Etiket arşivi: ümit şimşek

Nur Hizmetinin Merkezi: “Medrese-i Nuriye”

“Ders yapılan yer, okul, üniversite” anlamlarına gelen “medrese,” Risale-i Nur hizmetinde önemli bir yere sahip bir kavramdır.

Bediüzzaman Said Nursî, gençlik yıllarından itibaren “Medresetü’z-Zehrâ” adını verdiği bir projeyi hayata geçirmek için çalışmıştır. Bu, din ilimleriyle fen bilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversitenin kurulmasını hedef alan bir projeydi.

Hapishanelere düştüğü zaman, buraları da iman dersleri yapılan birer okul haline getirmiş ve Yusuf Aleyhisselâma izafeten “medrese-i Yusufiye” adını vermişti.

Risale-i Nur’un telifi tamamlandığında ise, Bediüzzaman’ın ideali, şekil değiştirerek çok daha yaygın bir hal almış ve “medrese-i Nuriye” şeklinde gerçekleşmiş bulunuyordu.

Bediüzzaman Said Nursî, talebelerine, bulundukları yerlerde Risale-i Nur’u beraberce okumak ve bu şekilde iman ilimlerini tahsil etmek için, sadece Risale-i Nur hizmetine mahsus medreseler açmalarını yahut evlerini birer medrese haline getirmelerini tavsiye etti:

“Her bir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlâs Risalesinde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum.”

 Hadsiz şükrolsun ki şimdi Ankara içinde küçük bir medrese-i Nuriye manasında, küçük Said’ler ve Nur’un fedakârları her gece birisi bir mecmuayı okur, ötekiler ders alır gibi dinliyorlar. Bazı vakit konferans zamanında bazı mühim adamlar da iştirak ediyorlar.

 – Emirdağ Lahikası: 2

***

 Urfa ve Diyarbakır’daki faal Nur talebeleri birer medrese-i Nuriye kurdular. Risale-i Nur’u her sınıf halktan, bilhassa talebelerden, gençlerden gelen cemaate okumak suretiyle ilmî derslere başladılar. Bu zamanda pek ehemmiyetli olan talebe-i ulûmun şerefini ihya ettiler. Şark havalisinde büyük hizmet-i imaniye îfa olundu. . . . Anadolu’nun birçok yerlerinde Nurlara hizmet devam etmekle beraber, bilhassa Ankara, İstanbul, Diyarbakır, Urfa medrese-i Nuriyeleri yalnız bulundukları muhitte değil, çok geniş bir sahada hizmet-i imaniyede bulundular. Bu hizmetleri, yalnız bir kişi değil, bir merkez değil, yalnız malûm şahıslar değil; hizmet-i Kur’aniye olduğu için, pek çok vecihlerde, pek çok zâtlar tarafından îfa edildi. İsmi bilinmeyen nice hâlis talebeler, sadık mü’minler, bu hizmet-i kudsiyede çalıştılar, nur-u Muhammedî’nin yayılmasına gayret ettiler.

 – Tarihçe-i Hayat

2. Yazı: http://www.nurnet.org/nur-hizmetinin-usleri-medreseler/

3. Yazı: http://www.nurnet.org/sirran-tenevveret-nedir/

“Sırran Tenevveret” Nedir?

Nur medreseleri, Bediüzzaman’ın kabul edilmiş duasıdır. O, bir ömür boyunca Medresetü’z-Zehrâ ideali peşinde koşmuş ve eline geçen her fırsatta bu medreseyi inşa etmeye teşebbüs etmişti. Her defasında bu teşebbüsler muhtelif sebeplerle akim kaldı. Fakat Medresetü’z-Zehrâ ideali akim kalmadı, bu dua daha güzel bir surette kabule mazhar oldu.

Şimdi, tek bir mekândaki bir Medresetü’z-Zehrâ yerine, dünya sathına yayılmış binlerce medrese-i Nuriye’de iman dersleri yapılıyor. Ve bu medreselere girebilmek için, iman ilimlerine talip olmaktan başka hiç, ama hiçbir şart aranmıyor. Her yaştan, her kesimden, her milletten insanlar buralara serbestçe girip çıkıyorlar. Her seviyeden insanlar, buralarda en yüksek mertebede iman ilimleri dersine muhatap oluyorlar; herkes burada kabını eşit imkânlarla dolduruyor, herkes kendi kabının ölçüsüne göre bu derslerden hissesini alıp gidiyor.

