Kategori arşivi: Yazılar

Çağın Vicdanı Bediüzzaman

Çağın Vicdanı” ismi öncelikle kitaba hakikaten çok yakışmış.

Nesil Yayınları’ndan çıkan “Çağın Vicdanı Bediüzzaman” adlı eserin yazarı Prof. Dr. Nevzat Tarhan.

Geçtiğimiz hafta içinde kitapla ilgili geniş kapsamlı bir toplantı yapıldı ve kitabın serüveni hakkında bilgi verildi.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri; “önyargılı ve peşin hükümlü” olmayıp, insan olan Müslim veya gayrimüslim herkes için cidden “Çağın Vicdanı“dır.

Nefsi ile yüreği arasında sıkışıp kalmış ve sadece nefsini taşıyarak, hem kendilerini hem insanlığı yoranlar, nefislerini geri plana atıp akıllarını öne çıkarabilseler, Bediüzzaman’ın doğumundan ölümüne kadar, Din-i İslâm için çalıştığını göreceklerdir.

Çağın Vicdanı” ismi Bediüzzaman’ı anlatma ve özellikle yaşadığı dönemin Türkiye’sini “aydınlatma” bakımından çok çok önemlidir.

¥

Eseri kaleme alan Prof. Dr. Nevzat Tarhan için bu çalışmanın kişisel bir tarafı varmış. Kendisi şöyle anlatıyor:

Tıp öğrencisi olduğum günlerden başlayarak, akademik yaşamımın ilerlediği yıllar içinde hep ‘tesadüfi varoluş, hayatın anlamı, Darwinizm, kötülükler neden var, din ihtiyacı, inanmanın psikolojisi, ölümden sonra yaşam var mı, insanın akıl ve ruhu nasıl doyum sağlar?‘ gibi sorularla boğuşup durdum.

Sorularıma cevap ararken, ‘başlangıçta anlaşılması zor‘, fakat anlamaya başladıktan sonra da her okuyuşumda yeni anlamlar yakaladığım Risale-i Nur eserleri önüme çıktı.

Pozitif bilim disiplininde yetişmiş, hemen hemen hiç din eğitimi almamış birisi olarak çıktığım ‘keşif yolculuğunda’ Risale-i Nur eserleri olağanüstü bir rehberlikle zihnimi ve yolumu açtı.”

¥

Çağın Vicdanı Bediüzzaman” adlı eser, Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatına dair “psikobiyografik notlar” ile başlıyor.

İlk bölümde okuyucuların karşısına çıkan analizler, Bediüzzaman’ın kişiliğini anlama noktasında dikkat çekici tespitlerle dolu.

Mesela; hiperaktivitenin bir “öcü“ye dönüştürüldüğü günümüzde, “hiperaktif” bir kişilik olarak Bediüzzaman’ın bu yaratılış özelliğini, nasıl bir kazanıma dönüştürdüğünü öğreniyoruz.

Bediüzzaman Said Nursi’nin “ego“sunun peşinde koşmak yerine, “ego“sunun önüne koyduğu aşkın bir idealin peşinde, nasıl kendi benliğini aşabildiğine dair tespitler, yine bu açıdan dikkat çekici.

Bediüzzaman’ın duygusal okur-yazarlığı, “yenilik” ile “geleneği” buluşturmayı sağlayan duygusal ahengi ve bütüncül yaklaşımı, farklı kişilikleri ortak amaç için bir araya getirebilme yeteneği, bu yeteneği sağlayan manevi ve duygusal liderliğinin arkaplanına dair analizler, oldukça ilginç.

Sonuç olarak Nevzat Tarhan şöyle diyor:

Bütün bu tahliller ışığında, vicdan için geçerli tarif; ‘ne yapmak gerektiğini söyleyen iç ses, yanlış yapmaktan koruyan iç bekçi, hiçbir şey yapmama yanlışından koruyan iç ölçü, nasıl yapacağını anlatan bir iç eğilim’ ise eğer, Bediüzzaman bu toplumun vicdanı olarak yaşamış, çağın vicdanî normlarını tanımlamış ilginç ve sıradışı bir kişiliktir.

