Kategori arşivi: Yazılar

Risaleleri sadeleştirme konusunda kim haklı?

Muhyiddin ibnü’l -Arabi Hazretleri, özellikle Futuhat-ı Mekkiye’de sık sık “Fekad evhallahu ileyye” (Allah bana vahyetti) der. Sonra da “Lestu ene nebiyyen’ (Ben Nebi değilim) diye ikazda bulunur.

O zaman insanın aklına şu soru geliyor. “Sen nebi değilsen neden ‘Allah bana vahyetti!’ ” diyorsun. Bu mesele uzun süre zihnimi aklımı meşgul etti. Sonra birden fark ettim ki, o mübarek zat, esasında Kur’an’ı  ve hadisi yüceltiyor.

Çünkü kendisine gelen ilhamın veya sunuhatın hak ve hakikat olduğunda zerre kadar şüphesi yok. Yani kendisine gelen bilgilerin de Kuran’ın vahyedildiği kaynaktan geldiğini biliyor. Anacak, kendisinin ‘sadrı’, Nebi’nin sadrı gibi mücella, pak ve berrak değil. Oraya düşen hikmet, aynı paklık ve berraklıkla dışarıya taşmıyor. Bilgi, nefsinin arızalarını da yüklenip dışarı çıkıyor. O yüzden de kendisine gelen bilginin saf ve hakikat olduğunu biliyor ama onu aktarırken kullandığı lisan ve manalara giydirdiği elbiselerin, tam da uygun düşmediğini görüyor. O yüzden de ‘Bana Allah vahyetti’ derken kendisine verilen bilgiye saygı gösteriyor, ‘Ama ben peygamber değilim’ diyerek de, o bilgeleri aktarırken hata etmiş olabileceğini beyan etmiş oluyor. Bunu, not edelim şimdilik ve zihnimizde tutalım.

* * *

Bilindiği gibi nübüvvetin iki ayağı vardır. Yani bir peygamber hem velidir hem nebi. Ama nübüvvet vazifesi velayet hakikatiyle kıyas kabul etmeyecek kadar yüksektir. Nübüvvet-i Ahmediye açısından Hz. Muhammed bir peygamberdir ama aynı zat, Velayet-i Muhammediye adıyla da bir velidir. Nübüvvet bir tensib-i ilahidir. Velayette kesp de vardır. Nebinin vazifesi irşat ve tebliğdir. Velinin vazifesi ise ıslah! Bazen mürşîd ve mühdî de olabilir. Bu yönüyle ‘Nebinin varisi’ olur.

Peygamberimiz, Alimler, nebilerin varisleridirler buyurmuş. Vukuat bize göstermiş ki âlimler dahi iki sınıftır. Birisi eşyanın ve hadiselerin hakikatini anlamamıza yarayan ama mürşit olmayan müspet ilim erbabı. Diğerleri ise, onların bulgularından da yararlanarak, tevhidi anlatan ve insanları Allah’a çağıran, mürşid vazifesi de yapan âlimlerdir. Zaman içinde toplum, ilkine alim demiş, diğerine şeyh, meşayih demiş.

Pekâlâ, büyük âlimler gelmiş ama bir tane bile ‘müritleri’ olmamış. Onların ilimlerinden herkes istifade etmiş ama onların üslup ve meşreplerini yaşayıp yaşatacak cemaatleri olmamış. İmam Gazali ve benzeri birçok âlim böyledir. O zatların çabası, aklın ihyasıydı. Meşayih dediklerimiz ise, insanın gönlünü imar ve ihya etmişler…

İlk sınıf medreselerde kümelenmiş, diğerleri ise tekke adı altında teşkilatlanıp insanları aydınlatmaya devam etmişler.  Ve insanlara kainattan, âfâktan ve enfüsten deliller getirerek onları  Artık dileyen Rabbisine varacak bir yol bulsun ayetinin emri çerçevesinde Hakka vardırmaya uğraşmışlar….

Özü, ‘Allah’ın var olduğunu, insanın öldükten sonra dirilip hesaba çekileceğini ve hayatın onun otoritesi altında cereyan ettiğini bilip hayatını ona göre şekillendirmek’ olan hikmeti inşa etmişler.

