Etiket arşivi: ilim

Kıyamet Günü İlk Olarak Suale Çekilen Üç Kişi

Resulullah (a.s.v.) Efendimiz bir hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyururlar:”Kıyamet gününde insanlardan ilk olarak suale çekilecek olan üç kişiden birincisi şehit edilen kimse olacaktır.

Huzur-ı İlahiye getirildiğinde Cenab-ı Allah ona ihsan ettiği nimetlerini bir bir sayar, o da bu nimetleri ikrar eder.

—Bu nimetlere mukabil ne yaptın?

—Senin rızan uğrunda savaştım ve şehit düştüm.

—Hayır, yalan söylüyorsun!

Sana cesur desinler diye savaştın, nitekim bu söz de söylenmiştir. Sana verilen emir üzerine yüzüstü sürüklene sürüklene cehenneme atılır.

İkincisi de ilim öğrenmiş ve öğretmiş, Kur’an okumuş bir kimsedir. Cenab-ı Hak ona da lütuf ve ihsanları sayar, o da bu nimetleri itiraf eder.

—Bu nimetlere mukabil ne yaptın?

—Senin rızan uğrunda ilim öğrendim ve öğrettim, Kur’an okudum.

—Hayır, yalan söylüyorsun!

İlmi, sana âlim desinler diye öğrendin. Kur’an-ı Kerim’i de, sana ne güzel okuyor desinler diye okudun. Nitekim bu söz de söylenmiştir. Sonra verilen emir üzerine yüzükoyun sürüklenerek ateşe atılır.

Üçüncüsü ise, Allah-u Teâlâ’nın kendisine geniş çapta zenginlik verdiği ve her türlü servetten ihsan ettiği bir kimsedir. Huzur-u İlahi’ye getirilince, Cenab-ı Hak ihsanlarını ona da ayrı ayrı anlatır. O da onları itiraf eder.

—Bütün bunlara mukabil ne yaptın?

—Yâ Rabbi! Servetimi sırf senin uğrunda, sevdiğin işlerde harcadım.

—Hayır, yalan söylüyorsun!

Sana çömert ne sahavetli desinler diye bunları yaptın. Bu söz de söylenmiştir. Sonra o da emir üzerine sürüklene sürüklene ateşe atılır.” 1

Cenab-ı Allah(cc) Bu dar-ı dünyada insanlara bir ihsan olarak nimetleri verir, Şehitlik, ilim, mal-mülk, makam- mevki ve evlat gibi, bunlara karşı da cüz’i bir ücret ister, o da şükürdür. Bazen de musibetleri verir öylece imtihana tabi tutar… Tasarruf onundur. Yukarıda ki hadis-i şerife şöyle bir açıklık getirilirse;

Şehitlik: Allah yolundan canını feda eden bir müslümana şehit denir. Ahirette en büyük rütbenin peygamberlikten sonra şehitlik rütbesidir. Şanı yüce olan Rabbimizin insanlara ihsan ettiği şahadet makamı gibi büyük makamı ucuz kahramanlıklarla heba etmemek lazımdır. “Şehit kendini hayatta bilir.”Ölümün acısını hissetmeden, kendini daha güzel bir âlemde bulur.2

Hazreti Muhammed (s.a.s)  Şehitleri şöyle övmüştür:

“Şehit olmayı Yüce Allah’tan samimi olarak dileyen kimseyi,  rahat yatağından vefat etse bile, Allah (cc) onu şehitlerin derecesine eriştirir.” 3

Üç çeşit şehitlik sınıfı vardır: 1- Şehid-i kâmil, 2-Şeid-i uhrevi  3- Şehid-i dünyevi gibi  sınıflara ayrılmaktadır.

 1-Şehid-i Kamil:
Hem dünya hem de âhiret itibariyle şehid sayılan kimselere, şehîd-i kâmil denir. Bir Müslüman’ın şehîd-i kâmil sayılabilmesi için altı şart lâzımdır:

1- Müslüman olmak,  2- Akıllı olmak, 3- Bâliğ olmak, 4- Cünüp olmamak, hayız ve nifas hâlinde bulunmamak 5-Vurulmanın akabinde hemen ölmüş olmak,
6- Öldürülmüş olmasından dolayı, öldüren kimseye kısas icab etmek. Yani, kasden öldürülmüş olmak, Şehîd-i kâmil, yıkanmadan kanlı elbiseleri ile gömülürler.

2-Şehid-ı Uhrevi:
Dünya itibariyle şehid sayılmayan, yani, yıkanıp kefenlenmiş olarak gömülen, fakat âhirette şehid muamelesi gören kimselere şehîd-i uhrevî denir.

Örneğin: Suda boğulanlar, ateşte yananlar, enkaz altında kalanlar, veba gibi bulaşıcı bir hastalıktan ölenler, sıtma gibi ateşli hastalıktan ölenler, ilim yolunda ölenler, ciğer hastalıklarından ölenler, doğum sırasında veya lohusa iken ölen kadınlar, baş ağrısından ölenler, karın ağrısından ölenler, ailesinin nafakasını helâlinden kazanmak için çalışırken iş kazasından ölenler, cuma gecesi ölenler, gurbet ilde vefat edenler, akrep, yılan sokması gibi sebeplerle vefat edenler…

3-Şehid-i hükmi veya şehid-i dünyevi:

Dünyada kişi yiğitliği ve kahramanlığı ile böbürlenerek, şehitliğin mana ve mefhumunu düşünmeden, desinler diye savaşanların akıbeti Resulullah(a.s.v.)’ın yukarıda buyurduğu üzere yeri cehennemdir.  Bunlara“Şehîd-i Dünyevi Denir”Çünkü dış görünüşleri itibariyle Müslüman, kalpleri ise kâfirdirler.

İlim sahibi: İlim gibi büyük bir hazineye sahip olanlar, evvela nefsine, ailesine, topluma ve hatta dünyaya ilim ve irfanı yayarak, Cehalete meydan okumalıdır. Âlim, ilmi ile amel ederek hem maruf hem de çevresine faydalı olur. Onun için  “ İlim büyük bir hazinedir” sözü darbı mesele olmuştur.

Âlimlerle ilgili ayet ve hadisler aşağıya yazılmıştır.

“Tavrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu ciltlerle kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.” 4

“Yürüyüşünde tabiî ol, sesini de kıs. Unutma ki, seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.” 5

Zeyd b. Usame (r.a.) Rasulullah (s.a.v.)’den şunları söylerken işittiğini söylüyor:
‘Kıyamet gününde bir adam getirilerek cehenneme atılır ve bağırsakları dışarı çıkar. Adam bağırsakları etrafında eşeğin değirmen etrafında döndüğü gibi döner. Bunun üzerine cehennemde bulunanlar onun etrafında toplanarak:
“Ey Falanca! Nedir bu halin, sen iyiliği emredip, kötülüğü yasaklamamış mıydın?” derler.

