Kategori arşivi: Günlük Paylaşımlar

Kur’an’a Dair Yanlış Bir Ezber

Osmanlı Devleti’nin çöküşe yüz tuttuğu dönemde, farklı ideoloji ve siyasi akımlardan etkilenseler de, büyük çöküşün ve parçalanmanın sorumlusu olarak suçladıkları mutlak iktidarı temsil eden, saltanata karşı ortak bir muhalefet bayrağı açan aydınlar, cumhuriyet’le birlikte, bir kurum olarak ‘iktidar’ karşısındaki konumları açısından bir dağılma göstermişlerdi. Bazı aydınlar, artık devrimci bir karakter sergileyen iktidarın yanında yerlerini almışlar, halkın yaşam biçimini dönüştürme projesinin (Batılılaşma) ideolojik argümanlarını üretmekteydiler. İktidarın sert ve tavizsiz tutumu, muhalefet damarını canlı tutan aydınları sözlerini duyurabilecekleri, etkili olabilecekleri toplumsal hayatın görünür alanlarından sürüp uzaklaştırdığı için, halka ulaşılabilecek her kanal ‘basın, eğitim kurumları’ iktidarla organik bağı olan bu aydın kesiminin elindeydi. Dolayısıyla halkın gözünde aydınlar, anla(ş)makta zorlandıkları, bütünlüğe sahip bir ‘okumuşlar sınıfı’na aittiler.

modernlesme batililasmaAydınlara göre, halkın ezici çoğunluğunun yoksulluk, sefalet ve cehalet içerisinde yaşıyor olması, köhnemiş inançların, değerlerin ve geleneğin belirlediği yaşam biçimine bağlılıkla açıklanabilirdi. Bu inançların, değerlerin ve geleneğin sıkı bir eleştiriden ve sorgulamadan geçirilmesi zorunluydu. Eleştiri ve sorgulama yöntemleri, çoğunlukla halkın gönülden bağlı olduğu kutsallarına yönelik bir saldırganlık ve küçümseme içeriyordu. Aydınların ak ile karayı, doğru ile yanlışı birbirinden ayıracak titiz bir eleştirel yaklaşımdan yoksun, aceleci ve sınır tanımayan saldırganlığı, üstten bakan küçümseyici tutumu karşısında, halkın aydınlara güvensizlik ve yabancılık duyması kaçınılmazdı. Nitekim, bugüne kadar halk-aydın ilişkisinin karşılıklı güvensizlik-suçlama üzerinden işleye gelmiş olduğu bir gerçektir. Elbette, halkın duyduğu güvensizliğin ve yabancılığın ‘göz ardı edilemeyecek önemde olsa da’ tek başına aydınlara yönelik bir eleştiriyi haklı çıkaracağı söylenemez. Burada can alıcı husus, halkın güvensizliğini ve yabancılaşmasını da besleyen, aydınların topluma, tarihe, kültüre dair okumalarının sığlığı, yüzeyselliği ve hatta ezberciliğidir.

Türk aydınlarının kendi toplumlarına bakışı daha başlangıçta şabloncudur. Batı’da üretilen fikirlerin, ideolojilerin Batı’nın kendine özgü tarihsel tecrübelerine bağlı olduğunu dikkate almaz. Batı kaynaklı her ideolojiyi ve bilim anlayışını ‘evrensel’ (her zaman ve her toplum için geçerli) kabul eder. Bu ideolojilerden ve bilimsel anlayıştan ödünç aldığı perspektifle kendi tarihini, geleneklerini, toplumsal değerlerini analize girişir. Öznelerin değişmiş olmasında (‘Batı’nın yerini ‘Biz’, ‘Hıristiyanlık’ın yerini ‘İslam’ almıştır) sonuç itibariyle bir farklılık görmez. Yargıların, ancak kendisini doğuran özel şartların ve deneyimlerin bütünlüğü içinde anlam taşıdığını gözden kaçırır. Bir Batılı filozofun Hıristiyanlığa yönelik eleştirisinin, aynen İslam’a da uygulanabileceğini kabul eder. Batı’da üretilen maddeci, tabiatçı felsefe ve ideolojilerin, evrimci bilim anlayışının, bu ülkenin birçok aydınının Kur’an’a yaklaşımlarında derin etkisi olduğu bir vakıa.