Kimisi ‘kalben seyr u sülüku olan’ ‘tarikat yoluyla menzil almış, kimisi kudret yolunu seçip afakî putları kırarak (huzura mani olan halleri dağıtarak) devran geçmiş.  Kimisi ‘üveysi’ takılmış. Bu üç sınıfın da bariz vasfı ‘Rabbin hesabına mevcudu yok saymak’ olmuştur… Mevcudu, maddeyi, zihnen aşamadıkları için onu yok saymayı yeğlemişlerdir.

Bu yüzden de uzun yıllar medrese erbabı olan âlimler, velayetin meyvelerinden istifade etmek için Tarikat erbabına müracaat etmişler, en büyük bir medrese âlimi, en küçük bir tarikat şeyhinin elini öpmeye kendini mecbur bilmiştir, iman hakikatlerinin hazzını almak için. Her meşrebin kendine göre bir hakikati ve her yolun milyonlarca yolcusu olmuş. Her yoldan da hakka varanların haddi hesabı yok.

Sonra bir dönem gelmiş ki insanlık, ilk defa bir yaratıcının olmayabileceği fikrini bile tartışmaya başlamış. İnsanı, Allaha vardırması gereken bilgi ve eşya, O’nu yok saymanın vasıtası yapılmış.

Ve insan müşriklikten daha beter olan ‘ate’ (Yaratıcısızlık) olabilmiştir. Müşrik, münkir değil, Yaratıcıya ortak koşandır. ‘Ate’ ise onu yok saymaktır. Bu yeniçağ/ bu yeni anlayış (18. Yüz yıldan itibaren), maddeyi ezeli sayıyor ve ‘Tanrıyı’ inansın bir tasarımı kabul ediyordu. Ve hızla insanlığı sarıyordu. Nitekim 19. Yüzyıla gelindiğinde nerede ise tüm dünyada bütün dinler ve kutsal savunmaya çekilmiş durumdalardı bu düşünce karşında.

Tam da ahir zamanda olacağı haber verildiği gibi… İnsanlar kendiliğinden ve bir icbar olmadan dinlerinden, mukaddeslerinden ve ahlaklarından soyutlanabiliyor, küçücük bir dünya menfaati için dininden diyanetinden vaz geçebiliyordu.

Bu bir deccaliyet haliydi. Yaşananlar da Deccal’e atfedilmiş hallerdi… Artık İslam dahil eski tüm inanışlar tehlikedeydi. Tüm kutsallar sarsılmış, tüm dinler çaresiz kalmış ve insanlık hızla inkâr-ı ulûhiyetin pençesine sürükleniyordu. Eski tevhid delileri ve tevhide götürme yolları artık etkili olamıyordu. Yeni bir yol bulmak, yeni bir anlatı getirmek gerekiyordu insanı uyandırmak ve yeniden Rabbi ile buluşturmak için…

İşte Bediüzzaman, tam da böyle bir ortamda ortaya çıktı. ‘La mevcude ilahu diyerek’ varlığı Allah hesabına yok sayan eski anlayışları bırakarak, Varlığın kendisinden Allah’a giden bir yol olduğunu insanlara göstermeye koyuldu. Kuran’ın sadefinden doğrudan hakka varan bir tünel bularak en safi, en kestirme, en halisane yoldan hakikat bilgisine ulaşmış ve bunları insanlarla paylaşmaya başlamıştı.

Geçmişin aksine, sürekli kainattan ve ilimden örnekler getirerek, kalbinin ulaştığı benzillere aklını da götürerek, ispat ve ikna yolunu kullanıyordu. Bu çıkış medrese (yani ilim) adına da önemli bir çıkıştı.

Sadece kalp yoluyla değil, aklı da beraberinde götürmeyi esas alan ilim ayağıyla hakikate varmanın muazzam bir kapısını açmıştı.  Öyle ki günümüz felsefesinin ve tanrı tanımaz pozitivist düşüncesinin ‘Tanrı tanımazlığına’ vasıta yaptığı ‘maddeyi’; alıp tevhid delilleri haline getiriyordu. Her bir yerde ve her bir şeyde doğrudan Zat-ı Akdes’e varacak pencereler, menziller, menfezler ve koridorlar açmıştı.

