Kategori arşivi: Yazılar

Gençlerde Allah Korkusu ve Ahirete İmanın Önemi

Dindar nesil tartışmalarının süregeldiği bir ortamda sanki dindar bir nesil yetiştirmenin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu kanıtlayacak bir çok haber ve görüntüyü raslıyoruz. Adeta gençliğin acınacak halleri bize gösterilmeye çalışılıyor.

İnternette gezinirken bir eğitimci olarak beni şok eden bir videoya rastladım. Bu video görüntüsü İstanbul’da bir lisede çekilmiş. Sınıfta Öğretmenin olduğu bir sırada çekilmiş. Görüntülerde  kız ve erkek öğrenciler kendinden geçmiş bir şekilde bira içip şarkı söylüyorlar.İşin acı tarafı Öğretmen sınıfta masasında oturmuş bir şeylerle uğraşıyor.Sanki sınıfta hiçbir şey yokmuş gibi umursamaz bir tavır içinde.Bu görüntüleri izlerken bu gençlerin ne kadar boş bir şekilde yaşadıklarını ve toplumun geleceği olarak gördüğümüz bir gençliğin ne kadar acınacak hallerde olduğuna bir kez daha düşündüm.Ancak başka bir duruma daha şaşırdım.Masum bir şekilde İbadetlerini  yapan gençleri büyük bir suç işlemiş gibi gösteren sözüm ona dürüst! Habercilerin bu öğrencileri neden haberlerinde özel haber olarak yayınlamadıklarına şaşırdım.

Yakın bir zamanda yine lise öğrencisi 3 genç kız feci bir şekilde hayata veda etti. Birincisi ilimizde Ceylanpınar ilçesinde sözde erkek arkadaşı tarafından kendisine hakaret ettiği için öldürülen bir genç kız.Düşüne biliyor musunuz  ?Basit bir nedenden dolayı genç kızın boğazını keserek katledecek kadar canileşmiş bir ruh hali.

Diğer olay da Osmaniye de sevgisine karşılık bulamayan bir genç kendisine ilgi duymayan kızların üzerine canice rastgele ateş açıyor ve ömrünün baharında iki genç kızın ölümüne sebep oluyor.  Onunla da kalmıyor kendiside intihar edip hayatına son veriyor.

Gençlerimizi bu kadar cani olabilecek duruma getiren nedir? Sorusuna manevi eğitim yoksunluğu cevabını verebiliriz.Çünkü bu gençler nefis yönünden bütün istekleri tatmin edilmiş olsa bile ruhları bir boşluktadırlar.Bu boşluğu bazen mecazi aşklarda aramaya çalışırlar fakat bu arayışları karşılık görmeyince ruhlarındaki boşluk daha da derinleşir. Bu durum ruhi bunalıma sebep olur.Bu bunalım sonucu kimisi sevgisine karşılık vermeyen mecazi sevgiliden intikam almaya çalışır.Kimisi de nefis ve ruhun savaşında yenilgiyi kabul eder intihara teşebbüs eder.

Bu gençliğin yaşadığı feci olaylar Bediüzzaman Hazretlerinin Meyve Risalesindeki Sekizinci Meselenin Bir Hülâsasında aktardığı tespitlerini birebir destekleyen olaylardır.

‘Nev’-i insanın üçten birisini teşkil eden gençler, hevesatları galeyanda, hissiyata mağlub, cür’etkâr, akıllarını her vakit başına almayan o gençler, âhiret imanını kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur etmezlerse; hayat-ı içtimaiyede ehl-i namusun malı ve ırzı ve zaîf ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı bir dakika lezzeti için bir mes’ud hanenin saadetini mahveder ve bu gibi hapiste dört-beş sene azab çeker, canavar bir hayvan hükmüne geçer. Eğer iman-ı âhiret onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. “Gerçi hükûmet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim, fakat Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelal’in melaikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zaîf olacağım.” diye birden, zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar.’ 

Evet Üstad Hazretlerinin tespitleri doğrultusunda bu gençler dini bir eğitim almış olsalardı.Allah korkusu , Ahrete iman , hesap günü ,cennet ve cehennem fikriyatıyla yaptıklarının bir hesabı olduğu düşüncesiyle hayatlarına yön verirlerdi.Çünkü Allah korkusu ve ahrete iman gençlerin iç kontrol mekanizması olan vicdanını harekete geçirir.Böylece bu gençler aile ve çevrelerine bir yük değil; olumlu bir  katkı sağlamak için uğraşırdı.

