Uhud gazasında aldığı bir yaradan dolayı bir ayağı biraz aksaktı.

İsabetli reyi ve zekasıyla mümtaz bir zattır, yüksek ahlaklı fazilet ve kemal sahibi çok iyi ve çok temiz seciyeliydi. Allah korkusu, Resullullah sevgisi, iffet rahmet ve şefkat doluydu, cömert ve alicenaptı, dünya hiçbir zaman dininin önüne geçememiş tam bir Müslüman olarak yaşamıştır.

Hazreti Abdurrahman (ra), evine her girişinde Âyete’l-Kürsî’yi okurdu

Resûlullah(sav) efendimiz onun hakkında buyurdu ki:  “Göktekiler ve yerdekiler katında, sen emînsin.

Vefatında Rasûlullah’ı (sav) kabrine indiren dört sahabeden birisidir.

Abdurrahman bin Avf(ra), Resûlullah(sav)’ın ahirete teşrifinden sonra, Onunla geçirdiği günleri hatırlayarak daima ağlardı. Onun sohbetlerinden mahrum olduktan sonra, kendisi için dünyanın hiçbir kıymeti kalmadığını söylerdi.

Bir gün bir yerde yemek ikram edilmişti. O gün de kendisi oruçlu idi. Tam iftar edeceği zaman, bir hatırasını anlatması istendi. Hemen hatırasını anlatmaya başladı:

Benden çok hayırlı olan Mus’ab bin Ümeyr şehîd olduğunda, onu bir kumaş parçası ile kefenledik. Başını örttüğümüz zaman, ayakları açık kalıyor, ayaklarını örttüğümüz zaman başı açık kalıyordu. Sonra Hazreti Hamza(ra) şehit oldu. O da benden çok üstündü. Onu da zor şartlar altında defnettik. Onlar benden çok hayırlı olduğu hâlde, dünyayı bırakıp gittiler. Sonra bize dünya kapısı açıldı, türlü türlü nimetlere kavuştuk. Bunların hesabını nasıl vereceğiz. İyiliklerimizin karşılığını bu dünyada almaktan ve ahirete bir şey kalmamasından korkarım” deyip ağlamaya başladı.

Devletin ve sınırların büyümesiyle birlikte işlerin rahat çözülmesi için kurulan şura heyetinde Abdurrahman bin Avf(ra) en önemli sahabelerden biridir.

Hazreti Ömer(ra)’in halifeliği zamanında bir ticaret kervanı gelip, gece Medine’nin dışında kondu. Yorgunluktan hemen uyudular. Hazreti Ömer(ra), şehri dolaşırken bunları gördü. Abdurrahman bin Avf(ra)’ın evine gelip dedi ki:

– Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fakat bize yabancı olanların, yolcuların; bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım.

Sabaha kadar bekleyip, sabah namazında mescide gittiler. İçlerinden bir genç uyumamıştı. Arkalarından gitti. Soruşturup, kendilerine bekçilik eden şahsın Hazreti Ömer(ra) olduğunu öğrendi. Gelip arkadaşlarına anlattı, yüce halifenin, bu merhamet ve şefkatini görerek, İslamiyet’in hak din olduğunu anladılar. Hepsi seve seve Müslüman oldu.

Hazreti Ömer(ra)’in şehit edilmesinden sonra yeni bir halife seçmek icap ediyordu seçilecek halifenin belirlenmesi için kurulan şurada Abdurrahman bin Avf(ra)’ da yer almıştı. Şurada bulunanlardan Zübeyir bin Avvâm(ra), Talha bin Ubeydullah(ra) ve Sa’d bin Ebi Vakkas(ra) haklarından feragat edince şura’da halife adayı olarak üç kişi kalmıştı. Hazreti Ali(ra), Hazreti Osman(ra) ve Abdurrahman bin Avf(ra). (Kendisinin de halife seçilmesi muhtemel olmasına rağmen) Abdurrahman bin Avf(ra) da bu husustaki hakkından feragat edince adaylar ikiye düşmüştü. Abdurrahman bin Avf(ra) bu hususta ashabın ileri gelenleriyle uzun görüşmeler yapmış ve Hazret-i Ali(ra) ve Hazreti Osman(ra)’dan karara uyacaklarına dair kesin söz aldıktan sonra hilâfete Hazreti Osman(ra) getirilmişti.

Abdurrahman bin Avf (ra) Hazreti Osman devrinde çok sakin bir hayat yaşamış ve nihayet 652 yılında Medine’de vefat etmiştir. En zengin Müslümanlardan birisi olan Abdurrahman bin Avf, vefatından önce sayıları yüz civarında olan Bedir şehitleri için ailelerine servetinden kişi başına dört yüz dinar verilmesini vasiyet etti.

Cenaze namazını Hazreti Osman(ra) kıldırmış, onu kabrine götürürken Hazreti Ali(ra) şöyle demişti: “Ey Avf’ın oğlu! Güle güle ebedî hayata git. Sen bu fani hayatın en güzel günlerini gördün. Bu revnaklı hayat bulanmadan Âhirete göçüyorsun“. Sa’d b. Ebi Vakkâs da onun cenazesini taşırken: “Ey koca dağ” diyerek Abdurrahman(ra)’ın seciyesindeki sağlamlık ve metaneti ifade etmişti. Abdurrahman(ra), el-Baki’de metfundur.

Allah(cc) onlardan razı olsun Ruhumuzu, kalbimizi onlardan ayırmasın, Bizi de onlarla beraber haşr etsin.Amin.

(Siirt ili Pervari ilçesi yakınında bir mezarın ona izafet edilmesi halkın yakıştırmasından başka bir şey değildir.)

Çetin Kılıç/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

1) Sevgi Kutupları

2) Hayattüs Sahabe

3) Risale-i Nur Külliyatı

Ataullah Efendi ve Rumeli Bostanı

Balkanlar’da Makedonya Müslümanları Kosova ve Arnavutluk Müslümanlarına nispeten niye dinlerine daha bağlı?

Çok kimseler tarafından bu soru ile karşılaştım. Bu sebepten bu soruya cevap vermeye çalışacağım. Bilmeliyiz ki insanın kıymet ve ehemmiyeti bilgilerine göredir. Yani insan kulağından ve gözünden ne aldı ise odur, başka olamaz. Manevi bilgilere gelince kafaya girdikten sonra kalbe damlaya başlar ve insanın içini ve dışını nurlandırır. Bu sebepten Makedonyadaki Müslümanlarda ötekilere nispeten dini bilgiler var olduğu için, onlar ötekiler kadar dinden uzaklaşamamıştırlar. Bu bilgi onlara nereden geldi sorusuna gelince, bunu açıklasmaya çalışacağım.

