Kategori arşivi: Yazılar

28 Şubat’ın en büyük dersi: Ve insan aldandı

Hz. Bediüzzaman, eserlerinin pek çok yerinde çok derin insan teşrihlerinde bulunur.

Meselâ, der ki: Aklın pek garip bir hali vardır. Her şeye uzanan öyle bir kabiliyete sahiptir ki, bazen bütün kâinatı kuşatır ve kucağına alır. Bazen imkân (yani şu sebepler) dairesinden çıkar, en yüksek dairelere müdahaleye çalışır. Bazen de bir damla suda boğulur, bir zerre içinde yok olur, bir kılda kaybolur. Hangi şeyde kaybolursa, bütün varlığı o şeyle sınırlı bilir. Ve hangi bir noktaya girse, bütün âlemi yanında götürmek ister. Yine, şöyle der o: “Hem senin mahiyetine Allah öyle manevî cihazlar ve latîfeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde, göz, bir saçı kaldıramadığı gibi, o latîfe, bir saç kadar bir ağırlığa, yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamaz; hattâ bazen söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük latîfelerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip garkoluyor; amel defterinin büyük kısmı ve ömür sayfalarının çoğu hardal tanesi hacmindeki hafızana kaydoluyor, bunun gibi, çok cüz’î küçük şeyler var ki, büyük eşyayı bir cihette yutar, içine alır.

İşte insan, böyle kompleks ve çözülmesi zor bir yapıya sahiptir. Hz. Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, küçücük göz bütün ufku tarar; ama bütün ufku tarayan bu gözün görmesine bir toz zerresi, bir kıl mani olur. Bütün kâinatı kurcalayıp, zamanın ve mekânın dışına taşan akıl, gider bir damla, bir zerre, bir kıl mahiyetindeki bir heveste, bir makamda, bir anda, bir bakışta, bir menfaatte, bir korkuda, küçük bir hedefte, basit bir tamahta, temelsiz ve geçici bir sevgide boğulur gider; boğulur gider de, dünyasını da, âhiretini de mahveder. Dünyayı sonsuz, hayatı ölümsüz gibi görüp, öyle bu dünyaya, bu hayata sarılan insan, sonsuz gibi gördüğü hayatı günübirlik, hattâ anlık yaşamaktan kurtulamaz; oysa peşini ne dünün dertleri, ne de geleceğin ızdırapları bırakır.

Evet, 28 Şubat’ta, çürümeye mahkûm etten, kemikten, kandan müteşekkil; bir kılda, bir damlada, bir zerrede mahvolup gitme isti’dadında; ne dünü, ne bugünü, ne de yarını bilen, buna rağmen düne de, bugüne de, yarına da hükmetmeye kalkan, hükmedebileceklerini zanneden birtakım güç, sermaye ve kalem sahipleri, işbirliği içinde ve Türkiye’nin dinamiklerini bilmeleri mümkün olmayan birtakım dış mihrakların yönlendiriciliği veya sürükleyiciliğinde Türkiye’de bin yıllık iktidar kurabileceklerini zannettiler. Bizzat kendileri de ne Türkiye’nin dinamiklerini biliyorlardı, ne tarihi, ne de hadiseleri okuyabiliyorlardı. Bunların da ötesinde, gözlerinin önünde cereyan eden “tabiat” hadiselerini de göremiyorlardı. Halkın keşfettiği bir gerçek olarak, kara gün kararıp kalmadığı gibi, geceleri gündüzlerin, kışları baharların takip ettiğini, düzlüklerin daimî olmayıp, inişlerle yokuşların birbiri peşisıra veya hemen düzlüklerin ardından veya önünden geldiğini de görmüyorlardı. Bunların da ötesinde, Türkiye’nin 1950’den itibaren tarihinin nasıl ortalama 10’ar yıllık dönemlerle ilerlediğinin de farkında değillerdi. Her 10 yılda bir ülkeye yapılan müdahalenin, Türkiye adına, müdahaleyi yapanların hiç de arzu etmediği daha ileri bir merhaleye kapı araladığını da anlamıyorlardı. Ayrıca, gerçeklerin, özellikle menfaat çatışmalarının zirvede olduğu günümüzde gizli kalamayacağını ve menfaatler üzerine oturan bir dünyada kalıcı ittifak ve dostlukların olamayacağını hiç bilmek istemiyorlardı.