Duasının bu kadar güzel bir surette kabul olunduğunu Bediüzzaman da dünya gözüyle görmüş ve dilinden düşürmediği “Medresetü’z-Zehrâ” ismini bu medreseler hakkında kullanmaya başlamıştı.

Sırran tenevveret’in sırrı

Risale-i Nur’un alâmet-i farikası haline gelen “sırran tenevveret” sırrı, en parlak şekilde işte bu mübarek mekânlarda hükmünü icra ediyor. Bir çiçeğin yapraklarından sessizce süzülerek bitkinin içinde iş gören ve oradan bütün mahlûkatın hayat kaynağı olarak çıkan hava zerreleri gibi, buralarda da iman hakikatleri sessiz sadasız ruhlara nüfuz ediyor, kalpten dimağa kadar her tarafa nasibini dağıttıktan sonra insanlığın manevî dertlerine deva yetiştirme iştiyakı halinde etrafa yayılıyor. Kitaplar böylece gönülden gönüle akıyor, muhabbetler hale hale yayılıyor, Risale-i Nur hiçbir tanıtım ve reklam faaliyetinin temin edemeyeceği en muhteşem zaferlerine böyle sessiz ve mütevazi bir şekilde erişiyor. Bediüzzaman’ın yakın talebesi Abdullah Yeğin Ağabeyin Tarihçe-i Hayat’taki bir mektubunda tasvir ettiği gibi, Nurların yayılışı, tıpkı bahar mevsimi gibi, “sessiz, gürültüsüz, şaşaasız, gösterişsiz ve mütevazi ve fakat muazzam bir şekilde cereyan ediyor.” İşte, dün olduğu gibi bugün de geçerli olan ve kıyamete kadar geçerliliğini asla kaybetmeyecek olan “sırran tenevveret” hadisesi böyle birşeydir.

Her gönül için ayrı bir fetih

Büyük reklamlar, şaşaalı toplantılar, göz kamaştıran kampanyalar, geçici bir süre için birşeylere dikkat çekmeye yarayabilir. Elinizde satacak birşeyleriniz varsa bu yolla stokları temizleyebilirsiniz. Yahut manşetlere çıkmak veya kalabalıklar tarafından alkışlanmak hoşunuza gidiyorsa, bir müddet böyle şeylerle oyalanabilirsiniz. Lâkin bir ömür boyu okunur hale gelmek ve bir hayat modeli olarak insanların yaşayışlarına nüfuz etmek, ancak gönülleri fethetmekle yapılacak bir iştir; bu da kitleler halinde değil, birer birer olur. Her gönül ayrı bir şekilde alınır. Her kalbe ayrı ayrı girilir. Her bir ruh bir dünya gibi fethedilir. Bunu yapacak olan fertlerdir, her biri bir Said olan Nur talebeleridir; bu faaliyetin merkezleri ise Nur medreseleridir.

Nur medreselerinin icra ettiği fonksiyonu yeterli görmeyip de şaşaalı faaliyetlerle bu hizmete “aşı” yapmaya kalkanlar, geçici bir süre için şöhret damarlarını tatmin eden sonuçlar alacak olsalar bile, bu sonuçlar, insanları kitabın başından kaldırmak ve medreselerden başka yerlere taşımak suretiyle verdikleri hasarın yüzde birini bile karşılayacak seviyeye hiçbir zaman ulaşamamıştır.

Nur hizmetlerini daha da ileriye götürmek arzusunu taşıyanlar, Bediüzzaman’ın “tevessü’” adını verdiği yolla, bu hizmetin kendi metodları içinde ona katkıda bulunmaya çalışırlarsa, bundan kendileri de, Nur hizmeti de hiç şüphesiz kazançlı çıkar. Veraset-i Nübüvvet sırrını taşıyan bu semavî hizmete arzî metodlar aşılayarak onu dışarıdan büyütmeye ve geliştirmeye çalışma teşebbüsleri ise, “tevsi’” şeklinde, zorlama bir çaba tarifi içine girer ki, bu tür çabalar akim kalmaya mahkûmdurlar.

Zira tevessü’ ile tevsi’ arasındaki fark, yumurtanın içeriden veya dışarıdan çatlaması arasındaki fark gibidir. Bunlardan biri hayatla sonuçlanırken, diğeri hayatı sonlandırır.