Hamit DERMAN

Sen vazifeni yap, inayet Allah’tandır

Cenab-ı Hak, Yüce Kitab’ında şöyle buyuruyor: “Ey Peygamber! Rabb’inden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah Seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri muradlarına erdirmez.” (Mâide, 5/67)

Her şeyden önce, tebliğ vazifesi çok ciddi bir mesuliyet ve pek ağır bir sorumluluktur. Denebilir ki, peygamberlik payesine yükseltilmiş ve o payeye uygun bir donanımla yaratılmış bir insanın varlığının gayesi tebliğdir. Cenâb-ı Hak, bir insana iffet, fetânet, sıdk ve sadâkat, emniyet, güzel örnek olma, istikâmet, rabbânîlik, hasbîlik, ihlâs, çok aşkın bir tebliğ kabiliyeti… gibi üstün kabiliyet ve istidatlar bahşetmiş, sonra da onu peygamberlikle şereflendirmişse, bu özel bir vazife için donanmış olmayı ve o peygamberin hususiyle o iş için yaratıldığını gösterir. Her peygamber bu özel donanımın farkında olarak yaşamıştır. Onlar için mecburi istikamet, risalet yolunda yürümektir. İşte ayet-i kerimede “Ey Peygamber! Rabb’inden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun.” Yani, “Senin konumun risalet konumudur. Peygamberlikle alakalı hususların gereğini tam eda etmediğin takdirde konumunun hakkını vermemiş olursun.” deniliyor.

O devirde insanların hepsi belli kötülüklerin morfinmanı, eroinmanı, alkoliği gibi olmuşlardı. Hastalık, ayrıldıkları zaman muvazeneleri bozulacak kadar bütün bünyelerini sarmıştı. Hani uyuşturucu müptelası insanları tutuyor, ellerini ayaklarını bağlıyorlar, o da başlıyor çığlıklar atmaya, yırtınmaya, dövünmeye.. o devirde her fert öyleydi. Alışageldikleri çirkinliklerden ayrılmak onları deli ediyordu. Allah Teâlâ, böyle bir ortamda bulunan Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) “Sen her şeye rağmen, sana sunulan mesajları tebliğ et.” diyordu. “Bu senin konumunun gereği. Her konum kendine göre bir duruş ister. Duruşunu çok iyi ayarlayamazsan, Seni o yüce konumdan mahrum ederiz.” mesajı veriyordu.

Düşmanlarla Çevrili Bir Dünya

Diğer taraftan, getirdiği mesajlardan dolayı kendi kavmi, kabilesi ve en yakın akrabası bile Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) düşman olmuştu. Mesela, Resûl-i Ekrem küçük yaşlarında Ebu Leheb’in evine gitmiş, hem Ebu Leheb ve hem de eşi Ümmü Cemil, Efendimiz’i kucaklarına almış, sevmiş, omuzlarına koymuş, cariyeleri Süveybe’den süt emzirtmişlerdi. Fakat, peygamberliğini ilan ettiği zaman Ebu Leheb ve eşi “en azgın düşmanlar”dan olmuşlardı. Fert planında böyle olduğu gibi kabile ve ülke planında da Efendimiz’in etrafı düşmanlarla çevrilmişti. Dünyanın en güçlü devletleri bile meseleyi sezdikçe o işin karşısına çıkmışlardı. Çok erken bir dönemde, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) daha hayattayken, Bizans ordusu Medine’nin kapılarına kadar gelmişti. Evet, içten ve dıştan mütedahil daireler halinde, çok korkunç düşman halkaları vardı O’nun etrafında. Bunların hepsinin stratejileri farklı, düşmanlıkları farklı, komploları farklıydı.

Bu ayet müjde ediyordu ki, “Sen vazifeni yap, başkaları endişe duyabilirler; ama Sen endişe etmemelisin. Allah’ın, Seni koruyacağına dair va’di var. Sana el uzatmak, kötülük yapmak isteyenlere karşı Allah bütün yolları tıkar. Sana ulaşamaz düşmanların. Sana kötülük niyetiyle gelenler düz yollarda şaşırırlar. Allah seni ins u cinnin şerlerinden koruyacaktır.

Evet, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bizim için bir örnektir. Tebliğ vazifesini yaparken Allah’ın korumasına mazhar olması yönüyle de bizim için bir misaldir. Eğer, biz de kendimizi bazı kimselere bir şeyler anlatma konumunda hissediyorsak, belli ölçüde de olsa bize verilmiş bir kısım nimetlerin farkındaysak, işte bu farkındalığın hakkını vermemiz lazımdır. Mesela, siz güzel konuşuyorsunuz. Yani, maksadınızı din-i mübini seslendirme adına çok rahatlıkla ifade edebiliyorsunuz. Bir arkadaşınız da kalemi eline aldığı zaman, makâsıd-ı İlahîyeye uygun şekilde, duygu ve düşüncelerini kelimelere dökebiliyor, çok rahatlıkla yazabiliyor ve hüsn-ü kabul de görüyor yazdıkları. Şimdi bunlar birer ilk mevhibedir. İlk mevhibeler, Allah’ın lütfu ve ihsanıdır. Bu ilk mevhibeler kendi nevinden şükür ister; bu şükür de anlatma, yazma, ifade etme ve böylece nimetleri sergileme şeklinde olacaktır. Ve dolayısıyla şöyle-böyle donanımınız varsa, o donanımınızla siz de kendi konumunuzun hakkını vermeye çalışıyorsanız, sizin de bazı kimselerden kötülük görmeniz her zaman mümkündür, muhtemeldir.

