Kategori arşivi: Yazılar

Batı onu Deccal olarak görürdü!

Fetih 1453 filmi Osmanlı tarihinin en önemli padişahlarından Fatih Sultan Mehmet’e olan ilgiyi artırdı. Batılıların Deccal olarak gördüğü sultan hakkında tarihçi ve yazarların söyleyeceği çok şey var.

Konstantiyye (İstanbul) bir gün mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel asker” der Hz. Muhammed (a.s.m) İstanbul için. Yüzyıllar sonra Osmanlı’nın yedinci ve en kudretli padişahı Sultan Mehmet de, İstanbul’u fetheder ve ‘Fatih’ lakabını aldı. Onun hükümdarlığı boyunca Osmanlı İmparatorluğu en şaşaalı günlerini gördü. Ellisine varmadan vefat eden ve ilmi, zekası kültür sanata düşkünlüğüyle Avrupa’da da dikkat çeken Fatih Sultan Mehmet, şu sıralar Fetih 1453 filmiyle gündemde. Devrim Evin, İbrahim Çelikkol, Dilek Serbest gibi isimlerin rol aldığı film hakkında farklı görüşler var ama Fatih’e duyulan ilgiyi arttırdığı bir gerçek. Biz de tarihçilere onun hakkında yanlış bilinenleri, duymadığımız özelliklerini sorduk…

Kanuni Sultan Süleyman onu örnek aldı

Fetih 1453 filminin danışmanlığını yapan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Yeniçağ Anabilim Dalı’nda görevli olan Prof. Dr. Feridun Emecen filmin genç bir sultanın tutkusunu ve gayretlerini gözler önüne serdiğini söylüyor: “Bu bakımdan mühim bir vazife icra ediyor ama bu nihayetinde bir filmdir, başka kaygılar da devrededir, gerçek anlamda bu dönemi ve kuşatmayı anlamak için araştırma türü kitaplara müracaat etmek en doğrusu” diyor. İstanbul’un fethine dair doğru düzgün kaynağımızın olmadığını belirten Emecen, olanların da Bizans ve Latin eserlerinden edindiklerini bilgilerle hareket ettiklerini anlatıyor: “Osmanlı kaynakları o dönemde bu hadiseyi teferruatlı anlatmıyor. Batı kaynakları haliyle geçmişi derinlere inen büyük Roma İmparatorluğu’nun son kalıntılarını yıkan, Hıristiyanlığın mukaddes şehrini alan biri gibi gördükleri Fatih’i ‘Deccal’ diye niteler. Öte yandan Hz. Peygamber’in müjdesine mazhar olmuş bir kumandan olarak da İslam dünyasında çok farklı bir yere sahip olması tabii karşılanmalıdır. Tarihçi olarak bizim daha serinkanlı yaklaşımlarla onu bu büyük devletin köklerini atan gerçek bir kurucu ata gibi kabul etmemiz, bütün bunların ötesinde ayrı bir anlam taşır.

Fatih Sultan Mehmet’in Osmanlı’yı bir cihan devleti haline getirdiğini söyleyen Emecen: “Hakkında bilinenler genellikle hamasi bir üslupla nakledilip onu ulvi bir şahıs olarak ortaya konuyor. Özellikle Osmanlı Devleti’ni bir imparatorluk haline getirecek çok önemli adımlar attığını vurgulamak gerekir. Siyasi ve askeri bakımdan genişleyecek imparatorluğun gerçek anlamda müessisi olduğunu unutmamak lazım. Bu yolda zaman zaman çok sert davranmış, vergileri artırmış, kaynakları sonuna kadar kullanmış ve gelecek haleflerine bürokrasisi, askeri sistemi ve kanunlarıyla yeni bir devlet bırakmıştı. Onun bu siyasi mirası, mesela Kanuni’ye önemli bir örnek teşkil etmiştir. Siyasi misyonunun yanında doğu ve batı kültürüne aşina ender padişahlardan biridir.

