Kategori arşivi: Yazılar

Allah On Geceye Yemin Ederken

On gece on latife mi?

Gece bir elbisedir, onu az bir kul giyer. Gecelerin sırrını yakalayıp gecelerin ellerinden tutana ehl-i gece denir ki; Allah için gayb ne ise ehl-i gece için de gece odur. Gayba aşina olmayan gayb âlemlerini nasıl bilmezse gafletin adı uykudan azade olmuş alınları, huşu ile yere koymayanlar da ehl-i gecenin halini bilemez.

Gece fecirlerin anneliğini yaparken gün gündüzlerin eteğine gecelerden dökülür. Allah on geceye yemin ederken o gecelerde kullarını daha çok zikir ve taate teşvik etmektedir. Hac gibi bir ihsanat-ı İlahiye vaktinden önce ihsan edilen on gecenin her biri ayrı bir kandilin ziyasını taşımaktadır.

On geceyi on latifenin seyr u sülûku olarak düşünüp bu gecelere on latifenin açılımının şifreleri takılmış olabileceğini düşünürdüm de düşünceme delil bulamazdım.  Abdülkadir Geylani’nin Fecr suresinin tefsiri düşünceme nokta-i istinat oldu.

Abdülkadir Geylani “On adet hissin karanlık gecesinin hakkı üzerine yemin olsun ki” diye yaptığı tefsirinde on geceyi on adet hissin karanlık vecihlerinin gitmesi olarak izah etmektedir.

Geylani’nin tefsirindeki on adet hislerdeki karanlıkların gitmesi karanlık gecelerin nurlu aydınlığı ile olmaktadır. Ondan önceki ayette de fecre yemin olması Geylani’ye göre sabah vaktinin parlayıp açıldığını göstermektedir ki; bu on gece Geylani’ye göre on hissin fecri olan gecelerdi. Çünkü gece karanlıktır tüm karanlıklar gecelerde nurlanır. Geceler manevi hayatımızın nurlu fecirleridir. Manevi hayatımız tövbelerle yunmuş, ibadetlerle aklanmış, zikir ve taatle nurlanmış gecelerde yeşerir.

Talip olmadan talep edilmeyeceğini, say etmeden karşılık görülmeyeceğini, kurban etmeden İbrahim olunmayacağını, teslim olmadan İsmail gibi bıçağa boyun eğilmeyeceğini, tevekkül etmeden Hacer olunmayacağını bu günlerde bizlere öğreten Rabbimiz bu öğretinin hayata dökülmesi içinde kullanılmış bir cüz-i iradeden sonra luft u İlahinin imdadını da öğreten bu geceler vesilesiyle manevi seyr u sülukun sırlarını aşikar etmektedir.

Efendimizin ilk haccını düşünecek olursak ilk yaptığı Kâbe’deki putları temizlemek olmuştur. Hac sırrının başlangıcı olan bu zaman diliminde kalp Kâbe’sine yerleştirip sevgiyle, hırsla, dünyevi ihtirasla muhkemleştirip gafletle unuttuğumuz putlarımızı bu gecelerin her birinde yer ile yeksan eyleme biz müminlerin on gece sırrı olmalıdır.

Ezelin tılsım göz aydınlığı olan nuru Muhammedi (s.a.v.) her peygamberin alnından Efendimize ulaşmak için alından alına çağıldayarak koşup gelirken Efendimizin alnında mecrasını bulmuştur. O nurun sırrı kıyamete kadar da paylaşım peygamberi Efendimizin ümmetinin alınlarında yansıyacak nuru Muhammedi (s.a.v.) hakikatini ilan edecektir. O nuru rüku ve sücutlarla alınlarda kandil kandil yakma sırrı bu gecelerin sırrı olsa gerektir.

Tarikatlarda kırk gün ile başlayan manevi terakki halini Rabbimiz on gecede cem eylemiş, velayet sırrını içeren bu on geceyi de on latifemize kandil eyleyip bu geceleri kötü hislerimizi karanlıklarına bırakmaya nurlu bir fecir eylemiştir.

Moralhaber.Net

Neyi Kurban Ediyoruz?

Kurban, insana Allah’a tamamen teslim olmayı öğretmektedir. Hz. İbrahim oğlu İsmail’i kurban etmesi emrini alınca Allah (c.c.) adına kurban etmeye girişmesi, oğlu İsmail’in de bunu teslimiyetle karşılaması aslında müslümanın Allah’a bütün varlığıyla teslim olması gerektiğini fiilen anlatan bir olaydır.