Adam da: “Size iyiliği yapın diyor, kendim yapmıyordum. Size kötülüğü yapmayın diyor, kendim yapıyordum.” der.’6

“İlmi ile amel etmeyen âlim; başkalarını giydirdiği halde kendi çıplak olan iğne gibidir.” 7-

Yunus Emre’nin iki dörtlük şiirinden,  ilmi şöyle tarif etmektedir:

“İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsin

Ya nice okumaktır.

Okumaktan murat ne

Kişi Hak’kı bilmektir

Çün okudun bilmezsin

Ha bir kuru ekmektir.”

Servet sahibi: Cenabı Allah tükenmez hazinesinden insanlara mal ve mülk  verir, evlat verir dolayısıyla bunlarla imtihana tabi tutar. Bu konu ile alakalı Kur’an’nı Kerimin Ayetleri mealen şöyle buyurmaktadır:

“Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin, bu hususta taşkınlık ve nankörlük etmeyin. Sonra gazabım üzerinize iner. Gazabım kimin üzerine inerse, şüphesiz ki o mahvolur.” 8

“Şüphesiz ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfât ise Allah’ın yanındadır.” 9

 “Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olacaksınız.” 10

Allah (cc) dilediği kuluna mal ve evlat verir, onunla imtihan eder, servetin hakkını verebilir mi? Yani zekâtı, sadakayı, yardımlaşma ve dayanışma konusunda imtihana tabi edilir. Keza, kimi insanları fakirlikle kimileri çeşitli musibetlerle imtihana tabi tutar. Netice itibariyle Allah-u Teâlâ’nın her türlü hükmüne râzı olmak, amellerin en faziletlisi, ahlâkın en güzelidir. Aksi takdirde insan başını örse vurur, esfel-i safiline düşer.

Konuyu Bediüzzamanın bir sözü ile kapatmak istiyorum.”Amalinizde rıza-ı ilahi olmalı” her ne yapılırsa Cenab-i Allah’’ın rızası dairesinde olmalıdır. Yoksa Şöhret için şehit olmak, ilmi ile övünerek üstünlük tasarlamak, gösteriş ve görenek belası için mal ve servetini israfla dağıtmak tamamen zarardır, ziyandır. Ve keza…

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

KAYNAKLAR

1-Müslim

2-Mektubat 1.ci mektup.

3-Müslim

4-62 Cuma, 5

5 -31/Lokman, 19

6- terğip, tercüme heyeti

7- İmam gazalı

8Tâhâ: 81

9Teğabün: 15 – Enfâl: 28

10-Âl-i imrân: 186

En İyi Eğitim Reformu Nasıl Yapılabilirdi?

Bir eğitim-öğretim yılına daha giriyoruz. 23 Nisan 1920 yılında ilk TBMM’nin açılışından şimdiye kadar “eğitim reformu” adı altında ülkemizde çeşitli şeyler yapıldı ve yapılmakta devam ediliyor. Bu vesileyle sorsak: “Acaba bundan biraz daha eski tarihe gitsek 20. yüzyılın başından başlamak üzere, şimdiye kadar ülkemizde en iyi eğitim reformu teşebbüsü hangisi olmuştur?”

Bu sorunun cevabını araştırırken, günlük hayatımızdan bazı müşahhas misaller üzerinde durup düşünmekte, bu misaller üzerinde tahliller yaparak sorunun cevabı ile ilgi kurulabilecek neticeler çıkarmağa çalışmakta da fayda olabilir.

En yakın misallerden olarak: Bundan önceki yazımızda helal gıda mevzuu ile irtibatından geniş bir şekilde bahsettiğimiz “Gazozlar” meselesinde, ilim ehli olmayanların bu mevzudaki söz ve davranışlarını bir tarafa bırakırsak, acaba niçin ilim ehlinden bazıları tarafından da böyle bir mevzu “üzerinde durulmağa değmez” veya “üzerinde durulması lüzumsuz” ve bazıları tarafından ise, yaptıkları kıyâs maa’l-fârık’larla (asıl ile fer’ arasında illet benzerliği bulunmaksızın yapılan kıyaslarla) sanki çok önceden“halledilmiş küçük bir mesele” gibi telakki ve ifade edilmektedir?

Hakşinaslıkla ve samimiyetle bu mevzua cevap veren ilim ehli bunun sebebinin, fıkıh ilmini bilenlerin, fen ilimlerini bilmemeleri; fen ilimlerini bilenlerin de fıkıh ilmini bilmemeleri ve bunların birbirleriyle faydalı bir işbirliği yaparak mevzua açıklık getirmemesi olduğunu söylemektedirler.

Kısa bir süre önce, ülkemizin en tanınmış fıkıh profesörlerinden biri, en çok satılan bir günlük gazetede yayınlanan röportajında, “yaşadıkları devir için uyarlamasını yapmadıkları ayni mevzudaki çok sayıdaki fıkıh hükmünü sadece eski kitaplardan derlemekle kalarak, yaşadıkları zaman ve ortama uyum sağlayamadıkları” şeklinde samimî bir itirafta bulunmuştu. 1 Eylül 2012 de İstanbul’da yapılan “5. Uluslararası Helal Gıda Sempozyumu”nun ilk oturumunun son konuşmacısı Kuveyt’li Dr.Hani El Mazeedi yaptığı sunumda ve oturuma başkanlık eden değerli İslâm Hukuku Profesörümüz, oturumda söylenenleri özetleme konuşmasında da, fıkhî hükümler verilirken fen ve din ilimlerinin mezcedilmesindeki noksanlığa dikkat çekmişlerdi.

Bu noksanlığın bizzat yaşadığım en çarpıcı misallerinden birinde, fıkıh ilim adamlarıyla birlikte bulunduğum bir mecliste fenci ve kimyacı olarak benim de bulunduğumu bildikleri halde, bana istihale (kimyasal değişim) ile ilgili olarak bugünün seviyesindeki fennî bilgiler mevzuunda hiçbirşey sormak lüzumunu duymadan, yüzlerce yıl öncesinin eksik fennî bilgileriyle, “bir tuz yatağına düşen aslen necis bir maddenin tuz yatağında istihale ile necis olmaktan çıkıp çıkmayacağını” tartışmalarını hayretle müşahede etmiştim.