Hüseyin Öztürk – Yeni Akit

Dünya Yokluklar Kampı Günü!

BUGÜN 23 Şubat, ‘Dünya Çeçen Günü’. İlan edildikleri andan itibaren ‘özel günler ve haftalar’ sınıfına giren günler daha sonra ne şekilde değerlendirilir pek bilmiyorum. Mesela Dünya Sigarayı Bırakma Gününde sosyal medyada konuyla ilgili paylaşımlar yaparsınız belki. İlgili oluşumların etkinlikleri olabilir, onlara katılırsınız. Daha önce sigarayı bırakmış dostlarınıza tebrik kartı atarsınız. Ama Dünya Çeçen Gününün nasıl kutlanacağı konusunda eminim benim kadar kararsız kalırsınız. Bu günü ilan eden ve Şeyh Şamilden sonra o toprakların kendisiyle anıldığı en ünlü kişi olan şehit Cevher Dudayev’in ruhuna bir Fatiha okuyabilirsiniz. Ve dünyanın en süper güçlerinden birine karşı korkusuzca mücadele eden tüm şehitlerin aziz ruhlarına Yasinler hediye edebilirsiniz. Belki Çeçenistan’la ve özellikle son yıllarda orada yaşananlarla ilgili birkaç kitap okumaya karar verirsiniz. Hepsi mümkün bunların. Ve bunlar tabiri caizse suya sabuna dokunmayan güzel yaklaşımlar olur. Ama yanı başınızda hala kanayan bir yara varsa. Elinizden bir şey gelemediği için sürekli sizi hırpalayan. Her vesileyle karşınıza duruyorsa. Çeçen kampları mesela. Her gittiğimde daha da büyüdüğünü gördüğüm o güzel çocuklar mesela.. Dünya Çeçen Gününde anılası değiller mi?

Hangi tarihte yazdığımı hatırlamadığım bir metni yeniden okuyorum ben bugün. Ne acı ki hiçbir sorunun eskimediğini görüyorum. İçime kıymık gibi batan şu şartların oluşturduğu soru cümlelerinin hepsinin hala havada kaldığını görüyorum. Uzun zamandır gidemedim kamplara. Kendimde bu gücü bulamıyorum. Aşağıdaki satırları yazarken onlar için umutlarım vardı. Birkaç sönük girişimimiz vardı. Ve yapılacak çok şey. Şimdi sadece benim içime batmasın bu sorular istiyorum. Belki birkaç kişi çıkar hafızasını zorlayan, evi bu kamplara yakın olan, birkaç lira bağış yapmak isteyen birileri olur belki diye. Hala hayal kuruyorum… Metnin yıllar önceki orijinal halini bozmadan şimdi bu soruları size soruyorum;

“onlar…

aç kaldılar, susuz.

evsiz kaldılar

okulsuz

oyunsuz

annesiz kaldılar

en çok babasız.

şimdi de yurtsuz.

Siz hiç tüm hayatınızı, anılarınızı, emeklerinizi, varınızı alıp arkanıza tek bir torbayla düştünüz mü yollara? Ne sığar bir torbaya memleketinizden?

Hakaretler, acılar ve yalın ayak basarak kanlara ve karlara yol aldınız mı hiç?

Üzerinizde hep bir silah gölgesi, dağlar gibi acı ve korku.. düşe kalka yürüdünüz mü alıp vatanınızı ardınıza?

Sığınacak bir yer aradınız mı? Allah’tan korkan birileri kucak açar diye baktınız mı etrafınıza?

Yavrunuzu gömdüğünüz, eşinizi, aşınızı bıraktığınız vatan topraklarından bu kadar uzaktayken, bir tanıdık el aramadı mı gözleriniz?

Hani kardeşti tüm müslümanlar? Sadece müslüman olduğunuz için sığındılar topraklarınıza. belki dediler, duymuşlardır dünyada eşi görülmemiş bir zulmün bizi nasıl ezdiğini. Belki dediler acırlar bize, kardeşim derler…

Geldiler aşarak binlerce kilometreyi, bir umut. Onlar geldiklerinde biz sıcak yatağımızda uyuyorduk. dolaplarımız türlü yiyecekle dolu, çocuklarımız huzurla, uyuyorduk ve hiç üşümüyorduk. Kardeşimizdi onlar. Ağlıyorlardı, üşüyorlardı. Açlardı.