Eşyadaki tevhidi; yani Allah’ın var ve tek olduğunu o kadar ikna edici delillerle gösteriyordu ki hiçbir akla kaçış yolu bırakmıyordu. Bilimi, tanrı tanımazlıklarına dayanak yapmaya çalışanları kendi yuvalarında vuruyor, dayandıkları noktaları yıkıyor, en son ve geniş nokta-i istinatları ve medâr-ı gafletleri olan perdelerde, tevhid nurunu gösteriyordu…  Kainatın her âleminde; atomda, hücrede, gezgen sistemlerinde, kuazarlarda, toprakta, yerde ve insan nefsinde, tabiatta ve zerratta, inkâr-ı ulûhiyet fikrini savunanları takip ederek, en uzak sığınaklarını dahi bozuyordu. Her yerde, huzura (Rabbin var ve tek olduğuna dair) bir yol gösteriyordu.

Hiçbir şeye, Rabbin varlığını perdeleme;  ‘huzura’ (Allahın her yerde hazır ve nazır olduğuna) mâni olma imkânı bırakmamıştı. Ehl-i tarikat ve hakikat gibi huzur-u daimî kazanmak için kâinatı ve eşyayı yok saymaya (La mevcude illa hu demeye) gerek duymamış, aksine kâinatı O’nun varlığını temaşa etmek için bir ayna, geniş bir huzur dairesi yapmıştı ki hakka gitmeye çalışan sâlik, hangi yöne bakarsa orada onu Rabbine vardıracak deliller görsün diye…

Tabii kendine has bir lisan kendine has bir üslup ile…

Bediuzzaman, evet tarikat ve tekke mensubu değildi. Kendisini hoca olarak diye nitelendiriyordu ama en az eski meşayihler kadar etkili ve etkileyici –hatta daha da fazla- bir lisan kullanıyordu. Kelimelerinin içinde ışık, karışıkmış gibi görünen cümlelerinin içinde bir bedahet, uzunmuş gibi görünen kalıplarının içinde bir fesahat vardı. İlk anda tam anlaşılmasa da gönüllerde derin ve içe huzur veren bir tad bırakıyordu.  Rahmani ve mucizevî bir üslup içinde hiçbir kelimesini atamayacağınız ve değiştiremeyeceğiniz icazlı bir metin inşa etmişti.

Muhyiddin İbnü’l-Arabi gibi ‘bana vahyedildi’ demiyordu ama onu dinleyenler, eserlerini okuyanlar, bu diziliş ve anlatışın hiç de aklın ve karihanın eseri olamayacağını hemen anlıyorlardı. O, gönlüne damlayanları  ‘katre’, ‘şemme’ ‘reşha’ vs gibi isimlerle ‘sünuhât’ diye niteliyordu onların hak canibinden geldiğini göstermek için. Ama kendisini sürekli hiç ender hiç mesabesinde tutarak… “Ben dellalım’  -Kürtçede delal güzel anlamın ada gelir tıpkı Bedi gibi- diyerek kendisini, ‘Kur’an eczanesinin çırağı’ diye niteliyordu.

Yazdıkları, adeta ‘ayetin ayeti’ oldular. Çünkü o, ‘üç külli ayet’ dediği Kainat, Kuran ve konuşan delil olarak nitelediği Resullulah’ı anlatarak çağımızın tağutlarını dağıtmaya ve dalalete sürüklenmiş insanlığı yeniden Rabbiyle buluşturmaya çalışıyordu..

Evet, Kur’an, Arş-ı Azam’dan inen Kelam-ı Ezeli, risaleler ise o Kelam-ı Ezeliden damlayan/sızan reşhalar  ve parıltılardı. Akılları basmayan yahut kıskançlıkları gözlerini kör edenler gerek ehli tarik, gerek ulema ona çamur attılar. Çünkü o daha önce görülmedik bir üslupla meselelere yaklaşıyordu. Ülemaya, ‘malayani malumatlarla Kur’an’ın önüne duvarlar örmüşsünüz’ derken tekke ehlini de çizgiden çıkmakla eleştiriyor ve her ikisini de yeniden Kur’an’ın hakikatine çağırıyordu. Onlar ise onunla baş edemedikleri için çamur atıyorlardı.

Bu çamurlar ona zarar vermedi. Aksine bugün tüm dünyada ve tüm hüşyar kalplerde imanın yeniden ihya ve inkişafının mimarı olarak saygı görmekte ve daha da artarak saygı göreceği anlaşılmaktadır. Aklın hükümran olacağı gelecekte, her hükmünü akla ispat ettirmiş olan Kur’an hükmedecektir dediği gibi, kendisi dahi hergün daha bir saygıya layık bir islam alimi olarak dünya gündemine oturmaktadır.