Ulubatlı Hasan değil Balaban Bey

Tarihçi-yazar Doç. Dr. Erhan Afyoncu ise Fatih Sultan Mehmet’in, bütün Türk tarihinin en önemli devlet adamı olduğunu söylüyor: “Tarihimizde büyük işler başarmış ve büyük zaferlere imza atmış devlet adamlarımız çoktur. Ancak hiçbiri Fatih Sultan Mehmet kadar çok yönlü değildir. Hanedandan birçok büyük komutan çıktı ancak onun kadar bilime, felsefeye, tartışmaya ve sanata önem veren bir ikincisi yoktu. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçek kurucusu olan Fatih, gerçek manada bir Rönesans hükümdarıydı. Onu tarih sahnesine çıkaran en önemli hadise ise İstanbul’un fethidir. Bu konuda çok laf edilmiş, ancak maalesef az araştırma yapılmıştır” diyor. Afyoncu, doğru bildiğimiz pek çok bilginin yanlış oluğunu söylüyor: “İstanbul surlarına ilk bayrağı dikenin Ulubatlı Hasan olduğu kabul edilir ve onun surlara tırmanışı, bayrağı dikişi tarih kitaplarında bir destan havasında anlatılır. Bu hadisenin kaynağı İstanbul’un fethi sırasında, bizzat orada bulunan Bizanslı tarihçi Francis’tir. Ancak anlatılanlar Francis’in eserinin orijinalinde yok. Sahte Francis olarak anılan ve daha sonraki tarihlerde Francis’in eserine geniş ilaveler yapan Melissinos’un yazdığı kitapta yer alıyor. İstanbul’a ilk giren ve suralara bayrağı diken Balaban Bey’dir. Keza fetih için gerekli gemiler Tophane’den denize çekilmedi, Okmeydanı civarında inşa edildi.

Türk sarığını Latin külahına yeğlerim

Fatih Sultan Mehmet hakkında bir diğer iddia ise kardeş katli. Afyoncu “Kardeş katli I. Murat ile başlıyor. Ancak Fatih ile kanunlaşıyor. Bu meseleyi Fatih’e yakıştıramayanlar, onun adını lekelememek için bu kanunnamenin batılılar tarafından yazıldığını ileri sürer. Kanunnamenin tek nüsha halinde ve Viyana arşivlerinde bulunmasını da iddialarına delil olarak gösterirler. Ancak yapılan araştırmalar kanunnamenin tek nüsha olmadığını, Osmanlı arşivlerinde başka nüshalarının da bulunduğunu ortaya çıkardı” diyor. Afyoncu’ya Ortadoks olan Bizanslıların fetihten bir sene önce Katolik mezhebini neden seçtiklerini soruyoruz: “İmparator Konstantin halkın tepkisine rağmen adım adım yaklaşan tehlikeye karşı Avrupa’dan yardım almak için son çare olarak Papa’ya Ortodoks kilisesini Katolik kilisesiyle birleştirmeye hazır olduğunu bildirdi. Halk ve din adamlarının çoğu bunu protesto etti. En güç koşullarda bile Ortodoksluktan vazgeçmeyen Bizans halkı, Latinlere borçlu kalmaktansa Osmanlılar tarafından yönetilmeyi tercih ediyordu. Nitekim Grandük Notoras, Bizanslıların duygularını ‘Şehirde Latin külahı görmektense Türk sarığını yeğlerim’ diye en veciz biçimde ifade etmişti.” Afyoncu sanılanın aksine İstanbul’un fetih öncesinde ölü bir şehir olduğunu belirtiyor: “Şehir, 1204’te Latinler tarafından işgalinden sonra uzun bir gerileme dönemine girmişti. Adeta köye dönüşmüş, bağlar ve tarlalarla dolmuştu. Patrik Scholarios, İstanbul’u ‘Büyük bir kısmı boş, yoksullukla perişan olmuş harabe bir şehir’ olarak tasvir eder. Fatih, İstanbul’u harabe bir nehir olarak ele geçirmek istemediği için son hücumu yapmaya karar verdiğinde Bizans İmparatoru’na, şehri yağmadan korumak için teslim etmesi gerektiğini teklif eder ve buna karşılık kendisine Mora despotluğunu önerir. Konstantin kabul etmeyince Fatih hocası Akşamsettin’den izin alarak şehrin yağmalanmasına müsaade eder.

Büyük imar hareketi

Fatih, büyük çapta bir imar hareketi gerçekleştirdi. 300 kadar cami, 57 medrese, 59 hamam, 29 bedesten, çeşitli saray, hisar, kale, sur, han ve köprüler yaptırdı. Başta Ayasofya olmak üzere sekiz kiliseyi camiye çevirdi. Bugünün üniversitesi olan Fatih Külliyesi’ni 1470 yılında tamamladı.