Osmanlının son döneminde, tahsilini İstanbul’da tamamlayan gelen, Makedonya’nın Studeniçan köyünde doğan ve ora halkının dillerinde destan olmuş, Merhum ve Mağfur Ataullah Kurtiş Efendi, dini tahsil yapmak için Türkiye ye gelmiş. İstanbul da tahsilini bitirdikten sonra Fatih medresesinde Müderris olmuş. Hatta müderrisliği esnasında, Arnavut Ata Efendi adıyla meşhurlaşmış. Fakat Cumhuriyet devrinde dinimize karşı yapılan inkılaplardan sonra, Ataullah Efendi ona dayanamamış. Arkadaşlarına demiş, bana morfin yaptırıp beni uyuşturun, ve hükümet adamlarına deyin ki: Vasiyet etmiştir cenazesini tabutla memleketine götürelim. Nitekim arkadaşları öyle yapmışlar.Ve Makedonya’ya varıp ayıldıktan sonra. Orada Meddah adındaki Medreseyi yaptırıp, o medresede çok talebe yetiştirmiştir. Ben onların çoğunu, Kosova’nın Gilan kasabasına bağlı tamamı Türk olan Dobırçan Köyünden tavizsiz hoca olan öz dayım Abdülhamid Dindar vasıtasıyla tanırdım. Çünkü Oranın Lideri Mareşal Tito ile Rahmetli Adnan Menderesin Anlaşmaları neticesinde 1952-1960 arasında Türk, Arnavut, Boşnak ve Pomaklardan oluşan 2,5 milyon Nüfus Türkiye’ye göç ettikten sonra, Rahmetli Abdülhamid dayım köyünde ahbapsız kaldığı için mevcut mallarını satarak bizim köye yerleşmişti.

Bundan ötürü Ataullah Hoca Efendinin talebeleri dayımla çok samimi dostlukları oldukları olduğu için dayımı ziyarete sık sık geliyorlardı, ve misafır karşılamak için benim evim dayımın evinden daha müsait olduğu için haftalarca benim evimde kalıyorlardı. Bu sebepten Ataullah Hoca Efendinin talebelerinin çoğunu tanıyorum.

Birkaç tanesinin adlarını şöyle sayabilirim: Talebelerinden en meşhuru Alim ve şair olan Abdülfettah Rauf Efendi idi. Ötekilerinden hatırlayabildiğim kadarını saymaya devam edeyim. Sayacaklarımdan hepsi rahmetli oldular. Görelerli Selim Efendi. Hafız Sa’dullah Efendi, Gruşinalı Mehmet efendi, hem müderris hem hafız olan her iki gözleri ile ama olan iki tanesinin isimleri şöyle: Hafız Hasan ile Hafıs Sa’dullah Efendiler, Hafız Şaban Efendi, Preşovalı Hafız Necati Efendi, Nakuştaklı Ferhat Efendi ve bunlar gibi isimlerini hatırlamadığım Hoca Efendiler daha var. Bunların tamamı müderris olduktan sonra Ataullah Hoca Efendi hayatta iken Müderrisliği Meşhur talebesi olan Abdülfettah Efendiye devretmiş. Bu zat Arapça, Türkçe ve Farsça dillerini ve tahsili diniyyenin ilim dalları olan: Sarf, Nahiv, Fıkıh, Meani, Mebani ve diğerleri, bunların tamamı 16 dir Bu ulumi diniye dallarının tamamının mütehassisi idi bu zat. Hatta ve hatta Hocası Ataullah Hoca Efendi onun hakkında: “Eğer benim talebem olmasa idi diyemezdim ki insandır” demiş. Bu zattır ki; oranin Münafik Lideri olan Mareşal Titonun çıkardığı “Skidanje zare i ferece” kanunu ile Osmanlıdan kalma ora Müslüman hanımların tesettürü olan çarşaf ve peçelerini kaldırdığı zaman Kanuna itiraz eden Abdülfettah Efendi 8 sene hapis cezası çekti.

Böylece 1952-1960 arası Müslümanlar oradaki din düşmanlardan çektiklerinden kurtulmak maksadıyla 2,5 milyon Türkiyeye göç ettikleri halde, Ataullah Hocanın talebelerinin itirazları üzere, onları dinleyen Müslümanlar, Türkiye de dine karşı yapılan inkılaplar nedeniyle Türkiyeye gelmediler. Taki Risale-i Nur eserleri oralara geldi. Ondan sonra o hocalar: Allah asırlarca İslamiyet’in menbaı olan Türkiye’ye Bediüzzamanın gibi bir zatı göndermiş ve onun eserleri olan Risale-i Nurlar yayılmaya başlamış ve bu eserler sayesinde insan imanını muhafaza edebilir diyerek, daha önce Türkiye ye gidilmez diye verdiğimiz fetvamızı geri alıyoruz, bundan sonra kim isterse gidebilir dediler. Hatta ondan sonra Abdülfetta Efendinin oğlu Tarık Ridvan da Türkiye ye gelmişti.

Evet Ataullah hoca Efendi, talebe okutup hoca yetiştirme vazifesini Abdülfettah Rauf Efendiye bırakınca: O mübarek zatta çok talebe yetiştirdi. Başta Ataullah Hocanın oğlu merhum Ni’metullah Kurtişi’yi  Nikuştaklı Merhum Cemal Efendi’yi, Benim Küçük dayım Hafız Tahsin Dindar’ı ve daha bir çoğunu. Onlardan ikisi çok meşhur idiler ki:

Biri Allah kendisini rahmetine gark etsin Bekir Sadak Efendidir. Bu Efendi 4 ayda hafız olmuştur ve Hırvatistan’ın Zagreb şehrinde Hukuk fakültesini bitirmiş birisidir. Ve icazet aldıktan sonra Türkiye ye geldi, İstanbul da Yüksek İslam Enstitüsünde müderrislik yaptı İstanbul’un Barolar Birliğine kayıtlı idi. Hatta Risale-i Nurlar hakkında onunda bilirkişi raporu var. Risale-i Nurlar suçsuz, hatta faydalı eserler olarak bilirkişi raporunda kayıtlıdır.

Kendiside o zaman Yüksek islam enstitüsünde okuyan Nur talebelerinden İbrahim Çetin isminde bir Hoca Efendi Bekir Sadak Hoca için şöyle anlatıyor:

Eylül ayında talebelerin başladığı ilk gönünde Bekir Sadak Hoca bakıyor bir sürü yeni öğrenciler gelmiş. Onları karşısına alarak: “Gençler! Siz eğer para kazanmak için burayı seçti iseniz yanlışsız, gidin başka bölümü seçin bura para kazanmak yeri değil, Burası adama cenneti kazandıran bir yerdir.” Bana anlatan hoca diyor, hakikaten onlardan çoğu İslam enstitüsünü bırakıp başka mesleklere tahsil etmek için kaydoldular. Zaten Üstad İhlas Risalesinde: Hocaları kastederek, “Dini hizmet karşılığında bir menfaat istenilmez, belki verilir verilsede alırken ondan hoşlanılmamalı

Bir başka haber Bekir Sadak Hoca bir hoca arkadaşı ile yolda yürürken, arkadaşına biri sorar, Bankada bir miktar param vardı epeyce faiz toplanmış bu parayı alabilirim mi? Hoca cevaben, alamazsın, onları alsan da atmak zorundasın, deyince. Bekir Hoca konuştuklarını duyunca, adam ayrıldıktan sonra, Bekir Hoca meslekdaşına; Arkadaşım o para ile umumun faydasına bir tuvalet de mi yapamaz deyince?” arkadaşından cevap yok.