Birkaç yıl önce de, Konya’da bir yemekte, yanımda oturan bir misafiri “Hanefî fıkhının âlimlerinden” olarak takdim etmişlerdi. Sofradaki gazozları kendisine göstererek; “Bunlar sofrada olmasa daha iyi olurdu.” dediğimde, fıkıh âlimimizin yüz hatları birden asabiyetle gerilip hışımla bana dönerek: “Ne varmış gazozlarda?” mukabelede bulunmasını da yadırgamış ve hayretle karşılamıştım. Onun bu tavrı karşısında, bir kimyacıya bilim alanıyla en yakından alâkalı olan bu mevzuda ondan doğru fennî bilgi almak maksadıyla değil de, azarlamak gibi bir tavırla sorduğuna bakarak, sofrada gergin bir tartışma meydana getirmemek için susmuştum.

Gazetelerde ve internet sitelerinde fıkhî sorulara cevaplarla ilgili köşelerde de sorulara cevap verenlerin buna benzer bazı hal ve sözleri bulunuyor. Bazıları bilgi noksanlığıyla, hatalı kıyaslarla kendilerinin de müptelâ oldukları gazoz, kefir, ekşi boza ve keskin şıra gibi az da olsa içlerine dışarıdan katılmış veya alkolik fermentasyonla kasdî ve iradî olarak içlerinde teşekkül ettirilmiş sekerat verici alkol ihtiva eden meşrubatı içmeyi helal ilan ederken, bu mevzuda kendilerine göre bazı deliller de göstererek bazı hususlara dikkat çekenlerin delillerini hiç irdelemeden, onlar hakkında suizan ve iftiralarda bulunmaktan geri kalmıyorlar ve bu esnada söylediklerinin, verdikleri fıkhî hükümlerin aleyhine delil olduğunu da fark edemiyorlar.

Bu mevzuyla alâkalı olarak okuyucu suallerine cevap verenlerden bir tanesi gazozlardan bahsederken, “herkesin iftar sofralarını süsleyen gazozlar” şeklinde gazozlara bir medhiyede bulunmayı da ihmal etmemiş ve Buharî, Müslim, Muvatta, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâi gibi sahih hadis kitaplarında yer alan :“Her sarhoş edici şey haramdır. Bir küp içildiği takdirde sarhoşluk veren bir şeyin tek avucu da, tek yudumu da haramdır.” hadisini alıp buna kendine göre manâ vererek, bu mevzuda yapılabilecek itirazları susturacak şekilde gazozları savunmasına delil olacağını düşünerek; “Gazozların bir küpü sarhoş ediyor mu?” sorusunu, önce basit bir hesap yapmağa da lüzum görmeden, yazısında sormuş.

Fazla teferruata girmeden buna, önce onun yapması gereken hesabı biz yaparak cevap verelim: Hadiste küp kelimesi geçmektedir. Normal bir küpün 100 litre kadar sıvı aldığı kabul edilirse, bir oturuşta bir küp gazozu, (ayni şekilde kefiri, bozayı veya şırayı) tabii ki, hiç kimse gerçekte içemez; fakat bunun bir oturuşta içilebilmesi mümkün olsaydı ve içilenin litresinde 5g etil alkol olsaydı, 100 litresinde 500g saf etil alkol olurdu. Bu, saf etil alkol yüzdesi 45 olan rakı, votka gibi çok alkollü içeceklerin 500/0,45=1100 ml’sine tekabül ederdi ki, bu kadar rakı veya votkayı bir oturuşta içtiği halde sarhoş olmayacak kişi yoktur. 100 litrelik küpteki içeceğin litresinde 5g yerine 4g saf etil alkol olsaydı, bu da 400/45=888 ml rakı veya votka gibi sarhoş edici içkiye tekabül ederdi. Ayni hesap, litrede 3g etil alkollü meşrubat için yapılsaydı, bunun da bir küpünün 300/0,45=666 ml rakı veya votka’daki kadar saf etil alkol ihtiva edeceği hesaplanırdı ki, bu kadar etil alkolü bir oturuşta içen de– belki çok nadir rastlanabilecek bazı istisnaları hariç- sarhoş olurdu.

Bir insan bir oturuşta gerçekte 100 litre değil, en fazla 1,5 litre kadar sıvıyı içebileceğine göre, sahih kaynaklarda yer alan bu hadisteki “bir küp içildiği takdirde sarhoşluk veren şey”le kastedilenin, “içindeki sarhoşluk verici maddenin yüzdesi çok az ve bir oturuşta içilebilecek (1,5 litre kadar) miktarı sarhoş etmese bile, bir küp miktarı içindeki (yukarıda hesaplarda belirttiğimiz) sarhoşluk verici madde sarhoş edebiliyorsa” manâsında anlaşılması gerektiği âşikârdır. Dolayısiyle; “Şimdiye kadar gazoz içerek sarhoş olana rastlanmamıştır” şeklinde, çok defa tekrarlanarak yapılan “gazoz savunması” bu hadisin manâsına ters düşmektedir ve geçersizdir. Gazozlar gibi, daha önce de bahsettiğimiz şekilde “iradî ve kasdî işlemle” dışarıdan sekerat verici etil alkolü katmakla veya bilerek fermentasyonla (tahammur, mayalanma ile) içinde sekerat (sarhoşluk) verici etil alkol teşekkül ettirilmiş kefir, şıra, boza gibi içecekler için de hükmün ayni olması gerekir.

Yıllar önce görev yaptığım bir üniversitenin, İlahiyat Fakültesi de vardı. Buradaki, daha önce müftülük de yapmış, çok iyi Arapça bilen, ve halen ayni üniversitede profesör olan bir öğretim üyesinin evine bir bayram ziyareti için gittiğimde, bana tatlının yanında (güya onun hazmını kolaylaştırmak ve verdiği susuzluk ihtiyacını teskin için) gazoz da ikram etmişti. Ben, gazoz içmediğimi ve sebebini söyleyince, aslında aralarında hiç alâka kurulamayacağı halde, beni kendi fikrine ikna etmek için Peygamberimiz’in (s.a.v.)’in yaşadığı devirde hristiyanların meskûn bulunduğu Suriye’den gelen peyniri yediğini söylemiş ve verdiği bu misal gazozların helalliğiyle ilgili çok önemli bir savunma olabilirmiş gibi üzerinde ısrarla durmuştu. Daha sonra değişik zamanlarda, o İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi gibi başkalarının da ayni kıyâsı gazozları aklamak için yapmağa çalıştıklarına rastladım. Peygamberimiz’in (s.a.v.) yaşadığı devirde hristiyanlarla meskun Suriye’den gelen bir peyniri yemiş olması, bu devirde hristiyan Garp’ta formülleri gizli tutulan meşhur gazozların da tereddüdsüz içilmesine ne derecede delil olabilirdi?