Evet, 1950’den bu yana kirli iktidarlar veya dönemler 10 yılı aşamadığı gibi, kış içinde yalancı bahar, fecr-i sâdıktan önce fecr-i kâzip mahiyetindeki iktidarlar veya iktidar sahipleri de 10 yılı aşamadı. Bu da, son 60 yılımızın bir diğer önemli dersidir.

Ali Ünal / Zaman Gazetesi

Dinin Direği Namaz (Şiir)

Namaz dinin direği

Abdiyetin gereği

Ferah eder yüreği

Dinin direği NAMAZ

 

Namaz dinin esası

Mü’minlerin duası

Kalplerden siler pası

Dinin direği NAMAZ

 

Perdedir Cehenneme

Rehberdir tüm âleme

Merhemdir tüm eleme

Dinin direği NAMAZ

 

Allah’a yaklaşmaktır

O’na kulluk yapmaktır

Kılanın yüzü paktır

Dinin direği NAMAZ

 

Namazda var keramet

Farzlarını eda et

Yoksa sonun felaket

Dinin direği NAMAZ

 

Kim ki O’nu terk eder

Dünyasıyla beraber

Dinini eder heder

Dinin direği NAMAZ

 

Namazsız yaşanamaz

Din direksiz olamaz

Dünya kimseye kalmaz

Dinin direği NAMAZ

 

Namaz bir diriliştir

Cennete bir gidiştir

Çok mükemmel bir iştir

Dinin direği NAMAZ

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Severseniz, uzmanı olursunuz!

Risale-i Nur’larda dikkatimi çeken bir husus var ; Risale-i Nur, her zaman her yerde kapısını herkese açmıyor. Bir hocamız, Arapçayı, Farsçayı biliyor, dolayısıyla Osmanlıca onun için çok basitti. Risale-i Nur’ların yüzde altmışı Arapça ve Farsçadır.

Benim gibi kimseler, onu anlamak için kendisini yetiştirmek zorunda kalmıştı, öte yanda gerçekten hoca olan bir kimse Risale-i Nur’u okuyor, ama ‘anlamadım’ diyor, kitabı bize uzatıyor. Her kelimeyi anlıyor fakat dersin topladığı manayı, o toplayamıyor.

O zaman anlıyorum ki o şahıs, Risale-i Nur’lara tenkit yönünden yaklaşmış ve kapılar yüzüne kapanmış.

Risale-i Nur’u anlamıyor muyuz, anlamak mı istemiyoruz? Belki anlamak istemiyoruz… Halbuki derslerde yedi yaşından yetmiş yaşına kadar pek çok kimse bulunuyor, memnun kalıyor ki devamlı geliyor. On yaşındaki bir çocuk ya da kelimeleri tam anlayamayan bir genç “Ben bu dersten bir şey anlamadım” derken, hemen ilâve ediyor: “Ama hoşuma gitti, yine geleceğim.” Demek ki bu derin ruh, çocuğun ruhuyla bütünleşmiş. Zaten asıl olan da budur. Ruh, Allah’ın hayat sıfatından olduğundan, çok geniş bir sahayı içine alır.

Bir insanın her şeyi anlaması mümkün olmayabilir. Anlamadığı halde Risale-i Nur’a taraftar olsa, o kitabın, o âlimin atmosferine girmiş olur. Hangi ilim olursa olsun, bir ilim kime kapılarını açmışsa o insan o ilimde ileri gider. Şimdi bilim diyorlar. Her bilimde bir uzman varken, bir insan canının istediği bilimde uzman olamıyor. İsterseniz deneyin. Fizikte, divan edebiyatında, uzman olabilecek kaç kişi gösterebiliriz? Fakat bir sır var; SEVERSENİZ UZMANI OLURSUNUZ!

Bunu ben kendi hayatımda çok denemişimdir. Sevdiğim bilim, beni sevdi. Diğerlerinden sanki uzaklaştım.

Risale-i Nur’lar çok önemli kitaplardır. Anlamak için uğraşmak lazım, uğraşmak için sevmek lazım. Ne söylenmişse ispatlayan, kara noktaları tek tek aydınlatan, günümüzün sorularına cevap veren bir ilim hazinesidir O…

Risale-i Nur’da iman, beyinden geçip kalbe gider. Akılla vahyi bütünleştiren Risale-i Nur’da herkesin sorusuna cevap vardır.