Bu aydınlar, felsefi çalışmalarından gazete yazılarına kadar her yazdıklarında Kur’an’ı kutsallığından kopararak, ona sıradan, dünyevi bir metin düzleminde baktılar ve öyle değerlendirdiler. Bunu da, bilimsel objektifliğin bir gereği olarak öne sürdüler. Halbuki binlerce kesin ve mucizevi delille Allah’ın kelamı olduğu ispatlanmış olan Kur’an’a, bütün bu delilleri çürütmeden, sadece yok sayarak ‘objektif’ bakmanın mümkün olamayacağı çok açıktı. Böyle bir objektif yaklaşım Kur’an’ı doğrudan bir insan eseri kabul etmekle eşdeğerdi. (Bu çok önemli hususta daha derin ve kapsamlı bir okuma için: Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat içinde Yirmialtıncı Mektup. Yine bu Mektup üzerinde açıklayıcı bir çalışma olan: Ümit Şimşek, Şeytanla Münazara, Zafer Yayınları).

Her ne kadar iddialarını temellendirmekten uzak olsalar da (doğrusu böyle bir işe kalkışmış olanlar da komik duruma düşmekten öte gidemediler), tezlerini Kur’an’ın insan sözü, asırlar öncesine ait ‘çöl vaazları’ndan ibaret bir kitap olduğu önyargısı üzerine kurmaktan çekinmediler. Bu aydınların Kur’an’a yaklaşımlarının bir ezbere dayandığı ortadadır. Ne var ki tümüyle ‘yanlış bir ezbere’. Batı’da maddeci felsefenin ‘Tanrı’nın ölümünü’ ilan etmesinden sonra, bu felsefenin ithalcisi konumundaki aydınlar, Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu kabul etmenin, kendilerini Ortaçağ zihniyeti olarak küçümsedikleri bir anlayışa saplayacağı endişesini taşıyageldiler. (Kur’an’a yönelik bu tutum, aynı zamanda Kur’an’la temellenmiş büyük bir medeniyetin inkarını da beraberinde getirdi. Bu basit bir kriz değildi. Aydınlar özelinde, Batı karşısında bir paylaşıma değil bağımlılığa işaret ediyordu).

Ne yazık ki, bugün için de birçok aydının benzer endişe ve kuruntularla, aynı ezberci tutumla hareket ettiği söylenebilir. Mesela, bir TV programına katılan aydın kimliğine sahip bir profesör, söz arasında Kur’an’ın, Tevrat ve İncil’den ‘cımbızlanmış’ bir kitap olduğunu, öne sürdüğü fikirlere dayanak yapabilmektedir. Profesöre göre, Tevrat ve İncil’de yer alan bazı Peygamberlerin kavimleriyle yaşadıkları hadiselerin Kur’an’da da zikredilmesi, Kur’an’ın diğer kutsal kitaplardan kopya edildiğini ispatlamaya yetiyordu. Öyle ya, bir Yaratıcı olmadığına göre, Kur’an da diğer kutsal kitaplar gibi ancak insan sözü, insan eseri olmalıdır. Hz. Muhammed, çok zeki, çok akıllı bir insandı. Eski kutsal metinleri bütün ayrıntılarıyla çok iyi biliyordu (ümmi olduğu halde), onları örnek alarak Kur’an’ı yazdırmıştı vs. Şu çokça duyduğumuz sağlam(!) iddialar, aynı ezbercilik.

Bu iddiaların saçmalık düzeyini anlamak için, Bediüzzaman’ın aynı husus hakkında yazdıklarından kısa bir bölüm okumak yeterli olacaktır. Bediüzzaman, Kur’an’ın maziye ait gaybi ihbarlarının bir mucize (insanın benzerini yapmaktan aciz) olduğunu ve bu mucizenin, Kur’an’ın Allah kelamı oluşuna kuvvetli bir delil teşkil ettiğini ispatlar: ‘Kur’an’ın nazar-ı gayb-binisi, o kütüb-ü salifenin umumunun fevkinde ahval-i maziyeyi görüyor ki, ittifaki meselelerde musaddıkane onları tezkiye ediyor. İhtilafi meselelerde musahhihane onlara faysal oluyor (hakkı batıldan ayırıyor). Halbuki Kur’an’ın vukuat ve ahval-i maziyeye dair ihbaratı akli bir iş değil ki, akıl ile ihbar edilsin. Belki semaa mütevakkıf nakildir. Nakil ise kıraat ve kitabet ehline mahsustur. Dost ve düşmanın ittifakiyle kıraatsız, kitabetsiz, emanetle maruf, ümmi lakabıyla mevsuf bir Zata nüzul ediyor. Hem o ahval-i maziyeyi öyle bir surette ihbar eder ki, bütün o ahvali görür gibi bahseder. (…) Kur’an’da zikrolunan vukuatın hulasaları ve ruhları gösteriyor ki, onları söyleyen, bütün vukuatı ihata etmiş, görüyor (tabiri caizse) bir meharet-i fevkalade ile ihbar ediyor’.