Bizler İnayet Altındayız

İşte, Üstad’ın “Kardeşlerim biz inayet altındayız; Allah’ın izni ve keremiyle onların elleri bize ulaşamayacaktır.” dediği gibi siz vazifenizi halisane yapmaya çalışırsanız Allah (celle celâlühu) sizi de eşrârın şerrinden, kötü niyetlilerin entrikalarından sıyanet edecektir.

Evet, biz de Allah’ın (celle celâlühu) ihsan ettiği ilk mevhibeleri iyi değerlendirir, sorumluğumuzu yerine getirirsek mutlaka bizim önümüze de engeller konacaktır. Dert, sıkıntı, çile ve mukaddes ızdırap bu yolun kaderidir. Fakat unutmamalıyız ki, biz Allah’ın görüp gözetmesi altındayız; O’nun inayet, riayet ve kilaeti altındayız. Elverir ki biz, O’na karşı itimadımızı tam tutalım. Bir de, o riayet çerçevesi içine girme konumunu koruyalım. Yani, eğer özel bazı kimseler oraya alınıyorlarsa, mesela vefalılar, sadıklar, tebliğe kilitlenmiş ve adanmış insanlar, günaha karşı tavır koymuş babayiğitler… o daire içine alınıyor, onlara sıyanet, inayet, riayet ve kilaet vadediliyorsa, biz de o vasıfları üzerimizde bulunduralım. Eğer, o mevzuda başımıza bir şey geliyorsa, hıfz-ı ilâhîyi görmüyor, hissetmiyorsak, o bizim kusurlarımızdan, olmamız lazım geldiği gibi olamayışımızdandır.. zırhımızda bir delik açıldığından, temrenimiz kırıldığından, sadağımızda ilâhî inayeti avlayacak bir ok kalmadığından dolayıdır.

1- Cenâb-ı Hak, her peygambere özel bir donanım olarak, iffet, fetânet, sıdk ve sadâkat, emniyet, istikâmet, rabbânîlik, hasbîlik… gibi üstün kabiliyet ve istidatlar bahşetmiştir.

2- Getirdiği mesajlardan dolayı kendi kavmi, kabilesi ve en yakın akrabası bile Allah Resûlü’ne düşman olmuştu. Bütün bunlara rağmen Allah, O’nu koruyup gözetiyordu.

3- Unutmamalıyız ki, biz de vefalılar, sadıklar, tebliğe kilitlenmiş ve adanmış insanlar, günaha karşı tavır koymuş babayiğitler… safına girdiğimiz zaman Cenab-ı Hak bizi de görüp gözetecektir.

Kaynak: Samanyolu Haber

Günün Dersi…

Sosyal ve Siyasi Hayatımız Terörden Nasıl Kurtulur?

Risâle-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirtleri, değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risâle-i Nur’u âlet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz.

Biz ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.

Evvelâ: Kur’ân bizi siyasetten men etmiş, tâ ki elmas gibi hakikatleri, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin.

Saniyen: Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokata müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlarla müteallik yedi sekiz masum biçare, çoluk çocuk, zayıf, hasta, ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse, o sekiz masumlar o belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyaset yoluyla, idare ve âsâyişi ihlâl tarzında, neticenin husûlü de meşkûk olduğu halde girmek, Risâle-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat şakirtlerini men etmiş.

Salisen: Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükümet, ne şekilde olursa olsun, Risâle-i Nur’a eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtırlar. Değil korkmak veyahut adâvet etmek, en dinsizleri de, onun dindârâne, hakperestane düsturlarına taraftar olmak gerektir. Meğer ki, bütün bütün millete, vatana, hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ola.

Çünkü bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs olmak için, beş esas lâzım ve zarurîdir.

Birincisi: Merhamet.
İkincisi: Hürmet.
Üçüncüsü: Emniyet.
Dördüncüsü: Haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek.
Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmelidir.

İşte Risâle-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit bu beş esası temin edip, hem âsâyişin temel taşını tesbit ve temin eder.