‘Şimdilik’ dedik geçin şu harabelere, alırız elbet iyi bir yerlere. Yıl 1999du. Hala dönüp bakmadık onları attığımız o yerde ne haldeler diye.

Biz onlara fasulye götürüyorduk, onlar bizden yemek değil kabul görmek istiyordu. Yoktular onlar. Yabancılar polisi sürekli ziyaretlerine geliyordu. Çocukları okula gidemiyor, eşi sağ kalan varsa işe giremiyordu. Ne nüfus kağıtları vardı, ne pasaportları… Binlerceydiler ama yoktular. Vatansızlığın acısını vurduk her gün yüzlerine. Almanya, Avusturya kucak açtı onlara ve biz müslüman kardeşlerine baka baka kaçtılar oralara.

Aslında 1951 yılında Cenevre’de yapılan mülteci anlaşmasına imza atmıştı müslüman ülke Türkiye. Ve işin garip tarafı Kafkasya’dakinden çok Kafkas bu topraklardaydı. Olsundu, milli çıkarlarımız vardı Rusya’yla.

Üzgünüz sevgili kardeşlerimiz. Siz 10 metrekarelik kabinlerde su ve ısı tesisatı olmadan yaşamaya devam edin. Çıkarlarımız el verdiğinde bakacağız size… dedik.. dilimiz sussa, halimizle söyledik, susurak söyledik hatta.

Siz hiç vatansız kalmadınız, sırf müslüman olduğu için bir ülkeye sığınıp mülteci bile sayılmadan köşeye atılmadınız. bize güvenmişlerdi. Şimdi titriyorlar.

Kışlar geliyor geçiyor, çeçen çocuklar ağlıyor. yok onların başlarını okşayacak babası, yok onların top koşturacak bir mahalle arası, bir sınıfları, okulları. Hala mı bakmayacaksınız yüzlerine? Hala mı çıkarlarımız…

Çıkarlarımız bizi bu vebalden kurtarmaz. Şehitler boy boy dizilince karşınıza ahirette ve bir el yapışınca yakanıza, emanete niye bakmadın diye, biz muhacirdik, siz böyle mi ensardınız derlerse… Cevabımız var mı?

Söylesenize siz hiç vatansız kaldınız mı?”

23/02/2012

© 2010 karakalem.net, Nuriye Çakmak

Hayat-ı Bâkiyeyi Radyo ile Beşere Ders Vermek Lazım Geliyor

Üstâd’ımızın Hakikatli Bir Beyanı

بِسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

 Aziz, Sıddık Kardeşlerim;

 Evvelâ; Risâle-i Nur’un sâdık bir şâkirdi ve muallimlerden bir kardeşimiz, Risâle-i Nur’dan aldığı bir ders aşkı ile maârif vekiline ve hem meclis reisine resmen yazmış ki: “Elbette küre-i arz hareketinden duracak ve bu dünya bozulacak. Hayât-ı bâkiyeyi bu merkez-i İslâmiyet radyo ile nev’i beşere ders vermek lazım geliyor.” Bu hâlis şâkirdin, mürâcaâtına mukàbil “Sözleri anlaşılmıyor” diye kabul etmemişler. Yanıma geldi. Ben de dedim:

    “Kardeşim; mâdem senin suâl-cevâbı aldılar, onlara de ki; ‘Evet bu dehşetli harb-i umûminin dehşetli zulümlerini ve tahribâtlarını ve hayât-ı dünyevînin bütün lezzetlerini zir-ü zeber edip, hiçe indirip, hayât-ı dünyeviyeyi tamamiyle herkese fâni olduğunu, ve beşeriyetin rûhunu tatmin edemediğini güneş gibi gösterdiği için, elbette nev’i beşer, bundan sonra medeniyet ve felsefenin uyutucu, aldatıcı lezzetleri yerinde ezvâk-ı bâkiyeyi ve beşeriyetin fıtraten şiddetle muhtâc olduğu hayât-ı bâkiyeyi arayacak. Şimdi de emâreleri görülüyor. Şimalde küçük devletler, hayât-ı bâkiyeyi güneş gibi ders veren Kur’ân’a sarılmaları, hem garbın en büyük devleti olan İngiliz’in büyük hatîbleri, kürsülerinde Kur’ân’ın hayât-ı bâkiyeye dâir âyetlerini tefsir ederek bağırarak diyorlar ki; Şimdi, İngiliz devleti, İslâmiyeti kabul etmesi lazımdır. Çünkü; nev’i beşerin ekseriyetini hükmü altına alıp o nev’i beşerin hakiki aradığı hayât-ı bâkiyeyi mu’cizâne ders veren Kur’ân’ı, İngiliz kabul etmek ile beşeri memnun edebilir. Geçen dehşetli yaralarını Kur’an’la tedâvî edebilirler diye resmen beyânâtı var.

    Mâdem hakikat budur. Elbette, eskiden beri hayât-ı bâkiyenin dershânesi ve medresesi olan bu memlekette ve İslâmiyet ve Kur’ân’ın bayrakdârı bu vatandaki hükûmetin şimdi en ehemmiyetli vazifesi, hayât-ı bâkiyenin muallim-i ekberi olan Kur’ân’ın hakikatlarını hükûmetin ilim dâiresi olan maârif hey’eti ile ve radyo ile, rûy-i zemin mektebinde, nev’i beşere bu en büyük mes’ele-i beşeriyeyi ders vermek o maârifin hakkıdır. Bu kudsî vazifeyi şimâl-i garbî devletlerine bırakmamalı. Bin senedir üstâd iken, şimdi hidâyet dersinde ecnebîlere şâkird olmağa mecbur olmasın..’ diye ben gibi bir muallimin maârif haysiyetini ve şerefini muhâfaza için Nurlar’dan aldığım derse göre kısa bir cümle ile ifâde etmek istedim. Fakat sözüm anlaşılmadı” dersin diye ona söyledim.

Umûma binler selâm ediyoruz .

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Duânıza muhtâc kardeşiniz

SAİD NURSÎ

Hayatını Davasına Adayan Adam!

‘Sır kapı’lık olaylar dizisi diye tarif edilen avukat Bekir Berk‘in yaşadığı yüzlerce olaydan birkaç özet arz ediyoruz ki, bu hizmet insanının fedakarlığı nerelere kadar varmış daha net anlayalım :

Balıkesir’in Dursunbey’indeki bir davaya trenle gitmektedir. Ne var ki yavaşlayan tren istasyonda inmeye fırsat vermeden tekrar hızlanır. Bekir Bey’i tutmak mümkün değildir.

“Ben davam için varım, davama giremeyeceksem hayatın ne değeri vardır!” diyerek önce çantasını fırlatır yere, arkasından kendini atar aşağıya. Düştüğü yerden sağ salim kalkar. Toz toprağını silerek mahkemeye nefes nefese erişir. Hapisteki mazlumları kurtarır, okudukları Risale-i Nurların iadesini sağlar. Ancak onu mutlu eden düştüğü yerden bir yeri kırılmadan kalkması değil, davasına erişerek mazlumları kurtarıp Risale-i Nurların iadesini almasıdır.

Bekir Bey için durmak yoktur. Yeni bir dava için yine bir arabada dağ yolunda ilerlemektedir. Trafik polisi önlerine dikilir : “Yolda dinamit patlatılacaktır, bekleyin, birkaç dakika sonra geçin!” Bekir Bey saatine bakar. Polisin başka tarafa bakması üzerine şoförüne ısrar eder : “Gaza bas kardeşim, vakit yok. Dağdan kopan taşlar üzerimize düşerse dava yolunda şehit oluruz, düşmeden geçersek davaya yetişiriz. Her iki halde de biz kazanırız…

Namludan çıkan kurşun gibi ansızın fırlayan araba, dinamitin kopardığı havada uçuşan kayaların altından geçer, toz toprak içinde mahkemeye erişirler. Kitaplar iade edilir, okuyanlar da serbest bırakılır. Onu mutlu eden ise kayaların altından geçerek kurtulmak değil, kitapların iadesini sağlayarak, okuyanların tahliyesini temin etmektir.