Abdülfettah Hocanın İkinci meşhur Talebesi: Pek Muhterem merhum ve magfur Kemal Aruçi dir. Bu zat Gostivarın Vrapçişte köyündendir. Bu köy hakkında bir hocadan şöyle işitmişim: Osmanlı zamanında Arnavutların dilinde dini kitap yok. Köyün eşrafi toplanıp karar alıyorlar: Bugünden itibaren hiçbir evde Arnavutça konuşulmayacak. Bundan sonra halk iyice dinini öğreniyor. Böylece dil bilince Kemal Aruçi Hoca Efendi Alim Şair bir Zat olma imkânını dil öğrenme zahmetine katlanmadan elde ediyor. Muhammed Aruçi isminde oğlu da, Arabistan’da İlahiyati bitirip Master ve Doktorasını da yapmıştır. Şimdi İstanbul da yaşıyor. Hatta buradan evlendi.Şimdi nerede çalışıyor kesin bilemiyorum, fakat, Diyanetin çıkardığı Ansiklopedi çalışmalarına onu da almışlardı. Orada çalıştığını biliyorum. Babasını yazmış olduğu Şiirlerini “ŞİİRLERİM” namıyla 440 sahifeden ibaret olan mükemmel bir üslupla yazılan şiirlerini oğlu Muhammed bastırdı. Hatta balkanlarda yaşayanların ekonomi durumları iyi olmadığı için, onların cami ve mektep gibi hayırlı faaliyetlerine Muhammed Aruçi Hoca buradaki hayırsever iş adamlarını teşvik etme gibi hayırlı işlerde dahi katkısı oluyor.

Evet boşuna değil Üstad Bediüzzaman hazretlerinin sözü ki Balkanlar hakkında mahsulat vermeyen mera dememiş: ” Rumeli bostanı” demiş. Bir tarihçi Osmanlı zamanında Arnavutlardan 38 Sadrazam çıktığını yazıyor . İstiklal Marşi Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Prof Sabattin Zaim, Eşref Edip ve Van valisi Tahir Paşanın da soyları oralardan. Hatta! Peygamberimiz a.s.min “Men teşebbehe bi kavmin fehüve minhüm” (Bir müslüman başka milletten birine benzerse o onlardan olur) Hadisi şerifin manasını açıklayarak kitap yapan İskilipli Atıf Hoca, ve bu kitap onun idamına sebep olmuştu. Bunun gibi Arnavutluğun İşkodra’sından İbrahim Kaduku ve Basnadan Seyfullah Efendi de ayni hadisi şerifi açıklayarak kitap yazmışlar. Hatta! Yukarıda kendilerinden bahsettiğim Üsküp Hocaları Kasket ve Fötr şöyle dursun, Müslümanlar çalışmak için Sırbistana gitme ihtiyacını duyup oralara giderken Sırplar arasında Müslüman olduğu bilinmesin diye, başlarına Fransız Beresini taktıkları zaman, Hocalar itiraz edip kendilerine siz Fransız kıyafetine büründüğünüz için dinden çıkmışsınız diyorlardı ve Hocalarla halk arasında bu kavga epey sürdü. Makedonya’nın baş şehri Üsküp te 1960 senesine kadar sokaklarda Müslümanların % 90 nını kırmızı fesle görürdün Makedonlar kendi kıyafetlerini taşırlardı. Hatta! Müslümanların ana vazifelerinden olan selam vermek, sokakta yürürken kime selam verip kime Makedonca ( Doberden) diyeceğini tereddüd etmeden bilinirdi. Fakat Türkiyemizde Müslimanlar şapka taşıma mes’uliyetinden kurtulmak için baş açıklığı tercih ettikleri için ora Müslümanları da Türkiyenin durumundan kuvvet alarak şimdilik onlarda başaçık gezebilme hususunu Türkiyeyi taklit ederek başaçık geziyorlar, Zaten Üstad Bediüzzaman Büyük millet Meclisindeki konuşmasında: Dıştakı müslümanlar bizi taklid ederek iyilikleri aldılar. Bizim kötü ahlakımızı da taklid edebilirler. Zaten şapka hususunda Şeyhül İslam Zembilli Ali Efendinin müthiş ikazı var. Bu sebepten müslümanlar başaçık yürümeyi, insanı küfre sokan şapka taşımaya tercih ediyorlar. Fakat ne yazık ki hepsi başaçık oldukları için sokakta yürürken karşıdakini müslüman mı yahudimi ermeni mi bilemediğin için rahatça selam veremiyorsun.

Yukarıda ismini vermiştim. Dayım tavizsiz Abdülhamid Dindarın oğlu 1973 te Yugoslavya dan Türkiyeye temelli olarak göç etti. Fakat babası Hoca dayım temelli olarak gelmedi. O başındaki sarığını çekmemek için turist pasaportu ile geldi. Çünkü pasaportta ki fotoğrafı Sarıklı idi. Burada polisler sarığına müdahale ettikleri zaman “ben turistim işte pasaportumu görebilirsiniz” diyerek bu şekilde gayesinden taviz vermeden yaşadı. Zaten orada dahi onun sarığını çekmek için 5-6 saat emniyette tuttular. Emniyet amiri çek sarığını deyince Ayni Üstad gibi boğazını göstererek bu sarık buradan çekilir diye Emniyet amirine cevap verir. Nihayet emniyet amiri kalkar kendisi Dayımın sarığını şözer ve dayımın eline verir. Dayım emniyetten çıkınca emniyet kapısı önüne tekrar sarar ve Elhamdülillah ölünceye kadar başından çekmedi. Topkapı kabristanında medfundur. Allah Rahmet eylesin.

Evet , Türkiye de dine karşı yapılan inkılaplarla ecdattan kalan çok güzel adetler yok olduğu gibi, Türk dil kurumunun başına getirilen A. Dilaçar’ı, halka karşı A. soyadını gizli tutup, millet onu Ahmet te Ali de olabilir düşüncesini taşıyordu. Sonra meydana çık tiki Agop Dilaçar mış, yani Ermeni imiş. Ve onun dilimize yaptığı tahribatın tamiri mümkün değil. Bu hususlara nazar attığımız zaman Ecdadın adetlerinin birçoğu Balkanlarda daha devam ediyor. Mesela, orada ev hanımları ve bulüğ çağında ki kızlar, avluya çıkınca evin içindeki elbiselerle görünmemesi için, ister köy ister kasabalarda evlerin avlularının çoğu 3- 3,5 metre duvarla sarılıdır. Hala gün bu gün öyledir. Yeni yapılan evlerinde duvarları yüksektir. Köylüler tarladaki mahsulatını arabayla rahatlıkla avluya sokmak için çift kanatlı 3 metre yüksek kapılar mevcuttur ve ister misafir perverlik istet ölüm ve düğünde, halk biri diğerinin derdi ile dertlenme gibi uhuvvet onlada mevcuttur. Bunlar gibi daha birçok güzel adetler grada hala devam etmektedir.

Kardeşler! Unutmayalım ki bu zamanda Müslüman ölmek kolay bir iş değil. Prof. Şener Dilek kardeşimiz bir konuşmasında, üç çeşit insan var diyor:

1- Bu kısım insanlar midesinden başka düşünmez. Onun yapacağı mutkfak ile tuvalet arasında dolaşmaktır.