Domuz, bir yıl içinde çok yavru yaptığı için, dişi domuzun sütü yavrularına bile zor yeter ve bir hristiyan ülkesinden gelen peynirin domuz sütünden yapılmış olması fevkalade zayıf bir ihtimaldir. Vejetaryenlere (hayvan kaynaklı olan besinleri yemeyenlere) satmak amaçlı peynirlerde kullanılan “bitkisel peynir mayaları” da yapılmış olmasına rağmen, şimdi de, eskiden olduğu gibi ekseriya sığırlardan elde edilen peynir mayası kullanılır.

Belki o tarihte, Suriye’deki hristiyanlar tarafından peynir mayası alınacak sığırların şer’î boğazlanmaları yapılıp yapılmadığı sorusu da akla gelebilir. Fakat, Peygamberimizin zamanında, hristiyan ülkelerinde şimdi olduğu gibi, “medeniyet” ve “hayvan haklarını korumak” gibi adlar altında, hayatı veren ve ona nasıl son verilebileceğini bildiren Allah’ın (c.c.) emrettiği şer’î boğazlanmaya muhalefet olmadığından, bir Müslüman tarafından olmasa da bir hristiyan veya yahudi tarafından boğazlanmış kesimlik bir hayvandan alınmış mayayla o peynirin yapılmış olması halinde, o peynir Müslümanlar tarafından yenilebilirdi. Peygamberimiz (s.a.v.) her hususta Allah’ın hıfzında bulunduğundan, nasıl yapılmış olduğunu kendisi bilmese ve bu mevzuda hiç kimse kendisine bilgi vermemiş de olsa, o peynirin yenmesine mani bir durum olsa, Allah (c.c.) bunu ona bildirirdi ve yenmemesi gereken bir gıdayı yemezdi.

Hem Peygamberimiz, vesvesenin ümmeti içinde sanki bir sünnetiymiş gibi yaygın hale gelmemesi için, hristiyanlardan daha fazla İslâm’a düşmanlık eden yahudilerden gelen yiyecekleri bile, hakkında sakınılacak bir bilgi kendisine gelmediği zamanlar yemiştir.

“Başta Buhârî, Müslim, kütüb-ü sahîha haber veriyorlar ki: Gazve-i Hayber’de bir Yahudî kadını, bir keçiyi biryan yapıp pişirmiş, gayet müessir bir zehir ile zehirlemiş. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a göndermiş. Sahâbeler yemeye başladılar. Birden ferman etti: 

Yâni, pişirilen keçi bana der ki: ‘Ben zehirliyim’ diye haber veriyor. Herkes elini çekti. Fakat o şiddetli zehirin te’sirinden, Bişr İbni’l-Berra’, aldığı bir tek lokmadan vefat etti. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o Zeyneb ismindeki kadını çağırdı. Ferman etti: ‘Neden böyle yaptın?’ O menhuse dedi: ‘Eğer peygamber isen, sana zarar vermeyecek; eğer pâdişâh isen, insanları senden kurtarmak için yaptım.’ Bazı rivayette onu öldürtmemiş, bazı tarîkte öldürtmüş. Ehl-i tahkik demiş ki: ‘Kendi öldürtmemiş; fakat Bişr’in veresesine verilmiş, onlar öldürmüşler.”(el-Hakim, Müstedrek: 3/219-220, Aliyyü’l-Kari, Şerhu’ş-Şifa: 1/644-645)

Eğer kendisinin bizzat edindiği bir bilgiyle veya zehirli, pişmiş keçinin konuşmasıyla o keçinin zehirli olduğunu Peygamberimiz (s.a.v.) öğrenmeseydi, o keçinin bir gayrimüslim ve yahudi kadın tarafından pişirilip kendisine ikram edilmiş olduğuna bakmadan onu yiyecekti. Peygamberimiz’in (s.a.v.), o keçi zehirli olduğunu söylemesine rağmen onu yemiş olmadığını da bugünün bazı Müslümanlarının dikkatine sunmakta belki ayrıca fayda vardır: Onun sünneti olarak örnek alınması gereken davranışı; bir yiyecek veya içeceğin yenilmesi veya içilmesine mani durumu öğrenilince, hem kendisi onu yiyip içmemek ve hem de kendisiyle birlikte ayni sofrada bulunanları bundan menedici bir tavsiyede bulunmaktır. Gayrimüslim ülkelerin imalatı olan yiyecek ve içeceklerin Müslümanlar tarafından yenilmesine ve içilmesine mani bir durumu olduğu bildirilince de, Müslümanlar ondan el çekmeli ve onu yiyip içmekte ısrar ve devam etmemelidir. Halbuki, günümüzde gayrimüslim menşeli bazı yiyecek ve içeceklerin dinî bakımdan mahzurları defalarca söylendiği halde, Peygamberimiz’in (s.a.v.) o zaman gayrimüslimlerle meskûn olan Suriye’den gelen bir peyniri yemesini ekseriya misal gösterip, bu mevzuda da kıyâs maa’l-fârık’ yaparak, o yiyecek ve içeceklerin yenebileceğine zorlama fetva çıkarmağa çalışan, verdiğim misaldeki gibi Müslüman din görevlilerine bu zamanda maalesef çok rastlanmaktadır. Gazozları eksik fennî bilgiler ve çeşitli kıyâs maal’-fârık’larla aklamak gayretlerine karşı söylenebilecekler arasına, Peygamberimiz’in (s.a.v.) Suriye’den gelen bir peyniri yemiş olmasıyla alâkalı bu misalin doğru yorumunun eklenmesinde de fayda vardır.

Yukarıda bahsettiğimiz şekilde, bazı fıkıh profesörlerimizin de üzerine vurgu yaptığı fen ve din ilimlerinin birlikte mezcedilebilmesi ihtiyacı ve bu ihtiyacı karşılayacak üniversite kurulması, helal gıda meselemizle de yakından ilgilidir. Çeşitli mevzularda reformlar yapan mevcut siyasî iktidarın, Anayasa, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu) gibi aşılması zor bürokratik engelleri bulunan bu mevzudaki bürokratik engelleri aşabilmesi bugün için çok zor görünmektedir. Önceki hükümetler döneminde Millî Eğitim Bakanlığı müsteşarlığı yapmış bir kişiye, kendi dönemindeki millî eğitim reformları faaliyetleri mevzuunda bir toplantıda yaptığı konuşmasından sonra, soru-cevap bölümünde söz alarak; “-Fen ve din ilimlerinin birlikte okutulduğu üniversiteler kurulması yönünde de proje üretme çalışmalarınız oldu mu?” sorum karşısında, o eski MEB müsteşarı bir an düşünmüş ve daha sonra da; “-Olmaz öyle birşey!” şeklinde bana sert bir mukabelede bulunmuştu.