Risale-i Nur anlatılamaz, anlaşılır, yaşanır. İnsan her bildiğini anlatamıyor, kelimeler yetmiyor. Bazen söz, onlara ulaşamaz.

Risale-i Nur’lar, hapishanedeki mahkumların içtiği sigara paketlerine yazıldı. Üstad hiç uyumaz, ağaçların üstünde oturur, talebelerine yazdırdığı yazıları tekrar tekrar okur, düzeltirdi. Üstad’ın okumadığı hiçbir Risale yayınlanmadı. Hepsini kelime kelime okumuş ve bu yazılanları bizzat yaşamıştır.

Ben Risale-i Nur’dan ayrılmadım. Ömrümün kalan kısmını, Risale-i Nur’u anlamaya çalışarak geçirmeyi Allah’tan istiyorum…

Hekimoğlu İsmail – Zaman

Risaleleri sadeleştirme konusunda kim haklı?

Muhyiddin ibnü’l -Arabi Hazretleri, özellikle Futuhat-ı Mekkiye’de sık sık “Fekad evhallahu ileyye” (Allah bana vahyetti) der. Sonra da “Lestu ene nebiyyen’ (Ben Nebi değilim) diye ikazda bulunur.

O zaman insanın aklına şu soru geliyor. “Sen nebi değilsen neden ‘Allah bana vahyetti!’ ” diyorsun. Bu mesele uzun süre zihnimi aklımı meşgul etti. Sonra birden fark ettim ki, o mübarek zat, esasında Kur’an’ı  ve hadisi yüceltiyor.

Çünkü kendisine gelen ilhamın veya sunuhatın hak ve hakikat olduğunda zerre kadar şüphesi yok. Yani kendisine gelen bilgilerin de Kuran’ın vahyedildiği kaynaktan geldiğini biliyor. Anacak, kendisinin ‘sadrı’, Nebi’nin sadrı gibi mücella, pak ve berrak değil. Oraya düşen hikmet, aynı paklık ve berraklıkla dışarıya taşmıyor. Bilgi, nefsinin arızalarını da yüklenip dışarı çıkıyor. O yüzden de kendisine gelen bilginin saf ve hakikat olduğunu biliyor ama onu aktarırken kullandığı lisan ve manalara giydirdiği elbiselerin, tam da uygun düşmediğini görüyor. O yüzden de ‘Bana Allah vahyetti’ derken kendisine verilen bilgiye saygı gösteriyor, ‘Ama ben peygamber değilim’ diyerek de, o bilgeleri aktarırken hata etmiş olabileceğini beyan etmiş oluyor. Bunu, not edelim şimdilik ve zihnimizde tutalım.

* * *

Bilindiği gibi nübüvvetin iki ayağı vardır. Yani bir peygamber hem velidir hem nebi. Ama nübüvvet vazifesi velayet hakikatiyle kıyas kabul etmeyecek kadar yüksektir. Nübüvvet-i Ahmediye açısından Hz. Muhammed bir peygamberdir ama aynı zat, Velayet-i Muhammediye adıyla da bir velidir. Nübüvvet bir tensib-i ilahidir. Velayette kesp de vardır. Nebinin vazifesi irşat ve tebliğdir. Velinin vazifesi ise ıslah! Bazen mürşîd ve mühdî de olabilir. Bu yönüyle ‘Nebinin varisi’ olur.

Peygamberimiz, Alimler, nebilerin varisleridirler buyurmuş. Vukuat bize göstermiş ki âlimler dahi iki sınıftır. Birisi eşyanın ve hadiselerin hakikatini anlamamıza yarayan ama mürşit olmayan müspet ilim erbabı. Diğerleri ise, onların bulgularından da yararlanarak, tevhidi anlatan ve insanları Allah’a çağıran, mürşid vazifesi de yapan âlimlerdir. Zaman içinde toplum, ilkine alim demiş, diğerine şeyh, meşayih demiş.