2- Müslüman geçinir. Ben Müslüman değilmiyim der, fakat neyazık ki islamın icaplarını yerine getirmez. (bunun müslümanlığı hiç kimseyi tedavi etmeyen Doktora benzer)

3- Gaye adamıdır bu muhterem gayesi uğruna çok şey feda eder. Çok zahmetlere katlanır. Hatta öyleleri var ki gayesi uğruna ruhunu feda eder gayesinden asla feda etmez. Mesela Üstad Bediüzzaman gibi.

Hazırlayan: Abdülkadir Haktanır

albnur.com

Aşağıda Abdülfettah Rauf efendinin iki şiirini size takdim edeceğım:

Menfi milleyetçilige düşmanım

Arnavutluk ya türklüğün yeri yoktur dinimde.

Ben yalınız Müslümanım budur kalan zihnımde.

Ben yalınız Müslümanım Allahım bir dinim hak.

Budur benin öğündüğüm bu olmuştur olacak.

Ben yalınız Müslüman’ım Peygamberim Muhammed.

Salat sana selam sana ey mürşidi muhalled.

Şanım Kur’an canım Kur’an kanunum tek Kur’andır.

Ulu kitap yüce kitap canım sana Kurbandır.

Müslümanlık dinim benim Müslümanlık milletim.

Müslümanım şübhem yoktur yoktur benil illetim.

Müslümanlık dörtyüz milyon kardeşim.

Akar ise onlar için akar benim gözyaşım.

Sevinç ile sevinirim, keder ile ağlarım.

Matem ile öz başıma karaları bağlarım.

Kıblem Kâbe, Rabbimiz bir kıblemiz bir hep biriz.

Ni’metlere şükrederiz belalara sabiriz.

Müslüman’ın düşmanına babam olsa düşmanım.

İçim dışım ben yalınız Müslüman ve insanım.

Müslümanlık ne büyük şey bir zamanlar cihanı.

Baştan başa zapt ederek insan etmiş insanı.

Yüce rabbim yüce dinim böyle hor ben kalamam.

Tarihimi çiğneyerek yabancı şey alamam.

Göksümdeki imanımın firmasıdır şu fesim.

Bu başımdan çıkmayacak çıkmadan son nefesim.

Sağ oldukça baş üstünde kalmalıdır ni’meti.

Ben ölünce olmalıdır tabutumun zineti.

Kalbimizin Nurunu solduranlar solmalı.

Müslümanım Müslümanın dini bütün olmalı.

Dinimiz bir bu ikilik Koğulsun Yarab aradan.

Müslümanlar dinimizden ayırmasın yaradan.

Balkan Şuarasında

Üsküplü Abdülfettah Rauf yazılış tarihi 1958

Evet buradaki ağabeylerin nazariyeleri de o istika mette. Kızların memure olmaları için yüksek tahsili uygun bulmuyarlar. Aşağıda göreceksiniz Abdülfettah Efendi de o istikamette

EY HAZRETİ HAVVANIN NAMUS SEVER KIZLARI

Küçük büyük kadın erkek şaşırdığı bir zaman,

bir zaman ki dostlar zebun düşman ise bi eman.

Beşer azmuş Hak yolundan her tarafta buhran var,

Ne elinde bir kitap var ne önünde burhan var.

Kadın çıkmış kadınlıktan ırzu namus paye mal,

ne şeref var ne âile sönmüş gitmiş hem âmal.

Öz çocuklar anne varken annesiz kaldı eyvah,

Ne haya var ne korku var ne Peygamber ne Allah.

İslamiyet kadınlığı kurtarmıştı zilletten,

Kurtarmıştı rezaletten esaretten illetten.

Her hakkını verdi fakat kadınlık çevresinde,

Kadın kadın oldu İslamın nurlu devresinde.

Bunun için Ey Havvanın namus sever kızları!

Müslümanlık âtisinin münevver yıldızları.

Siz bu günün genç kızları yarının anneleri,

Biliniz ki bu dindedir hakkın feyzi hüneri.

Her emrini şeref bilin hayat bilin hak bilin,

feyzi hayat bu dindedir bu dinde mutlak bilin.

İmanlıya dine kanmak zor değildir kolaydır,

Bir kadına kendi evi kafes değil saraydır.

O sarayın Padişahı yine kadın olmuştur,

Kadın ancak saadeti bu sarayda bulmuştur.

Ey Allaha iman eden afife kız bgün ben,

Fazla öğüt vermem sana şu sözüm var heman sen.

Aişe-i Sıddıkayı Fatımatüz Zehrayı,

Numune al, bakma asla bu kudurmuş dünyayı,

Bir kadını çarşafında saklamıştı diyanet,

Ayıp mıdır bir inciyi sadefinde sıyanet.

Diyorlar ki kadın demek kedi değildir heman,

Hiç yerinden oynamasın evde kalsın her zaman.

Fakat kadın köpek dahi değildir ki dolaşsın,

Çarşı pazar devr ederek her gübreye bulaşsın.

Bunun için kadın heman evladına annedir,

O evinde hakimedir silahı da iğnedir.

Bir milletin annesidir bir vatanın banisi,

Ailenin temel taşı zevcının da sanisi.

Medeniyyet ve asrilik dedikleri kederdir,

Kadınlığa cinayettir ırzu şeref hederdir.

Ev boş kalmaz boş kalırsa bütün hayat boş olur,

Hakkın yüce kanuni ile amel etmek hoş olur.

Hoş değilde vazifedir aklı olan insana,

Reva değil tekme vurmak şu pek büyük ihsana.

Üsküplü Abdülfettah Rauf Efendinin Şiiri

Bediüzzaman Said Nursi’nin Takvası Üzerine Düşünceler

“ Ey iman edenler! Allah’a nasıl korunmak gerekse öyle korunun, hakkı ile müttaki olun ve herhalde müslim olarak can verin.”

( Al-i İmran Suresi, 102. Ayet )

Hayatı takva ile yoğrulmuş bir insanın yaşantısında öylesine olağanüstü sonuçlar ortaya çıkar ki, bunların herkes tarafından kavranabilmesi olanaksızdır.

I. Dünya savaşında Osmanlı Ordusu doğu cephesinde işgalci Rus Ordusu ile çarpışırken; Bediüzzaman, talebelerinden oluşan bir birlikle bu savaşa iştirak etti. Kahramancasına çarpıştılar. Devam eden bu çarpışmalar esnasında Ermeniler Ruslarla işbirliği yaparak; kadınlar, çocuklar ve yaşlı insanların da aralarında olduğu birçok masum müslüman Osmanlıyı katlettiler. Bediüzzaman’ın son derece üst seviyede olan takvasını yansıtması açısından, 1916 yılına ait olan ve Şükran Vahide tarafından aktarılan bir anekdot şu şekildedir:

“Ermeniler birçok çocuk, kadın ve yetişkini katlettikleri için misilleme olarak Ermeni çocuk ve kadınlarının da Osmanlı birliklerince öldürülmeleri beklenebilirdi. Ancak Bediüzzaman bu misillemeye karşı çıktı ve sahip olduğu İslami olgunluğun doğal bir sonucu olarak bu misillemeyi hiçbir zaman yapmadı.