24.2.2008 Tarihinde İstanbul’da yapılan “1.Uluslararası Helal Gıda Konferansı”nda sunduğum tebliğimde de lüzumuna açıklık getirmeğe çalıştığım böyle bir üniversitenin kurulması mevzuunu, yüz yıl önce ilk defa Bediüzzaman Said Nursi çok aktif olarak savunmuştur. Kendisinin Doğu Anadolu’da bir “Darülfünûn-u İslâmiye” kurmak tasavvuru, 1898-1905 yıllarında Van’da Vali Tahir Paşa’nın konağında kaldığı dönemde ortaya çıkmış, bu tasavvurunun sistematik hale getirilmesi ve projesinin neşredilmesi 1911 tarihli “Münazarat” isimli eseriyle olmuştur. “Emirdağ Lahikası” isimli eserinde de, bu üniversite projesinin tahakkuku için 55 yıl çalıştığını söylemektedir.

Bediüzzaman, bu eğitim kurumunun bütün İslâm dünyasına açık olmasını, maddiyat engeline takılmadan talebelerin buraya devam edebilmesini, eğitim ve öğretimin bütün kademelerinin birbirinin devamı olarak ayni müessesede görülmesini hedeflemiş; dinî ilimler, fen bilimleri ve tasavvufun birlikte okutulacağı bir müfredatın takibini istemiştir. İlkinin ülkemizde kurulmasından sonra, diğer İslâm ülkelerinde de kurulabilecek olanlara emsal olmasını istediği bu Darülfünûn’un Türkiye’deki tesis yerleri olarak, İslâm coğrafyasının merkezlerinden olan Bitlis, Van ve Diyarbakır’da açılmasını istemiştir.

Din ilimleri, fen ilimleri ve tasavvufun birleştirileceği bir üniversitenin müfredatına intibak edebilecek öğrencilerin ayni istikamette alt kademe öğrenimi, yani ilköğretim ve orta öğretimini de bu üniversite bünyesinde görmesi gerekecektir. Zira, ancak böyle bir kaynaktan gelen öğrenciler bu üniversitede başarılı olabileceklerdir. Öğrenim dili olarak hem Arapça’yı hem Kürtçe’yi hem de Türkçe’yi kullanacak resmî seviyeli özel bir kuruluş halindeki bu üniversite, yıllardır ülkemize büyük maddî ve manevî kayıplar verdiren terörizmin kaynağındaki “bütün kötülüklerin başı olan cehalet”e karşı çok mühim bir deva niteliği de gösterebilecekti.

Batıdan kopyalanmış ve o modele şartlanılmış bugünkü maarif sistemimize göre, Bediüzzaman’ın bir asır öncesinde ilk defa tasavvur ettiği bu eğitim modeli bazılarına göre “çok uçuk” gelse de, devlet üniversitelerimizde son yıllarda yapılan sempozyumlarla ciddî şekilde tartışılmağa başlanmıştır.

Bir yıl önce Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörlüğü, Mardin Valiliği, Risale Akademi ve Akademik Araştırmalar Vakfı tarafından Bediüzzaman’ın bu mevzudaki fikirlerinin ilmî olarak tartışılması için Mardin Artuklu Üniversitesinde yapılmış olan “Münazarat Sempozyumu”ndan sonra, 12-14 Ekim 2012 tarihlerinde de Van’da Said Nursi ve eğitim felsefesiyle ilgili olarak “Medresetüzzehra Sempozyumu”nun hazırlıkları yapılmaktadır. Bu sempozyumla ilgili bilgilere www.medresetüzzehrasempozyumu.org web sitesinden ulaşılabilmektedir.

Gerek bir yıl önce Mardin Artuklu Üniversitesi’nde yapılan “Münazarat Sempozyumu”nda, gerekse 12-14 Ekim tarihlerinde Van’da yapılmasının hazırlıkları devam eden “Medresetüzzehra Sempozyumu”nda, anahtar hükmünde bir ölçü olarak, yukarıda bahsettiğim vicdanın ziyası olan din ilimleri ve aklın nuru olan fen ilimlerinin imtizacıyla hakikatın tecellî edeceğine vurgulamada bulunulduğu ve bundan sonra da bulunulacağı anlaşılmaktadır. Bediüzzaman’ın daha önce de naklettiğim bu mühim vecîzesinin Münazarat adlı eserindeki tam ifadesi şöyledir:

“Vicdânın ziyâsı, ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizâcıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervâz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder.”

Şu hususa da ayrıca temas etmekte fayda vardır: Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası-2’de, batı medeniyetinin semavî kanunlara muhalefet ettiğini ve bunun tokadını yiyeceğini bildirmektedir. Medyaya akseden haberler bunun tezahürlerinin görülmeğe başlamasıyla ilgili olabilir. Müslümanlar, batının kriterlerine uymaktan önce İslâm’ın kriterlerine uymalı, hem yiyecek ve içecek seçimlerinde, hem de diğer hususlarda körükörüne bir “batıcı”lıkla “batılı olmak” adına “bâtılı almak” hatasından sakınmayı kendisine mühim bir vazife bilmeli ve bunun için çok dikkatli ve hakla bâtılı ayırt edecek şekilde seçici olmalıdır.

Prof.Dr.Mustafa NUTKU

Okumak ve Bilmenin Ehemmiyeti!

Pek muhterem ve Aziz Kardeşlerim!

İnsan için ilim kadar kıymetli bir meziyet yoktur. Bu insan kulağından ve gözünden ne alabildıysa odur, başka olamaz. Yani: Nasıl kimselerden söz işitmişse ne okudu ise o renkle renklenir. Dinimizde Namaz çok mühimdir, fakat Namazı kılmadan evvel , o namaz nasıl kılınır öğrenilmesi lazım.

Kur’an-ı Kerim nazil olurken Allah bize ilk Ayeti Kerimeyle “Oku” diyerek okumayı emrediyor. Oku derken, Allahın adıyla oku. Yoksa Allahın adı anılmamadan, besmele çekilmeden yapılan her hangi iş ebter dir(bereketsizdir). Evet Allah ilk ayetle bize ilmi emrederken ilmin kıymet ve ehemmiyeti ortaya çıkmış oluyor.

