Etiket arşivi: takva

Biz Farklıyız

Yıllar önceydi…

Küçüktüm henüz… Ve küçücük dünyamdaki en büyük, en anlamlı kelimeydi belki de bu…

Annemin zihinlerimize, kalplerimize, günlerimize, hayatımızın her yönüne büyük bir özen ve titizlikle yerleştirdiği bu kelime;

Biz farklıyız yavrum; herkes gibi olmayız, olamayız. Müslümanız biz, özeliz. Düşünmeden yaşanılan bir hayat değil tercihimiz…”

Evimizin modeli, uyku ve uyanış saatlerimiz, oyunlarımız, masallarımız, kitaplarımız ve her yönüyle gittikçe büyüyen dünyamızla farklı olduğumuzun farkındaydık…

Televizyon hiç girmemişti evimize…

Şanslıydık… Bilgisayar, sadece işyerlerinde kullanılan bir aletti ve de…

Sabah namazıyla başlanan gün ne kadar da bereketliydi. Farklıydık biz saatlerimizle bile…

Anne ve babanın dilinden duyulan Kur’an, ne kadar da huzur dolduruyordu evin her köşesine. Ve beraber ezberlenen sûreler, Amme cüzü, Tebareke cüzü, nasıl da işliyordu kalbimize…

Sahte kahramanlar, sahte hayranlıklar, tertemiz dünyamızı bozacak gerçek dışı varlıklar yoktu hiç örneklerimizde.

Her bir sahabe, sanki evimizin bir ferdi, oyunlarda kahramanlarımız ve karakterlerimize göre örneklerimizdi.

Ne oyunlara, ne kitap okumalara doyamazdık, teknolojinin dokunamadığı dünyamızda…

El emeğimizle hazırladığımız kartlar, anne babamıza, kimi zaman sokaktaki arkadaşlarımıza sunduğumuz programlar, piyesler öylesine içtendi ki…

Farklıydık biz…

Ve hep farklı olmalıydık…

Giyinme tarzımız, konuşmalarımız, özlem ve hayallerimiz, sevgi ve korkularımızla, umutlarımız, gayretlerimiz ve heyecanlarımızla…

Ve yıllar sonra, şimdi…

Değişen zaman, değişen fikirler, gelişen teknoloji, ortam, ülke, imkânlar vs…

Ama Kur’an, ama İslam, ama Peygamber ve ama imtihan hiç değişmedi…

Biz yine farklıyız…

Ve hep farklı olmalıyız…

Bir anne olarak şimdi de bu bilinci, yavrularımızın kalplerine en güzel bir şekilde taşımalıyız.

Sözlerimizle, fikirlerimizle, amellerimizle, sevip sevmediklerimizle…

Sele kapılan, çoğunluğa uyan, ya da kolaya kaçan annelerden olmamalıyız.

Çocuklarımız daha küçücükken; ev düzenimizden, alışverişimizden, konuşmalarımızdan, giyim tarzımızdan, yaşamımızın her alanında yaptığımız hareketlerden, zoraki değil gönülden bir teslimiyetle farklı olduğumuzu anlamalılar.

Anlamayıp sordukları ve ‘başkaları yapıyor’ diye örnekledikleri kimi hareketleri de, söz olarak ‘biz farklıyız’ la anlamlandırabiliriz…

Tavırlarında, hassasiyetlerinde çelişkiye düşmeyen, boş vermeyen anne-babaların çocukları zaten bu farkı çok kolay anlayacak ve sürekli sorgulamayacak, hatta küçük de olsalar sizin olmadığınız ortamlarda dahi bu farklılığı koruyacaklardır.

Ve öyle ki; ‘biz neden onlar gibi yapmıyoruz?’ sorusu ve isteği yerine, olgun bir şahsiyet gibi; ‘onlar neden bu şekilde yapmıyorlar? Onlara da anlatalım, onlar da öğrensinler’ şeklinde, kendi yaptıklarından emin, yapmayanları da davet etme konumuna geçeceklerdir.