Bir keresinde Bediüzzamanın olduğu bir yerde binlerce Ermeni kadın ve çocuğu biraraya toplanmıştı. Hiçbirine dokunulmaması hususunda emir verdi. Sonrasında onları serbest bıraktı ve serbest kalan bu kadın ve çocuklar Rus birliklerinin olduğu yerlere doğru gittiler. Ermeniler karşılaştıkları bu İslami davranıştan öylesine etkilendiler ki o andan itibaren hiçbir müslüman çocuğu katletmediler.” ( 1 )

Takva insana olağanüstü insani değerler katar. Bu değerler ise hayattaki başarının temel faktörleridir.

Takvanın Risale-i Nur’daki tanımı ise şöyledir: ”Takva, dini yasaklardan kaçınmak ve günah olan fiillere son vermektir. Manevi ve moral değerlerin tahribe uğradığı, bencilliğin son derece yaygın olduğu günümüz şartlarında takva, son derece önem kazanmıştır.“ ( 2 )

Bediüzzaman ile ilgili yukarda verdiğimiz örneğe tekrar dönersek, Bediüzzaman’ın yaptığı bu davranışı bir hile olarak değerlendirir ve bu hareket neticesinde Ermenilerin de aynı şekilde davranacağının hesaplanarak yapılmış olduğunu düşünürsek bu düşünce yanlış olur. Zira bu tarz bir davranış, dinine bağlı müslümanların yaptıkları doğal hareketlerdendir.

Takvalı bir müslüman hiçbir zaman Allah’ın ve Rasulünün(s.a.v.) yasakladığı bir davranışı yapmaz. İslam tarihi, yukarda anlatılan örneğin sayısız benzerleriyle dopdoludur. Bediüzzaman sadece sahip olduğu takvanın gereğini yerine getirdi ve Ermenilerin de onun yaptığı bu davranışın aynısını karşılık olarak yapmaları, Bediüzzaman’ın davranışının doğal bir sonucuydu. Yukardaki hadise aynı zamanda, İslam dininin, insanların topraklarından önce kalplerini ve akıllarını fethettiğine en güzel bir örnektir.

Mekke sokaklarında sevgili Peygamberimiz’in(s.a.v.) üzerine çöp birikintilerini atmayı alışkanlık haline getirmiş yaşlı kadının hikayesini sık sık okumuşuzdur. Birgün kendisine sürekli yapılan bu davranışın yapılmadığını gören Peygamberimiz(s.a.v.), yaşlı kadının ne olduğunu etrafındakilere sordu. Hasta olduğunu öğrenince de, hemen onu ziyarete koştu. Rasulullahın(s.a.v.) bu davranışı kadının islama girişine vesile oldu. O (S.A.V.) gerçekten de Takvada da eşi benzeri olmayan bir insandı!

Bediüzzaman’ın Ermeni çocuklarına karşı olan davranışını anlamaya çalışırken, Rasulullah’ın yukarda anlatılan olaydaki hareketi bize bakış açısını çizmektedir aslında.

[ Yukardaki yazı, yazar Mohammed Asım Alavi’nin “Müsbet Hareket- Bediüzzaman’ın Hayatından Liderlik Dersleri “ isimli kitabından alınmıştır.]