Ümit Şimşek

yazarumitsimsek.com

Önceki Yazılar;

1. Yazı: http://www.nurnet.org/nur-hizmetinin-merkezi-medrese-i-nuriye/

2. Yazı: http://www.nurnet.org/nur-hizmetinin-usleri-medreseler/

Gerçek Müslüman Neden Ölümden Korkmaz?

Kur’ân ve Hadis, bizi sürekli olarak ölüm gerçeğiyle yüz yüze getirir. Birçok âyet-i kerime, dünya hayatına, kıyamet günüyle kıyaslandığında, günün bir saati veya en fazla bir gün kadar süre biçmiştir. Resulullahın (a.s.m.) hadis-i şerifleri de dünya hayatının kısalığına ve ölümün bize yakınlığına dair uyarılarla doludur.

Kur’ân’dan ve Hadisten süzülen Risale-i Nur ise her ikisinin bu özelliğini bir ayna gibi yansıtır.

Küçük Sözler’den itibaren Külliyatın hemen her tarafında, okuyucu kendisini ölüm gerçeği karşısında bulur. Hattâ, ölümden en uzak tevehhüm edilen gençlik yıllarını dahi Bediüzzaman ölüme uzak görmez ve göstermez; ziyaretine gelen gençlere hitaben yaptığı dersine “Sizdeki gençlik kat’iyyen gidecek” ikazıyla başlar.

***

Şu kadar var ki, Risale-i Nur’un insanı ölümle yüzleştirmesi demek, ölümle dehşete düşürmesi demek değildir. Bu bir gerçekle yüzleşmek, dünyaya geliş hikmetimizi keşfetmek ve seyahatimizin bundan sonraki kısmı için hazırlık yapmak demektir. Bu hazırlık ise, dünya hayatının tadını kaçıran bir hazırlık değildir; bilâkis, burada Yer ve Gökler Rabbinin aziz bir misafiri olarak bulunmanın ve her an Onun gözetimi altında yaşamanın şuuruna ermek demektir. Bu şuura eren insanlar için artık ölüm bir kavuşmadan ve daha güzel bir âleme geçişten başka birşey değildir.

Risale-i Nur ile tanışan bir kimsenin hayatına ilk olarak giren gerçeklerden birinin ölüm gerçeği olması işte bu sebepledir. Fakat ölüm gerçeğinin imanla beraber girdiği yerden ölüm korkusu çıkar, gider.

Kabir kapısına gülerek giriniz” der Risale-i Nur şakirtlerine.

Ve şakirtler gülerek girerler.

***

Risale-i Nur’un insanlara ne kadara güçlü bir tahkikî iman kazandırdığını gösteren en canlı şahit, şakirtlerinin ölüm karşısındaki tavırlarıdır.

Ondan dersini alan bir Nur talebesi, idam tehdidiyle yargılanırken bile kendini kurtarmak için savunma yapmak şöyle dursun, sehpaya “Allah Allah!” diyerek koşmaktan bahseder, kurşuna dizildiği takdirde akacak kanının “Risale-i Nur” yazmasını niyaz eder.

Ölümün hakikatini Risalelerden ders alan bir talebe, henüz gencecik yaşındayken ölümle karşılaşacak olsa, “Daha yaşanacak yıllarım vardı” diye hayıflanmaksızın geçiverir öbür tarafa – tıpkı bir odadan diğerine geçer gibi.

Risale-i Nur’un dersleriyle haşir neşir olan anne ve babalar, hayatının baharında toprağa verdikleri evlâdı için teselliye ihtiyaç bile duymazlar da kendilerini taziyeye gelenleri teselli ederler.

Daha geçen gün yaşamadık mı en son nümunesini bunların?

http://www.nurnet.org/gencecik-delikanli-namaz-diye-diye-vefat-etti/

***

Ölüm, Risale-i Nur’un verdiği en önemli bir ders olduğu gibi, Risale-i Nur derslerinin insanlar üzerindeki tesirine şahitlik eden en önemli bir göstergedir. Eğer bir eser insanları ölümle barıştırıyor ve hayatlarının her ânında ölüme hazır hale getirebiliyorsa, onun tesiri ve gücü hakkında tartışmak abes olur. Risale-i Nur’un hakkaniyetine ve şu zamanın yaraları için en tesirli devâ olduğuna dair başka hiçbir delil olmasaydı, sadece şu manzaraya bakmak ve onun insanları Rabbine kavuşmaya nasıl hazır ve hattâ müştak hale getirdiğini görmek yeterli olurdu.