Pekâlâ, büyük âlimler gelmiş ama bir tane bile ‘müritleri’ olmamış. Onların ilimlerinden herkes istifade etmiş ama onların üslup ve meşreplerini yaşayıp yaşatacak cemaatleri olmamış. İmam Gazali ve benzeri birçok âlim böyledir. O zatların çabası, aklın ihyasıydı. Meşayih dediklerimiz ise, insanın gönlünü imar ve ihya etmişler…

İlk sınıf medreselerde kümelenmiş, diğerleri ise tekke adı altında teşkilatlanıp insanları aydınlatmaya devam etmişler.  Ve insanlara kainattan, âfâktan ve enfüsten deliller getirerek onları  Artık dileyen Rabbisine varacak bir yol bulsun ayetinin emri çerçevesinde Hakka vardırmaya uğraşmışlar….

Özü, ‘Allah’ın var olduğunu, insanın öldükten sonra dirilip hesaba çekileceğini ve hayatın onun otoritesi altında cereyan ettiğini bilip hayatını ona göre şekillendirmek’ olan hikmeti inşa etmişler.

Kimisi ‘kalben seyr u sülüku olan’ ‘tarikat yoluyla menzil almış, kimisi kudret yolunu seçip afakî putları kırarak (huzura mani olan halleri dağıtarak) devran geçmiş.  Kimisi ‘üveysi’ takılmış. Bu üç sınıfın da bariz vasfı ‘Rabbin hesabına mevcudu yok saymak’ olmuştur… Mevcudu, maddeyi, zihnen aşamadıkları için onu yok saymayı yeğlemişlerdir.

Bu yüzden de uzun yıllar medrese erbabı olan âlimler, velayetin meyvelerinden istifade etmek için Tarikat erbabına müracaat etmişler, en büyük bir medrese âlimi, en küçük bir tarikat şeyhinin elini öpmeye kendini mecbur bilmiştir, iman hakikatlerinin hazzını almak için. Her meşrebin kendine göre bir hakikati ve her yolun milyonlarca yolcusu olmuş. Her yoldan da hakka varanların haddi hesabı yok.

Sonra bir dönem gelmiş ki insanlık, ilk defa bir yaratıcının olmayabileceği fikrini bile tartışmaya başlamış. İnsanı, Allaha vardırması gereken bilgi ve eşya, O’nu yok saymanın vasıtası yapılmış.

Ve insan müşriklikten daha beter olan ‘ate’ (Yaratıcısızlık) olabilmiştir. Müşrik, münkir değil, Yaratıcıya ortak koşandır. ‘Ate’ ise onu yok saymaktır. Bu yeniçağ/ bu yeni anlayış (18. Yüz yıldan itibaren), maddeyi ezeli sayıyor ve ‘Tanrıyı’ inansın bir tasarımı kabul ediyordu. Ve hızla insanlığı sarıyordu. Nitekim 19. Yüzyıla gelindiğinde nerede ise tüm dünyada bütün dinler ve kutsal savunmaya çekilmiş durumdalardı bu düşünce karşında.

Tam da ahir zamanda olacağı haber verildiği gibi… İnsanlar kendiliğinden ve bir icbar olmadan dinlerinden, mukaddeslerinden ve ahlaklarından soyutlanabiliyor, küçücük bir dünya menfaati için dininden diyanetinden vaz geçebiliyordu.

Bu bir deccaliyet haliydi. Yaşananlar da Deccal’e atfedilmiş hallerdi… Artık İslam dahil eski tüm inanışlar tehlikedeydi. Tüm kutsallar sarsılmış, tüm dinler çaresiz kalmış ve insanlık hızla inkâr-ı ulûhiyetin pençesine sürükleniyordu. Eski tevhid delileri ve tevhide götürme yolları artık etkili olamıyordu. Yeni bir yol bulmak, yeni bir anlatı getirmek gerekiyordu insanı uyandırmak ve yeniden Rabbi ile buluşturmak için…

İşte Bediüzzaman, tam da böyle bir ortamda ortaya çıktı. ‘La mevcude ilahu diyerek’ varlığı Allah hesabına yok sayan eski anlayışları bırakarak, Varlığın kendisinden Allah’a giden bir yol olduğunu insanlara göstermeye koyuldu. Kuran’ın sadefinden doğrudan hakka varan bir tünel bularak en safi, en kestirme, en halisane yoldan hakikat bilgisine ulaşmış ve bunları insanlarla paylaşmaya başlamıştı.