Müslüman olarak Allah’a (c.c.) teslimiyetin aynen Hz. İsmail (a.s) gibi ve her şeyini Allah’a (c.c.) kurban edebilmek de Hz. İbrahim (a.s) gibi olması gerektiğini öğretir bize Kurban.

Bir babanın oğlunu kendi eliyle boğazlamayı kabul edecek kadar ileri derecede bir teslimiyet örneğidir bu hadise. Gencecik, hayat dolu bir yüreğin henüz hayatının baharında canını Allah için feda edecek kadar yüksek bir teslimiyet sembolüdür bu kurban kıssası.

Her şeyin Allah’a (c.c.) ait olduğunu ve her şey yine Ona döndürüleceğini gösterir bize Kurban. Hz. İbrahim oğlunu kurban etmeye götürürken, İblis nasıl vaz geçirmeye çalıştıysa, bugün yine ayni İblis Müslümanları ellerindekini Allah için infak etmesin diye, vesvese vermiyor mu?

Sahabe-i Kiramda görülen ve imanlarından kaynaklanan çok teslimiyet örnekleri vardır. Adeta her şeylerinden vaz geçip Allah’a bu şekilde yaklaşımları günümüzde görmek maalesef mümkün olamıyor.

Sümeyra Hatun, uhud’da babasını, kocasını, kardeşini ve iki oğlu olmak üzere 5 kişiyi Allah için feda eden, kurban ne demek olduğunu idrak eden bir iman eridir!

Elinde avucunda ne varsa sadaka veren Hz. Ebu Bekr (r.a.) “ev halkı için ne bıraktın ya Eba Bekr” sorusuna “Allah ve Resulünü bıraktım” diyen bir örnek şahsiyet.

Peki, bugün nasıl? Allah’a yaklaşmak için neler yapıyoruz? Kurban bayramında kestiğimiz kurbanı ne niyetle kesiyoruz? Et yemek için mi? Herkes kesiyor bende kesmezsem beni fakir zannederler korkusu ile mi? Ya da kurban kesmenin şartlarını gözetiyor muyuz?

Maalesef hepsini yaşıyoruz ve görüyoruz. Kurban kesmeye parası yeterli değil ama çevresi “kesemiyor” demesin diye borç bulup kurban kesenleri görüyoruz. Bu kimselerin hangi niyetle kurban kestiğini varın siz düşünün. Herkes böyle davransa kurban etinin üçte birini kime vereceğiz?

Bir de kurbanlık hayvani araştırırken, keseceğimiz hayvanin budunu, etini, ağırlığını, pirzolası iyi olur, kuşbaşını yapsak daha lezzetli olur diye niyet ederek kestiğimiz hayvanla ne kadar Allah’a yaklaşırız orasını da siz düşünün. Büyük bas hayvana hisse olduysak, hissemize bir kaç kilo az düştü diye hissedar kişilerle kavgaya tutuşanı az mı gördük!

Kurban etinden ihtiyaç sahiplerine dağıtmak isterken, en etli kimsi bize kelsin diye düşünenleri de görüyoruz maalesef. Kurban kesmenin manası ve hikmeti bunlardan hiç biri değildir.

Kuranı Kerimde Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır. Böylece onları sizin hizmetinize verdi ki, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız. İyilik edenleri müjdele.” (Hacc; 37)

Ayette anlasildigi üzere kurban kesmekte niyet önemlidir. O halde niyetlerimizi halis tutalim.

Ayrıca, ehil olmayan kisiler tarafından kesilmek istenen kurbanlar elden kacinca, onları sokaklarda tekme sopa kovalanan manzarali inşallah bu sefer yasamayiz.

 

Arif Ağırbaş

arif.agirbas@hotmail.de

https://twitter.com/Arif_Agirbas

Risale-i Nur’lar Klasik ve Evrenseldir

Klasik eserler insanlık tarihi boyunca insanın evrenselliğine paralel olarak onun değerlerini sürekli kılan yapılara sahip olmuşlardır.

Onlar adeta insanla atbaşı giderek onun dini, dili, hayali, milli hassasiyetlerinde değişmeyen ölçüler koymuşlar ve her zaman ve zeminde değerlerini ve sıcaklıklarını korumuşlardır. Klasik eserler toplumların mayası ve sabitliğini sağlamışlardır.