( 1) ‘ Bediuzzaman Said Nursi’, Sukran Vahide, sayfa 128

( 2 ) ‘ Siratun Zatiyatun( Bediüzzaman’ın Hayatı), sayfa 314, İhsan Kasım

Mohammed Asım Alavi

www.NurNet.org

Geniş Daire Faaliyetleri

Evvelâ umumî bir kaideyi nazara almak lâzımdır. Şöyle ki: Esbab ve zıdlar karması olan bu alemde çok şeyler var ki ,kubh, hüsn, zarar ve fayda gibi zıdları tazammun eder. Bu durum karşısında hak düsturlarına uymaya bedel meyline uyan insanlar, mevzu edilen mes’elenin kendi meyline göre hoşlandığı cihetini görür ve gösterir ve böylece aldanır ve aldatır. Halbuki dinî mes’elelerde asl olan, Kur’andan gelen hükümleri esas almaktır. Bu kaide unutulmamalıdır. Dine hizmetin esasları ve hizmet ehlinin evsafı bilinmez ver hizmetler buna göre yapılmazsa, mühim hatalara sebebiyet verilmiş olur. Bu bakımdan geniş dairede içtimaî faaliyetler ve dine hizmet çalışmalarının nüsbet mânada yapılabilmesi için, bid’alara bulaşmamak ve hizmet-i Kur’aniyeyin esasını teşkil eden hâlis iman hizmetinden geniş dairelere nazarları çevirmemek icab eder. Böyle müsbet ve tavizsiz hizmet ve faaliyetlerin yürütülebilmesi de ancak gerekli olan şartların varlığı ile mümkündür.
Bediüzzaman Hazretleri bu hususa dikkat çekerek der ki :
“Risale-i Nur’un meslebi, sâir tarikatlar, meslekler gibi mağlûb olmayarak belki galebe ederek pek çok muannidleri îmana getirmesi; pek çok hâdisatın şehadetiyle, bu asırda bir mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniye olduğunu isbat eder. O dâirenin haricinde, ekseriyetle bu memlekette ve hususî ve cüz’î ve yalnız şahsî hizmet veya mağlûbane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde veya te’vilât ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i dîniye edilebilir, diye hâdisat bize kanaat vermiş.”(Em:63)
Halbuki Risale-I Nur’un haslar dairesi; ihlas sadakat, takva, azimet gibi keyfiyet hususiyetlerinde a’zamiyet mesleğini takip etmekle ve numune-i imtisal ve şayan-ı itimad ve nokta-i istinad olacak merkezi mâneviye vasfını muhafaza etmekle mükellef bulunmaktadır. Evet:
“Risale-i Nur gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniyye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terkedilmez.”(K.L.78)
Malumdur ki:
“Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır.”(K:148)
“Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir.”(K:148)
Hem yine Hazret-i Üstad, mevcut hâkim cereyanların tasallutundan bahisle,şu ikazda bulunmaktadır:
“Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.
Hem üç mes’ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en a’zamı, iman mes’elesidir. Fakat şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mes’ele, hayat ve şeriat göründüğünden o zât şimdi olsa da, üç mes’eleyi birden umum rûy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev’-i beşerdeki cârî olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en a’zam mes’eleyi esas yapıp, öteki mes’eleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.
Hem yirmi seneden beri tahribkârane eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan belki de yirmiden birisine itimad edilmez. Bu acib hâlâta karşı, çok fevkalâde sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır ve zarar verir.
Demek en hâlis ve en selâmetli ve en mühim ve en muvaffakıyetli hizmet, Risale-i Nur şakirdlerinin daireleri içindeki kudsî hizmettir. Her ne ise… Bu mes’ele şimdilik bu kadar yeter.”(K:90)
Demek oluyor ki geniş dairede beklenen zat dahi, ittihad-ı İslamın teşekkülü ile ona istinad etmesi gerekiyor. Nitekim:
“O zât, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt’in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.”(E:266)
Hem  “O zâtın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife, maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli îtikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife, gayet büyük maddî bir kuvvet ve hâkimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin. O zâtın üçüncü vazifesi, Hilâfet-i İslâmiyeyi İttihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip Dîn-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir.”(S.T:9)
Binaenaleyh o zâtın böyle bir kuvvete dayanmadığı takdirde, mezkûr hâkim cereyanların tasallutundan dolayı geniş dairedeki vazifelerden feragat edip en a’zam mes’ele olan iman hizmetini esas yapması icab ediyorsa, bugün iman hizmetinde vazife alanların elbette ki manevi hizmeti daha çok tercih etmeleri lazımdır.
Hem mezkûr ikaznamede, külli ifsadat içinde umumi ahlâkın bozulması ile itimadın sarsılması sebebiyle bu bozuk vasatta geniş daire faaliyetlerinin sağlam ve tesanüd esaslarına müstenid şekilde yapılamayacağına ve en selâmetli hizmetin Nur’un halis hizmeti olduğuna dikkat çekilmektedir. Çünkü şer cereyanı, ya hizmet cemaatinin içine hulûl ederek içten bozmak için sinsi plânlarını tatbike çalışır veya imha etmek ister. Bu manada Hz.Üstad şöyle diyor:
“Sizin beraetiniz ve manen galebeniz, zalimleri şaşırttı. Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taarruzdan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için, memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz bir cihette daha zararlı görünüyor.”(K:147)
Aynı şekilde
“Perde altındaki düşmanımız münafıklar, şimdiye kadar yaptıkları gibi, adliyeyi ve siyaset ve idareyi zahirî dinsizliğe âlet edip, bize hücumları akîm kaldığı; ve Risale-i Nur’un fütuhatına menfaati olan eski plânlarını bırakıp, daha münafıkane ve şeytanı da hayrette bırakacak bir plân çevirdiklerine dair buralarda emareleri göründü. O plânların en mühim bir esası; has, sebatkâr kardeşlerimizi soğutmak, fütur vermek, mümkün ise Risale-i Nur’dan vazgeçirmektir. Bu noktada o kadar acib yalanları ve desiseleri istimal ediyorlar ki, Isparta ve havalisi, gül ve nur fabrikasının kahraman şakirdleri gibi, çelik ve demir gibi bir sebat ve sadakat ve metanet lâzım ki dayanabilsin. Bazı da dost suretinde hulûl edip, korkutmak mümkünse, habbeyi kubbe edip evham veriyorlar.”(E:125)
Ve “Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur Talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları, Risale-i Nur’dan ve üstadlarından ayırmak kabil değildir. Bunun için şeytanî plânlarını, desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damarlarından veya sâfiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular. O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hizmettir; bu da onlarla mücadeledir. şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir.” gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur Talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar.”(T:690)
Aynı şekilde ihtilâfları tahrik ederek tefrikaya düşürmeye, içten tahrife ve bozmaya çalışırlar.Nitekim Hz.Üstad diyor:
“Ben kendim mükerreren müşahede etmişim ki: Yüzde on ehl-i fesad yüzde doksan ehl-i salahı mağlub ediyordu. Hayretle merak ettim, tedkik ederek kat’iyyen anladım ki: O galebe kuvvetten, kudretten gelmiyor, belki fesaddan ve alçaklıktan ve tahribden ve ehl-i hakkın ihtilafından istifade etmesinden ve içlerine ihtilaf atmaktan ve zaîf damarları tutmaktan ve aşılamaktan ve hissiyat-ı nefsaniyeyi ve ağraz-ı şahsiyeyi tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır madenler hükmünde bulunan fena istidadları işlettirmekten ve şan ü şeref namıyla riyakârane nefsin firavuniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geliyor.”(L:85)
Eğer böyle planlar netice vermiyorsa, çeşitli bahaneler çıkarıp o bahaneler perdesi altında su-i kast planlarını tatbikle tecavüz etmek isterler.Evet
“Ecnebi menfaati hesabına ve bu millet ve bu vatanın pek büyük zararına çalışan bir gizli komite, bizim beraetimizi bozmak için, her tarafta habbeyi kubbe yaparak bir kısım memurları aleyhime evhamlandırdılar. Bir maksadları; benim sabrım tükensin, artık yeter dedirtsinler. Zâten onların şimdi benden kızdıklarının bir sebebi; sükûtumdur, dünyaya karışmamaktır. Âdeta ne için karışmıyorsun, tâ karışsın maksadımız yerine gelsin diyorlar.”(E:17)
Hatta bu gizli düşmanlar gayeleri için en şenî planları hazırlayıp tatbik edebilirler. Hz Üstadın bir beyanı şöyledir:
“Gizli düşmanlarımız hükûmetin ehemmiyetli ve birkaç vazifedarlarını elde edip beni tazyikatla, Menemen ve şeyh Said hâdisesi gibi bir hâdise çıkarmak için bütün kuvvetiyle en hassas damarlarıma dokunduracak tarzda her desiseyi istimal ettiler. Gördüler ki Eski Said yok, yenisi ise her şeye tahammül ediyor, o plânı sair sû’-i kasdlere ezcümle zehir vermeye tebdil ettiler. Hıfz-ı İlahî onu da akîm bıraktı. şimdi o münafıklar resmen hükûmetin nüfuzunu, benden halkları ürkütmek ve vazgeçirmek için burada dehşetli bir propaganda ile istimal ediyorlar. Fakat siz hiç telaş etmeyiniz. İnayet-i Rabbaniye devam eder. Gittikçe fütuhat-ı Nuriye tevessü’ ediyor.”(E:147)
Bu din düşmanlarının çeşitli plân ve niyetlerini bilen Bediüzzaman Hazretleri bunların işi nereye kadar götürmek istediklerini göstermek bakımından şu misalide veriyor:
“Otuz sene evvel Dâr-ül Hikmet a’zası iken, bir gün arkadaşımızdan ve Dâr-ül Hikmet a’zasından Seyyid Sa’deddin Paşa dedi ki: “Kat’î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebide ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki, bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız.” diye senin i’damına hükmetmişler. Kendini muhafaza et.” Ben de “Tevekkeltü Alallah, ecel birdir, tegayyür etmez” dedim.
İşte bu komite, otuz sene belki kırk seneden beri hem tevessü’ etti, hem benimle mücadelede herbir desiseyi istimal etti. İki defa imha için hapse ve onbir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi ondokuz defa oldu.) En son dehşetli plânları, sâbık dâhiliye vekilini ve Afyon’un sâbık valisini, Emirdağı’nın sâbık kaymakam vekilini aleyhime sevketmeleriyle, resmî hükûmetin nüfuzunu bütün şiddetiyle aleyhimde istimal etmeleridir. Benim gibi zaîf, ihtiyar, merdümgiriz, fakir, garib, hizmete çok muhtaç bir bîçareye o üç resmî memurlar, aleyhimde öyle bir propaganda ve herkesi korkutmak o dereceye gelmiş ki; bir memur bana selâm etse, haber aldıkları vakitte değiştirdikleri için, casusluktan başka hiçbir memur bana uğramadığını ve komşularımın da bazıları korkularından hiç selâm etmediklerini gördüğüm halde; inayet ve hıfz-ı İlahî bana bir sabır ve tahammül verdi. Emsalsiz bu işkence, bu tazyik, beni onlara dehalete mecbur etmedi.”(E:193)
Hz. Üstad bir suale verdiği cevabında mezkûr ifsad komitesinin bu tarz plânlarına icmalen şöyle işaret ediyor:
“Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye neden hizmet edemedi?
C- En büyük hizmeti, adem-i hizmetidir. En büyük hareketi, hareketsizliğidir. Çünkü buradaki hâkim olan kuvvet-i ecnebiye, lehinde olmayan herbir hareketi boğuyor. Hareket edenleri gördük, mukaddes câmilerde gâvurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevaz-ı katline fetva verdirildi. İşte Dâr-ül Hikmet, bu fırtına içinde âlet ettirilmedi. En büyük mani olan ecnebi kuvvet, bütün kuvvetiyle ahlâksızlığı himaye ve teşci’ ediyordu.”(S.T.İ.89)
Risale-i Nur ‘daki has ve halis iman hizmetini geniş dairedeki hizmet şekline çevirmekle daha faydalı neticeler alınabileceği yolunda telkinatlarda yapıla gelmektedir. Bu tarz fikirler çok cazip görünse de Risale-i Nur böyle zâhirde şa’şalı hareketlere ve cereyanlara dâhil olduğu ve bu nevi hareketlerle ihtilata girdiği görülmemiştir. Nitekim Hz.Üstad bu manada çok cazip bir teklifi kabul etmediğini, hikmetleriyle beyan ederek, Risale-i Nur’un çok ehemmiyetli bir düsturu olarak şu hâdiseyi ibret nazarlarına arz eder:
“Büyük memurlardan birkaç zât benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üçyüz lira maaş verip, Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkıyeye, şeyh Sünusî yerine vaiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüzbin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun?” dediler.
Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüzbinler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi’ olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.”(E:11)
Yine bir mektubunda aynı mânayı te’yiden ve şayan-ı ibret ve teemmül olan bir ikazı da şöyledir:
“Hem maddî hem manevî, hem nefsim hem benimle temas edenler gayet ehemmiyetli benden sual ediyorlar ki: “Neden herkese muhalif olarak -hiç kimsenin yapmadığı gibi- sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun? İstiğna gösteriyorsun? Ve herkes müştak ve talib olduğu ve Risale-i Nur’un intişarına, fütuhatına çok hizmet edeceğine o Risale-i Nur şakirdlerinin hasları müttefik oldukları ve senden kabul ettikleri büyük makamları kabul etmiyorsun? şiddetle çekiniyorsun?
Elcevab: Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikata muhtaçtırlar ki; kâinatta hiçbir şeye âlet ve tâbi’ ve basamak olamaz ve hiç bir garaz ve maksad onu kirletemez ve hiçbir şübhe ve felsefe onu mağlub edemez bir tarzda iman hakikatlarını ders versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalaletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.
İşte bu nokta içindir ki, dâhilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tâbi’ olmuyor.. tâ avam-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğrudan doğruya hayat-ı bâkiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakikatı, hücum eden şübheleri ve tereddüdleri izale eylesin.”(E:74)
Yine aynı hükmü te’yiden Hz. Üstad:
“Bu sırada dâhilde o kadar dâhilî, haricî heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdud birkaç arkadaşına bedel çok diplomatları kendisine taraftar kazanmak için zemin hazır iken, sırf siyasete karışmamak ve ihlasına zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celbetmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki: “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, asayişe dokunmayınız!” dediği ve iki cereyan bu çekinmesinden ona zarar verdikleri; eskisi evhamından, yenisi de “Bize yardım etmiyor” diye ona çok sıkıntı verdikleri halde (Ş:374)
Diyerek devam eden beyanında da Risale-I Nur’u geniş sahada neşredecek olan diplomatlardan dahi ihlas için uzak durduğunu ve bu içtinabından dolayı da muhalif ve muvafık iki siyasi cereyanın eziyette bulunduklarını, buna bedel Nur’un ve hizmetin safiyetinin muhafaza edildiğini açıklıyor. Demek oluyor ki, geniş dairedeki ünvanlı şahsiyetlerle temas ve ihtilatın zahirde getireceği faydadan daha çok manevi zararı vardır ki men ediliyor.
Aynı mes’eleyi tahkim ve ehemmiyetini tebarüz ve mesleğin bir hususiyetini beyana vesile olan bir suale verdiği cevapta şöyle demektedir:
“ Sual: Neden ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlara hiçbir alâka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men’ ediyorsun. Halbuki eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip parlak hakikatlarını neşredeceklerdi; hem bu kadar sebebsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın!