Risâle-i Nur’a ilişenler kat’iyen bilsinler ki, onların ilişmesi, anarşilik hesabına, vatan ve millete ve asâyişe düşmanlıktır.
Kastamonu Lahikası

Hz. Peygamber’i (s.a.v) anlatmak

Kutlu Doğum Konferansı için davet edildiğim yerlerden birinde protokol konuşması yapan herkes konuşmasını kısa tuttu. “Sözü sahanın uzmanına bırakıyorum.” diyerek topu bana attı. Nihayet kürsüye davet edildim. Besmele’den sonra sözlerime şöyle başladım:

Hakkında çok düşünmüş, çok konuşmuş, çok yazmış hatta bu hususta kitap çıkarmış bir kardeşiniz olarak diyorum ki: Allah Resülü Efendimizi anlatmak ne hakkım, ne de haddim. Ama neyliyeyim Rabbim bu görevi ifa etmem için bu gün benim burada olmamı takdir buyurmuş. Ben de beni buraya gönderen Rahmet-i Sonsuz’dan bu zor işi başarabilmek için bana kolaylıklar ihsan etmesini, engin lütfundan niyaz ediyorum.

Ona benim hamdim kâfi gelmez. Başta Kendi hamdini, sonra bütün peygamberlerin, özellikle bütün hamidlerin sultanı son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v) hamdini kendisi’ne takdim ediyorum. Konumuz ve kâinatın konusu olan Sevgili Peygamberimiz’e de sonsuz salat ve selamlarımı arz ediyorum.

Hz. Peygamberi anlatmak, gerçekten sanıldığı kadar kolay değil. O’nu en iyi tanıyan ve anlayanlar dahi O’nu anlatmakta aciz kaldıklarını itiraf etmişler. Mesela Hassan b. Sabit: “Ben sözlerimle Hz. Muhammed’i (s.a.v) övemedim; Hz. Muhammed’i (s.a.v) övmekle sözlerime değer ve kıymet kazandırmış oldum.” demiştir.

Hassan bin Sabit’in (r.a) bu sözünü, 19. sözünün başına koyan Çağın Büyük Düşünürü, bana göre emsali bulunmayan 19. sözü için: “Bu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan Hz. Muhammed’in (s.a.v) güzellikleridir.” diyerek sözündeki güzelliğin sırrını açıklamış, Sözler’ine gelen güzelliğin o güzelden geldiğini ilan etmiştir.

Yine çağımızın Hz. Muhammed (s.a.v) Sevdalısı, “Sonsuz Nur” adıyla ortaya koyduğu iki ciltlik eserinde Efendiler Efendisi’ni anlattığı halde kendi kendine soruyor ve: “Beş yaşından beri başını secdeye koyan ve O’nun boynu tasmalı kapısının “kıtmir”i olduğunu söyleyen ben, O’nu tam anlatabildim mi? Hayır. Eğer beşeriyet O’nu tanısaydı, mecnun olur, yollara düşerdi.” demiştir. Onlar böyle derken Allah Resûlü’nün bendelerinin bendesi olan ben, O’nu nasıl anlatabilirim veya anlatabildim, iddiasında bulunabilirim.

Bir insan düşünün, okyanusa parmağını batırıyor, geri çekiyor. Okyanustan bu insanın parmağına bulaşan ne ise, bizim Efendiler Efendisi hakkındaki anlattıklarımız işte o kadardır.

ONU ASIL ANLATILABİLİR Kİ?

Hayatında malayanisi olmayan, yani ciddiyetsiz ve lüzumsuz işi bulunmayan, gayr-i meşru eğlencelere tenezzül etmeyen,

Heva ve hevesden konuşmayan, konuşmaları ya vahiy, ya da vahiy kontrollü olan,

Zikirsiz, fikirsiz ve şükürsüz hali olmayan,

Sîreti-sûreti, kalbi-kalıbı, halkı-hulku, içi-dışı, sözü-sohbeti, hali-dili, eli-yolu, adı-yadı, Kitabı ve Dini güzel olan,

Kendisinden önce geçmiş bütün zamanların zulüm ve ahlaksızlık birikimini 23 sene gibi çok kısa zamanda söküp atan,

Bütün peygamberlerin özellik ve güzelliklerinin doruk noktasında bulunan,

Geçmiş ve geleceğe ait ilimlerle donatılan,

Her güzel insanın ve her güzel kitabın ilham kaynağı olan, sözleri ve ahlakıyla kendisinden bahseden her kitabı ve her insanı süsleyen,

Hayatında karanlık kalmış bir noktası dahi bulunmayan, her noktasından güzellikleri görülen, hem Hakk’a, hem de halka karşı görevlerini en güzel yapan, tükenircesine gayret sarfeden, bununla beraber “tam yapamadım Allahım!” diyen, inleyen, affını isteyen, hep mahcup ve mahzun yaşayan,