Hz. Eyyub-i Ensari’nin kabri, hocası Akşemseddin tarafından keşfedildi ve üzerine Eyüp Camii yaptırıldı. Fatih Camii, 1470 yılında yine onun tarafından ibadete açıldı. Fatih zamanında inşa edilen Kapalıçarşı, İstanbul’un en önemli ticaret merkezlerinden biri haline geldi. Devrin mimari eserlerinden Yeni Bedesten de ünlüdür. Saray-ı Cedide-i Amire adı verilen Yeni Sarayı (Topkapı Sarayı) da Fatih Sultan Mehmet yaptırmıştır.

Hastaydı ama öldürüldü

Prof .Dr. İlber Ortaylı (Tarihçi)

Tarihçi Prof .Dr. İlber Ortaylı Fatih Sultan Mehmet hakkında doğru düzgün bir şey bilmediğimizi söylüyor: “Fragmanlarda gördüğüm kadarıyla Fatih’e zırh giydirmişler. Fatih hiçbir savaşta zırh kullanmazdı. Çünkü esas ilgi alanları ateşli silahlardı. Kılıç-kalkan kullanmazdı.” Ortaylı Fatih başka bir çarpıcı bilgi veriyor: “Fatih Sultan Mehmet’in zehirlenerek öldürüldüğü iddialar var. Bunlar doğrudur. Fatih, yönü belli olmayan bir sefere çıkarken zehirlenerek öldürülmüştür. Veriler bu seferin İtalya üzerine olduğunu gösteriyor ve İtalyanlar zehir konusunda çok uzmanlaşmış. Fatih hastaydı ama hastalıktan değil zehirlenerek öldürüldü.

Orduya namaz kıldırdı mı?

Mustafa Armağan (Yazar ve Tarihçi)

Fetih 1453 filminde Papa dahil Batılı yöneticileri aciz, kalleş ve korkak gösteren kısımların olduğunu söyleyen yazar ve tarihçi Mustafa Armağan “Gerek yoktu bence. Unutmayalım ki, Konstantin’i küçültmek, Fatih’i büyütmez; aksine onun büyüklüğünden de bir şeyler eksiltir. Fatih’in İstanbul’u alma tutkusu, yalnız maddi değil, manevi temellere de dayanır” diyor. Armağan’a göre en çok bilinen yanlış Fatih’in fetih sırasında surların önünde ordusuna namaz kıldırması: “Gerçeklerle en ufak bir ilgisi yok. Ayasofya’daki namazda dahi imamlığa Akşemseddin’i geçirdiğini biliyoruz.

Tarafsız gözle okumalı

Ahmet Ümit (Yazar)

Önümüzdeki aylarda Fatih Sultan Mehmet’i anlatan bir roman çıkaracak olan yazar Ahmet Ümit ise şöyle diyor: “Bizim tarafta Fatih, mitolojik bir karakter gibi algılanıyor, batı ise Deccal olarak nitelendiriliyor. Tüm bunları ortak bir okumayla kavramak gerekiyor. Ama inkar edemeyeceğimiz bir şey vardır ki çok büyük bir devlet adamı. İstanbul’un fethi 54 günlük bir kuşatma içerisinde oluyor. Herkes çok yoruluyor, 53’ncü gün divan toplanıyor ve herkes bırakıp gitmek istiyor. Fatih askerlerden sadece bir gün daha dayanmalarını istiyor ve 54’ncü gün İstanbul fethediliyor.

Fatma Karaman / Star Gazetesi

İslam şemsiyesi, Nurların sadeleştirilmesi ve İmamlarımız

Üç önemli mesele: İslam şemsiyesi, Nurların sadeleştirilmesi ve imamlarımız

1-İslam’ın en üst şemsiye olması

İslam, en üst şemsiyedir. İslam, bütün Müslüman milletlerin ortak, mukaddes değeridir. Milletleri ve milliyetleri bir ırkta toplamak mümkün değildir. Gerek de yoktur. Ama hepsini İslam’da, İslam şemsiyesi altında toplamak mümkündür. Bu ise gereklidir ve farzdır. Çünkü o, bütün milletlerin Rabbi olan Allah’ın nizamıdır. Bütün milletlerin onda toplanması, onu anlaması, yaşaması, anlatması ve yayması da Allah’ın emri, rızası ve arzusudur. Hatta ve hatta Allah’ın kulun üzerindeki en büyük hakkıdır. Hiçbir ırkın, hiçbir ırka üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancak iman ve takva iledir.