Bediüzzaman, Peygamber kıssalarının zikrediliş biçimi ve Hz. Peygamber’in (asm) bir kısım vasıfları üzerinden yaptığı tahlille, Kur’an’ın diğer kutsal kitapların tahrif edilmesinden kaynaklanan yanlışları düzelttiğini ve bunun, Kur’an’ın bir mucizesi olduğunu ortaya koyar. Kur’an kendinden önceki kutsal kitaplara her noktada aynen bağlı kalmakta değildir. Bilakis onları, içerdikleri hataları tashih ederek kendine bağlamaktadır. Dikkatsiz bir bakışla bu ince nokta anlaşılamaz.

Bediüzzaman’ın, Kur’an’a ciddi muhatabiyetinin eseri olan bu yaklaşım, aynı zamanda Kur’an’ın Tevrat ve İncil’den ‘cımbızlandığını’ öne sürenlerin ciddiyetsizliğini de açığa çıkarmaktadır. Bu ciddiyetsiz, yanlış ezbere dayalı iddiaları kesin gerçeklermiş gibi dile getirmenin, ‘Aydın’ kimliğinin gerektirdiği eleştiri bilinci ve ahlakıyla bağdaşır yanı yoktur. Aydın olmak, her şeyden önce ‘hakikate saygı’ işidir ve zordur. Yalanın ve yanlışın, işleri kolaylaştırıcı rahatlığına sığınmak dürüst bir aydın tavrı olamaz. İnanıp inanmamak insanın özgür iradesine bırakılmış bir tercihtir. Müslümanların, hayatın her alanında olması gerektiği gibi, inanç hususunda da kimse üzerinde bir tahakküm kurmaya çalışarak haddini aşması doğru değildir ve kabul edilemez. Aynı hassasiyeti gözeterek, ‘aydın’ kimliğiyle konuşan ve yazan insanlardan biraz daha ciddiyet beklemek hakkımız olmalı değil midir?

Sedat Turan / Zafer Dergisi

 