Duadan, istiğfardan ve niyazdan bir an uzak durmayan,

Yaşamaktan çok yaşatmayı, yemekten çok yedirmeyi, içmekten çok içirmeyi, giymekten çok giydirmeyi seven,

Muhtaçların sıkıntıları için borçlanan, borçluların borcunu üstlenen,

Hiç kimseye hakaret etmeyen, kendisine hakaret edenleri affeden,

Kendisine kan kusturanların düzelmesine, İslam’la tanışmalarına, Allah’la barışmalarına dua eden…

Bedevilere dahi medenice muamele eden,

Şakalarında dahi ders, ibret ve letafet bulunan,

Namazını vaktinde, hem de cemaatle kılan, savaşta dahi olsa bundan taviz vermeyen, namazını kazaya bırakmayan,

İncinen ama incitmeyen, incitenleri affeden,

Hanımlarına, arkadaşlarına, çocuklarına vefalı, şefkatli davranan,

Eşlerin birbirine Allah’ın emaneti olduğunu söyleyen, ihaneti, hiyaneti ve aldatmayı haram kılan,

Çocukların cennet kokusundan olduğunu, kızının saçlarını koklayıp, onların arasından cennetin kokusunu aldığını, üç kızı veya üç kız kadeşi olup onlara iyi davrananlara cennetin vacip olduğunu söyleyen, bunları kız çocuklarının hor görüldüğü, diri diri kumlara gömüldüğü, kuyulara atıldığı devirlerde ifade eden,

Olumlu inkılaplarıyla insanlığın yüzünü güldüren…

Kendisinden önce geçen peygamberlerin ve kitapların müjdelediği ve Allah’ın övdüğü

Bir rahmet peygamberini,

Bir haya ve edep peygamberini,

Bir nezaket ve zerafet peygamberini,

Bir ilim ve fazilet peygamberini,

Bir güzel ahlak ve medeniyet peygamberini,

Bir adalet ve hukuk peygamberini,

Bir barış ve kardeşlik peygamberini,

Bir düzen ve disiplin, bir plan ve program peygamberini,

Bir faaliyet ve aksiyon peygamberini,

Bir diyalog ve iletişim peygamberini,

Dünya ve ahiret halklarının muhtaç olduğu bir peygamberi elbette anlatmak kolay değil. Bunlardan başka bir de Peygamberi anlatmak için, Onu anlamak, tanımak ve Ona (s.a.v) kara sevda ile sevdalanmak gerekir. Bunu da hepimize lutfetmesini Latif-i Kerîm’den niyaz ediyorum. Allah Teala bizleri affeylesin. Onun (s.a.v) şefaatine layık ve nail eylesin.

PROBLEMLERİMİZİN TAMAMI ASLINDA TEK BİR PROBLEMDİR

Bir zaman Zonguldak’ta “Problemlerimizin Çözümünde Hz. Peygamber’in Yeri” konulu konferansımda söylediğim bir cümleyi bu gün de söylemek istiyorum: “Problemlerimizin tamamını tek bir probleme indiriyorum. O da: Bütün insanlığın son kitabı olan Kur’an’ı ve onu bize getiren, hayatıyla yaşayan Peygamberimiz Hz.Muhammed’i (s.a.v) tanıyamayışımız ve o ikisine karşı görevlerimizi yapamayışımızdır.

Şahsî hayatımızın, aile hayatımızın, toplum hayatımızın, siyasî hayatımızın, ticaret hayatımızın, eğitim hayatımızın ruhu HZ. MUHAMMED (s.a.v), aklı da KUR’AN’dır. Hangi insanda, hangi ailede, hangi toplumda, hangi siyasette, hangi ticarette, hangi eğitimde bu ikisi, yani Kur’an ve onun uygulayıcısı Hz. Muhammed (s.a.v) yoksa; o insanda, o ailede, o toplumda, o siyasette, o ticarette, o eğitimde kıyamet kopmuştur.

Bir kitap düşünün 114 suresinin başında Bismillahirrahmanirrahim bulunsun, rahmetten şefkatten, adaletten ve hikmetten, ihlasdan ve îsardan, insan haklarına ve emanete riayetten bahsetsin, bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek kadar büyük bir cinayet olduğunu söylesin, bir peygamber düşünün, besmelesiz başlanan işlerde rahmet ve bereket olmadığını söylesin, kendisi som rahmet, som adalet, som huzur ve güven, som vefakârlık ve fedakârlık olsun; siz yerdekilere acıyın ki, göktekilerde size acısın, merhamet etsin, buyursun. Böyle bir kitabın ve böyle bir peygamberin müminleri neden problemlerle boğuşur, neden anarşi ve terörden yakasını kurtaramaz, şaşarım.