Daha iyi anlamak adına bir kaç örnek verirsek;

Parkta onlarca çocuğun arasında oynarken, 4-5 yaşlarında olmasına rağmen kıyafetiyle, konuşmalarıyla farklı olduğunun bilincindedir küçük Müslüman kız. Küçük olmasına rağmen, tek pantolon giymesinin kendisine yakışmadığını, üzerine uzun bir bluz (yaklaşık dizlerine kadar gelen) ya da elbise ile giymesinin daha güzel olduğunu, yazın kolsuz ve çok kısa kollu tişörtler giymemesi gerektiğini bilir. Hatta tek olmasına rağmen çoğu zaman dışarı çıkarken kendi isteğiyle başını örter.

Çocukların arasında fazlasıyla konuşulan, gündem edilen doğum günlerine karşı da, net bir tavır olarak kendilerinin asla kutlamadığını öğrenmiş ve öyle güzel kabullenmiştir ki, bir çocuk olarak heves edip o tarafa meyletmek bir yana ( o kadar cazibesine karşı) maalesef çevresindeki Müslümanlardan kutlayanlara üzülüp onların vazgeçmesi için büyüklerinin onlara da anlatmasını istemektedir.

Yine 5 yaşlarındaki küçük kız, babasıyla beraber eczaneye gittiklerinde – annesinden özel bir anlatım ve tembih almamasına rağmen- kendisine hediye edilen ruju kabul etmemiş ve açıkça ‘ben öyle şeyleri sevmem’ diyerek tavrını net bir şekilde ortaya koyabilmiştir.

 ‘Henüz küçüksün, biraz hevesini al sonra sürmezsin’ gibi kararlılık göstermeyen bir öğretim metodu ise, çocukların nasıl bir tavır takınacaklarını bilmedikleri, doğruyu değil işlerine geleni tercih edecekleri bir sonuca götürür.

 

Sadece birkaç konuda verdiğimiz bu örneklerde olsun, daha birçok konuda da çocuklar, özel bir tembih ya da zorlama olmaksızın, ailelerinin gösterdikleri ciddi hassasiyetleri bu şekilde açığa vurmuşlardır. Bunun örneklerini hem kendi çocuklarımızda, hem de bu konuda duyarlılık gösteren arkadaşlarımızın çocuklarında görmekteyiz.

Başkalarından farklı olduğumuzu anlatmada en çok zorlandığımız mesele ise; ciddi hassasiyetlerini kaybetmiş Müslüman kardeşlerimizdir. İslami bir yaşantısı olmayan kimselerden farklı olduğumuzu kolay bir şekilde anlatırken, kimi Müslüman ailelerin yaşam tarzlarını çocuklarımız sorgulayabilir. Bunu da yerine göre ‘yanlış yapıyorlar, uyarmalıyız, ya da bu daha iyisi, Cennet’in en üstlerini kazanmak isteyenler daha dikkatli olmalı’ şeklinde anlatabiliriz.

 ‘Biz farklıyız’ konusu sayfalarca anlatılacak, örneklendirilecek, birbirimizin hassasiyetlerinden örnek alınıp teşvik edilecek bir konu…

Kısaca özetlemeye çalışırsak; önce kendimizde, sonra da bize emanet edilen çocuklarımızda Müslüman olarak her şeyimizle farklı olduğumuz bilincini yerleştirmek, attığımız her adıma dikkat edip, gelişi güzel yaşamamak zorundayız. Ve bu zorunluluğu canı gönülden yapmalıyız.

Unutmayalım, ‘Bundan ne olur ki’ diye ihmal ettiğimiz, küçük gördüğümüz bir hassasiyet, çocuğumuzun zihninde, önemsenmeyen bir yanlış, dikkate alınmayan bir amel ve herkes gibi olabilirlik sonucuna varabilir.

Yiyip-içtiğimizden, konuşup güldüğümüze, sevip hoşlandığımızdan nefret ettiğimize, izleyip dinlediğimizden giyindiğimiz, giyindirdiğimiz elbiselere, model olarak sunduklarımızdan, seçtiğimiz kitaplara, aldığımız oyuncaklardan söylediğimiz ninnilere kadar olabildiğince dikkat etmeli, bir Müslümanın attığı her adımı bilinçli attığını yaşantımızla çocuklarımıza göstermeliyiz…

İşaret parmağındansa ayak izlerini takip etmeyi tercih eden çocuklarımız, arkamızdan gelecek ve bizi örnek edineceklerdir…

“İnanıyorsanız üstünsünüz” ayetiyle, çoğunluktan farklı olmaktan çekinmeyecek, bunun bir ayrıcalık, bir lütuf olduğunun bilinciyle hamd ederek yaşayacaklardır…