Yine yoldadır Bekir Bey. Ama bu sefer doğunun en şiddetli bir kış günü akşamı geç vakit rastladığı bir tankerin şoför mahallinde. Adilcevaz’a sabaha mahkemeye erişecektir. Bu defa yanına iki arkadaşı da biner ki, yolda bir tehlikeyle karşılaşmak mukadder gibi görünmektedir. Nitekim sabaha karşı tanker kara saplanır. Şoför mahallinde dondurucu soğukta beklemeye mecbur kalırlar. Bekir Bey’le arkadaşı Nazım Gökçek birbirine sarılarak donma belirtisi gösterirler. Arkadaşları Hakkı Bozkurt, sabaha kadar ikisini de tokatlayarak uyumalarını, yani donmalarını önler. Sabah tankerden boyunu aşan karın içine atlayarak Adilcevaz’a ulaşır, yol açma makinesiyle gelip kendilerini alır. Bekir Bey’i mutlu eden donmaktan kurtulmak değil, kitapların iadesini alıp mahkumların beraatını sağlamaktır.

Evet, yaşanmış tam bir sır kapısı dizisidir “hayatını davasına adayan adam!”.

saidnur.com

Münâzarât’daki Meşrûtiyet kavramı ve Bediüzzaman

İnsanlığın ekseriyetle hak din olan İslâmiyet’den ve O’nun nurlu hakîkatlerinden uzaklaştığı, ahkâmının neredeyse tamâmen ortadan kalktığı âhirzamanda, semâvî kaynaktan ortaya çıkan “mehdiyyet” cereyanı, hidâyet yolunu insanlığa gösterirken; bu cereyanın mümesilleri beşere İlâhî çizgiyi göstermeye hep devam edegelmişlerdir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, mehdiyyet cereyanının bir temsilcisi olarak İslâmiyet’in imân, akîde sahâsında tecdîd vazîfesiyle görevlendirilmiş bir müceddiddir.

Dinî ilimlerin kaynağını teşkil eden Kur’ân, Sünnet, İcmâ-i ümmet ve kıyâs-ı fukahâ çerçevesinde ilham eseri olarak kaleme aldığı eserleri, aynı zamanda mehdiyyet cereyanının diğer mümesillerine de bir program olarak hazırlanmıştır.(1)

Münâzarât”, şûrâ-yı şer’î sistemini, ortaya çıkşından bir asır önceki şartlarda yaşayan insanlara anlatmakta, ders vermektedir.

Ümmetin içine düşürüldüğü perişanlığı, Allah’ın izniyle ortadan kaldıracak olan bu sistemin ders verildiği nûrânî cemaat muhatap alınmıştır. Eserin ders verildiği kürt aşiretleri ve o günkü Osmanlı Devleti zâhirî muhataptır.

İşte böylesine kıymetli ve çok ehemmiyetli vazifeyi hakkıyla ifa eden Üstad Bedîüzzaman, eserlerinde istikametin ancak Ehl-i Sünnet ve Cemaat Mezhebini rehber edinmekle mümkün olabileceğini vurgulamıştır. Bu cerhedilmez hakikatı şu veciz ifadeleriyle dile getirmiştir:”Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargah yap ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın muhkemât kal’asına gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap, selâmeti bul.”(2)

Ancak, milâdî 20.asırda Müslümanların zihinleri karıştırılmış, maruz kalınan din tahribatı sebebiyle, zihinler İslâm’ın esaslarına ve hakikatlarına yabancı bırakılarak, bu Zâtın eserleri dünyevî fikirlerin ve zamanın ifsat rüzgarlarının tesiriyle yorumlanmaya çalışılarak zaman zaman bazı nâehil şahıslar tarafından  murad edilen mâna ve maksûdun dışında te’villerle şeriatın ruhundan uzak mânalar verilerek anlaşılmaya başlanmıştır.