2-Nurların sadeleştirilmesi

Bediüzzaman, sadece dinimizi değil, aynı zamanda dilimizi de ihya etmektedir. Kimse onun dilini kendine uydurmaya kalkmasın, kendini ve dilini ona uydurmaya kalksın. Onu kendi seviyemize indirmemiz zillet, bizim ona tırmanmamız ve yükselmemiz izzettir. Bediüzzaman’ın Nur Risaleleri şerh ve tanzime tabi tutulabilir. Ama asla onun orijinal kelimeleriyle oynanmamalıdır. Çünkü Risale-i Nur’da öyle bir zenginlik vardır ki bir kelimesinden bile bazen bir makale ve bir kitap çıkabilir. Konuşmalarınızda ve yazdığınız eserlerinizde Risale-i Nurdan aldığınız metinleri ruhuna uygun bir şekilde tercüme edebilir ve izah edebilirsiniz. Çünkü herkesin Risale-i Nurdan istifade etme hakkı vardır. Bu hakka engel olmaya da hiç kimsenin hakkı yoktur. Zaten bu icraata da kimsenin karşı çıkacağını sanmıyorum. Çünkü yaptığınız izah ve ortaya koyduğunuz eser sonuçta sizindir. Bu icraatınızla siz sadece istifade ve istifazenizi yansıtmış olmaktasınız.

Ama siz kalkar da Bediüzzaman’nın diyelim Sözler kitabının orijinalinin yerine sadeleştirilmişini koyar ve kitabın üstüne de Bediüzzaman’ın ismini koyarsanız bu apaçık bir tahrif olur. Risale-i Nur denizinden kovanızı doldurabilirsiniz, oradan aldığınız suda her türlü tasarrufta bulunabilirsiniz, ama denizin kimyasını bozmaya kalkmamalısınız.

Risale-i Nur’un orijinalini koruyarak anlaşılması için yapılan her hizmet güzeldir, tebrike ve takdire layıktır.

Kur’an’ın orijinali korunarak nasıl herkes onu anlamaya ve anlatmaya çalışıyorsa, Kur’an’ın bir çeşit tefsiri olan Risale-i Nur’un da orijinali korunarak herkes onu anlamaya ve anlatmaya çalışmalıdır.

3-İmamlarımızın Kur’an’ı doğru okuması

İnsanın namaz kılması ve namazı doğru kılması nasıl farzsa, imamların da Kur’an’ı doğru okumaları farzdır.

Kur’an’ı doğru okuma, Allah’ın kudsî arzusu, Peygamberimizin de en önemli sünnetlerinden biridir.

Kur’an’ı doğru okumanın ölçüsü nedir?

Yüce Allah, “Kur’ân’ı tertil ile yani açık açık, tane tane oku“. (1) buyurmuştur. Bu emir, mutlaka uyulması gereken vücup ifade eden bir emirdir. Ayette geçen “tertîl” ise: Kelimelerin, açık, anlaşılır ve acele edilmeden söylenmesi, harflerin özellikleriyle belirlenerek, harekelere hakkının verilip rahat ve sakin okunması demektir.

Peygamberimiz’e Kur’ân’ı böyle okuması emredilmiştir. Bu emir elbette onun şahsında bütün müminleredir ve O, bu emri yerine getirmiştir. Aişe validemize onun nasıl Kur’ân okuduğu sorulmuş o da: “Eğer dinleyen saymak istese bütün harflerini sayardı” diye tarif etmiştir. Demek ki, Rasulullah efendimiz bu emri bu şekilde uygulamışlardır.

Kur’an’ı yanlış okuma manayı bozar, mananın bozulması da namazı bozar. Fıkıh ve ilmihal kitaplarımızda zelletülkari meselesi önemli bir yer tutar. Merak edenlerin oraya bakmaları tavsiye olunur.

Avamın yanlış okuması, belki mazeret sayılabilir; ama havassın yani bu işi meslek edinmiş kimselerin, yani imamların Kur’an’ı yanlış okumaları mazeret sayılamaz. Bu kimselerin Kur’an’ı yanlış okumaları kıraat imamlarının ittifakıyla haram, doğru okumaları da farz-ı ayndır. (2)

Soruyorum: Siz bir makale veya şiir yazsanız, bu makale veya şiirinizi en iyi okuyana mı verirsiniz, yoksa, okuyuşuyla şiirinizi veya makalenizi anlaşılmaz hale getirene mi?

Sorunun cevabı gayet açıktır.

Öyleyse mihraplar, ya Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı en iyi bilen ve en iyi okuyanlara tahsis edilmeli, ya da bu keyfiyetten yoksun imamlarımız en kısa zamanda kurslara tabi tutularak Kur’an’a layık bir bilgi ve okuma tarzıyla mihrablara geçirilmelidirler.