 Takva sahiplerine önder olmamız duasıyla…

Ummu Salim / muslumananneler.net

İlim Cesedinin Ruhu, Edebdir

İnsanlık toplumunda eğitim, Hz. Adem (a.s) ile başlamış ve kıyamete kadar devam edecektir. Çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin çok hikmetlerinden birisi de, eğitim ile kendisini yetiştirmesidir. Kazanılan ilim sayesinde insan, dünya ve ahirete yönelik işlerini ve ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Zira insanlar, diğer hayvanlardan farklı olarak, hayatını nasıl yaşayacağını bilmeden ve her şeyden habersiz olarak dünyaya gelmektedir. Buna karşılık, ihtiyaçları da o nispette sonsuz denecek kadar çoktur. İşte insanlar, ihtiyaç hissettikleri şeyleri elde etmek için eğitim olgusuna eğilmektedirler.

İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılan ilmi çalışmalar olduğu gibi, temel olmayan ihtiyaçlar için de ilmi çalışmalar yapılmaktadır. Fizikten Astronomiye, Gıda biliminden Kimya ilmine, Ziraat ilminden Tıp derslerine, İnşaat bilgilerinden Deniz ürünleri konularına, İşletmecilik alanlarından Mühendislik alanlarına, İlahiyat vadilerinden Yöneticilik kıyılarına, Matematik bölümlerinden Psikoloji ilmine… binlerce alanda ciddi ve ince çalışma ve buluşlar gerçekleştirilmektedir.

mum ısıgıSayılan tüm bu ilimlerin, insanları Allah’a (c.c) ulaştırması gerekir. Çünkü bütün ilimlerin ulaştığı son nokta, İlahi isimlerdir. Mesela, Tıp ilmi“Şafi” ismine, mühendislik bilimleri “Mukaddir” ismine, Matematik ilmi “Muhsi” ismine, Felsefe ise “Hakim” ismine v.s tüm ilimlerin insanı ulaştıracağı nihai doruk, Esma-i ilahiyedir. İlimlere böyle yaklaşan, bu şekilde okumaya çalışan ve bu niyetle tahsil eden kişiler, yaratılışın sırrını yakalar ve hakiki insan olurlar. Çünkü ilimleri, Allah’ı (c.c) anlama sanatı olan marifetullah’a merdiven ve basamak yapanlar, Kur’anın istediği ve tarif ettiği “iyi ve ideal insan” olur. Fakat sadece ilim tahsil eden ve bilimsellikten maneviyata geçemeyenler, “iyi bilim adamı” olur. Böyle insanlar, sahip oldukları ilmi, hakiki anlamda okuyamadıklarından, istenilen sonuca ulaşamazlar.

İnsanların iyi ve ideal insan olma yolunda muvaffak olabilmeleri için, Cenab-ı Hak (c.c) dinleri ve peygamberleri göndermiştir. Peygamberler, kendilerine gönderilen Kitap, Suhuf ve vahiyler yardımıyla, insanlara bu görevlerini hatırlatmakla vazifelidirler. Bunlar, kendilerine inanan ve tabi olan herkese de iman hakikatlerini vermekle beraber ilim ve tevazuu da tavsiye etmişlerdir.

Özellikle Kur’an-ı Kerim’in ilk emrinin “Oku” olması (Alâk suresi, 1), okumanın ve ilim sahibi olmanın İslam içerisindeki yerini ortaya koyar.“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer suresi, 9) ayetiyle, ilim sahibi olanların diğer insanlardan farklı olduğu vurgulanır.“Sakın ha cahillerden olma” (En’âm suresi, 35) ayetinde, cahilliğin dünyevi ve uhrevi bir yük olacağı hatırlatılır. “Kulları içerisinde Allah’tan (c.c) ancak âlimler korkar” (Fâtır suresi, 28), ayetinde ise Allah’ı sevmenin ve O’ndan korkmanın tek yolu, Allah’ı bilme ilmi olduğu bildirilir. “Allah (c.c), içinizden iman edenlerle kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir” (Mücadele suresi, 15) ayeti ise Allah (c.c) katında da insanlar katında da yücelmek isteyenlerin ilme sarılması gerektiği vurgulanır. İşte bu gibi ayetler, eğitimin ve ilim tahsil etmenin İslam dini içerisindeki yerini ve önemini gösterir.