Hikmet Pırıltıları ~ 1980

ARIYA HÜRMET GÖSTERİLİR Mİ?
Arının yaptığı işi yüzlerce fen adamı yapamadığı halde, odamızdan içeriye bir arının girmesi halinde ona ne hürmet gösteriyor ve ne de ayağa kalkıyoruz. Bal yapmak arıyı hayvanlıktan kurtaramadığı gibi, maneviyatı unutarak sadece dünyevî bir meslekte terakki etmek de bir kimsenin insaniyetini tekamül ettirmemektedir. Madde ile mânâyı, akıl ile kalbi beraber götüren muhterem zatlar bahsimizden hariçtir.
ALTIN ÇEKİÇ
Bir insanın elinde altından yapılmış antika bir çekiç bulunsa, o insan bu çekiçle taş yontup para kazandığı takdirde, kâr ettiğini iddia edemez. Zira, çekici taşa her vuruşunda beş kuruş kazanmaya bedel belki beş yüz lira zarar etmektedir. Bizler de herhangi bir dünyevî menfaat elde ettiğimiz zaman sevinirken, neyi kaybettiğimizi ve hangi âletleri yıprattığımızı bilemiyoruz. Bu harika ve cihanbaha aletlerle techiz edilen insan, sarfettiği ömür neticesinde Hâlik-ı Ezel ve Ebedin rızası ve dolayısıyla da ebedî saadetten başka neyi kazansa zarar, hattâ iflâs etmiş demektir.
SÜTTEN NEHİRLER
Rezzâk-ı Zülcelâl’in her gün insanî validelerden tâ koyunlara ve kedilere kadar bütün memeli hayvanlar kanalıyla bu dünya yüzüne akıttığı sütleri bir araya toplasanız birçok büyük nehirler meydana gelir. Cennetteki süt ırmaklarını aklına sığıştıramayanlar her gün yeryüzünde akan bu ve benzeri binlerce nehire hiç nazar etmiyorlar mı?
DÜNYA
Dünya süslü, bezekli bir gelin gibi herkesin yüzüne gülmüş, fakat kimseyle evlenmemiştir. Dünyanın bu keyfiyetini anlayan zatlar, ona yüz vermemişlerdir.
İNSAN VE YÜKÜ
Terazinin bir kefesine deve olmakla yük taşımak, diğer kefesine de insan olmakla ibadet etmek konulsa ve seçme ihtiyârı bize bırakılmış olsa idi hangisini seçecektik? Elbetteki insanlığı… O halde, deve yükünü taşırken, biz niçin ibadetimizi yapmıyoruz?
DÜŞÜNÜLMESİ GEREKEN
İnsan bir heykele bakınca hemen heykeltraşı hatırlıyor. Buna mukabil âyinede kendisine bakınca, sadece kendisiyle alâkadar oluyor. Halbuki, bu halde kendisinin yaratıcısı ve sânii olan Allahü Teâlâ’yı hatırlaması icabetmez mi?
İŞ ODUNDA DEĞİL
İnsanlar, Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı odundan ancak tahta, tahtadan masa ve sandalye gibi şeyler yapabilmektedir. O Kadir-i Mutlak ise odundan meyve yapıyor, yaprak ve çiçek çıkarıyor. Demek ki iş odunda değil, ustadadır. Aynı şekilde insanlar topraktan çömlek yapmakta, Sâni-i Kâinat ise topraktan insan yapmaktadır.
OLACAK İŞ DEĞİL!
Tavuk yumurtayı, yumurta da tavuğu yaptığı takdirde tavuk kendi kendini yapmış olur. Bu ise olacak iş değildir. Diğer canlılar da bu misâllere kıyas edilebilir.
BİR MUKAYESE
Şekerle elmayı mukayese ettikten sonra şeker fabrikasındaki gürültü ve haşmetle, elma ağacındaki sükunet ve tevazuya dikkat ediniz. Kendisinde küçük bir fazilet görünür görünmez gürültüsünden geçilmeyen insanlar bu misâldeki şeker fabrikasını andırır.
BAŞ PAZARI
Balina başından sinek başına kadar bütün başların sergilendiğini tahayyül etsek, bunlar içerisinde insan başını beğeniriz. Aynı şekilde, bütün eller sergilense, insan elini tercih ederiz. Ruhumuzun üstünlüğü zaten izah gerektirmeyecek açıklıktadır. Böyle en kıymettar cihazlarla techiz edilen insan, bu nimetlerin şükrünü ifa edemezse elbette ki hesabı çok çetin olacaktır.
KABUK İÇİNDE
Yumurta içindeki civcivin kâinattan habersiz olması gibi, biz de kâinat yumurtası içinde ahiretin keyfiyet ve mahiyetinden bihaber yaşıyoruz. Ölümle bu yumurtanın kabuğunu delmiş olacağız.
İSYAN
İnsanın sofrasıyla kedinin sofrasını mukayese ediniz. Buna rağmen, ikincisi büyük bir memnuniyet gösterirken, birincisi isyan etmekte…
DÜNYA GEMİSİ
Dünya gemisi üzerinde her an seyahat eden insanın, ben âhirete gitmem, demesi ne kadar ahmakânedir. Bu gemi âhirete gitmektedir. Gitmemeye kudreti yeten var ise, buyursun aşağı insin.
KALP BAHÇESİ
Kalp bir bahçe gibidir. Onda mutlaka birşeyler bitecektir.
EKMEK PARASI İÇİN Mİ?
Bir kamyonumuz olduğunu ve bu kamyonun her gün sâdece kendi yakıt parasını ve tamirat masraflarını çıkardığını düşününüz. Bu takdirde yapacağımız iş, kendine hizmetin dışında bir kârı olmayan bu kamyonu faaliyetten menetmek olacaktır. Bizim sadece dünya işlerine, yani ekmek parasına çalışmamız da bu misâle benzer. Demek ki insan, beşerî ihtiyaçlarını te’min etmenin dışında bir işle uğraşmak üzere bu imtihan dünyasına gönderilmiştir.
Mehmed Kırkıncı

 