Yine de zaman zaman bazı nâdânların çeşitli bahaneler üreterek Risale-i Nur’a sataşmaları yüzünden “Acaba bunların ithamlarında bir hakikat payı var mı?” diye vesveseye kapılanlar olursa, onlara yapılacak tavsiye de şundan ibarettir:

Satırlardaki iman hakikatlerinin Risale-i Nur dersleriyle nasıl yaşanan bir hayata dönüştüğünü görsünler ve muarızlarına şu soruyu sorsunlar:

Bu kadar çok insanı birkaç dersiyle birer iman kahramanı yapan başka bir eser biliyor musunuz?

www.yazarumitsimsek.com

Allah’ın Büyüklüğü Nasıl Anlaşılır?

ALLAH’IN  birliği konusunda insan aklının içine düştüğü bir ikilem vardır:

Kâinatta herşey Allah’ın birliğini gösterir, bundan başka bir ihtimali kesinlikle imkânsız kılar. Fakat tek bir Rabbin herşeyi birden nasıl yarattığını, her an herşeyi nasıl görüp gözettiğini de insan bir türlü anlayamaz. Aklı ona bir taraftan “Allah birdir, başka türlü olamaz” derken, bir taraftan da “Nasıl olabilir?” diye sorar.

Aslında bu ikilemin basit bir sebebi vardır:

Allah’ın birliği sonucuna, insan, gözü önündeki sayısız delillerin ortaya çıkardığı objektif bir gerçek olarak varır. “Nasıl olabilir?” sorusu ise, konuyu sübjektif bir şekilde, kendi açısından, kendi zaafları ile beraber kendisini Tanrı yerine koyarak anlamaya çalışmasından kaynaklanan bir sorudur.

Oysa bilmek başka, algılamak başka şeydir. Biz Güneşin merkezinde sıcaklığın 15 milyon dereceyi bulduğunu hesaplar ve buna kolayca inanırız. Fakat 15 milyon derece sıcaklığın nasıl birşey olduğunu algılayamayız, hattâ bunu hayal bile edemeyiz. Yalnız, bilimsel hesapların bir sonucu olarak, öyle bir Güneşte böyle bir sıcaklığın bulunması gerektiğine inanmakta zorlanmayız. Zorlanan olursa da, bir yaz günü ortasında kısa bir yürüyüş, ona bu gerçeği hatırlatmaya yeter!

(……)

Biz Güneşi, bütün âlemimizi kuşatan ışık ve ısısıyla tanıyoruz. Denizin yüzünde, akarsuyun kabarcıklarında onun yansımasını görüyoruz. Bir gurup vakti, karşı yamacın pencerelerinde tek tek onun altın sarısı rengini seyrediyoruz. Herhangi bir anda, Dünya üzerindeki sayısız kabarcıklarda, pencerelerde, cam parçalarında, aynalarda, ağacın yapraklarında, çiçeğin yanaklarında, insan ve hayvanların gözbebeklerinde onun ışıltısı parlıyor. Aynı anda, Dünya ile beraber diğer gezegenler, aylar ve asteroidler de aynı Güneşten ışık alıyor. Bütün bunlardan birinin veya binlercesinin eksik veya fazla olması, Güneşin işinde hiçbir değişikliğe yol açmıyor. Onun ışığı, bütün renkleriyle beraber bir su kabarcığında nasıl parlıyorsa, okyanus yüzeyinde de, gezegen yüzünde de öylece parlıyor ve eserini gösteriyor.

Aynı şekilde, bir merkezden yapılan bir radyo veya televizyon yayını, seyredenlerin sayısına hiç  bakmaksızın, bütün alıcılarda birden izlenebiliyor. İzleyicilere bir anda binlercesinin daha katılması, diğerlerinin payından hiçbir şeyi eksiltmiyor. Kimse, bir televizyonun camında oynayan görüntünün nasıl olup da başka binlerce televizyon camında daha aynen belirebildiğini merak etmiyor.