Peygamber efendimizin ( a.s.m ); “İlim öğrenmek kadın, erkek her Müslüman’a farzdır” (Keşfu’l-Hafâ, I. 138; Feyzu’l-Kadir, I. 542) hadis-i şerifi, ilim öğrenmenin farz olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. “Hikmet ve ilim müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa alır.” (Tirmizî, İlim, 19.) ifadesinde ise, ilmin Müslümanların hakiki malı olduğu hatırlatılır. “İlim Çin’de dahi olsa arayınız ve bulunuz”( Acluni, Keşf’ü-l Hafa, I. 138) hadisi de ilmi tahsil etmenin zorluğu, bizi yolumuzdan çevirmemesi gerektiği vurgulanır. “Beşikten mezara kadar ilim öğrenin” sözünde, ilmi tahsil etmenin sonunun olamayacağı ders verilir. “Alimin mürekkebi, şehidin kanından eftaldir”, (Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 1:6), hadisi, alimin sarf ettiği mürekkebin değerini ortaya koymaktadır. “Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yurdundan) çıkarsa geri dönünceye kadar Allah (c.c) yolundadır” (Tirmizî, İlm, 2) hadisi ise, ilim tahsil etmek için yola çıkmanın hem cihad, hem de ibadet olduğu bildirilir. “Alimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleridir. Onlar benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir” (Keşfü’l Hafâ, H. No: 751) hadisi, alimlerin yüksek makamını gösterir. “Dünyayı isteyen ilme sarılsın, ahireti isteyen ilme sarılsın. Her ikisini isteyen yine ilme sarılsın.” hadisinde de dünya ve ahiret saadetinin anahtarının ilim olduğu görülmektedir. İlim, amellerin en faziletlisidir. Yukarıdaki emir ve sözlerin ışığında “İslâmiyet’le ilim birbirinden ayrılmaz iki şeydir” demek mümkündür.

Bu ayet ve Hadisler, ilmin faziletini, değerini ve önemini açıkça göstermektedir. Fakat bu ayet ve hadislerde bahsedilen ilim, tevazu ve edeb ile boyanan, hayat bulan ve ruhlanan ilimdir. Yoksa edebden ve tevazudan mahrum bir ilim, ruhsuz bir cesede veya susuz kalmış bir bitkiye benzer. Çünkü tevazu, ilmin gereğidir ve neticesidir. İnsan, hakikatlere ne kadar aşina olursa ve ne kadar nüfuz ederse, o kadar kibirden ve büyüklenmekten uzaklaşır. Çünkü, insan bu sayede kainatın büyüklüğünü ve kainatın yaratıcısının azametini daha iyi anlar. Kendisinin aczini ve zayıflığını daha güzel okur. Allah’ın (c.c) kendisine bahşettiği güzelliklerden dolayı, büyüklenmenin aksine şükür ve hamdini artırır.

Şayet tahsil ettiği ilim, onu bu istenilen sonuca ulaştıramamışsa, o zaman o ilim, Yunus Emre’nin:

“İlim ilim bilmektir.
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen.
O nice okumaktır.”
dörtlüsünde ifade ettiği gibi eksiktir. Çünkü tahsil edilen ilim, insana kendisinin ve diğer varlıkların mahiyetini bildirmelidir. Allah’ın (c.c) büyüklüğünü ve insanın küçüklüğünü hissettirmelidir. Böylece vazife başında ciddi ve vakur, şahsi yaşayışında ise mütevazı ve alçakgönüllü olacaktır. Büyüklenenlere karşı izzetle ve zayıflara karşı da tevazu ile karşılık verecektir. Hangi makam ve mevkide olursa olsun, Allah’ın (c.c) kulu olduğunu unutmayacaktır.

Allah (c.c), bu özellikleri taşıyanları, yüceltir. Peygamber Efendimiz (a.s.m) “Her kim Allah (c.c) için mütevazi olursa, Allah da (c.c) onun derecesini yükseltir” (Müslim Bir ve’s Sıla, 69), “Cenab-ı Hak (c.c), bana, mütevazi olmanızı vahyetti” (Riyazu’s -Salihin, II, 37) buyurmuşlardır. Ve bu tevazu anlayışını tüm hayatında da yaşayarak göstermiştir.