İslâm kadar ilme önem veren başka bir din yoktur. Kur’an-ı Kerim’de sadece ilim kelimesi yüzbeş defa zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle birlikte bu sayı sekiz yüzellidokuzu bulur. Ayrıca “akıl, fikir, zikr” gibi kelimeler Kur’an-ı Kerim’de çok zikredilir.

Bunun içindir ki Kur’an-ı Kerim’de “Sakın ha cahillerden olma” (el-En’âm, 5/35) buyurulmuştur. Kur’an-ı Kerîm’in açıkça ifade ettiğine göre “Kulları içerisinde Allah’tan ancak âlimler korkar” (el-Fâtır, 35/28).

Kur’an-ı Kerîm’de ilmin her çeşidi övülmüş, bilenlerle bilmeyenlerin bir olamayacağı açıkça belirtilmiştir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? ” (ez-Zümer, 39/9). Mehmet Akif Bu ayeti kerimeyi açıklarken: Olmaz ya tabii biri insan biri hayvan diyor.

Yine Kur’an-ı Kerîm’de “Allah, içinizden iman edenlerle kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir” (el-Mücadele, 58/15) buyurulur

Peygamberimiz a.s.m. biz ümmetine bir çok Hadisi şeriflerle ilmin kadru kıymetini önümüze seriyor:

1- “Alimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleridir. Onlar benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir” (Keşfü’l Hafâ, H. No: 751).

2- Peygamber efendimiz (s.a.s), dualarında; “Allah’ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır” [Tirmizî, Daavât, 128);] “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım” [Tirmizî, Daavât, 68)] buyurururdu.

Görülüyor ki, dünya ve ahiret saadetinin anahtarı ilimdir. İlim amellerin en faziletlisidir. Yukarıdaki emir ve sözlerin ışığında İslâmiyet’le ilim birbirinden ayrılmaz iki şeydir.

3- “İlim öğrenmek için yola çıkan kimse, dönünceye kadar Allahın yolundadır.” [ Tirmizi İlim 2,(2696) İbni Mace)17, (227)]

4- “Kim ilim talep ederse, onun bu işi, geçmişteki günahlarına kefaret olur” [ Tirmizi İlim 2, (2650)]

5- ” Hikmetli söz Müminin yitiğidir. onu nerede bulursa hemen alsın.” [Tirmizi ilim 19 (2688)]

6- ” Alimin ibadet edene üstünlüğü, benim sizden en basitinize olan üstünlüğüm gibidir” [Tirmizi İlim 19,(2686)]

7- “İlim Çinde dahi olsa gidin alın” [ Binbir Hadis 126]

8- ” Sağlam imanın dayanağı, onun tahsili ve elde ettiği ilimdir.”[ Kütübü Sitte]

9- “Allah indinde ilim kadar faziletli biri şey yoktur” [Kütübü Sitte (4104)]

10- “İlim taleb etmek üzere yola çıkan hiç kimse yoktur ki, melekler onun bu yaptıklarından memnun olmasınlar. Onu üzere kanatlarını germemiş olsunlar.” [ Kütübü Sitte (6051)]

11- “Kim ilim öğrenmek için bir yola suluk ederse, Allah onu cennete giden yollardan birine dahil etmiş demektir…” [Ebu Davud ilim 7, (4108)]

12- “Kime ilimden sorulur, oda bunu ketmedip söylemezse (kıyamet günü) ateşten bir gem ile gemlenir.” [Ebu Davud ilim 9, (3658) Tirmizi ilim 3,(2651)]

13- “İlimden faydalanmak maksadı ile geçen bir saat. İbadet ve taatla geçirilen bir gün, üç ay oruç tutmaktan hayırlıdır.” [Binbir Hadis (535)]

14- “İlmi beşikten mezara kadar talep edin” [Kütüb-ü Sitte]

Hazreti Ali Kerremasllahu vecheh nin ilim hakkında şöyle güzel bir sözü var: “Bana bir harf öğretenin ben Kölesi olurum” demiş.

İlimlerin Şahı ve padişahı İman ilmi” olduğunu Üstadımız Bediüzzaman hazretleri: Mübarek sözü ile, bu zamanda iman, ilimsiz ayakta duramayacağını tasdik etmiş.

Evet! Şüphe yok ki İslam dininde İmandan sonra ilim gelir. Bununla beraber, bu zaman öyle bir zamandır ki, o İman cevheri mevcut düşmanlar karşısında ilimsiz dayanamıyor. Çünkü Karşımızdakiler bize ilimle saldırıyorlar. Bu sebepten Peygamberimiz a.s.m. “Euzu bil-lahi min lisanil alim” yani: (Bilgili dinsizlerin şerrinden Allaha sığınırım) buyurmuşlardır. Bu düstur: Bildiğini kötüye kullanan kimseler çok şerli olduğunu bize gösteriyor. Bundan dır ki Bediüzzaman Hazretleri: “Risale-i Nurlardan eğer yeteri kadar kuvvet alamadı iseniz onlarla tartışmayın” diyor. Çünkü Allah korusun, sizi imansız brakmaya o sebep olabilir.

Bu se Biz Nur Talebeleri İlimlerin Şahı ve padişahı olan İman ilmini ihtiva eden Risale-i Nurları çok okuyacağız. Her kes zamanına göre kendine: Ben günde ne kadar okuyabilirim sayfa sayısını kendine tayın ettikten sonra. Yani: en az 5 sahife olmak şartı ile onu okumadan yatıp uyumayacak demeli. Bu hususta okumanın sayfa numarasını ve insana sağladığı faydaları Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin dilinden sağdaki panoda göreceksiniz.

Bakın İlim hususunda İstiklak Marşı Şairimiz Mehmet Akif şiiri ile ne diyor:

İslamda ilim herkese iman gibi farzken,

Uğrunda ümürler boyu tahsil çağı azken,

Her yükselişin yolu imanla ilimken,

Har sahada hâkim yaşamak hakkı bizimken,

Cehlin niye biz kapkara kâbusuna daldık,

Öz cevherimizden nice yüz yıl geri kaldık.

Evet! Asrı karanlıktan kurtaran

Rabbin eli Üstad Bediüzzaman,

İman kurtarıcısıdır bu kahraman.

O çok ızdırap çekti sabretti durdu,

Mucize vâri birçok mefkûre kurdu.

Küfre karşı bize elmas kılıç sundu,

Nurlara dünyalar oldu kendi yurdu.