Klasik eserlerin yapısını tarif eder Boileau,

Sanatın akıl, sağduyu ve doğa gibi üç temeli vardır.

Her eser değer ve cilasını akıldan alır ve sağduyuya uymayan hiçbir sanat eserinin estetik bir değeri yoktur.

Güzelliğin esasını hakikat teşkil eder, hiçbir şey hakikatten daha güzel değildir ve ancak hakikat sevimlidir.

Sanatta incelenecek ve etkilenecek tek kaynak tabiat olmalıdır.”(Cemil Sena, Estetik 241)

Risale-i Nur’un özellikleri akıl, sağduyu ve tabiattır.

Bediüzzaman eserlerinde asırların ve fikirlerin değişmesiyle erozyona uğrayan ve hastalaşan, değerlendirme melekesini kaybetmiş olan aklın sabit değerlendirmeler ve yorumlar kazanmasını sağlamıştır.

Onun her eserinin arka planında akıl vardır, Onuncu Söz ‘de ahireti anlamayan İbn-i Sina ve daha önceden bu hakikatı anlamayan aklı onu anlayacak hale getirir.

Gündelik meselelerle uğraşmaz Bediüzzaman, kıyamet kopuncaya kadar Haşir hakikatı aklın handikapıdır ve bir Haşir risalesine dönemsel olmayan bir gerçeklikle bağlıdır. Onu vicdanı arar.

MUHAKEME VE YORUM LABARATUARI

Sağduyu yine Bediüzzaman’ın değerlendirmelerinin kaynağıdır, akıl eğitilir sağduyuyu eğitir, Bediüzzaman sağduyusu ile her olaya yaklaşır ve çözümler.

Tabiat, Bediüzzaman’ın eserlerinin muhakeme ve yorum laboratuarıdır. Onun eserlerinde akla ve mantığa ve kalbe yardım eden bir Tabiat gözlemleri zinciri vardır. Hem özellikle vardır, onun tabiat levhalarının hiçbiri dönemsellikle yâd edilemez.

Anlaşılıyor ki sağduyu, akıl, hakikat ve doğaya uygun olan düşünce ve duygular, gerek dil, gerek inanç ve anlayış itibariyle örnek niteliklere malik olan klasik eserlere yansırlar. Dönem ulus ve ihtiyaçlar ne kadar değişirlerse değişsinler, daima aynı akla uygun bir düzene bağlıdırlar, Zorunluluklara ve esaslara önem vermek, ayrıntılardan ve gelip geçici olanlarla mümkün olanlardan kaçınmak gerektir. Bediüzzaman bir hakikatperesttir ve insanları da hakikat perest olmaya eğitir.

Risale-i Nur’da onlarca hakikat çeşidi vardır, bu hakikatler son yüzyılların felsefi ve fenni tesiriyle yıpratılmış hatta yok edilmişlerdir.

Bediüzzaman bu değişmeyen ve herkesin zorunlu tecrübesi olan hakikatı talim ettirir, bu bahis büyük boyutludur.

Bütün akaidi hükümler aynı zamanda hakikattir.

  • Ahiret bir hakikattir.
  • Haşir bir hakikattir.
  • Melekler bir hakikattir.
  • Miraç bir hakikattir.
  • Nübüvvet bir hakikattir.

Bütün bu hakikat burçlarını Bediüzzaman insanın zihin ve akıl planına getirir onları anlamalarını onlarda fani olmalarını sağlar, bunlar dönemsel değil insanın klasik tabiatının değişmezliğine paralel hakikatlerdir.

Klasik eserlerin bir başka noktası, seçilecek konuların herkeste bulunan sağduyunun kavrayabileceği olgu, hal, duygu, düşünce ve inançlardır.

Klasik bir eserde zaman, uzay ve konu arasında bir birlik olmalıdır.

Klasikler insanın her çağda, her toplumda daima aynı duygu ve düşüncelere malik olduklarını, vicdan ve anlayış itibariyle aralarında bir fark olamayacağını kabul ederler.

Bu nedenle de eserlerinde değişmez tipleri örnek gösterirler. Klasiklerde akıl sanata yansımıştır.

Bütün bu özellikler Bediüzzaman’ın eserlerinin özellikleridir. Bediüzzaman eserlerinde değişmez tipler ortaya çıkarır. Bütün bir Sözler kitabında bir tipler külliyatı vardır.

Altıncı sözde iki kişi vardır, biri malını Allah’a satmaya diğeri satmamaya örgütlüdür.