Her berrin ve facirin yani her ahlakı iyi ve kötünün arkasında namaz kılmak caizdir, denilmiş, ama mihraba uygun olmayanların arkasında namaz kılmak mekruh görülmüştür. Mihrabdaki imam kardeşlerimiz, Hz. Peygamber’in (s.a.v) temsilcileridirler. Bu kerahetten kurtulmaları ve halkı kurtarabilmeleri için Kur’an okumalarını Hz. Peygamber’in okuyuşuna, ahlaklarını da Onun ahlakına benzetmeye kendilerini zorlamalıdırlar.

Bu işin vebali vardır, manevi sorumluluğu çok ağırdır. Doğru okuyan, ta’dil-i erkân ve huşu ile namaz kıldıran, takvası ve güzel okuyuşuyla mihraba layık imamlarımızın, bütün cemaatin sevabı kadar bir sevap almaları mümkün olduğu gibi; yanlış okuyan, tadil-i erkânsız ve huşusuz namaz kıldıran imamlarımızın da bütün cemaatin vebalini omuzlamak gibi ağır bir yükün altında oldukları da bilinmelidir.

Bu vebal ve günahın sahibi sadece bu özellikteki imamlarımız değildir. Kur’an’ı doğru-dürüst öğreten mekanizmaları kurma yetkisi olup ta kurmayanlar, Kur’an’ın doğru okunması ve doğru anlaşılması için bu mekanizmaları harekete geçirmeyenlerin de bu vebalde payları vardır.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Dipnotlar:

1-Müzzemmil, 73 / 4

2-Bkz. Dağdeviren, Alican, Kur’an Okuma Sanatı Tecvid, s. 183, İst. 2009

Yaptığımızın saadetini değil, yapamadığımızın ıstırabını çekmek!..

İnsan halden hale düşer. Çünkü insan acizdir.

Bazıları diyor ki; “Niye aciz olacakmışım! Ben gayet iyiyim!” Fakat gözle görülmeyen mikrop onu yere serebiliyor. Herhangi bir olay onu perişan edebiliyor. Böylece insan acizdir. Dünyaya Zaloğlu Rüstem gibi pehlivanlar gelmiş… Devlet başkanları, diktatörler, zenginler gelmiş fakat hepsi ölmüş gitmiş…

Demek ki, kaderin önünde herkes acizdir…

Mesela bir öğrenci, “Ben falan lisede okuyorum” diyor. Amma bu söz yetiyor mu? Okulda müdürlerine, öğretmenlerine itaat ediyor mu? Sınavlarda başarılı olup sınıf geçiyor mu? Mezun oluncaya kadar nerelerden geçiyor çocuk…

Aynen bunun gibi, dünyaya gönderilmemizin sırrı, İslamiyet’i yaşamaktır. Amma sadece “Müslüman’ım” demek yetmiyor. Allah, kulunu imtihan ediyor. Bu imtihanın sırrı şudur: Kul, Allah’a ne kadar bağlı, herhangi bir hadise karşısında O’na ne kadar itaat ediyor?

Birbirine zıt olan halleri düşünün… Zengin olan şahıs, bir günde fakir duruma düşebilir. Mesela depremden sonra bir adam dedi ki; “Evlerim, arabalarım vardı. Hepsi yıkıldı gitti. Şimdi bir ekmeğe muhtacım…” Sağlıklı olan bir kişi, bir anda sağlığını kaybedebilir. Mesela ben Eyüpsultan Camii’nde pat diye düşüp bayıldım. Uyandığımda felç olmuştum…

Bu birbirine zıt olan hayat şekillerini herkes kendine göre düşünsün…

Aileler perişan… Birisinin karısı ölmüş, birisinin kocası ölmüş, birisi işten çıkarılmış, birisine iftira etmişler, birisi en yakınını kaybetmiş, birisinin evi bombalanmış… Bunlar dünyanın çeşitli yerlerinde oluyor. Hayatta ne kadar olabilirlik varsa, her insanın başına bunlar her an gelebilir.

Görüldüğü gibi, insan acizdir… Bu sebepten sıkıldığım zaman hemen 20. Mektub’u açar okurum…

Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünki sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır. Kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp, levâzımatını yerine getiremezsin. Öyle ise beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır. O Mâlik, hem Kadîr’dir, hem Rahîm’dir; kudretine istinad et, rahmetini ittiham etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyı bul.