Geçmişin aksine, sürekli kainattan ve ilimden örnekler getirerek, kalbinin ulaştığı benzillere aklını da götürerek, ispat ve ikna yolunu kullanıyordu. Bu çıkış medrese (yani ilim) adına da önemli bir çıkıştı.

Sadece kalp yoluyla değil, aklı da beraberinde götürmeyi esas alan ilim ayağıyla hakikate varmanın muazzam bir kapısını açmıştı.  Öyle ki günümüz felsefesinin ve tanrı tanımaz pozitivist düşüncesinin ‘Tanrı tanımazlığına’ vasıta yaptığı ‘maddeyi’; alıp tevhid delilleri haline getiriyordu. Her bir yerde ve her bir şeyde doğrudan Zat-ı Akdes’e varacak pencereler, menziller, menfezler ve koridorlar açmıştı.

Eşyadaki tevhidi; yani Allah’ın var ve tek olduğunu o kadar ikna edici delillerle gösteriyordu ki hiçbir akla kaçış yolu bırakmıyordu. Bilimi, tanrı tanımazlıklarına dayanak yapmaya çalışanları kendi yuvalarında vuruyor, dayandıkları noktaları yıkıyor, en son ve geniş nokta-i istinatları ve medâr-ı gafletleri olan perdelerde, tevhid nurunu gösteriyordu…  Kainatın her âleminde; atomda, hücrede, gezgen sistemlerinde, kuazarlarda, toprakta, yerde ve insan nefsinde, tabiatta ve zerratta, inkâr-ı ulûhiyet fikrini savunanları takip ederek, en uzak sığınaklarını dahi bozuyordu. Her yerde, huzura (Rabbin var ve tek olduğuna dair) bir yol gösteriyordu.

Hiçbir şeye, Rabbin varlığını perdeleme;  ‘huzura’ (Allahın her yerde hazır ve nazır olduğuna) mâni olma imkânı bırakmamıştı. Ehl-i tarikat ve hakikat gibi huzur-u daimî kazanmak için kâinatı ve eşyayı yok saymaya (La mevcude illa hu demeye) gerek duymamış, aksine kâinatı O’nun varlığını temaşa etmek için bir ayna, geniş bir huzur dairesi yapmıştı ki hakka gitmeye çalışan sâlik, hangi yöne bakarsa orada onu Rabbine vardıracak deliller görsün diye…

Tabii kendine has bir lisan kendine has bir üslup ile…

Bediuzzaman, evet tarikat ve tekke mensubu değildi. Kendisini hoca olarak diye nitelendiriyordu ama en az eski meşayihler kadar etkili ve etkileyici –hatta daha da fazla- bir lisan kullanıyordu. Kelimelerinin içinde ışık, karışıkmış gibi görünen cümlelerinin içinde bir bedahet, uzunmuş gibi görünen kalıplarının içinde bir fesahat vardı. İlk anda tam anlaşılmasa da gönüllerde derin ve içe huzur veren bir tad bırakıyordu.  Rahmani ve mucizevî bir üslup içinde hiçbir kelimesini atamayacağınız ve değiştiremeyeceğiniz icazlı bir metin inşa etmişti.

Muhyiddin İbnü’l-Arabi gibi ‘bana vahyedildi’ demiyordu ama onu dinleyenler, eserlerini okuyanlar, bu diziliş ve anlatışın hiç de aklın ve karihanın eseri olamayacağını hemen anlıyorlardı. O, gönlüne damlayanları  ‘katre’, ‘şemme’ ‘reşha’ vs gibi isimlerle ‘sünuhât’ diye niteliyordu onların hak canibinden geldiğini göstermek için. Ama kendisini sürekli hiç ender hiç mesabesinde tutarak… “Ben dellalım’  -Kürtçede delal güzel anlamın ada gelir tıpkı Bedi gibi- diyerek kendisini, ‘Kur’an eczanesinin çırağı’ diye niteliyordu.

Yazdıkları, adeta ‘ayetin ayeti’ oldular. Çünkü o, ‘üç külli ayet’ dediği Kainat, Kuran ve konuşan delil olarak nitelediği Resullulah’ı anlatarak çağımızın tağutlarını dağıtmaya ve dalalete sürüklenmiş insanlığı yeniden Rabbiyle buluşturmaya çalışıyordu..