Birinci sözde muhatab Bismillah’ın ilahi asansörüne biner, semaya çıkar, Allah’a muhatab olur. Bunlar nasıl dönemsel olabilir.

1898 ‘de klasikler münakaşası yapılır Osmanlı matbuatında, dönemin muharrirlerinden Hüseyin Daniş bey Klasik”i tarif eder.

Mertebe-i alelali, derece-i bülendi ihraz edip, ilelebed nümune-i imtisal, sermeşk-i taklid olmak selahiyetini haiz asara klasik denir.” (Hüseyin Daniş, Malumat, İkram-ı Aklam 6 Eylül 1898)

Yüksek ve büyük bir mertebe ve derece kazanmış eserdir klasik.

Numune-i İmtisal örnek alınan bir eserdir.

Bütün İslam dünyası Bediüzzaman’ın gayet yüksek ve ali, ve örnek yapısını dinin anlatımında esas almışlardır. İlelebed numunedirler, her zaman taklid edilirler. Türkiye’nin maneviyat erlerinin çoğu onun rahlesindedirler, eğitimleri her gün devam eder.

Roma’da “ seçkin edipler tabakasını teşkil eden roman ve Atina şairlerine, kalem sahiplerine Auctores Clasici anlamında klasik yazarlar dendi” (aynı yazı)

Yine Hüseyin Daniş bir başka tarifle “meşk ittihazına layık measir-i kalemiye“ (Ahmet Cevdet, İkdam 25 Ağustos 1898)Örnek alınacak bir metindir klasik eserler.

Necip Asım, Kitapçı Haşet’in neşrettiği klasikler cetvellerini yetersiz bulur.

O cetvelleri bir Avrupalının gayrisi tedkik ederse ne kadar nakıs, ne derece insafsızca tertib edildiğini görür de şaşar. Küre-i arz üzerinde binlerce asırdan beri gelip geçen akvamın klasikleri üçyüz parçayı geçmiyor. Bunlar da bir ikisi müstesna olmak üzere hep Yunan ve Latin ve Avrupa metaından ibaret” (Necip Asım, Klasikler, Malumat 3 Eylül 1898)

Klasiklerin önemli bir yanı dili ve değerleri korumalarıdır. Hüseyin Daniş söyler

Bir milletin içinde yetişen klasiklerin cümlesinin bir tarz-ı kelamda bir devirde, bir asırda tuluları şart değildir, muhtelif devirlerde doğarlar, mütenevvi şivelerde teferrüd edebilirler. Yunanilerde Homeros ve Eflatun ikisi de klasiktirler. Aralarında tam altı asırlık bir fark vardır. Bu müddet-i medide zarfında lisanın kemali tağyire uğramayarak kalmış yahut tevessü etmiştir.” (Hüseyin Daniş , İkram-ı Aklam , 6 Eylül 1898)

Klasiklerin bir önemli yönü milletlerinin dilini toparlamak ve yükseltmektir.

Daniş Bey Shakespeare ve Dante’nin biri İtalya’da biri İngiltere dillerin toparlanmasına yükselmesine neden olmuşlardır. “Dante İtalya’da Shakespeare İngiltere’de coşkun bir feveran ile lisanlarını kemalin en yüksek noktasına fırlattılar”(aynı makale )

Bediüzzaman dilin tahrib edildiği bir dönemde bu eserlerini yazmıştır, güneş dil teorisi ile milletin dil güneşi söndürüldüğü dönemde dilde sabit bir ölçüyü esas alarak bozulmuş ve dokusu karışmış dili korumuştur. Bugün hiçbir üniversite ve eğitim kurumu Bediüzzaman’ın medreseleri kadar sabit bir değişme ve klasik bir dil koruyamamıştır. Bunu Bediüzzaman yapmıştır dini koruduğu gibi dili de korumuştur. Köylü nur talebeleri bir profesörden daha derinlikli sabit bir Osmanlı ve Türkiye Türkçesi kullanırlar.

Bunlar nasıl dönemsel olabilir, yüz elli senedir dil sorun iken binlerce sayfa dil sorunu ile ilgili karalamalar olduğu halde Bediüzzaman dili korumuş ülkeyi korumuştur, birileri bu dili bozmakla güneş dil teorisi ile birlikte hareket etmiş olmazlar mı, dilini boz sonra dönemsel de birinci halka ve de ikinci halka.