Her iki örnek de, “tecellî” adı verilen bir olayı anlamamıza yardımcı olabilecek türdendir. Bizim konumuzla ilgili olarak tecellî’yi, “Allah’ın sıfat, isim ve fiillerinin birşeyde eserinin görünmesi” şeklinde kısaca tanımlayabiliriz. Kâinatta her varlık, Güneş ışığı karşısındaki bir kabarcık veya bir gezegen yüzeyi gibidir; İlâhî fiillerden, kendi kabiliyeti oranında bir pay alır. Gelincikler Güneş ışığıyla kırmızıya boyanırken papatyalar aynı ışığın içinden beyaz ve sarı rengi alır. Deniz yüzeyindeki bir damlacık onunla buharlaşır. Gökyüzünde Ay onunla aydınlanır ve Dünya gecelerini aydınlatır. Kelebekler onunla kanatlarını ısıtır. Eserler farklı biçimlerde ve farklı ölçeklerde görünebilir; ancak hepsinde tecellî eden şey Güneşin ışığıdır.

Aynı şekilde, kâinattaki her bir varlık, Yer ve Gökler Rabbinin fiillerinden, kendi kabiliyeti oranında bir nasibe kavuşur. Bir bahar mevsimi, Onun rahmetiyle rengârenk tebessümlere bürünür. Onun kudretiyle gökyüzünde yıldızlar tutuşur. Arının balında, karıncanın yuvasında, örümceğin ağında Onun sonsuz ilminin tecellîsi görünür. Tohumlar ve yumurtalar Onun hayat vermesiyle can bulur. Onun konuşturmasıyla gülistanlarda bülbüller şakır, deniz dibinde balinalar şarkı söyler, gökte bulutlar nâralarla rahmet müjdeler. Onun doyurmasıyla bir uğur böceği yaprak üzerinde, bir kuzu annesinin memesinde rızkını bulur. Bir, bin, milyon, milyar fark etmez. Hepsi, aynı anda, aynı tecellîlerden kendi payını alır. Yer ve Gökler Rabbinin fiilleri karşısında bir damla bir kâinat ile beraber nasiplenir, koca kâinat bir damla kadar küçülür. 

İslâm İnanç İlmihali, Ümit Şimşek, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

Baharın Ölümü..

Bir yaprak düştü toprağa.

Sonra bir başkası.

Sonra peş peşe döküldü bütün yapraklar.

Ağaçlar soyundukça toprak giyindi: Önce altın sarısına döndü, sonra altınlarıyla beraber beyaz kefenine büründü.

***

Çiçeklerden eser yok. Kelebekler uçup gitmiş. Güller kurumuş, bülbüller susmuş. Sevilenler, elveda demeden se­venleri terk edip gitmiş. Yemyeşil ormanlar iskeletlerle dol­muş. Daha dün cıvıl cıvıl hayat kaynayan bu yerlerde, şimdi firak hıçkırıkları bile yankılanmıyor. Çünkü geride ağlayacak kimse de kalmamış.

Hani, nerde o güzelim gelincikler?

Nerde elma çiçeklerine doluşan arıcıklar?

Nerde gün âşıkı çiçekler?

Gün nereye koşturuyor sahi?

***

Koşan günler, kaybolan günler, âşıklarını ardından ağla­tan günler… Hepsi, her gelişinde birşeyleri beraberinde geti­rirler, ama “Tadına doyan var mı?” demeden, getirdiklerini alır götürürler. Günlerden nice ömürler olur; günlerle bera­ber nice ömürler ölür.

Gönlümde hüzün var, yaklaştı akşam

Ömrümün güneşi zevale döndü.

Akşamları sevmek belki çare olurdu—şafakla beraber o da çekip gitmeseydi!

Ama dünyada beni bırakıp gitmeyecek ne var, söyler misi­niz dünya âşıkları?

En güzeli bahardı; şimdi kefenine bürünmüş yatıyor.

Niye durmadı buralarda? Durmayacaksa niye geldi? Ar­dından ağlatacaksa eğer, niye yüzüme gülüp durdu çiçekleriyle? Öyle bir gaddarlık, böyle bir güzelliğin arkasında ken­dini nasıl sakladı?

Yeşil tomurcuğun içinden fışkıran pembe gül, solacağını niye haber vermedi?

Penceremin önünde cıvıl cıvıl öten serçecik, öleceğini niye söylemedi?

Yoksa söyledi de ben mi işitmedim?

***

Yapraklar peş peşe döküldü toprağa. Çiçekler birbiri ardınca soldu. Kuşlar ve kelebekler birer birer öldü. Şimdi yalnız iskeletler var dağ eteklerinde. Ve onların ayaklarını örten bembeyaz bir kefen.