Elcevab: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan “ihlas” bizi men’ediyor. Çünki bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlahîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkilleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.”(E:39)
Evet, Nur’un hâlis iman hizmetindeki hizmet ehlinin ,bu acib asırda keyfiyet hususiyetlerini muhafazada çok dikkatli olmaları icabediyor. Geniş daire faaliyetlerine Nur’un ikaz ve irşadları tebliğ edilmeli, fakat ihtilatsız ve Nur’un izzet ve hâlisiyetini incitmeden, yani tâbi ve dahil olmadan, diğer bir ifade ile hizmet-i imaniyenin umuma ders veren mal-ı umumilik vasfı muhafaza edilmek şartıyla olmalıdır. Yoksa geniş dairenin, nefsin hissiyatına hoş gelen şa’şalı faaliyetlerine fiilen katılıp hizmet ehlinin nazarlarını hârice dağıtmak, hizmet ehline fütur getirmek olur ki bu büyük zarardır. Mutabık-ı hal demek olan belağatın icabı olarak her türlü teşvikler, nefsin hissiyatına hoş gelmeyen manevi hizmetlere yapılmalıdır.
Hakiki Nur talebeleri tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet gibi meziyetlerinin iktizası olarak hizmeti Nuriyede bulunurken böyle şa’şaalı, cazibedar ve tezahüratlı faaliyetleri esas alamaz. Belki esas vazife-i Nuriye ve mânevi hizmet hayatı, a’zami ihlas ve sadakat üzere tam ve ciddiyetle muhafaza edilmek ve hâslar dairesinin manevi merkeziyeti ve müessiriyeti tam yerleşmiş olmak ve geniş dairedeki faaliyetler meşruiyet içinde Nur’a muvafık tutulmak şartıyla, hem bu faaliyetlerin lüzüm derecesinin imana nispetle ikinci ve üçüncü derecede olduğunun da şuurunda olmak ve haslar dairesini korumak kaydiyle, içtimai faaliyetlerin hizmet-i diniyeye vereceği faydaları, hatalarını, hatalarını örtebilir veya aşabilir ve bu şartlarda makbuliyeti kazanabilir.
Haslar dairesini muhlas hizmetkârlarının tezahürattan uzak mahviyetkâr vasıfları, Risale-i Nur’un muhtelif eczalarında tavsif edilmiştir. Ezcümle Şualar’daki bir ifade şöyledir: “Evet bu asrın dehşetine karşı, taklidî olan itikadın istinad kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan; her mü’min, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur bu vazifeyi; en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli bürhanlar ile isbat ederek, o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirdleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde -hizmet-i imaniye itibariyle- âdeta birer gizli kutub gibi, mü’minlerin manevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i maneviye-i itikadları cesur birer zabit gibi, kuvve-i maneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip, mü’minlere manen mukavemet ve cesaret veriyorlar.(Ş:748)
Tezahürata riyakârlık manasında bakan Hz. Üstad şöyle diyor:
“Hattâ tezahüre bir riyakârlık, bir hodfüruşluk, bir enaniyet manasını verip halklarla görüşmeyi de terk ettiği ve rahmet-i İlahînin ihsanı ile sesi de kesilmiş ki, dostlarla görüşmeye mecbur olmasın ve hatırları da kırılmasın.” (E:237)
(Mevzu ile alâkalı tafsilat için Hizmet Ehlinin Hususiyetleri adlı Nur eczalarında alınmış toplamaya bakılabilir)
Mezkûr ifadelerden açıkça görülüyor ki tahkiki iman dairesinde ihlâs ve sadakat ehli olan şakirdler, şa’şaa ve tezahürat âlemlerine girmezler.
Bir mahkeme münasebetiyle Hz. Üstad’ın yazdırdığı, gayr-ı münteşir ve has daireye bakan bir mektubda da bu mes’eleyi çok derin hikmetiyle ifade edip der ki:
“Aziz kardeşlerimiz Ahmed Feyzi, Mehmed Emin.
Necded Bey’in tekrar ifade vermesini bildiren mektubunuzu aldık. Üstadımıza okuduk. Üstadımız sizlere selâm ediyor ve muvaffakiyetler niyaz ediyor ve diyor ki:
“Aziz kardeşlerimiz, şu dünyanın gidişatı ve hâdisatın sevkiyatı her dâim bitamamihâ âhiret hesabına olmasından, ehl-i hakikat âhiret ve beka itibariyle dünyaya bakıyorlar. Bu dünyada muvaffakiyet ve parlak saadet maksud-u bizzat değil. Belki rıza-yı İlahi ,saadet-i ebediye gibi ulvi emirlerdir. Esma-i hüsnanın mütenevvi tecelliyatına mazhariyet kesbetmektedir. Mahiyet-i insaniyede münderic acz, fakr, zaaf gibi madenleri tazyiklerle işlettirip dergah-ı uluhiyete iltica ettirmektedir.
Eğer bunlar olmasaydı, yalnız kürsülere çıkıp konferanslar ve vaazlar vermek , fikrî münakaşalar yapmak gibi meşru’ hususlar dahi olsaydı sönük kalırdı, tam kemal olmazdı. Hakiki ubudiyet yapılmayacaktı, yalnız bir cihette ayinedarlık olurdu. Mes’ele ruhun derinliğine nüfuz edemeyecekti.
İşte bu ve bunun gibi daha birçok sebebler var ki; Risale-i Nur şakirdleri cüz’i külli dünyevi müzayakalara, kederlere düçar oluyorlar. Tâ ihlaslarını muhafaza edebilsinler, hâdisatın şaşaa-i surîsine kapılıp aldanmasınlar.
Hatta bu sene içinde Üstadımızın Ankara ve İstanbul’a son seyahatları ve neticesinde muhalif ve muvafık muhitlerin birinden Nur’a iltihakları mana teşkil edip meydana gelen Risale-i Nur talebelerinin azîm manevi kuvveti icabı iken Risale-i Nur’un nurani ,bedi’ ve ulvi dairesine nâehiller girmemek ,dünyevi ve siyasi cereyanlar buluşmamak için kader-i İlahi dest-i inayetle muhafaza ediyor, sırrı imtihanı muhafaza ediyor gibi bazı sebebler olsa gerektir.
Çok selâm ve muvaffakiyetler.
Kardeşiniz Zübeyr, Mustafa Acet”