Daniş Bey nelerin klasik olabileceği konusunda da bir ölçü koyar. “Klasik olabilecek yani ilk sıraya konup maye-i imtisal addedilebilecek asar öteberi şeyler, adi hikâyeler, efsaneler, mecmua-i letaif gibi şeyler olmayıp, ciddi yazan bir kalemin, hakikatleri yazan bir üstadın, mahsül-i dilpesendi olan asar-ı güzindir ki garbda ve şarkın Türkisi, Arabisi, Farisi’sinde mevcut nevadir bu kabildendir.” (Aynı makale )

Bediüzzaman hakikatleri yazan bir üstad, diline herkesin pesend ettiği bir büyük ediptir, klasik muharrirdir. Aşılmaz ve ulaşılmaz.

Ahmet Cevdet, Mithat Efendi bizim henüz klasikler devrine girmediğimizi söylerler.

Naci Efendi, bir klasik eser meydana getirmek isterse de başaramaz. O da bizim henüz klasik devrine girmediğimizi beyan eder.

Ahmet Cevdet ise “Süleyman Çelebiler, Sinan Paşalar, Naciler’in asar-ı fahiresi bizim klasiklerimizdir”(Ahmet Cevdet, İkram-ı Aklam, Malumat 25 Ağustos 1898)der.

Daniş Bey, eğer klasik eser var ise, lisan da klasikleri meydana getirecek mükemmelliktedir, yorumunda bulunur.

Necip Asım Bey, Nasrettin Hoca hikâyelerinin bizim mühim bir klasiğimiz olduğunu beyan eder.

“ O hikayat-ı latife bizim klasiklerimizden biridir. Hoca Nasrettin o kadar klasiktir ki klasiklerin içinde müstakil bir klâs teşkil eden eazım meyanına dâhildirler.

Arapta Cahız, Yunan-ı Kadim ‘de Diyojen, Hoca’nın eslafıdırlar.

“ Necip Asım Mevlid-i Şerif i de klasik olarak kabul eder.

“İşte ezcümle hala mülk-i Osmanî’nin her yerinde kemal-i tazimle okunan ve belki de yüzlerce naziresi yapıldığı halde, kıymetinden düşürmek şöyle dursun, sanki o naziregular o güzel eserin kıymetini artırmak üzere çalışıyormuş gibi maküs bir netice veren Mevlid- i Şerif manzume-i celilesi ilk klasiğimiz olduğu gibi, ondan sonra da bir takım edvar-ı edebiye küşadına sebeb olan klasik ediplerimiz gelmiştir. İşte Baki, Fuzuli, Nefi, Nedim, İzzet, Akif Paşa ve sairenin asarı bir klasik değil de nedir ?” (Necip Asım, Yine Klasikler, Malumat 11 Eylül 1898)

Mithat Efendi klasik eserler karşısında insanların zamanı bahane edemeyeceğini ve onların her asırda güzellikleri koruyacağını söyler. “Bu benim zamanımın asarından değildir, bunu benim dimağım beğenmez, buna karşılık tabımda bir bürudet hâsıl oluyor “diyemez. (Ahmet Mithat, Klasikler ve Şahabettin Bey, Malumat 25 Eylül 1898)

Klasik eserler zamansal değil, evrensel ve zaman üstü her devirde zamanın üstündedirler.

Bediüzzaman bir klasik müellif, eserleri de evrensel ve klasiktir.

 Prof. Dr. Himmet Uç

Küsmek ve Ona Beddua Etmek Caiz Mi?

Müslümanın Müslümana üç günden fazla küs durması doğru değildir. Ayrıca insan kendine zararı dokunan kişinin ıslah olması için dua etmesi gerekir. Ona dua etmeniz, sizin kalbinizden ona olan kin duygusunu silecek ve ona karşı sevgi hissi beslemesine vesile olacaktır.

Zulme uğrayan bir insanın beddua etmesi günah değildir. Ancak sebepsiz beddua etmek doğru değildir.

Rasûlüllah Efendimiz şöyle buyuruyor:

“Ben lânetçi olarak gönderilmedim.” (Müslim, birr 87)

Bir mü’mine lânet (beddua) etmenin, onu öldürmek gibi olduğunu bildirir. (Buhârî, edep 44)

Yapılan bir lânetin (bedduanın) yerine vardığında haksız yere yapıldıgını görünce sahibine döneceğini haber verir. (Tirmizî, birr 48; Ebû Dâvûd, edep 45)

Haklı bile olsanız beddua etmenizi tavsiye etmeyiz.