Mesela, bir gün kendilerine bir adam getirilir. Gelen kişi, korkudan titremeye başlar. Bunu gören Allah Resulü (a.s.m) “Sakin ol! Ben bir melik değil, Kureyş’ten kuru et yiyen bir kadının oğluyum” (Gazalî, İhyâu Ulûmi’d-din, Kahire, 1954, II, 483, 484) buyurmuştur.

Resulullah (a.s.m), bir gün sahabelerine su dağıtırken, uzak diyardan bir atlı gelir ve “bu kavmin efendisi kimdir?” diye seslenir. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (a.s.m) “Milletin efendisi onlara hizmet edendir” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463) buyurur. Bu ifade ile, hem kendisinin o muhitin efendisi olduğunu hem de tüm asırlara ve insanlara milletin efendisi olmanın yolunun onlara hizmet olduğunu da mütevazi bir şekilde canlı bir ders verir.

Hz. Lokman’ın oğluna yaptığı tavsiyelerden birisi de şöyle idi: “Kibirlenip insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde çalımla yürüme; çünkü Allah (c.c) kurulup öğünenlerin hiç birini sevmez” (Lokman suresi, 18)

Bundan da anlaşılıyor ki, tevazu sahibi olmak hem dinin emridir hem de insan haysiyetine yakışan bir tutumdur. Çünkü, büyüklerimiz“Cehalet insana cesaret verir, bilgi ise tevazu katar” demekle, kibirlenmenin sebebinin cahillik, tevazunun nedeninin ise ilim olduğuna dikkat çekmişlerdir. Hz. Ali (r.a) ise; “Bana bir harf öğretenin, kırk yıl kölesi olurum” diyerek, öğrencilerin, eğitimcilere nasıl bir hissiyatla bağlanmaları gerektiğini vurgulamıştır. Demek, asıl büyüklük çok bilmekle değil, bildiğini yaşayabilmek ve bilgisini başkalarına tahakküm sebebi yapmamakla kazanılır. Öyleyse, bir adamın gerçekten büyük olup olmadığı, onun alçak gönüllülüğünden anlaşılabilir.

İlim sahiplerinin kendi ilimlerine katkı sağlayabilmeleri için, yine tevazu içerisinde olmaları şarttır. Çünkü, kendisine güveni olan ve yeterli ilme sahip olduğunu zanneden bir kişi, başkalarına tenezzül etmez. Böyle insanların gelişmeleri de, burada noktalanmış olur. Bu konu ile ilgili Japonların anlattıkları şu olay, çok manidardır: Bir zamanlar, Japonya’da ünlü bir din adamı varmış. Bu din adamına bir gün bir bilgin misafir gelir. Bu bilgin, kendisine güvenen biriymiş. Durmadan konuşup, din adamının konuşmasına meydan vermez. Din adamı da bir taraftan bu bilgini sabırla dinlerken, bir taraftan da ona çay doldurur. Çay fincanı çoktan dolduğu halde, din adamı hala doldurmaya devam eder. Bunu gören bilgin hemen “efendim, çay taştı” der. Din adamı “Oh! Bu çay fincanı çoktan doldu. O zaman daha fazla doldurulmaz” diye cevap verir. Zeki olan bilgin, onun vermek istediği mesajı alır ve konuşmayı keser. Bundan sonra din adamı, ona nasihat ve dersler verir. O da çok istifade ederek ayrılır.

İlmin insanı edeplendirdiği konusunda, tarihimizden şu muhteşem tablo temaşaya ve ibret alınmaya layık bir örnektir: İmamlar imamı Ebu Hanife hazretleri bir gün camide vaaz verirken, yanına bir kadın yaklaşır. Kadın yanında getirdiği yarısı sarı yarısı kırmızı bir elma ile bir bıçağı, imamın yanına bırakır ve geri çekilir. Bir feraset timsali olan o koca imam, elmayı bıçakla ortadan kesip, içini kadına gösterdikten sonra kadına verir. Kadın elma ve bıçağı aldıktan sonra, gider. Bu hadisenin en anlama geldiğini soran cemaate büyük imam şöyle cevap verir:“Kadın bana bir tarafı kırmızı diğer tarafı sarı olan elmayı getirerek, kırmızı kanda mı yoksa sarı kanda mı hayızdan temizleneceğini sormak istedi. Ben de elmayı ikiye bölüp ona beyaz olan iç kısmını göstererek ancak akıntı beyazlaştığında temiz olabileceğini söylemek istedim.”