Evet, Kur’an, Arş-ı Azam’dan inen Kelam-ı Ezeli, risaleler ise o Kelam-ı Ezeliden damlayan/sızan reşhalar  ve parıltılardı. Akılları basmayan yahut kıskançlıkları gözlerini kör edenler gerek ehli tarik, gerek ulema ona çamur attılar. Çünkü o daha önce görülmedik bir üslupla meselelere yaklaşıyordu. Ülemaya, ‘malayani malumatlarla Kur’an’ın önüne duvarlar örmüşsünüz’ derken tekke ehlini de çizgiden çıkmakla eleştiriyor ve her ikisini de yeniden Kur’an’ın hakikatine çağırıyordu. Onlar ise onunla baş edemedikleri için çamur atıyorlardı.

Bu çamurlar ona zarar vermedi. Aksine bugün tüm dünyada ve tüm hüşyar kalplerde imanın yeniden ihya ve inkişafının mimarı olarak saygı görmekte ve daha da artarak saygı göreceği anlaşılmaktadır. Aklın hükümran olacağı gelecekte, her hükmünü akla ispat ettirmiş olan Kur’an hükmedecektir dediği gibi, kendisi dahi hergün daha bir saygıya layık bir islam alimi olarak dünya gündemine oturmaktadır.

Onun getirdiği hakikatlerle koca bir rejim baş edemedi.  Tek tük sataşmalar ne yapabilirdi ki. Nitekim muarızları hep geriledikleri halde onun getirdiği nur hakikati hep yükseldi, yayıldı.

Fakat şimdi elim bir sıkıntı yaşanıyor. Güya daha çok insana ulaşın, daha çok insan ondan istifade etsin diyerek iyi niyetle onun üslubuna ve lisanına ilişilmek isteniyor.  Bugüne kadarki hiçbir badire nurlara zarar vermedi ama korkuyorum ki bu yeni girişim onlara zarar verecek! Çünkü bu kere tehlike suret-i haktan görünüyor!

Çünkü bu kere ilişenler, güya bu risaleleri rehber edinenlerdir ve onu hizmet edenlerdir. Diyorlar ki ‘daha iyi anlaşılması için’ sadeleştirilmesi lazım’.  Bir kısmı da diyor ki sakın ha sakın!

Ben ‘o haksız, bu haklı’ diyemem. Ama hem Türk, hem Arap, hem Fars Dilleri ve Edebiyatları eğitimi almış, özelikle yazma eserlerin edisyon kritiği üzerinde çalışmış, en sağlam metinlerin bile zamanla –sadece yazım hataları sebebiyle–  nasıl farklılaşıp tahrif olduğunu bilen biri olarak fikrimi söyleyecek olursam derim ki, bu risaleleri bitirir! Büyük bir edebiyat tarihçisi ve Arap Dili uzmanı rahmetli hocam Nihat Çetin’in iki yıl süren özel eğitimi sırasında şuna şahit oldum ki bir metnin ruhuna ve lafzına ilişilmişse onun zaman içinde yok olması ve bulanması kaçınılmazdır.

Zaten ilahi metinlerin tahrif edilmesi de böyle başlamıştır. Zaman içinde o metinleri anlamakta güçlük çeken insanlar güya herkesin onlardan yararlanması için o metinleri kendi zekâlarının seviyesine indirmek isterler.  Öyle bir metne bir kere ilişildi mi artık önünü almanın imkânı kalmaz.

Şimdi bir kısım insanların Risalelere yaptığı da -niyet ne kadar semimi olursa olsun- budur.  Bunu yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Esasında Bediuzzaman kendisi hayatta iken de böyle birkaç denemeye şahit olmuş, sadeleştirme yapmak isteyenlere “Tamam kardeşim, yap ama altına kendi adını yaz. Bu Saidindir deme’ buyurmuş.

Eserleri ve lafızları konusunda bu kadar titiz davranmış mübarek bir zatın eserlerini alıp, güya ‘sadeleştirelim, gençler de anlasın’ deyip ilişmek, en basit haliyle Bediuzzaman’a haksızlık ve hürmetsizliktir.