Selam ve dua ile…
Sorularla İslamiyet

Talha Bin Ubeydullah (R.A.) Kimdir?

Talha Bin Ubeydullah (RA), 598 Mekke’de doğdu. Orta boylu, geniş göğüslü, geniş omuzlu ve iri ayaklı idi. Esmer benizli, sık saçlı fakat saçları ne kısa kıvırcık ne de düz ve uzundu. Güler yüzlü, ince burunlu idi. Saçlarını boyamazdı. Yürüdüğü zaman süratli yürür, bir yere yöneldiği vakit tüm vücudu ile dönerdi.

Şam’ın Busra kasabasında karşılaştığı bir rahipten, Mekke’den bir peygamber çıkacağını ona uymasını ona uyanların kurtuluşa ereceklerini öğrenir. Dedeleri kardeş olan Hazreti Ebu Bekir(ra)’e gidip olanları anlatır. Hazreti Ebu Bekir “ben Hazreti Muhamamed(sav)’in getirdiği dine onun peygamber olduğuna inandım iman getirdim” deyip birlikte Hazreti Muhammed(sav)’in yanına giderler. Hazreti Muhammed(sav) ona İslam’ı anlatınca hemen kelime-i şahadet getirip iman ederek, kurtuluşa eren kutlu gruba girmiş oldu. İlk iman edenlerin sekizincisidir.

İslamiyet’e girdikten sonra onu dininden vazgeçirmek isteyenler tarafından ve en yakın akrabaları dâhil olmak üzere Mekke müşriklerinden işkence gördü. Evlerine hapsedilmiş, günlerce aç ve susuz bırakılmıştır. Kardeşi Osman da Hazreti Talha(ra) vasıtasıyla iman etmiş, bu işkencelere o da tabi tutulmuştur. Hele namazlarını eda edecekleri zaman çektikleri sıkıntı ve kendilerine reva görülen işkence tahammülü mümkün olmayan cinstendi.

Talha(ra), Peygamber(sav) Efendimizin bacanağıydı. Hanımlarından dört tanesi Resulullah (s.a.v.)’ın zevcelerinin kız kardeşleriydi.

Talha (ra) erkek çocukların her birine bir peygamber ismi vermişti. Muhammed, İmran, Musa, Ya’kub, İsmail, İshak, Zekeriyyâ, Yusuf, İsâ, Yahya, Salih.

Kur’ân-ı Kerim’i hıfzedip usul ve kaidesine uygun okuyan ve “Kurra Hafızları” olarak adlandırılan ilk hafızlardandır.

Günlük geliri bin altın idi. Öksüzleri gözetir; fakirlerin ihtiyaçlarını görür, biçarelere yardım eder. Paraya ihtiyacı olanlara para verirdi. Teymoğullarının bütün muhtaçları, onun yardımları altında idi. Hz. Talha bunların dullarını evlendirir, borçlularının borçlarını öderdi.

Bir gün bir Bedevî, Hazreti Talha(ra)’ya gelerek akrabalık iddiasında bulunarak yardım istedi. Hazreti Talha(ra) bu akrabalık bağının çok önemli olduğunu söyleyerek, bir arazisinin olduğunu ve isterse onu almasını, isterse satıp parasını vermeyi teklif etti. Bedevî parasını almayı isteyince, Hazreti Talha(ra) araziyi satıp parasını Bedevî’ye verdi.

Hz. Talha çok büyük bir zenginliğin içinde bulunmasına rağmen gayet az yer, son derece sade giyinirdi, israf etmez ve israf edenleri sevmezdi. Bazen de çok güzel elbiseler giyerdi.

Servetinin büyük bir kısmını, cihat ordusuna sarf etmesi için Resûlullah’a getirdi ve: “Bunlar size Talha’nın küçük bir hediyesidir.” dedi.

Talha(ra)’ya cömertliği sebebiyle “el-Fayyâd” denirdi.

Çok cesur idi. Bütün gazalarda Allahü teâlâ’nın dinine hizmet ve şehitlik mertebesine ulaşmak için kahramanca savaşmış, Uhud’da kahramanlık destanları yazmıştır. Canını Peygamber efendimizi korumak için tehlikeden tehlikeye attı.