Ya Kur’an ve Peygamber anlattığımız gibi değil, diyeceğiz, hâşâ! Bunu dememize imkân yok. Bütün dünyayı aydınlatan ve ısıtan güneşi inkâr gibi bir akılsızlık ve nankörlük olur bu. Ya da bizim imanımızda ve teslimiyetimizde problem var diyeceğiz, tevbe istiğfar edeceğiz, yeniden kelime-i şehadet getirip Müslüman olacağız, yeniden kelime-i tevhidi söyleyip imana gireceğiz. Hiç şüphesiz bize gerekli olan ve yakışan da budur. Yani yeniden iman seferberliği başlatmak, ilimli ve ahlaklı müminler topluluğu oluşturmak olacaktır. İşte bunun içindir ki Çağın Büyük Düşünürü: “Ben, mesaimi yalnız iman üzerine teksif etmiş bulunuyorum.” demiştir.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Zikir Sizi Var Kılar

ZİKİR BİZİ var kılar. Biz Onu zikrederiz, O da bizi zikreder. O bizi zikredince var oluruz. Varlık Onun bizi zikrinden başka ne ki? Gerçi bizim Onu zikrimiz de Onun bizi zikrindendir ya. Var olmasak nasıl zikredeceğiz? Demek önce O bizi zikreder. O bize “ol” der. Zikreder. Biz ise olur olmaz “Elhamdülillah” der ve Onu zikrederiz. O bizim ismimizi anar, kendinden bir isim verir bize, biz Onun isimlerini anarız. İsmimiz de Ona aittir. Biz Onu en çok bize verdiği isimle anarız. Her bir elhamdülillah ardından bize yeni bir varlık kategorisi bahşeder. Elhamdülillah.

Füsus-ul Hikem’de Zekeriya fassı “Zekeriyanın Rabbini zikredişi ve zikri sonucu ona Yahya’nın verilişi” zikrin bizi var kıldığı bağlamında anlatılır. Allah Meryem suresine “Bu Zekeriya kuluna rahmetin zikridir” diyerek başlar. Allah Zekeriya’yı anar, anması Onun rahmetindendir,önce O anar, sonra ayetler “Hani o sessizce Rabbini anmıştı” diyerek devam eder. Önce Allah Zekeriyayı anar, sonra Zekeriya Allah’ı anar. Zekeriya’nın anışı sessizdir, aczini ifade eder. Allah’ın anışı rahmettir, kudretini ifade eder.

Zekeriya Rabbine şimdiye kadar dualarında hiç boş çevrilmediğini söyler, yani hamdeder, kuşkusuz her kulun duaları surette kabul veya reddedilir, bazen de ertelenir, bazen dua daha iyisiyle kabul edilir, bazen ahirete bırakılır, ancak her halde duaya cevap verilir, bu her hal, hamdedilmesi gereken kabulde de redde de en hayırlısı buymuş diyebilen imanın belirtisidir. Zekeriya imanını ikrar eder. O samimidir. Hakikaten de her zaman dua etmiş, netice ne olursa olsun hayır bilmiş, hasılı hiç eli boş dönmemiştir. Sonucu hayır bilmek eli dolduran şeydir.

Allah ona Yahya isminde bir oğul müjdeler. Allah ona hem varlık verir, hem de bir isim. Bu bizim için de geçerlidir. Her kul Allah’a teveccüh eder, bu teveccühn sonunda her kula Allah onun mizacına göre bir şey verir. Bu İbrahim’de Haliliyettir, o ona yzünü semavat ve arzın Fatırına çevirmesi ile kavuşmuştur, bu Meryem’de Betül oluştur, o buna tebettülü sayesinde kavuşmuştur. Zekeriya’da ise hafi bir zikre verilen karşılık Yahya’dır. Bu bizim için şu anlama gelir, siz acz içinde en olmayacak şeyde dahi Rabbi hafi olarak zikrederseniz, o size Hayy ismi ile tecelli eder, size bir yeni yaşam imkanı açar, mertebe-i hayatınızı yükseltir, nasılı, kişiye göre değişir. Her tevacüde(vecde yönelim), bir vecdle(bulmak) mukabele edilir.

Herkes var olmak için birşeylere tutunur. Tutunabileceklerinizin en sağlamı zikrullahtır. Herkesin Onu zikredişi de farklı farklıdır. Ancak yollar ne denli farklı olursa olsun Gaye-i Yegane O olunca sonucun hayır olması kaçınılmazdır. Çünkü Hayır bütünüyle Onun elindedir. Yalnız Onun sizi hatırlaması sizi var kılmaya yeter, Onun sizi bilmesi sizi var kılar, O sizi biliyordu, vardınız, bilecek, var olacaksınız.