Bu dersten anlıyorum ki, Allah’ın yarattıklarında kötülük yoktur, insanın yaptığı işlerde kötülük vardır. Müslüman, Allah’ın karşısında kendini anne kucağındaki bir bebek gibi bilmeli. Çünkü dünyadaki bütün annelerin merhameti toplansa, Allah’ın kuluna olan merhametinin milyarda biri kadar olamaz…

Bizden daha kıymetli insanlar, bizden daha büyük dertlerle uğraşmışlar. Peygamberler, veliler, alimler… Amma çektikleri dertlerden şikâyetçi olmamışlar. İslam’ın derdini kendilerine dert edindikleri için, başka şeyleri dert edinmemişler. “Geçer gider…” demişler. Bir Müslüman İslamiyet’e hizmet ederse, Allah da o kuluna çeşitli imkânlar, ihsanlar verir…

Büyük insanlar, yaptıklarının saadetiyle bayram etmez, yapılması gereken işlerin ıstırabını çekerler…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

İman-İrfan Okulu: Denizli Hapishanesi (Şiir)

Denizli hapishanesi tecrit ile başlıyor

Geçirdiği çok zor şartlar yine devam ediyor

 

Fakat bu cezaevinde kalan bütün mahkûmlar

Üstad ve talebelerle yakından tanışırlar

 

Onlar Risale-i Nur’u beraber okuyorlar

Böylelikle de bambaşka bir insan oluyorlar

 

Bu hapishaneler birer okul haline dönmüş

İlim – irfan bakımından herkese örnek olmuş

 

Risale-i Nur çemberi gittikçe genişliyor

Bu nurları okuyanlar her gün fazlalaşıyor

 

Gizli İslam düşmanları bunu fark ediyorlar

Risale-i Nur’dan ürküp telaşa düşüyorlar

 

Diyorlar ki: “Üstad gizli bir cemiyet kuruyor

Hükümetin aleyhine bir şeyler çeviriyor

 

İnkılâpları kökünden yıkmayı arzuluyor

Mustafa Kemal’e deccal, din düşmanıdır diyor”

 

Bu nedenle memurlardan bir komisyon kurulur

Risaleler ve Mektuplar müsadere edilir

 

Bu Komisyonun gayesi bunları tetkik etmek

Siyasi bir mevzu olup olmadığını bilmek

 

Bu mektup ve risaleler tetkike başlanıyor

O zaman Bediüzzaman buna karşı geliyor

 

“Bu vukufsuz ehli vukuf inceleme yapamaz

İnceleme yapsa bile bir şeyler anlayamaz

 

Ankara’dan ehli vukuf teşekkül ettirilsin

Avrupa’dan feylesoflar buraya getirilsin

 

Ağır cezaya razıyım eğer suç bulunursa

Her şey benim kabulümdür sonucu ne olursa”

Üstad’ın bu isteğini olumlu görüyorlar

Ankara’da bir komisyon anında kuruyorlar

 

Heyette yüksek âlimler profesörler vardı

Mektuplar ve Risaleler teker teker tarandı

 

Ehli Vukuf tarafından bir rapor hazırlanır

Raporun açıklanması Üstad’ı rahatlatır

 

“Bütün eserleri ilmi ve hepsi imanidır

Siyasi bir içerik yok Kuran’ın tefsiridir”

 

Üstad ta mahkemede bir müdafaa yapıyor

Şikâyetlerin ispatsız olduğu görülüyor

 

Mahkeme de ittifakla berat kararı verir

Risaleler serbest olur ve iade edilir

 

Üstad ve talebeleri dokuz ay yatıyorlar

Berat edildikten sonra tahliye oluyorlar

 

Üstad tahliye olmadan hapiste zehirlenir

Cezaevindeyken ölüm tehlikesi geçirir

 

Allah’ın inayetiyle ölümden kurtuluyor

Sonradan zehirlenmeler yine devam ediyor

 

Tarihte hiçbir kimseye yapılmayan zulümler

Üstad’a reva görülmüş işkence, ihanetler

 

Üstad ise dinsizlerin planını bozuyor

Ölümü hiçe sayarak hakikati söylüyor

 

Denizli hapsinde yazmış “Meyve Risalesi”ni

Sonra orda telif etmiş “Asayı Musa”sını

 

Hapisteki talebeler ile diğer mahkûmlar

Bu “Meyve Risalesi”ni defalarca yazmışlar

 

Hâlbuki hapishaneye kâğıt sokulmuyordu

Nurların yazılmasına izin verilmiyordu

 

Eserler hapishanede gizlice yazılmıştı

Hatta kibrit kutuları bile kullanılmıştı

 

Üstad ve talebeleri hapisten çıkıyorlar

Denizli halkı onları misafir ediyorlar

 

Daha sonra Şehir Palas Oteline yerleşir

Bir buçuk ay kadar kalır insanlarla kaynaşır

 

Berat kararına rağmen rahat bırakmıyorlar

Emirdağ’a gönderilip iskân ettiriyorlar

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

 

Esmâ’nın diliyle imtihan sırrını okumak

Bir maden ateşe atılmadan kömür ve elması; altını ve bakırı birbirinden nasıl  ayrılacak?