Uhud günü bir anlık dağılan İslam ordusunu gören müşrikler bunu fırsat bilip Hazreti Muhammed (sav)’in olduğu yöne doğru hücum ediyorlardı. Resûlullah (sav) tıpkı, askerî bir birlik gibi, sebat etmekte yerinden ayrılmamakta idi. Hazreti Talha(ra) “Düşmanın en şiddetli saldırıları karşısında Resûlullah’ın bir karış bile gerilediğini görmedim” buyurmaktadır.

İşte bu şiddetli günde yedisi muhacirlerden, yedisi ensardan olmak üzere on dört Sahabe de onunla birlikte sabır ve sebat gösterdiler. Peygamberimizin ( sav ) yanında bulunan ensardan on iki sahabe bu şekilde şehâdet şerbetini içtiler, Resûlullahın ( sav ) yanında Hazreti Talha bin Ubeydullah(ra)’dan başka kimse kalmadı. Hazreti Talha (ra) bir aralık Peygamber( sav) efendimize baktığında yüzünün kanlar içerisinde olduğunu gördü Peygamber( sav) efendimizin etrafını sarmış olan müşrikleri yara yara Peygamber (sav)Efendimizin yanına vardılar. Ona gelen oklara ve kılıç darbelerinin önünde set olarak O’nu korumaya çalışıyordu, Peygamber (sav) efendimizin güvende olmadığını gören Talha (ra), Peygamber(sav) efendimizi daha emin bir yere taşımıştır. Talha(ra) bu savaşta yetmiş yerinden fazla yara almış parmaklarının bazıları kılıç darbeleri sonucu kopmuştu.

Yeryüzünde Cennetlik bir kimse görmek isteyen Talha bin Ubeydullah’a baksın” hadisi şerifine mazhar olmuştur.

Hazreti Muhammed(sav)efendimiz; “Uhud günü yeryüzünde sağımda Cebrail solunda Talha bin Ubeydullah’dan başka bana yakın bir kimse bulunmadığını gördüm” buyurmuşlardır

Ûmmü Ebbân binti Utbe kendisiyle evlenmek isteyen başka sahabeler olmasına rağmen Hazreti Talha(ra)ile evlenmişti, Ümmi Ebbân hatun’a Talhâ bin Ubeydullah’la evlenme sebebi sorulduğu zaman; .

Onun ahlâkını bilirim. Evine girerken güler yüzle girer, evinden çıkarken mütebessim çıkar, Kendisinden istenildiğinde verir, kendisine bir iyilik yapıldığı zaman teşekkür eder. Bir kusur görünce affeder” diye cevap vermiştir

Şûra meclislerinin mümtaz ve değişmeyen âzalarından biridir. Müslümanlar birçok meselede kendisine müracaat ediyordu.

Hicret haberini alınca, bütün mallarını ve kazancını bırakarak Medine’ye göç etti. Peygamberimiz(sav) onunla Ubey bin Kâb (r.a.) arasında kardeşlik tesis etti.

Hazreti Ebu Bekir (ra) kendisinden sonra halifeliği kime bırakacağının istişarelerini yapıyordu. O’na, Hazreti Ömer(ra) bu makâma en çok lâyık olan zâttır. Cenâb-ı Hak sana; “Müslümanların işini kime terk ettin?” derse, açık bir alınla ve müsterih olarak; “Ömer(ra)’e bıraktım” dersin, diye tavsiyede bulunmuştu.

Hazret-i Ömer'(ra)in halifeliği zamanındada yerine aday olabilecekler arasında Talha bin Ubeydullah (r.a.)’ı göstermiş olmasına rağmen bundan feragat ederek Hazret-i Osman’ın (r.a.) halife seçilmesini destekledi ve biat etti. Bu dönemde münafıklar tarafından Müslümanlar arasında çıkarılan fitneler sırasında Hazret-i Osman’ın (r.a.) yanında yer aldı. Asilere karşı mukabelede bulunarak Hazret-i Osman’ı (r.a.) korumaya çalıştı. Hazreti Talha(ra) O’nu korumak amacıyla Hazret Ali (ra) ve Hazreti Zübeyr (ra) gibi oğullarını gönderdi. Oğlu Muhammed şiddetli şekilde âsilere mukabelede bulundu. Asiler tarafından Hazret-i Osman’ın (r.a.) şehid edilmesinden büyük üzüntü duydu. Hazret-i Zübeyr (r.a.) ile birlikte yeni halife seçilen Hazret-i Ali’den (r.a.) katillerin bulunup cezalandırılmasını istediler. Hazret-i Ali(ra), durumun çok karışık olduğunu, biraz beklemek gerektiğini ve daha sonra gerekenin yapılacağını kendilerine söyleyince, yanından ayrıldılar.