Boş Sözler, Boş İşler

“Kişinin İslâmî güzelliklerinden biri de, malayani şeyleri terketmesidir.” Hadis-i Şerif
Mağazalarda alıcıyla satıcı arasında yapılan kıyasıya pazarlıklar ne kadar ibretlidir!?.. Birisi malının kıymetini bilmektedir, beriki parasının değerini. Her ikisi de bu ticaretten mutlaka kârlı çıkmak için çalışırlar. Şimdi şu soruyu soralım kendi kendimize:
Paramız ve malımız için gösterdiğimiz hassasiyetin binde birini hayatımız, ruhumuz ve aklımız için gösteriyor muyuz? İşte bu büyük sermayelerin boşu boşuna harcanmasına “malayani” deniliyor.
“İki büyük sermaye ziyana uğratılmaktadır: Sıhhat ve boş zaman” Hadis-i Şerif
Malayani, yani kendisiyle hiçbir hedef gözetilmeyen, iş olsun diye, lâf olsun, vakit geçsin, ömür tükensin diye yapılan boş konuşmalar ve faydasız işler … Malayaninin en yaygın tarifi, “ne dünyaya ne de ahirete yaramayan şeyler, işler, konuşmalar” şeklindedir. Bu tarif, şu dünyada yaşadığımız sürece bize bir şeyler verir. Ve ömrümüzü ya dünya için, yahut ahiret için faydalı olacak sahalarda geçirmemizi telkin eder. Aslında İslâm’da bu iki saha birbirinden ayrı değildir. Çünkü, İlâhî rızayı esas alan ve meşru dairede, istikamet üzere çalışan bir mümin, dünya işleriyle meşgul olduğunda da yine ibadet üzeredir ve ahiretine bir şeyler göndermektedir.
Şu var ki, ahirete göçtüğümüz zaman malayaniyi, her halde, biraz daha farklı anlayacağız. O zaman diyeceğiz ki, “ebedî âleme fayda sağlamayan ve meyveleri sadece dünyada kalan her şey malayanidir.”
Nur Külliyatında dünyanın üç yüzü olduğu ifade edilir. Birisi İlâhî isimlere ayna olma yönü, diğeri ahirete tarla olma ciheti, üçüncüsü de dünyanın zevk ve safa, oyun ve eğlence tarafıdır. İşte bu tasnifteki ilk ikiye girmeyen her iş, her faaliyet, her konuşma malayanidir. Şu var ki, ahiret denilince cennet ve cehennem birlikte düşünülecektir. Eğer bir iş, sadece cennete vesile olmamakla kalmayıp insanı cehenneme sürüklüyorsa, bunu malayani içinde değerlendiremeyiz. Böyle bir iş boş değildir; azap yüklü ve ceza doludur.
Malayani, ahiret namına bir faydası olmayan, ama günah yahut haram da sayılmayan meyvesiz işler demektir. Nur Külliyatında “malayani” konusu sıkça işlenir. Nur Müellifi iki risalesi hakkında özel birer not düşmüştür. Birincisi İhlas Risalesidir, düştüğü not ise “bu risale, lâakal,” yani en az, “on beş günde bir defa okunmalı” şeklindedir. Diğeri ise Meyve Risalesinin Dördüncü Meselesidir. Bu Risale için, “Meyvenin Dördüncü Meselesini çokça okuyunuz” tavsiyesinde bulunur.
Malayani hastalığının bir ilacı olan bu risalenin, en can alıcı paragrafını aynen aktarmak isterim: “Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev-i beşer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makusen mütenasib- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.” Şuâlar
İnsan kendi nefsiyle sürekli beraberdir. Bu beraberlik kabir âleminde ve ahiret hayatında da devam edecektir. İnsan, cüzi irade ve hürriyet nimetleri sayesinde kendi nefsini dilediği gibi yönlendirebiliyor. Bu en küçük dairede en büyük söz onundur. İstediği yere gitmekte, dilediği işi görmekte, arzu ettiği kitabı okuyabilmektedir. Ama bir sonraki daire için bunu söylemek çok zordur. İnsan, kendi aile fertlerini istediği gibi yönlendirme şansına çoğu zaman sahip olamaz. Çünkü onlar da insandırlar, onların da nefisleri ve cüzi iradeleri vardır. Şeytan onların da peşindedir; dünya, onları da durmadan kendine çağırmaktadır. İnsanın bu dairede yapabileceği tek şey, doğru ve faydalı olanı, onlara güzel bir şekilde anlatmaktan ibarettir.
Şehir dairesinde, insanın tesiri çok daha aşağılara düşer. Bütün şehir halkını istediği yöne sevk etme şansına sahip değildir. Memleket ve bütün bir insanlık âlemi için ise, insanın müessiriyeti sıfıra çok yaklaşır. Ama, insan, bu geniş dairelerde kendisine düşen vazifenin cüzi olduğunu çok iyi bildiği halde, onların cazibesine kapılır, onlara daha çok önem verir, onlar hakkında çok daha fazla konuşur, yahut kafa yorar. Bu, insan için büyük bir zarardır; ömür sermayesini boş yere harcamaktır.
İşte Nur Müellifi, insanın nazarını hayatın ve siyasetin geniş dairelerine çeviren malayani afetine, önemle dikkat çekmekte ve bu derdin devası olan söz konusu risalenin sıkça okunmasını tavsiye etmektedir. Bir başka risalesinde ise, bu afetin vahim neticesini şöyle nazara veriyor: “Lüzumsuz ve malayani bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdisatına merak ile dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler.” Kastamonu Lahikası
İnsanın nefs-i emmaresi, malayaniye yatkındır. Çünkü onda ahiret için bir fayda yoktur. Şeytan da insanı küfür, şirk, günah şıklarından hiçbirine sevk edemediği taktirde, onu malayaniye sevk eder. Nefis ve şeytanın bu ortak arzusuna uyan insan, boş konuşmaları saatlerce dinlemekten zevk alır. Aynı insan ilmî bir eseri okuduğunda, yarım saat sonra sıkılmaya ve yorulmaya başlar.
Malayani konusunda, şu hususun da gözden uzak tutulmaması gerekiyor: Hayatın ve siyasetin geniş dairelerinde vazife almış kimselerin, bu konularla derinlemesine ilgilenmeleri, dünyaya çalışmak demektir ve malayani sayılmaz. Ama, dört senede bir defa oy vermekten öte, siyaset dairesinde hiçbir tesir gücü olmayan insanların, dört yıl boyunca bu konuya büyük zaman ayırmaları malayaninin tâ kendisidir. “Benim ve kardeşlerimin herbirimizin yüz derece aklı ve fikri ziyadeleşse, bu muazzam vazife-i kudsiyenin hizmetine ancak kâfi gelebilir. Sair mes’elelere bakmak, bize fuzulî ve malayani olur.” Sikke-i Tasdik-i Gaybî
Prof. Dr.  Alaaddin Başar