Kitap ve Sünnet kaynak gösterilerek bu eselerin açıklanması gerekirken; felsefî akımların ve uzantıların tasallutu altında bulunan zihinler ve kesimler tarafından, özellikle içtimâî meselelere dair kısımlar, Edile-i Şer’iyyenin akîde ve uygulamadaki esaslarına  muhâlif olarak anlaşılmıştır. Hâricî tesirlerle maalesef bir kısım okuyucularda bu karışık efkârın izlerini görmek  müdakkik nazarlardan kaçmamaktadır.

Üstad Hazretlerinin bizzat yaptığı “Münâzarât”la alakalı değerlendirmeler de bize bu konuda fikir vermektedir.(3)

Osmanlı Devletinin son dönemlerindeki kişi hâkimiyetini çağrıştıran “saltanat”ın değiştirilerek meclisin öne çıkarılmasını ön gören “meşrûtiyet” sisitemine geçildiği bir devrede kaleme alınan “Münâzarât” adlı eser, tam ve kâmil anlamda İlâhî ahkâmı referans alan bir sistemin öne çıkarılması ve yazılımından ibarettir.

Devlet” ,”Halife”, “Meclis” gibi İslâm ıstılahında yer alan kavramların tamamen fıkhî çerçeve ve ölçülere dayanarak Bediüzzaman tarafından açıklanması, tezimizin isabetli olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu tesbitler, o günün insanları tarafından tam olarak anlaşılamadığı gibi, bu gün de hâla eksik anlaşılma veya yanlış tevil kargaşası devam etmektedir.

Osmanlının ferdî istibdat idâresinden 1908 yılında meşrûtî sisteme geçmesi, daha sonra ittihad ve Terakki tarafından cemiyet ve parti istibdadına dönüşmesi, arkasından Osmanlı’nın yıkılarak Cumhûrî sistemin kurulması, kısa bir zaman zarfında onun da dejenere edilerek cemiyet istibdadının yeniden hortlatılması, çok partili dönemlerde de sıkça milletin maruz kaldığı açık-kapalı ihtilaller/darbeler ve anayasa değişikliklerinin millet üzerinde bıraktığı şaşkınlık neticesinde müslüman milletimizin zihinlerinde yaşatılan travmalar sebebiyle hakikatın anlaşılması oldukça zorlaşmıştır.

“Münâzarât” ın doğru anlaşılmasına mâni olan kavramların başında “Demokrasi” gelmektedir.

Lûgat anlamı “hürriyetçilik” olan “demokrasi” denen bu beşerî sistemi, takriben 2000 (ikibin) yıl  önce ihdas eden Yunan feylesoflarından Aristo, Sokrat ve Eflâtun’dur.

Bugünün feylesofları tarafından demokrasinin tarifi şöyledir:”Demokrasi, halkın kendisini idare etmesidir. Yani kendi idarecilerini kendisinin seçmesi ve kendilerini idare edecek kanunları da kendilerinin çıkarmalarıdır.”

Bu sistemin dayandığı temel mesele; dinin devlete kesinlikle karışmamasıdır. Din, “İlâhî”, demokrasi ise “beşerî” dir.

Dinleri kendi sınırlarına sokmayan demokrasi, onlara muhâlefet ederken; kadınlara sınırsız hürriyet tanımayı da ana esaslarından saymaktadır. Çıplaklık serbest olduğu gibi, zina da suç sayılmamaktadır. Miras hukukunda da kendi kurallarını işletmektedir. Daha nice benzeri durumlar uygulama sahasında devam etmektedir.

İnsan hakları kavramını istismar ederek din aleyhindeki hakaret ve tezyîfleri, basın-yayın hürriyeti çerçevesinde görürken, yıllarca dindarlara ve Bediüzzaman gibi mânevî önderlere kan kusturulmuştur.

Bütün bu yaşananlara ve uygulamalara rağmen, her nedense günümüzde bir kısım müslümanlar (hassetsen doğru anlaması gereken Risale-i Nur ve “Münâzarât” okuyucuları), bu eserdeki bir takım mefhumları demokrasi ile eşleştirme yanlışını irtikap etmektedirler.

Bediüzzaman Hazretleri, 1910’da bu bilgileri verirken, sadece Osmanlı devletini değil, bütün İslâm âlemini nazara alarak konuşmuştur.