Cemel Savaşı’na doğru giden süreçte taraflar arasında bir içtihad farkı vardı. Hazret-i Ali(ra) adalet-i mahza ile devam edilmesinden yanaydı. Yani-daha önceki halifeler döneminde uygulana geldiği gibi “bir masumun hakkı bütün insanlar için, çoğunluğun selameti adına feda edilemez. Cenâb-ı Hakk’ın yanında hak haktır, küçüğüne-büyüğüne bakılmaz. Küçük hak, büyük hak için iptal edilmez. İnsanın rızası olmadan, hayatı da hakkı da feda edilemez.” fikrini savunuyordu.

Diğer taraf ise, adalet-i izafiye yani, çoğunluğun selameti için ferdin hakkının feda edilebileceği kanaatinde idiler. Cemaatin selameti için ferdin hakkı nazara alınmaz. Onlara göre İslâm coğrafyası çok büyümüş ve adalet-i mahzanın tatbiki mümkün değildir. Her iki taraf da halifenin katli ve kargaşaya sebep olup, Müslümanlar arasında nifak çıkaranların cezalandırılmalarından yana idiler. Hazret-i Ali (r.a.) bu konuda çok hassas davrandı. Çünkü adalet-i mahzanın uygulanabileceği bir durumda adalet-i izafiyenin uygulanması zulümdü.

Hazret-i Ali (r.a.) içtihadında haklı olmakla beraber, karşı tarafta Hazret-i Aişe (r.a.), Hazret-i Talha bin Ubeydullah (r.a.) ve Hazret-i Zübeyr (r.a.) gibi aralarında cennetle müjdelenen ve sahabelerin ileri gelenlerinin olmaları ve kesinlikle art niyet taşımamaları nedeniyle, onlara karşı ağır sözler sarf etmek İslâmî ölçü ve hassasiyetlerle bağdaşmaz. Hem vefat edip ahiret alemine göç eden insanları zemmetmenin gereği yoktur. Gereksiz kusurlarını, lüzumsuz ve zarara sebebiyet verecek şekilde beyan etmek, Ehl-i Beyt muhabbetinin gereği de değildir.

Talha (ra), Uhud Harbi’nden Mekke’nin fethine kadar geçen süre içinde yapılan bütün gazvelere katılmıştır.

Talha bin Ubeydullah 656 yılında kasım ayında İslam Devleti’nde yaşanan ilk iç savaş olan Cemel savaşında şehit olmuş 64 yıllık şeref ve haysiyet dolu bir ömrün sahibi olarak hayatta iken müjdelendiği üzere cenneti alaya göç etmiştir.

Hazreti Ali(ra) harp meydanını gezerken Hazreti Talha(ra)’yı ölenler arasında görünce çok üzüldü, pek çok ağladı. Kucağına aldı. Yüzündeki toprakları sildi ve “Ey Ebû Muhammed (Talha) semanın yıldızları altında seni toprağın üzerinde serilmiş olarak görmek bana pek ağır geldi, beni kalbimden vurdu. Keşke yirmi yıl önce öleydim” buyurdu. Hazreti Ali/ra), Hazreti Talha(ra)’nın namazını kendi kıldırdı.

Vefat ettiği zaman, miras olarak bir hayli gayrimenkul, nakit para ve değerli eşya bırakmıştır

Vefatından yirmi yıl sonra kızı Âişe bir gece rüyasında Hazreti Talha(ra)’yı gördü ve Ona “Yâ Aişe kabrimin bir tarafından sızan su bana eziyyet veriyor, beni buradan çıkar da başka yere defn et” diye tenbih buyurdu. Bunun üzerine kızı Âişe çok üzüldü ve akrabalarından bazılarını alarak kabr-i şeriflerini açtılar. Sızan sudan dolayı vücûdunun bir tarafı hafif yeşillenmiş ise de, diğer yerleri yeni defin edilmiş gibi ve bir kılına dahi zarar gelmemiş olduğu halde buldular. Başka bir kabre naklettiler.

Çetin KILIÇ /LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar: Kütübü Sitte,Sevgi Kutupları,Kevser,Talha Bin Ubeydullah,Ehli Sünnet Büyükleri.