Aynen öyle de, bu dünya bir imtihan ve ibtilâ meydânıdır. İnsan nev’i bir ma’den gibidir.

Elmas ruhlu, temiz fıtratlı insanları; kömür ruhlu insanlardan ayrıştırmak için, onları imtihan ateşine atar, hayatın içinde yoğurur, teklîfen ve tekvînen denemeye tâbi tutar. Emirleri ve yasakları ile; hayır ve şer ile ortaya koyduğu tercih şıkları ile; ni’met ve musîbetle test eder, neticesinde doğruları yalancılardan, iyileri kötülerden ayırt eder.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, beşerin içinde bulunduğu bu mücâhede ve mücâdelenin izahı bağlamında der ki:

Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile müsâbaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir mâdene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye bir ibtilâdır ve bir müsâbakaya sevktir ki, istidad-ı beşer mâdeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin(Sözler, 20. Söz, 2. Makam, iki mühim suâle karşı iki mühim cevap, 266)

Cenâb-ı Hak, insanı stabil bir vaziyette bırakmamış, ondaki cevheri ortaya çıkarmak için teklifî ve tekvinî bir süreci önüne koyarak özellikle imân ehlini daha şiddetli ve ağır imtihanlarla tecrübe etmektedir.

Mes’ele imân dâvasında sadâkatın, sebâtın, azmin, tahkikî imânın, zamanın dalgalarına, şeytânî tuzaklarına dayanabilmenin dayanıklılık testinden geçip geçemiyeceği meselesidir.

Mes’ele Salih amellerle bâkiyâtın tarafını mı, yoksa şerlerle fenâ ve zevâlin temelsiz câzibesini mi tercih meselesidir.

Mes’ele dünyevîleşmenin kıskacında kıvranan âhir zaman müslümanlarının önünde bekleyen İttihâd-ı İslâm ve Hz. Mehdî’nin, hayatın tüm kademe ve birimlerindeki  icraatına muhatabiyyet noktasında hazır olup olmama mes’elesidir. Allah mutlaka Nûr’unu tamamlayacaktır. Gözlerimizin ve gönüllerimizin zeminini ve konumunu, murâd-ı İlâhî istikametinde tekmil bir vaziyete getirme hususunda son hazırlıkları yeniden kontrol etmenin gayreti ve cehdi içinde olmaklığımız zarûrîdir.

“İnsanlar, sâdece imân ettik demeleriyle serbest bırakılacaklarını ve kendilerinin imtihan edilmeyeceklerini mi sanıyorlar?” (Ankebût, 2)

Hiç şüphesiz belâ ve musîbetler, ehl-i imânı ateş gibi yakar, insanın özü, cevheri bununla ortaya çıkar. Sonunda da Rahîm, Hakîm ve Vedûd isimleriyle müsemmâ bir Zât-ı Zülcemâli bulur.

Ve insan haykırır evliyânın sesiyle ve nefesiyle: Yâ Rab! Senin rahmetinden daha şâmil bir rahmet, senin hikmetinden daha fâik bir hikmet, senin muhabbetinden daha güzel bir muhabbet düşünülemez.

O Zât-ı Rahîm, Hakîm ve Vedûd, bir sırr-ı imtihan olarak Hz. Eyyûb (a.s)’ı can, mal ve evlâd vesilesiyle musibete uğratmış, Hz. Zekeryâ (a.s)’ı testereyle biçtirmiş, Hz. Yahyâ (a.s)’ın başını kestirmiş, Hz. İsâ (a.s)’ı çarmıha gerilmekten kurtarıp semâ katına cesed-i nûrânîsiyle yükseltmiş, Hz. Muhammed (A.S.M)’i  ahir zaman nebîsi olarak en şiddetli belalarla imtihan etmiştir.

Aynı Zât (c.c) , Hz. Dâvûd, Hz. Süleymân, Hz. Yûsuf (aleyhimüsselâm) gibi peygamberleri de saltanatla tahta oturtmuştur.