Tamamı için köşemiz kifayet etmez. Sadece Münazarattaki bir cümleye kısaca işaret etmek istersek: “(İşte meşrûtiyet) şurâ-yı şer’iyye, (Veşâvirhum fil’emr) Âl-i İmrân, 159 olan “Ve işlerde onlarla istişâre et” (ve) (Emruhum şûrâ beynehum) Şûrâ, 38 olan “onların aralarındaki işleri istişâre iledir” (âyet-i kerimelerinin tecellisidir.) Yani icraatta görülmesidir. (ve meşveret-i şer’iyyedir) Kitap ve Sünnete uygun olarak yapılan meşverettir. (…aklı kanundur) hak dinin hükümlerinden ibarettir, (şahıs değildir.) Bu cümlede kanundan maksat “hak din”dir.

(Evet, meşrûtiyet) şûrâ-yı şer’î, (hâkimiyet-i millettir😉 yani dinin hâkim olmasıdır. Millet kelimesi aslında “din” anlamında kullanılır. En’âm sûresi, 161. âyette de ifade edildiği gibi; “din, millet, sırat-ı müstakim” kelimeleri aynı manada kullanılmaktadır. Din ve millet kelimeleri,” müttehidan-ı bizzat (özünde, zatında bir), muhtelifân-ı bi’l-itibâr (itibârî olarak farklı, değişik) bilinmektedir ki, Bediüzzaaman Hazretleri, Hutbe-i Şamiye adlı eserinin zeylinde bu hususu vurgulamaktadır. (4)

Dolayısıyla “millet”kelimesinden “İslâm milleti” anlaşılır. Bu mânaları içinde barındıran “millet hâkimiyeti” ise, Kitap ve Sünnet’in hâkimiyeti demektir.

(Siz dahi hâkim oldunuz) cümlesinde vurgulanan, Kitap ve Sünnete aykırı bir kanun konamayacağı için, şahıs veya zümrenin keyfine göre hâkimiyet olamayacağından, siz de insanlar karşısında mahkûm değil, zâhiren hâkim oldunuz. Herkes, Allah’ın iradesine  karşı mahkûm, insanlara karşı ise bağımsız oldular. Mü’min, inancının gereği ne kendisi zillete düşer ve ne de başkalarını zillete sokar. Aksi takdirde padişahın elinden alınan istibdat, cumhurun (halkın) eline geçmiş olur ki, bu katmerli bir zulüm olur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “Kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat münkasım olmuş olur ve komitecilikle tam şiddetlenir.”(5)

Kitap ve Sünnete dayanan bir anlayış ırkçılık yapamaz. Hangi dil ve ırktan olursa olsun, tüm Müslümanların refah ve saadetini esas alır. Böyle olunca da başta Kürtler olmak üzere bütün kavimler huzur ve barışa erişmiş olacaktır.

Özetlersek; Bediüzzaman’ın eserlerinde sözü edilen “Meşrûtiyet” veya “Cumhûriyet” sistemlerinden maksat, şer’î şûrâdır. Aksi bir tarif getirmek, beşerî sistemlerle irtibat kurmak, müslümanların İslâmiyetle bağını koparmak, semâvî kaynak yerine beşerî düşünceleri oturtarak, dinin temel anlayışından uzaklaşılması, hevâ ve heves istikametinde hareket edilmesi anlamına gelmektedir.

Hayatı İman ve Kur’ânın prensiplerini  insanlığa tebliğ ve isbatla geçmiş olan Bediüzzaman gibi bir müceddid-i dini beşerî bir sistemin(hâşâ)  hâmisi ve savunucusu gibi göstermek, O’na yapılabilecek  en büyük bir bühtan ve mânevî bir hakarettir.

Böyle bir düşünceden Âlemlerin Rabbine sığınırız.

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

1-      Emirdağ Lahikası,c.1, s.259; Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s.9

2-      Lem’alar, 78

3-      bkz. Kastamonu Lahikası, s.72-74

4-      H. Şâmiye, s. 61

5-      İki Mekteb-i Musibetin Şehâdetnâmesi, s.35