Hakiki Nur şakirdlerinin ehl-i dünyaca mahkemeler vasıtasıyla taciz edilmeleri gibi hadiselerin, âlem-i İslam’ın Nurculara itimadına vesile olduğunu anlatan, gayet mânidar ve medenilerle ihtilâtı hoş görmeyen mektup dahi şayan-ı teemmüldür. Şöyle ki:
“Üstadımız diyor ki: Mahkemelerin te’hirinde hayır var. Şimdiye kadar Nur’a ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki; bu te’hirde de hayırlar var ki, birisi bu olmak ihtimali var:
Hariç âlem-i İslâm’da Nur’un ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve intişarı ve buranın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedilmekle mahkemelerce Nur’un serbestiyet-i tâmmesi için karar vermek, hariç âlem-i İslâm’da Nurların hakikî ihlasına böyle bir şübhe gelecekti ki; ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuşlar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmiyorlar, za’f gösteriyorlar diye Nur’un kıymetine büyük zarar olduğu için bu te’hir o evhamları izale eder. Ve isbat ediyor ki: Otuz seneden beri İslâmiyetin şiarına muhalif şeylere baş eğmiyorlar.”(E:107)
Mesnevi-i Nuriye’de de şu ifade var:
“Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünki aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalalete düşer boğulursunuz.” (Mesnevi N.126)
Nesebi âl’e mensub ve içtimai geniş dairede vazifedar olan gelecek zatın vazife makamının nokta-i nazarıyla, asıl mehdiyetin birinci vazife sahasına yani safi ve şaaşasız medreselerdeki hizmetlere bakmanın ,yani dar ve geniş daireleri birbirine karıştırıp tefrik etmemenin mahzurunu anlatan Bediüzzaman Hz.leri şöyle diyor:
“Nurların fütühatını kalben temaşa ederken ,bazı has kardeşlerimin Nur’un tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nispeten fütuhat az olmasından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i İlahiyeye karışmak gibi şekva geldi. Sonra mahviyet ve terk-i enaniyet ve ihlas-ı tam ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki : O fütuhatta binler hamd ü sena ve teşekkür ve manevi sürur ve sevinç ruhuma geldi.Ben o halde iken anladım ki , makamat-ı maneviye dahi mesleğimizde mevzu bahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin hakkımdan yüz derece ziyade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkımda olsa, mezkûr hakikat için bırakmağa, meslek-i Nuriyede ki ihlâs-ı tamme bırakmağa mecbur eder.”(Osmanlıca teksir baskı Tılsımlar Mecmuasının zeyli, Maidet-ül Kur’an başındaki mektuptan)
İşte bütün bu mezkûr ifade ve beyanlar gibi Risale-i Nur’daki daha birçok ifade ve beyanlar müvacehesinde ve dikkat ve insafla bakılıp teemmül edilmesi halinde Nur’un haslar dairesi; bütün âlem-i İslam’da bir itimad merkezi olmak manasında ciddiyete sahip ve esasat-ı Nuriyenin muhafızlığı vasfına haiz olmasına binaen geniş Nur dairesinin itimad ve hürmetine mazhariyeti neticesi, tesanüde vesile olmak gibi çok mühim vazife-i maneviyeyi hâmil olan manevi bir dairedir. Geniş dairenin hizmette istikamet ve istihdamı için varlığı elzemdir. Hizmette teşettütü kaldırıp tevhide medardır. Varlığı ve müesseriyeti, resmi ve zecri değil manevi ve vicdanidir: Yani hürmet ve itimad evsafına sahip olmanın bir neticesidir. Bu sebeble bu dairedeki hizmet ehlinin hayat seyri, şaşaasız bir derece başkalarından farklı olmak gerektir.

Araştırmacı Yazar
Süleyman Yasin AKDENİZ