Ben Risale-i Nur’u okumak isteyip de anlamamış hiç kimse görmedim. Tabii ki anlamak isteyen…  Ama siz ona lakayt bir şekilde yaklaşır lalettayin bir ders kitabı, bir roman gibi yönelirseniz, o da size perdesini açmaz. Nitekim Hoca Efendi de, bir konuşmasında risaleleri, kıskanç bir geline benzetmiş  ‘risale-i nur, yüz görümlüğünü vermeden size yüzünü açmaz!’ buyurmuştu

Nitekim, insan bazen, tüm kelimelerini bildiği halde de bir cümleyi veya eseri anlayamaz. Çünkü eserdeki mantık ve yüksek zekâ ve onun kurduğu cümlenin yapısı, sizin kametinizi aşıyordur. Bildiğiniz halde kelimeleri, anlayamazsınız. Araplar, Arapça biliyor diye Kuran’ı anlayabiliyorlar mı? Hayır.

Peki, şimdi bu kıskanç geline ne oldu ki peçesini yırtarak mahremini görmek  istiyorsunuz. Bu reva mı?

Yıllarca kasıtlı/kasıtsız okumayı ihmal ettikleri için anlamakta güçlük çeken bir takım insanların hatırı olsun diye Risaleleri sadeleştirmeye kalkışmanız, bir vefasızlıktır. Kim ne derse desin yanlıştır. Değil sadeleştirmek, Bediüzzaman, metnin beraberinde kelime manalarının bile verilmesine yanaşmamıştır.

Dolayısıyla o eserleri sadeleştirmeye kalkışmak doğru değildir. Arkasındaki niyet ne kadar saf ve âli himmet olursa olsun yanlıştır. Çünkü uzun vadede metinlerin bozulmasına ve zamanla içine hurafelerin girmesine zemin hazırlar.

Pavlos, Hz. İsa öğretisini ve zatını putperestlere sevdirmek için başlangıçta onların arzu ettiği yol ve yöntemi benimsiyor. Resuller Kitabında ifade ettiği gibi, herkese ‘yeni öğretiyi’  kabullendirmek için nabzına göre şerbet verdiğini itiraf eder.

Peki ne oldu? Evet, Pavlos, sonunda ‘İsa’yı –hazret demedim- ve öğretisini putperestlere sevdirmişti ama artık o öğretinin içinde ne tevhid kalmıştı ne de Hz. İsa’nın nübüvveti. Ortada bir din vardı ama o Pavlos’un tasarladığı bir dindi. O dine sonradan Hıristiyanlık dendi ve içinde ne şeriat kalmıştı ne sünnet!  Nitekim buugünkü Hıristiyanlık onun eseridir, Hz. İsa’nın değil!

İşte telaşım bundandır. İşin oraya varmamasının garantisi yoktur. O yüzden de eğer birileri Hoca Efendiye rağmen bunları yapıyorsa müdahale etmeli . Buradaki tehlikeyi en iyi idrak edecek de ‘rikkati en yüksek olan o mübarek zat’tır yine de.

Pavlosluğa ve Pavloslara fırsat vermemeli!

Mehmet Ali Bulut – Haber 7

Makamların Zirvesi, “Kulluk Makamı” !..

Peygamber Efendimizin (asm) kulluğu, resûllüğünden önce gelir. O (asm) kul olmasaydı, resûl olmazdı. O kendisine risâlet verilmeden önce de, verildikten sonra da önce kulluğunu yaşadı.

Makamların zirvesi Allah’a kulluk makamıdır!

Bu bakımdan Peygamberler, önce kul insandırlar. Allah’a kulluğun zirvesindedirler.

Peygamber Efendimiz de (asm) Allah’a kullukta zirve noktadaydı.

Şöyle de diyebiliriz: Peygamber Efendimiz (asm) en kul bir kuldu!

Nitekim Kur’ân da onu (asm) önce kul olarak takdim ediyor: “Kulunu bir gece Mescid-i haramdan Mescid-i Aksa’ya kadar götüren Allah münezzehtir.” 1

Bu âyette kul ifadesi ile Hazret-i Muhammed (asm) kast edilmiştir.

Teşehhütte ‘abduhu’ kelimesi, ‘resulühü’ kelimesinden önce gelmiştir. Yani Peygamber Efendimizin (asm) kulluğu, resûllüğünden önce gelir.

O (asm) kul olmasaydı, resûl olmazdı. O kendisine risâlet verilmeden önce de, verildikten sonra da önce kulluğunu yaşadı, kulluğunu bildi, kulluğunu gösterdi ve kulluğunda örnek oldu.