İşte bu gibi ibret tabloları, İslam dininin insanlara ilim, edeb ve takvayı ne ölçüde kazandırdığının mükemmel ve muhteşem bir göstergesidir.

 

Abdullah Soydinç / Zafer Dergisi

Müslümanın Zırhı “Takva” ve “Amel-i Salih”

Kur’an-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarıdır. (1) Bu sebeple Allah’ın dostları, iman edipte takvaya sarılmış olanlardır. (2) Takvâyı Bediüzzaman Hazretleri şöyle izah eder: Takva; Menhiyattan (dinen yasak olan şeylerden) ve günahlardan içtinab etmek (çekinmek) ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.(3) Allah katında insan için en önemli şeref ve kıymet kaynağı takvâdır. “Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır.” (4) ayeti bu hakikate işaret eder. Dini yaşamada bu şekilde hassas davranan müslümana da “muttaki” denir (5). Evet, manâ ve muhtevâ itibariyle takvâda öyle bir büyü var ki, ona sığınmadan Kur’ân’ı tam anlamak ve Kur’ân yörüngesinde yürümeden ona ulaşmak mümkün değildir. Başta, Kur’ân, kapısını müttakîlere aralar ve: “huden lil muttekin” (Bakara/3) fısıldar; neticede, Hz. Furkan ekseninde yaşamaya işaret eder ve nazarları “Lealleküm tettekun” (Bakara/21) ufkuna çevirir. (6)

Şu zamanda en mühim vazife, imana hizmettir. İman saadet-i ebediyenin anahtarıdır.(7) Fakat ona iman etmek: Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ders verdiği gibi, o Hâlık’ı sıfatları ile isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.(8) Toplumu “imansızlık” gibi bir felaketten korumak, bütün ömür dakikalarını sırf iman hizmetine vakf ve hasretmek ve ihlasa tam muvaffak olmak için, Bediüzzaman Hazretleri kendini dünyadan tecrid ederek mücerred kalmıştır. Evet, Bediüzzaman iman ve İslâmiyet hizmeti için, her şeyden bu derece fedakârlık yapan, fakat bütün bunlarla beraber; ubudiyet, zühd ve takvada da bir istisna teşkil eden tarihî bir İslâm fedaisi ve Kur’an-ı Hakîm’in muhlis bir hâdimi payesine yükselmiştir.(9) Onun izinden giden Risale-i Nur talebelerinin de bu zamanda tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmaları en mühim vazifeleridir. (10) Üstad Hazretleri  Risale-i Nur’un takvadarane meşrebini (11) ders verir ve şöyle der :  “Ey ehl-i iman! Bu müthiş düşmanlarınıza karşı zırhınız: Kur’an tezgâhında yapılan takvadır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesidir. Ve silâhınız, istiaze ve istiğfar ve hıfz-ı İlahiyeye ilticadır.” (12)

Takva üzerine tesis edilmiş bir mescid hükmünde olan yeryüzünde (13) Allah’ın halifesi olarak yaşayan biz müslümanların onun hoşnutluğunu kazanması takva ve salih amele bağlıdır.. Bu yoldan bizi alıkoymak isteyecek insi ve cinni şeytanlar karşımıza çıkacaktır. Onları razı etmek hedefimiz değildir. Çünkü takva ve amel-i sâlih ile Hâlıkını razı etti isen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur; o kâfidir. (14)

Sonuç:

Hakk’ın, en çok beğendiği iş takvâ, en temiz, en nezih kulları da müttakîlerdir.. takvâ adına müttakîlere en saf, en duru mesajı da Hz. Furkan-ı Bedîu’l-Beyan’dır. (15) Kur’an’ın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur  bu manayı talebelerine şu şekilde ders verir: “Risale-i Nur gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terk edilmez.” (16)

Zafer KARLI

www.NurNet.Org                                                                                                          

Kaynakça :

1- Kastamonu Lahikası – 148

2- Yunus 10/63 :

3- Kastamonu Lahikası – 148

4- Hucurât/13

5- Rağıb el-İsfahânî, el-Müfredât fi Caribi’l-Kur’an, Mısır, 1961, s. 530

6- F.G., Sızıntı, Haziran 1993, Cilt 15, Sayı 173  

7- Barla Lahikası – 328

8- Emirdağ – 1 – 203

9- Sözler – 758

10- Kastamonu Lahikası – 148

11- Şualar – 503

12- Lem’alar – 72

13-İşarat-ül İ’caz – 203 

14- Mesnevi-i Nuriye – 185

15- F. G., Sızıntı, Haziran 1993, Cilt 15, Sayı 173  

16- Kastamonu Lahikası – 77-78

İnsan İçin En Büyük Madalya Nedir?