Bediüzzaman Hazretlerine ömür boyu yapılan zâlimâne muâmelenin, işkence, cefâ ve sürgünlerin altında rahmet, hikmet ve vedûdiyyetin tecelliyâtının misâlleri o kadar çoktur ki, izâhı köşemizin boyutunu aşar.

Celâl sahibi yüce Allah, Said Nursî Hazretlerini eli kolu bağlı bir vaziyette, ıssız bir köyde (Barla) ikamete mecbur edip ehl-i dünyanın gözetimi altında hapislere ve esâretlere mahkûm eder. Yaşlılığının yanı sıra çeşitli hastalıklarla birlikte bir de verilen zehir ve pek çok menfî durum karşısında sıkıntılar içinde geçen bir hayatın sabır içindeki tatlı meyveleriyle celâli içinde cemâlî bir atmosfere mazhar kılar.

Risale-i Nur gibi Kur’ân çeşmesinden akan mânevî bir tefsir, ilham eseri olarak O’na yazdırılır.

Yaşadığı sıkıntılar içerisinde birden bire gözünü açar, bir tesellî levhâsını okur:” Bak! Cennet-i a’lâ bütün letâifi ile seni bekliyor, sana âşıktır, bin bir ismimle senin imdadındayım, yardımındayım, haydi çalış, dellallığa devam et” diye O’nu teşvik eder.

Bu Zât-ı muhterem de bu va’d ve İlâhî müjdeye dayanarak dinî ve ilmî vazifesini hakkıyla ifa etmiştir.

O Zât’a muhâlefetle Kur’ânın nurunu söndürmek isteyen bedbaht gürûh ise, her ne kadar zâhiren dünya şatafatı ve rahatı içinde yaşamış olsalar bile, o görüntünün altında bir kahr-ı İlâhî saklıdır.

Çünkü o cebbâr ve müstebidler, şimdi kabrin karanlıklı hayatında azap ve itap içerisinde mahzûn, pişman ve perişân bir vaziyette azaba dûçâr olmuşlardır. Mahşer ve mizanda da elîm ve fecî’ âkibet onları beklemektedir.

Bütün dünya Bediüzzaman’ı tanırken, O’nun Kur’ân ve Hadisten nebeân eden imânî hakîkatlerinden kana kana içerek rahmet ve şükranla anarken; bir devrin Nemrût, Firavun ve Şeddatları hak ile yeksân olmuş, adları/sanları/namları unutulmuştur.

Tarih; Va’dedilen müjdeler birer birer çıkarken, biiznillah ahir zamanın geniş dairesindeki faaliyet ve nûrânî yansımaları kabrinden şükrederek seyredecek olan Bediüzaman’ı “ahir zamanın en bahtiyar insanı” olarak yâd edecektir.

Üstad Bediüzzaman, Hz. İbrahim (a.s)’ın meşrebinde olduğu için teenni ile hareket etmiş, aceleci davranmamıştır. Vazîfesini yapıp sabır içinde neticeyi Allah’tan beklemiştir.

İmtihan devam ediyor…Kim sâdık, kim kâzib? Kim korkak, kim cesur, kim azimli, kim kararsız?

Kim rahmetten yana, kim azaptan yana? Kim kâfire, münafığa dost; kim Allah ve Resûlüne?

Kim münkerât ve menhiyyâta karşı, kim içindeki tâğûtlarıyla titretiyor Arş’ı?

Kim Tevhîd dini olan İslâm’ın kıyâmete kadar tahrîfsiz devamından yana; kim dinin tahrîb, tebdîl ve tağyîrine tavizkâr, füccâr ve eşrâra müsamahakâr?

Kazananlar ve kaybedenler…Kayanlar/kaydıranlar ve sebat edenler…Hak ve hakîkatten ta’vîz vermeyenler, denge hesabıyla vaziyete vaziyet edenler…Hepsi birer test, birer imtihan. Kazanmak ve kaybetmekle karşı karşıya bulunan biz mü’minler…

Cenâb-ı Hakk’ın hikmetinden ve icrââtından suâl olunmaz.

Bütün bunları imtihan sırrının bir gereği bilip kaza ve kadere teslim olmak, kulluğumuzu unutmamak, çizgimizde ve müstakîm hattımızda sebat etmek,  hep Hak’tan yana olmak, Hakk’ı söylemek, ya da sükut etmek, en selâmetli yol olsa gerek.

İsmail Aksoy