 

Yokluk Var Mı?

Adem “Yokluk. Olmama. Bulunmama.” “Vücut” varlık, “adem” ise yokluk mânâsına geliyor. Yokluk diye ayrı ve müstakil bir şey yok bu âlemde. Zaten öyle bir şey olsaydı, o da bir başka tür varlık olurdu. Her varlığın terki bir yokluğu netice veriyor. Sıhhatin bozulmasına hastalık, doğru olmayana yalan, dürüstlüğün terkine sahtekârlık, imandan mahrum kalmaya küfür, tevhitten sapmaya şirk deniliyor. Yok iken var olan insanoğlu, kendisini bu varlık nimetine kavuşturan Rabb’inin de var olduğunu anlamış ve böylece, “iman varlığı”na erişmiştir.
Kur’an-ı Kerim’den öğrendiğimize göre, bütün şer ve çirkinliklerin, bir başka ifadeyle “bütün adem alemlerinin” başını şeytan çekiyor. Hz. Âdem’in (a.s.) yaratılışı tamamlandığında, melaikelere emir verilmişti; “Adem’e secde edin,” diye. Bu emri, bütün melekler severek yerine getirdiler; şeytan ise secde etmedi. Böylece adem alemlerinin de temeli atılmış oluyordu. Secde etmek “vücut” idi, yani ortaya bir hadise çıkıyordu, bir iş yapılıyordu. Etmemek ise “adem”, yani işi yapmama, kabulsüzlük, itaatsizlik… Tevazu “vücut” alemindendir ve insana bir kemal kazandırır. Kibir ise kendinde bir üstünlük vehmetmektir. İşte şeytan kibirlenmekle bu “ademe” yapıştı.
İlâhî lütuf, ihsan ve rızaya ermek vücut alemindendir; bunlardan mahrumiyet ise adem alemlerinden. Şeytan, bu adem alemlerine talip oldu ve kovuldu. Bu da ayrı bir “adem” idi. Zira, huzurda bulanmak “vücut”tur; kovulmak ise “adem”. Nur Külliyatından bir cümle: “Bütün kusurlar ademden ve kabiliyetsizlikten ve tahribden ve vazife yapmamaktan -ki birer ademdirler- ve vücudî olmayan ademî fiillerden geliyor.” (Şualar)
Ademî fiil denilince, yokluğa dayanan, yahut sonu yokluğa çıkan işleri anlıyoruz. Adem-i itimat, “itimatsızlık” demek oluyor; adem-i kifayet ise “yeterli olmama.” Meselâ, namaz kılmak vücudî bir fiildir, kılmamak ise ademî fiil. Namaz kılmamak diye müstakil bir iş yoktur; ama insan namaz kılma fiilini terk ettiğinde bu ademî fiil kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Görmek vücut alemindendir, körlük ise adem. Birisini kör eden insan, adem alemleri hesabına çalışmış demektir. Hayat sahibi olmak bir kemaldir ve vücut alemindendir. Cansız olmak ise bir noksanlıktır ve ademe dayanır. Hidayet vücut alemindendir, dalalet ise adem aleminden. İman ve hidayet ile kalp gözü açılır ve insan sonsuz bir varlığa kavuşur. Küfür, imanın yokluğu, dalâlet ise hidayetten mahrumiyettir. Aynı şekilde, ilim “vücuttur”, cehalet ise “adem.” Cehalet ilmin yokluğudur. İlim, yaratılan her varlıkta tecelli eder. Ama cehilde bir tecelli yoktur. Cehalet, ilimden uzak kalan insanın düştüğü bir yokluk karanlığıdır. Tevhit, yani Allah’ı bir bilmek vücut alemindendir. Bir insan tevhit hakikatini kabul etmekle ortaya müspet bir inanç koymuş oluyor. Ama şirk ademdir. Allah’ın, şeriki olmadığından ona koşulan şirk de boşlukta kalır, adem aleminden çıkamaz. Şu var ki, hakikati olmayan bu yanlış inanca birtakım kimseler sahip çıkabilirler. O “müşriklerin vücudu” vardır, ama “şirkin vücudu” yoktur. Doğru söylemek vücut alemindendir, yalan söylemek ise ademî bir fiil. Misalleri çoğaltabiliriz.
Ademin kaynaklarından birisi:
Kabiliyetsizlik. Yumurtada kuzu olma kabiliyeti yoktur. Ve bu ademin neticesi de bir başka ademdir: Yumurtadan kuzu çıkmaması. Bir diğer kaynak:
Tahrip. Meselâ, insanların ahlâkını tahrip eden yayınlar, adem hesabına çalışırlar. Bu ademin adı, ahlâksızlıktır. Ahlâk vücuttur, bundan mahrumiyet ise adem. Ademin başka bir kaynağı: Vazife yapmamak. İş görmemek, tembelce yatıp ortaya bir şey koymamak “adem” hesabına geçer.
Bediüzzaman hazretleri, Asa-yı Musa adlı eserinde, “bütün vücud âlemlerinin ‘Elhamdülillah Elhamdülillah’ ve bütün adem âlemlerinin de ’Sübhanallah Sübhanallah’ ”dediğini kaydeder Allah’ın cemal, kemal ve rahmetini gösteren bütün tecelliler karşısında kul, Rabb’ine hamd eder, “Elhamdülillah” der. Yani bütün medih ve senaların ancak Allah’a mahsus olduğunu beyan eder. Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederken de “Sübhanallah” der. Demek oluyor ki, hayır, ihsan, güzellik, kemal, hayat, görme, işitme gibi bütün vücut alemleri, insanı hamd etmeğe götürürken, noksanlık, bilgisizlik, çirkinlik, görmeme, işitmeme, hayattan mahrum olma gibi bütün adem alemleri de insana Sübhanallah dedirtir, yani Allah bütün bu ve benzeri noksanlıklardan münezzehtir, mukaddestir.
Peygamberler ve onların yolundan gidenler hep vücut alemleri namına çalışmışlardır. Günümüz tabiriyle onlar hep “yapıcı” olmuşlardır; “yıkıcı” değil. Zira, tamir vücuttur, tahrip ise adem. Onlar, insanların ruh binalarını, “iman, takva, salih amel ve güzel ahlâk” üzerine kurmak istemişler, şeytanlar ve onların temsilcileri ise küfür, günah, isyan ve ahlaksızlık yolunu tutarak adem alemlerinde faaliyet göstermişlerdir. Bu ikinci güruhun akıbeti de aynı eserde şöyle dile getirilir: “O dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor.” (Asa-yı Musa)
Cehennemde küfür yoktur, zira oraya girenler artık bütün iman hakikatlerine inanmışlardır. Kabri görmüşler, orada azap meleklerini tanımışlar, dirilmeyi yaşamışlar, mahşerde Rablerinin huzurunda hesap vermişler ve işte şimdi bu hesaptan müflis olarak ayrıldıktan sonra azap diyarına girmişlerdir. Cehennemde şirk de yanmış, kavrulmuş ve yerini tevhide bırakmıştır. Artık Cehennemin her ferdi çok iyi bilmektedir ki, Allah’tan başka Mabud, Ondan başka Halık ve Malik yoktur.
Kur’an-ı Kerimde, cehennemin yakıtının “insanlar ile taşlar” olduğu haber verilir. (Tahrim,6; Bakara,24) Bu taşları, tefsir alimlerimiz “putlar” diye açıklamışlardır. Orada insanlarla taptıkları putlar, birlikte yanacaklardır. Taşın azap çekmeyeceği açıktır; ama müşriklerle putların birlikte yanmaları da tevhit namına, hoş bir manzaradır.
Cehennem, günah ve isyanları da kavurmuş, sahibini bunlardan temiz hale getirmiştir. O dehşetli azapla günahlardan temizlenen müminler daha sonra cennete varacaklardır. Ama küfür üzere ölenler için bu kapı ebediyen kapalı. Onlar, günah ve isyandan şu manada temiz kalırlar:
Cehennemde artık günah işleme söz konusu değildir. Orada herkes itaat üzeredir. Ama bu vakti geçmiş itaat, sahibini cennete götürmeye yetmeyecektir. … Ahiret ülkesi, iman ve itaat edenlerin mükafat beldesidir; etmeyenlerin de ceza menzili. Cennet vücut alemlerinin, cehennem ise adem alemlerinin mahsulleriyle dolup taşacaktır. Cennet ehli, “cemal, rahmet, ihsan ve kerem” tecellileriyle mest olacaklar, Cehennem ehli ise Allah’ın kahrını, izzet celalini en kâmil mânâsıyla idrak edeceklerdir. Demek oluyor ki, ahiret ülkesinde herkes mümin ve herkes ariftir. Ayna oldukları İlâhî isimler faklı olmak üzere…
Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

 

İbadetimizi Noksansız Yapma Gayreti

Doğduğunda kulaklarına ezan ve kamet okunur, öldüğünde cenazene ne ezan ne de kamet okunur.