Kur’an-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyrulmaktadır:

“Allah katında en şerefliniz Ondan en çok korkanınızdır.” (Hucurat Suresi, 13.)

“Ey müminler, hayır işlerine koşunuz, birbirinizle yarış ediniz.”(el-Bakara, 2/148)
“… Allah onlardan razı oldu, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.” (Maide Suresi, 119)
Her insanın doğuştan Allah katında değeri ve kıymeti aynıdır. Yaratılıştan getirdiği maddi vücuduyla, değer ve kıymeti belirlenmez.
Ancak kendi amelleri (çalışmaları) neticesinde değeri artar veya eksilir. Kuran; insanın, erkek, kadın, mevki, sınıf, zenginlik, ırk, iklim, bölge farkından kaynaklanan üstünlüklerini tamamıyla siler. Onların yerine, yegane değer ölçüsü olarak insanın kendi niyet, gayret, sabır gibi çalışmasının ürünü olan üstünlükleri esas ölçü olarak alır. Allah katında, insanlar arasındaki eşitlik takva ile değişir ve takva üstünlük ölçüsü olur.
Bu zamanda tahribat ve menfi cereyanlar çok artmıştır. Takva bu menfiliklere dayanabilecek en büyük esastır. Bu zamanda takva namıyla ve günahlardan kaçınmak kastıyla (haramın terki vaciptir) menfi ibadetten gelen çok büyük amel-i salih ve kazançlar vardır. Takvayı çok iyi anlayarak, hayatımızın her anına yerleştirip, Peygamberimizin ahlâkıyla ahlâklanmalıyız.
İmtihan için bu dünya misafirhanesine  gönderilen insanlardan,  Cenab-ı Hakk’a iman edenler, O’nu hakiki sevenler, rızasına uygun yaşayıp, O’nun istediği gibi hareket edenler,  emir ve yasaklarına riayet edip  nefsini ıslah edenler, buradan şehadetnamelerini , madalyalarını, başarı belgelerini alarak ebedî bir hayatta nihayetsiz nimetlere ve saadetlere mazhar olacaklardır.
Ayette Allah ile kulları arasındaki mertebelerin en yükseği olan “rıza makamı”na işaret edilmiştir. Kâinatın Sultanı olan Allah’ın âciz bir kuldan razı olması, ona “aferin” demesi,  elbette tarifi imkânsız bir mutluluğun kaynağıdır. Tek kelimeyle, Allah’ın bu rızası razı olunan kulları tamamen razı etmiştir. Ebedî saadet, cennet, ölümsüz bir hayat ve Yüce Rabb’in rızası…
Sorularlaislamiyet.com

İnsanlara Hoş Görünmek Uğruna Dinden Taviz Vermek

Kuran ahlakı ile yaşamayan insanlar, menfaatleri doğrultusunda sürekli çevrelerinde bulunan insanları hoşnut etmeye, onların sevgi ve saygısını kazanmaya çabalarlar. Hayatları boyunca bütün sosyal ortamlarda bu eziyeti yaşamalarına rağmen, kolay kolay karşılarındaki kişilere de yaranamazlar.

Kendisi gibi aciz birer varlık olan diğer insanların rızasını arayan bir kişi, ihtiyaç duyduğu ve istediği maddi ve manevi her şeyin karşılığını başka insanlarda bulacağını zanneder. Ancak bu mantık, kişinin büyük sıkıntı yaşamasına neden olur. Çünkü razı etmeye çalıştığı insanların isteklerinin hiçbir zaman sonu gelmez. Sürekli kişiliğinden taviz vermek zorundadır. İstemese de, ortamdaki konumunu kaybetmemek için, çevresindeki insanlara sahte övgüler yağdırır ve onların istediği şeyleri yaparak, karşısındaki insanların hoşnut olmasını sağlamaya çalışır.

Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” derler. De ki: “Siz, Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir.” (Yunus Suresi -18)

Liseyi yeni bitirmiş, üniversiteyi kazanmış imanı zayıf bir genç düşünelim. Kişiliği yeni yeni oturmaya başlayan genç, aile ortamından çok farklı kültür ve inançlara sahip insanların bulunduğu yeni okul ortamında yer edinebilmek için okul öncesindeki hayatında öğrendiği iyi özelliklerinden bir bir taviz vererek insanlar tarafından kabul görebileceği bir karaktere bürünür. Yeni karakteri onu tatmin etmese de, yeni çevresinin sağlayacağı havanın onu mutlu edeceğini düşünerek bu oyuna devam eder. Ancak bir süre sonra gerçeklerle yüzleşmeye ve mutsuz olmaya başlar.

Onlar, mü’minleri bırakıp kafirleri dostlar (veliler) edinirler. ‘Kuvvet ve onuru (izzeti)’ onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, ‘bütün kuvvet ve onur,’ Allah’ındır. (Nisa Suresi -139)

Eğer Allah’a, peygambere ve ona indirilene iman etselerdi, onları dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fasık olanlardır. (Maide Suresi – 81)

İman eden genç ise, üniversite ortamına girdiğinde, asla inançlarından ve Allah rızasından taviz vermez. Ortamda yer edinmek uğruna, karşısındaki insanların rızasını gözeterek, onların istediği şekle girmez. İman ederek en güçlü olanın, yani Allah’ın dostluğunu kazanmıştır ve iman eden insan için Allah’ın dostluğunu kazanmaktan daha ötesi yoktur. Bu dostluğu kaybetmemek için de sadece O’nun razı olacağı tavırları gösterir ve yaşamı boyunca da mutlu ve huzurlu bir hayat yaşar.

Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O’nun elçisi, rüku’ ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü’minlerdir. (Maide Suresi -55)

Din ahlakını yaşamayan insanların, iş hayatları da okul hayatlarından farksızdır. Sürekli birilerinin rızasını gözeterek, bir şeylerden taviz verirler. Verdikleri bu tavizle karşılarındaki kişilerin sevgisini ve takdirini kazandıklarını düşünürken, Allah’ın sevgisini kaybettiklerini asla akıllarına getirmezler. Patronunun kendisine verdiği her görevi dikkatle yapmaya çalışır, bu uğurda gerekirse ibadetlerinden taviz verir ama asla işlerini aksatmazlar. Hata yapıp gözden düşmekten korkar ve sakınır, patronunun takdirini almaktan da inanılmaz keyif alırlar. Bütün bunları da sadece biraz pirim, biraz sosyal statü ve biraz da saygınlık için yaparlar. Oysa Allah, sadece Kendi rızası için yaşayan ve sadece Kendisinden korkup sakınanlara en büyük saygınlığı, en mükemmel ortam olan cenneti ve Kendi dostluğunu vaat eder.

Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: “Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?” (En’am Suresi -22)

De ki: “Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir.” (Al-i İmran -15)

İnsanların rızası gözeterek Allah’ı unutan insanlar ya da aynı sebeple Allah’a yakın görünmeye çalışan insanlar, şeytanın telkinleri ile boş ve yararsız bir amaç uğruna hayatlarını köle gibi yaşarlar. Oysa inananlar, her şeyden bağımsızlaşarak yalnızca Allah rızası için yaşarlar.

Allah (ortak koşanlar için) bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah’ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar. (Zümer Suresi – 29)

Allah bütün insanların Yaratıcısı ve Hâkimi’dir. Bütün kalpler Allah’ın elindedir. Dolayısıyla bütün insanları hoşnut etmek için yalnızca Allah’ın rızasını kazanmak yeterlidir. Çünkü insanların kalbine hoşnutluğu koyacak olan her şeye güç yetiren Allah’tır. Nitekim samimi bir kalple Allah’a yönelen her kul için Allah’ın rızası her şeyden daha önemlidir.

İçten Allah’a yönelen müminler, diğer insanların rızasını aramadıkları gibi kendi nefislerini hoşnut etme arzusunda da olmazlar. Allah’ın şefkatine mazhar olan müminlerin bu üstün ahlakı bir Kuran ayetinde şöyle haber verilmektedir:

“İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah’ın rızasını ara(yıp kazan)mak amacıyla nefsini satın alır. Allah, kullarına karşı şefkatli olandır.” (Bakara Suresi – 207)

İbrahim Akın