Günler, beraberinde getirdiklerini alıp götürdüler. Günlerle gidenler ise…

Durun bir dakika!

Onlar aslında hiçbir şey götürmedi, götüremedi. Çünkü kendilerine ait hiçbir şeyleri yoktu.

Irmağın üzerinde hızla akıp giden damlacıkların parıltıları kendilerinden olsaydı, arkadan gelenler nasıl parlayacaktı? Halbuki o damlacıklar karanlıklardan çıkıp gelmişlerdi.

Gülün fidanında da o pembe tebessüm yoktu. Serçe yu­murtasında o sevimlilik yoktu. Gelincik tohumlarında o nazenin güzellik yoktu. Elma çiçeklerinin iskeletinde kuru bir odun yığınından başka hiçbir şey yoktu.

Onlar geldiler ve gittiler. Gitmek istediklerinden gitmedi­ler. Gitmek zorundaydılar.

Çünkü onlarda görünen güzellik, başka başka aynalar iste­di.

Çünkü öyle bir güzellik bir güle, bir bülbüle, bir bahara razı olmazdı.

Öyleyse sen de bir güle, bir bülbüle, bir bahara, bir dünya­ya razı olma. Eskimiş aynalar, bırak, kırılsın gitsin. Sen yeni aynalarda seyret güzelliği.

Sabret; şu kefenin koynunda uyuyan bahar, yeniden gülleriyle yüzüne gülecek. Serçeler yine cıvıldaşacak. Dağ yamaç­ları yakında gelinciklerle dolacak, iskeletler canlanıp gelinliklerini giyecekler. Gurup secdesine kapanmış yüz binler çeşit güzeller, yine dirilip karşında belirecekler. Onlarda cilvele­nen Esmâyı, bu sefer tazelenmiş ve özlenmiş olarak bulacak­sın.

Ve o Esmânın cilvelerinde, sevilenlerin sevenleri asla terk etmediği âlemlere bir çağrı okuyacaksın.

İstersen, şimdiden zevk edebilirsin o âlemleri. Cismin ye­rinde dursa da hayalin, ruhun ve kalbin geçmiş ve gelecek bütün baharlarla beraber o âlemlerden de dilediğin kadar çi­çek toplar ve koklar.

Bak, soldu dediğin güller, öldü dediğin bülbüller, asıl ve nesilleriyle el ele vermiş, tesbihatlarıyla süslenmiş, misâl âleminin levhalarında, gayb âleminin derinliklerinde, âhiret âlemlerinin menzillerinde hâlâ diriler ve diri kalacaklar.

Onun için, sen aynayı bırak, Esmâyı bul.

Leylâ’yı bırak, Mevlâ’yı bul.

Yoksa Leylâ’yı arayan ancak belâyı bulur.

Mevlâ’yı arayan ise, bütün fâni sevgililerin arkasından dö­külen gözyaşlarını bir anlık sohbetiyle ebedî sürurlara çevi­ren bir Habîbu’l-Bekkâîn ile beraber olur.

Gülün açmasında ve solmasında, bülbülün ötmesinde ve susmasında, baharın doğmasında ve ölmesinde hep Onun se­ninle baş başa bir sohbeti var.

Hâlâ cevap vermeyecek misin?

***

Yapraklar birbiri ardınca koştu Onun çağrısına.

“Lebbeyk” dedi ve toprağın koynuna düştü.

Çiçekler, kuşlar, kelebekler, böcekler, birer birer Ona dön­dü.

Hepsi de tesbihatlarını ve bütün hayatlarının mahsulâtını Ona sunarak resmigeçitteki yerlerinden ayrıldı.

Toprak onları Rabbinin emriyle bağrına bastı, yorganını üzerine çekti.

Yeni bir baharda yeni bir şevkle dirilmek için uykuya dal­dı.

Dün cemâl tecellileriyle kaynayan bu yerlerde şimdi bir iz­zet ve celâl tecellîsi hüküm sürüyor.

İkisi de aynı yerden geliyor.

Öyleyse giden yok, ölen yok, ayrılan yok, kaybolan yok…

Ezelî Esmânın bir Müsemmâsının değişik tecellîleri var sa­dece.

Merhaba kış!

Dünyamıza hoş geldin.

Ümit Şimşek

yazarumitsimsek.com