Hayat  ise: Ezan ve cenaze namazın arasındaki vakit kadardır. Ne kadar kısa değimli?!!!

Peygamberimiz aleyhisselam buyuruyor: “Bu dünyada bir garip, veya bir yolcu gibi ol”

Mehmed Demir

‘Biz Allah’ı (cc) Cuma günleri mescide sığdırmaya çalışıyoruz.
Belki cuma gecesine, çok nadiren kalkılabilirse, yatağın sıcaklığından feragat edilebilirse de Sabah namazlarına….
Ama hastalıklarımız, zayıflıklarımızda, doğal afetlerde, kısaca zorda ve çaresiz kaldığımızda hemen etrafımızda olsun istiyoruz….
ve, hiç şüphesiz, en çok da ölümün hatırlandığı cenazelerde.
Maalesef, biz Allah’tan (cc) bunları beklerken, Allah (cc) için işte, oyunda, hayatımızın neredeyse tamamında yerimiz ve zamanımız yok…
Çünkü…
Diğer zamanlar işlerimizi kendimiz halledebiliriz düşüncesi hayatımıza girmiş.
Ya da açıkça söylersek o zamanlar Allah’a (cc) ihtiyacımız yok.
Allah’ın (cc) emir ve yasaklarına itaattir. Karşılıksız alabileceğimiz en iyi hediye namazımızdır,
Hem masrafsız ve ödüller de muhteşemdir.

…Yer(yüzü) bana mescid ve temizlik sebebi kılındı onun için ümmetimden kendisine namaz vakti erişen herkes  namazını kılıversin… Hz.Muhammed (a.s.m.) Kaynak:  Sahihi Buhari. Ravi: Cabir bin  Abdullah
Allah beni affetsin, ….

O’nun hayatımda ilk sırada olmaması gerektiğini kabul ettiğim yer ve zamanların varlığından dolayı.
Her zaman O’nun bizim için yaptıklarını daima hatırlayacak zamanlarımız olmalı.

Evet, ALLAH’ı (cc) çok seviyorum.
O benim var olma ve kurtulma kaynağım.
Beni her gün ayakta tutuyor.
O’ndan başka sığınılacak kapı olmadığını bilmek..
hiçbirşeyim….
Diyebiliyormusunuz?
Bunun için işte size çok basit bir test.
Eğer Allah’ ı seviyorsanız ve O’nun sizin için gerçekleştirdiği muhteşem şeylerden utanmıyorsanız….
bunu arkadaşlarınıza iletin.
Bunun için zamanınız varmı?
Kolay zora karşı..
-Gerçekleri söylemek neden bu kadar zor.
zamanda yalanları söylemek de bu kadar kolay?
-Neden namazda uykuluyuz da bitince aniden uyanıveririz?
-Böyle mesajları paylaşmak varken silmek neden kolayımıza gelir?
Ne gariptir, ALLAH’a (cc) inandığını söyleyip de şeytanın peşinden gitmek .
Ne gariptir, fıkraları çılgınca paylaşırız, mesajlar havalarda uçuşur da iş İslamiyetle ilgili bir mesajın iletilmesine geldiğinde iki defa düşünürüz.
Bu mesajı eğer birilerine gönderirseniz, adres listenizdeki herkese gönderebilecek misiniz? Yoksa ne tepki vereceğini bilmediğinizden ya da emin olmadığınızdan göndermeyecek misiniz?
Allah’ın bizim için ne düşündüğünden çok insanların bizim için ne düşündüğüne önem  vermemiz

Namaz 1. Dir Yalan söylememek, kin duymamak İftira atmamak, Güler yüzlü olmak,oruç tutmak, v s Diğer bütün meziyetler sevap olarak 1 rin yanına katsayı bakımından 0 dır. Namazın yanına bir de yalan söylememeyi koyarsan 10 olur.  10 yanına şefkati koyarsan 100 olur. Zina etmezsen 1000 olur. Böylece her iyi ahlak bir 0 mesabesindedir.  Namazı kılmazsanız,  yani bir rakamını sıfırların önünden kaldırırsınız

00000000000000000000000
sizin adalet terazinizle ne kadar adil görünüyor?
Herşeyden önemlisi ne kadar daha yaşayacağınızı sanıyorsunuz!!!!

Derleyip kardeşlerle paylaşan Abdülkadir Haktanır