Rabbim, bu halkı Sen ilimsiz bırakma,

Rahman İsminle kuru onları yakma.

Ey insan! Fırsat sendeyken, çıkmadan can,

Nedamet et kardeşim, eldeyken imkân.

Tevbe et gelmeden o “İrciî” emri,

Unutma ki gelecek hesabın devri.

KADİRİN abdi

*************************************************

RİSALE-İ NUR OKUYUN DERSE GİDİN

Okuyun, kıymetli kardeşler, insan olduğunuzdan,

Okuyun, kızlar ve erkekler, çok düşman olduğundan,

Okuyun, bu kitaplar, çok faydalı olduğundan,

Okuyun, Rabbimizin ilk emri “Oku!” olduğundan.

Okuyun, etrafımızı fitne, fesat sardığından,

Okuyun, onlarla çok müşkül hallolduğundan,

Okuyun, bütün ehl-i tahkikin malı olduğundan,

Okuyun, ilerde sayısız pusu kurulduğundan.

Okuyun, âteist felsefeye cevap olduğundan,

Okuyun, o sizi cehaletten kurtaracağından,

Okuyun, kâinat kitabını net okuttuğundan,

Okuyun, bu zat bildiklerini hep yaşadığından.

Okuyun, fikri siyasetten uzaklaştırdığından,

Okuyun, zamanın yarasına iyi geldiğinden,

Okuyun, bizlere ihlas-ı kazandıracağından,

Okuyun, her şey onlarla iyice görüldüğünden.

Okuyun, bu zamanda geçerli ilim olduğundan,

Okuyun, iki hayata faydası çok olduğundan,

Okuyun, bir gün bizi buradan kovacaklarından,

Okuyun, önümüzde ebedi hayat olduğundan.

Okuyun, kâinat bizim için yaratıldığından,

Okuyun, biz kâinata hülâsa olduğumuzdan,

Okuyun, ücreti fazlasıyla verileceğinden,

Okuyun, mezardaki cevapları öğrettiğinden.

Allahım bu mübarek aylar ve geceler hürmetine, Peygamberimiz a.s.m ve diğer Peygamberler a.s. hürmetine Üstadımızın Ruhaniyeti ve Nur talebeleri hatrına, bizleri Kur’anı ahkamına uyanlardan eyle Kur’anın tefsirlerinden bu zamanın ihtiyaçlarına cevap veren Risale-i Nurları çok okumak iyi anlamak ihlasla amel etmek nasip ve müyesser eyle Amin Velhamdülil-lahi Rabbil’alemin.

Nurların Kemter Talebesi

Abdülkadir Haktanır

Rabbin eli Üstad  Bediüzzaman,

Camiler Hem İbadetin Hem de İlmin Merkeziydi!

Bartın’a bağlı Yıldız Köyü Camii imam hatibi tarafından ‘Cami okuyor, cemaat okuyor, insanı kitaba çağrı‘ isimli kitap okuma etkinliği düzenlendi.

Kitap Etkinlik ilgi gördü, gencinden yaşlısına kadar kitabını alan çok sayıda insan camiye koştu.

Yıldız Köyü Camii’nde düzenlenen etkinliğe Bartın Müftüsü İsmail Bayrak, Müftü Yardımcısı Rıdvan Karataş, AK Parti İl Başkanı Yaşar Arslan, İlçe Başkanı Regaip Bayraktar, Yıldız Köyü Muhtarı Reşat Günay, İl Genel Meclisi Üyesi Kenan Dursun, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, öğretmenler, Diyanet görevlileri, daire amirleri, üniversite öğrencileri, işadamları, cami cemaatiyle birlikte yaklaşık 250 kişi katıldı. İkindi namazının kılınmasından sonra başlayan etkinlik, Kuran’ı Kerim’le devam etti. Daha sonra Bartın Müftüsü İsmail Bayrak kitap okumanın önemi hakkında vaaz yaptı. Müftü İsmail Bayrak, kısa vaazında ilmin peygamberimizin mirası olduğunu vurguladı.

Kitap konulu vaazın ardından davetliler ney dinletisi eşliğinde yaklaşık bir saat kitap okudu. Kitabı olmayanlara kitap hediye edildi. Programda Türkçe Olimpiyatları için Türkiye’ye gelen Hindistanlı Jainam Gala isimli öğrencinin ‘Zamanı Geldi’ isimli şiirini okuması büyük alkış aldı. Programa katılan bazı davetliler kitapla ilgili anılarını dile getirdi. Bartın’da katıldığı en güzel etkinliklerden birisinin camide kitap okuma programı olduğunu ifade eden üniversite öğrencisi Ekrem Aktaş, 65 sayfa kitap okuduğunu, huzurlu ve faydalı geçen programı düzenleyenlere teşekkür ettiğini söyledi

Yıldız Köyü Camii İmam Hatibi Şeref Yıldırım ve cami cemaatini tebrik eden Bartın Müftüsü İsmail Bayrak, peygamberimiz zamanında camilerin ibadetin merkezi olduğu gibi ilmin de merkezi konumunda olduğunu söyledi. İlmin temelinin kitap olduğunu ifade eden Müftü İsmail Bayrak, “Dinimizin ilk emri ‘oku’dur. Camilerimizde mütevazi kütüphaneler olmalı. Camiye gelen cemaat vakit öncesi veya sonrası kitap okumalı, ilmi müzakereler yapmalı. Özellikle camilerimiz okuma salonu haline getirilmeli. Bartın’daki tüm camilerimizde mütevazi de olsa kütüphanelerimiz var. Kütüphanelerimizi bundan sonra daha çok zenginleştirerek çeşitlendirmek istiyoruz. Yıldız Köyü Camii’ndeki okuma etkinliği cami bazında ilk etkinliktir. Diğer camilerimizde de bu tür etkinlikler düzenlenecek. Katkısı olan herkese teşekkür ediyorum.” dedi.

OKUMAYLA İLGİLİ HASTALIKLARIMIZ VAR

Yıldız Köyü Camii İmam Hatibi Şeref Yıldırım, cami bahçesinde açık havada planladıkları kitap okuma etkinliğini havanın yağmurlu olmasından dolayı caminin içinde yaptıklarını ifade etti. Okuma alışkanlığına dikkat çekmek için böyle bir etkinlik düzenlediğini belirten Şeref Yıldırım, “Allah’a hamd olsun ki okumayı emreden bir dinin mensubuyuz. Nesillerimize örnek olma adına camide kitap okuma programı düzenledik. Okuma ihtiyacının dalga dalga köy, kasaba demeden yayılmasını istiyoruz. Hem camilerde hem diğer mekanlarda okuma alışkanlığının oluşmasına dikkat çekmek istedik. Okumaya ciddi ihtiyaç var. Düzenlediğimiz kitap okuma programına her yaştan insanın katılmasını görmek bizleri ayrıca sevindirmiştir. Okuma alışkanlığının küçük yaşlarda aşılanması gerektiğini düşünüyorum. Bu etkinliğimizi geleneksel hale getirmek istiyoruz.” şeklinde konuştu.