Onun sizi anmasını, bilmesini salt tenzih makamında anlamayın, tüm zişuurun sizi anması, bilmesi, Onun tezahüründen başka değildir.

Biz anılmamaya bilinmemeye anlaşılmamaya dayanamayız. Bu bir kusur değildir. Çünkü O da anılmak, bilinmek, anlaşılmak ister. Biz Onun yansımasıyız. Anılmak, bilinmek, anlaşılmak, hatırlanmak arzumuz, Onun bu yöndeki arzusunun bir tezahürüdür, hem anılmamızın hem anılmasının. Yani hem “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi” madem ki anılmak istiyoruz öyleyse anılacağız. Hem de bunun illeti enemizin kıyası ile hasıl olur ki, O da anılmak ister, anlarız, Onun isteğine mukabele eder Onu anarız, andıkça var oluruz, çünkü andıkça anılırız.

Bazıları insana ilişkin her durumu çözebilecek bir tek anahtar kavram peşindedir. Bazıları bu kavramı zanlarınca bulmuştur. Sihirli bu kavram onların her duruma gösterdikleri bir jokerdir. Bir meselede ne zaman tıkansalar, meseleyi açıklamayasalar o kavram kartını çıkarırlar. Bilmiyorum dememek için yaparlar bunu…

Yahut çok zahmete girmek çok yorulmak istemezler, her duruma ayrı ayrı düşünüp bir neden bulmak yorucudur. Her nedenselliğe bu joker kavramı göstererek cevap bulduklarını sanırlar, bu onların aklından değil, kolaycılıklarından yahut o kavrama ilişkin tutkularındandır.

Ama her duruma cevap verseler de her duruma gerçekten cevap olamazlar. Anahtar kavramları o kadar büyük değildir.

Gerçekten akıllarıyla hareket etselerdi, insani her duruma kaşı bulunabilecek “aşk”, “ölüm”, “acz” gibi tek bir kavram olmadığını bilirlerdi. Çünkü gerçekten faal akıl kendi çaresizliklerini, sınırlarını, çözümsüzlüklerini de bilir. Çünkü vahye tabi akıl bize şunu söyler, madem ki insana tüm isimler verilmiştir, her durumu bir kavramla açıklamaya çalışmak beyhudedir. Her duruma karşılık gelen bir başka isim vardır. O olayın anahtarı odur.

Her insanın, her durumunu açıklayan başka bir isim vardır dedik. Ancak herşeyin birliği de aşikardır. O halde bir üstçatı kavram olmalıdır. O ancak Allah’tır. Çünkü sadece Allah kelimesi insan kelimesinin tüm nedenselliklerini açıklamak için yeterince geniştir. Aksi taktirde her şeye bir kavramla cevap veren adamlar yalnızca kendilerini tatmin eder, o kavramın taraftarı olmaktan öteye gidemezler.

Hareketleri bütünüyle duygusaldır, hikmetten uzaktır.Tembelliktir. Kolaycılığa sapmaktadırlar her sebepliye ayrı bir sebep bulmak zor gelir onlara. Kullanmaya, zikretmeye üşendikleri diğer isimler, onlara kızarlar.Kızgınlığın sonucu da o isimlerin hükmettiği manalardan ve bir sürü varlık imkanından mahrum kalmaktır. Ceza suça uygun verilir.

Bir de bakışları asla tenzihten teşbihe gelemeyen, bu ikisini dengeleyemeyen adamlar vardır. İsimleri zikrederler ama salt tenzih makamındadır zikirleri. İnsanın tüm azaları, latifeleri ile mutlâka soyuta, tenzihe yönelemeyeceğini, bazı latifelerin teşbihi istediğini anlayamazlar. Onlar bu latifelerini aç ve kıvranarak bırakmayı erdem sanırlar. Onlar dünyayı, bedeni, maddeyi sakil görürler. “Oysa madde mananın zuhuru için büyük bir imkandır, keşke bilselerdi.”(Konevi) O zaman “Dünya annemizdir, üzerimizde ahirete göre öncelik hakkı vardır”(Arabi), Sıla-i rahim dünya ve içindeki herşeyle yapılır(Konevi)anlarlardı. Bu Allah isminden kaynaklanır,Allah kendine gelen yolu tenzihle teşbih arasına koymuştur. Gerçek tevhid mahlukatı ayrı Allahı ayrı görmekle değil, doğrudan ya da dolaylı tasarruf edenin hep O olduğunu görmekle olur. Aleme meyledişimiz de teşbih makamında Ona meylediştir, sadece farkında olmak meyledişin ibadet olması için yeter, zira ibadette niyet şartı vardır. Ah keşke anlasalar.