Çünkü risâlet sadece O’na mahsus bir istihdamdır.

Kulluk ise, bütün insanların içinde bulunduğu, bulunması gerektiği, bulunmakla yükümlü olduğu ve bu sebeple de Mahkeme-i Kübra’ya çıkacağı, hesap sorulacağı ana caddedir.

Herkes kulluktan hesap verecektir.

Bu sebeple onun (asm) önce kulluğu gelir.

Ardından, kulluk zemininde risalet abidesi yükseliyor.

Bu sebeple bizim için de ubudiyet, yani kulluk sıfatı her sıfattan önce geliyor.

Önce kul olduk mu, Cenâb-ı Hak duâmızı kabul eder ve bizi katında yükseltir. Bizi korktuklarımızdan emîn, umduklarımıza nail eder.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuyor mu; “Kim ki mütevazı olursa, Allah onu yükseltir.” diye.

İşte, tevazuun kemali Allah’a kullukla yaşanır ve gösterilir.

Merhametin kemali Allah’a kullukla yaşanır ve gösterilir.

Vefanın, emniyetin, emanete riayetin, ilmin, hikmetin, doğruluğun, sadakatin, yükümlülüğün kemali Allah’a kullukla yaşanır ve gösterilir.

Güzel ahlâkın kemali Allah’a kullukla yaşanır ve gösterilir. Kur’ân bu sebeple ona (asm), “Sen pek büyük bir ahlâk üzeresin.” 2 buyuruyor.

Keza bunun için Kur’ân “Sizin için Resûlullah’ta bir güzel numune-i imtisâl vardır.” 3 buyuruyor ve bizi O’nun (asm) güzel ahlâkını öğrenmeye ve yaşamaya dâvet ediyor.

Arsız bir kadın vardı. Sözleri diken gibi insanlara batardı. Konuştu mu edepsizce konuşurdu. Ona buna lâf atmaktan pek hoşlanırdı.

Bu kadın bir gün Resulullah’ın (asm) yanından geçiyordu.

Resulullah (asm) ise o anda bir seki üzerinde bir taşın üzerine oturmuş; sulu et yemeği yiyordu.

Kadın arsızca:

“Şuna bakınız! Nasıl da oturuyor! Bir kulun oturduğu gibi oturmuş, kulun yediği gibi yiyor!” diye çattı.

Peygamber Efendimiz (asm) ise:

Benden daha kul bir kul var mıdır?” buyurdu. Kadın: “Kendisi yiyor da bize yedirmiyor!” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm):

Gel; sen de ye!” buyurdu. Kadın:

O halde kendi ellerinle bana ver! ” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm) ona kendi eliyle yemek yedirdi.

Kadının arsızlığı devam ediyordu:

O ağzındaki lokmayı benim ağzıma koy!” dedi.

Resulullah Efendimiz de (asm) mübarek ağzındaki lokmayı kadının ağzına koydu.

Kadın bu lokmayı yedikten sonra hayâ ve edep timsâli bir kadın oldu. Ölünceye kadar artık hiçbir edepsizlikte ve hayâsızlıkta bulunmadı. 4

Bu örnekte geçen, “Benden kul bir kul var mıdır?” sözü kulaklarımızda küpe olmalıdır.

Onun kulluğunu kendimize rehber kabul etmeye Sünnet-i Seniyye diyoruz. Nitekim Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “Sünnet-i Seniyye edeptir. …Edebin envâını, Cenâb-ı Hak, Habibinde cem etmiştir.” 5

DUÂ

Ey Rabb-i Rahim! Bizi Kendine kul eyle! Nefsimize kul eyleme! Bize Resulullah’ın (asm) örnek olduğu kulluğu, edebi ve ahlâk-ı hamideyi öğret! Bizi edepsiz ve ahlâksız kılma! Taksiratımızı affet! Hatalarımız dolayısıyla bizi tecziye etme! Âmin!

Süleyman KÖSMENE

Dipnotlar:

1- İsra Sûresi: 1.

2- Kalem Sûresi: 4.

3- Ahzab Sûresi: 21.

4- Heysemi, IX/21 (Taberani, Ebu Umame’den); Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 3/112.

5- Lem’alar, s. 59.

Kaynak: NurDergi.com