OKUDUĞU KİTAP MISIR’A GÖTÜRDÜ

Alaattin Turan isimli iş adamı, Zeynep Gazali’nin zindan hatıraları isimli kitabını 15 yaşındayken okuyunca kitapta adı geçen dava adamını görmek için imam hatip lisesini bitirdikten sonra Mısır’a gidip kitap kahramanıyla tanıştığını söyledi. Camide toplu kitap okuma projesinin çok güzel bir etkinlik olduğunu anlatan Turan, “Bu tür faaliyetler yaygınlaşarak devam etmeli. İş hayatında olduğumuz için sohbet veya kitap okumaya konsantre olamıyoruz. Bu program sayesinde bir saatliğine de olsa hayatımızın diğer bölümünü unutup bir başka dünyaya geçiş yaptık. Bu programı düzenleyen cami imam hatibine ve müftülüğümüze teşekkür ediyorum.” dedi.

Program sonunda kitap okuma programına katılan davetlilere kitap hediye edilmesinin yanı sıra çeşitli ikramlarda bulunuldu.

Cihan

Çocuğun Yetiştirilmesinde Okulun Rolü

Çocuktaki dini duygunun gelişmesinde etkisi olan çevre faktörlerinden birisi de okuldur. Risale-i Nurlar, okullardaki eğitimde yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye etmenin, çocuğun dinden uzaklaşmasına sebep olduğuna dikkati çeker. Bunun doğru formülünün, fen derslerinin yanında din derslerinin de verilmesi olduğunu belirtir ve şöyle der:

Vicdanın ziyası, ulum-u diniyedir. Aklın nuru funun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder, o iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassup, ikincisinde hile şüphe tevellüd eder’’.

Aslında, okullarda okutulan fen dersleri, kendi dilleri ile devamlı Allah’tan bahsetmekte, bir Yaratıcıyı tanıtmaktadır. Mesela coğrafya dersi dağlardan, ovalardan, denizlerden, ırmaklardan bahseder. Biyoloji dersi bitkileri, hayvanları ve bütün canlı varlıkları konu alır. Uzay bilimi ise yıldızlardan, fizik-kimya tabiattaki kanunlardan, elementlerden bahseder.

Neticede bunların hepsi, Allah’ın sonsuz ilmini, iradesini ve kudretini gösteren eserlerdir. Bir eser ise, ustasız olamaz. Kâinat Allah’ın kudret kalemiyle yazılmış büyük bir kitaptır. Yeryüzü ise, onun bir sahifesidir. Bütün bilimler de, bu kitabın manalarını okuyup anlamaya çalışıp çabalarlar. Onun için bir bilim adamı olan Nobel ödülü sahibi Pakistanlı fizikçi Abdüsselam, fen bilimleri ile ilgili çalışmaları: “Allahın sanatlarını anlama gayreti” diye ifade eder.

Astronomi Alimlerinden Edward Young ise; “İnanmayan astronom delidir.” Diye hükmetmiştir. Meşhur bilim adamı Newton: “Hiçbir şeye lüzum yok, bir baş parmak bile Allah’ın varlığını ıspata yeter.” Diyor ve ilave ediyor: “Allah’a inanmaksızın kâinatın nizamı izah edilemez.” Yine Bediüzzaman’ın tabiri ile mülhem keşşaflardan Pasteur: “Kâinata, zerre nakş edilen bu harika bilgi ancak Allah’ın nihayetsiz ilim ve kudretiyle olabilir. Marifet bahrine daldıkça imanım kemale eriyor.” Demektedir. Galilei ise beyanında: “Kâinat matematik dille ve geometri yazısıyla telif edilmiş bir kitaptan farksızdır.” Diyor .

Bediüzzaman Hazretleri de kendisini ziyarete gelen lise talebelerinin;

Bize Hâlikımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar’ şeklindeki suallerine cevaben:

Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlikı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz…

Nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir. Öyle de, Küre-i Arz eczanesinde bulunan dörtyüzbin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki ziyahat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde- okuduğunuz fenn-i tıp mikyasiyle- Küre-i Arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâl-i hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.
Bediüzzaman bu gibi başka misalleri de verdikten sonra konuyu şu şekilde bağlamaktadır:

“İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünundan herbir fen, geniş mikyasiyle ve hususî aynasiyle ve dûrbinli gözüyle ve ibretli nazariyle bu kâinatın Hâlik-i Zülcelâlini esmasiyle bildirir. Sıfâtını, kemâlâtını tanıttırır.” Bunun üzerine bu dersi dinleyen liseli gençler: “Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki; tam kudsi ve ayn-ı hakikat bir ders aldık. Allah senden razı olsun.’ Demişlerdir.!

İşte çocukların ve gençlerin eğitiminde eğitimciye düşen görev, onların hem kalblerine, hem akıllarına ve hem de ruhlarına hitap edecek tarzda bilgiler vermektir.

Eğitimde sadece akıl dikkate alınırsa, genç nesiller şüpheci, isyankâr ve anarşist olurlar. Yalnız kalp nazara alınırsa, o zaman da mutaassıp olurlar. Bu dengenin dikkate alınmasına ihtiyaç vardır. Hem din ve hem de fen sahasında mütahassıs şahısların yetişmesiyle, bilgili ve faziletli bir millet vücuda gelecektir. İnsanlığı mesut edecek bir medeniyet bu şekilde doğacaktır. Konu ile ilgili olarak Risale-i Nurlar’da şöyle denmektedir:

Bir miletin gençliği, ne zaman Kur’an ve ondan lem’an eden ilimlerle teçhiz ve tahkim edilmiş ise, o vakit o millet terakki ve teali etmeye başlamıştır.

Bunun için çocukların ve gençlerin iman ve İslamiyet ihtiyaçıyla yanan ruhlarını, Kur’an tefsiri Risale-i Nur’un feyizleri ve nurlarıyla doldurmalıdır. Böylelikle, tahkiki bir imana sahip olacak gençlik, Allah’ını, peygamberini, vatanını ve milletini sevecek, o millet birlik ve beraberlik içerisinde hem maddî ve hem de manevî olarak yükselecektir.