Üstçatı kavram olarak Allah kavramını kullanmak da kullanıcısına bağlı olarak işlevseldir, kullanıcı bu kavramın ne demek olduğunu bilmezse onu kullanamaz ki, mesela “Allah bize yeter” der, ama ya Onun zatı bize yeter demek ister, ki bu yanlıştır, biz Onun zatına muhatap değiliz. Onun zatı kendine dönüktür, alemden müstağnidir, alemden yani senden, senle ilgisi yoktur. Ancak ve ancak kalbinin sır dediğimiz en derin yerinde bir şey Onun zatına yönelir ve tutunur. Bu ise dışarıda imanla bağlananın imanının tezahürleri biçiminde görünür. Ne zata ne sırra akıl erir.

Ya da bunu bir isim için söylerler mesela Rahim ismi “şefkat” bize yeter derler aslında, Allah bize yeter derken, ama bu da doğru olmaz. çünkü tüm isimlerle isimlendirilmiş insana bir isim yetmez, insan sürekli olarak “daha yok mu(hel min mezid) diyerek gezer.

Bu sebeple onu sadece Allah mutmain eder, ona sadece Allah yeter. Sadece bu kelime tüm isimler, tüm tezahürler, tüm tecelliler, tüm haller, tüm varlıklar demektir. Allah kelimesini alemden ayrı düşünmek, kelimeyi anlamamaktır, alem o kelimenin zuhurudur.

Allah bize yeter, bize ancak herşey yeter demektir. Alem ve içindekilerin hepsi, alemin öncesi, şimdisi ve sonrası, dünya ve ahiret, sevdiklerimizin hepsi, latifelerimizin hepsi, onlara gıda olan durumların, hallerin hepsi, aleme dair manaların ve hikmetlerin hepsi, onda tezahür eden isimlerin hepsi, o isimlerin kendisinde cem olduğu makam Allah bize yeter, demektir. Allah bize yeter, hakikatinde “İnsan kadar açgözlü bir varlık yoktur, bu onun yapısındadır, onu ancak sonsuzluk doyurur” demektir. Sonsuzluk ise şimdiden hali değildir. Bilakis şimdiyi de tüm şimdileri de içerir.

Şimdi “zikrullah bizi var kılar” demek başka bir anlamlı oldu. Biz aslında farkına varsak da varmasak da hep Allah’ı anarız. Bir sürü kelime sayabiliriz zikrederken, kimi ev der, kimi araba, kimi sevgilisini söyler, farkında değiller, aslında her biri bir ismin vechinden Onu anar. Hamdin tümü Ona döner. Allah kendisinden başkasına ibadet edilmemesini, yinelinmemesini yazmıştır. İbnül Arabi’ye göre bu tekvini bir ayettir. Putperestin tapındığı imge de Onun bir isminin bir zuhurudur. O da aslında Ona tapmaktadır. Ama insan için kıymet-i harbiye ancak şuurladır. Şuur yoksa, neye yöneldiğinde kime yöneldiğini bilmiyorsan, hakikati Ona dönse de, bu zikir senin için bir şey ifade etmez.

Her durumumuz onun bir ismine tekabül eder her durumumuz Allah’lıdır. Her neredeysek O bizimledir. Süreklidir anışımız kesinti yoktur. Her nefeste “hu” der gibi anarız hüviyetini, tüm varlığa aşkımız, Ona aşkımızdan baka bir şey değildir. Çünkü varlık Onun hüviyetidir. Hüviyet Onun zuhurudur. Biz de Onun bir zuhuruyuz. Bu yüzden kendimizi de severiz. Hakikatte Ondan başka kimseyi sevmeyiz, ancak bazen bunu farkedemeyiz.

Fark edememe durumu farktan hasıl olur. Biz mahlukatı ayrı Onu ayrı telakki ettiğimizde, mahlukata bir sevgi Ona bir sevgi paylaştırılır, sonra sevginin hepsini ona yönelteceğim derdine düşülür, oysa geride bıraktığın kimdir. Mahlukatta görünen kimdir?

Aslında ikilik yoktur, sadece fark ehli onu iki görür.İnsan her nereye dönerse Ona döner, her neye yönelirse Ona yönelir, her neyi severse Onu sever, her neyi bilirse aslında Onun bir yönünü bilir. Varoluş çabalarımızın hepsi zikrullaha dahildir. Biz onlara boş iş demedikçe de hükümleri boş olmaz.

Not: Zikrin insanı var kılması ile ilgili tafsil için Füsus-ul Hikem’de Zekeriya fassına, ve şerhlerine bakmak iyi olur.

27/02/2012

© 2010 karakalem.net, Mona İslam