Onun getirdiği hakikatlerle koca bir rejim baş edemedi.  Tek tük sataşmalar ne yapabilirdi ki. Nitekim muarızları hep geriledikleri halde onun getirdiği nur hakikati hep yükseldi, yayıldı.

Fakat şimdi elim bir sıkıntı yaşanıyor. Güya daha çok insana ulaşın, daha çok insan ondan istifade etsin diyerek iyi niyetle onun üslubuna ve lisanına ilişilmek isteniyor.  Bugüne kadarki hiçbir badire nurlara zarar vermedi ama korkuyorum ki bu yeni girişim onlara zarar verecek! Çünkü bu kere tehlike suret-i haktan görünüyor!

Çünkü bu kere ilişenler, güya bu risaleleri rehber edinenlerdir ve onu hizmet edenlerdir. Diyorlar ki ‘daha iyi anlaşılması için’ sadeleştirilmesi lazım’.  Bir kısmı da diyor ki sakın ha sakın!

Ben ‘o haksız, bu haklı’ diyemem. Ama hem Türk, hem Arap, hem Fars Dilleri ve Edebiyatları eğitimi almış, özelikle yazma eserlerin edisyon kritiği üzerinde çalışmış, en sağlam metinlerin bile zamanla –sadece yazım hataları sebebiyle–  nasıl farklılaşıp tahrif olduğunu bilen biri olarak fikrimi söyleyecek olursam derim ki, bu risaleleri bitirir! Büyük bir edebiyat tarihçisi ve Arap Dili uzmanı rahmetli hocam Nihat Çetin’in iki yıl süren özel eğitimi sırasında şuna şahit oldum ki bir metnin ruhuna ve lafzına ilişilmişse onun zaman içinde yok olması ve bulanması kaçınılmazdır.

Zaten ilahi metinlerin tahrif edilmesi de böyle başlamıştır. Zaman içinde o metinleri anlamakta güçlük çeken insanlar güya herkesin onlardan yararlanması için o metinleri kendi zekâlarının seviyesine indirmek isterler.  Öyle bir metne bir kere ilişildi mi artık önünü almanın imkânı kalmaz.

Şimdi bir kısım insanların Risalelere yaptığı da -niyet ne kadar semimi olursa olsun- budur.  Bunu yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Esasında Bediuzzaman kendisi hayatta iken de böyle birkaç denemeye şahit olmuş, sadeleştirme yapmak isteyenlere “Tamam kardeşim, yap ama altına kendi adını yaz. Bu Saidindir deme’ buyurmuş.

Eserleri ve lafızları konusunda bu kadar titiz davranmış mübarek bir zatın eserlerini alıp, güya ‘sadeleştirelim, gençler de anlasın’ deyip ilişmek, en basit haliyle Bediuzzaman’a haksızlık ve hürmetsizliktir.

Ben Risale-i Nur’u okumak isteyip de anlamamış hiç kimse görmedim. Tabii ki anlamak isteyen…  Ama siz ona lakayt bir şekilde yaklaşır lalettayin bir ders kitabı, bir roman gibi yönelirseniz, o da size perdesini açmaz. Nitekim Hoca Efendi de, bir konuşmasında risaleleri, kıskanç bir geline benzetmiş  ‘risale-i nur, yüz görümlüğünü vermeden size yüzünü açmaz!’ buyurmuştu

Nitekim, insan bazen, tüm kelimelerini bildiği halde de bir cümleyi veya eseri anlayamaz. Çünkü eserdeki mantık ve yüksek zekâ ve onun kurduğu cümlenin yapısı, sizin kametinizi aşıyordur. Bildiğiniz halde kelimeleri, anlayamazsınız. Araplar, Arapça biliyor diye Kuran’ı anlayabiliyorlar mı? Hayır.

Peki, şimdi bu kıskanç geline ne oldu ki peçesini yırtarak mahremini görmek  istiyorsunuz. Bu reva mı?

Yıllarca kasıtlı/kasıtsız okumayı ihmal ettikleri için anlamakta güçlük çeken bir takım insanların hatırı olsun diye Risaleleri sadeleştirmeye kalkışmanız, bir vefasızlıktır. Kim ne derse desin yanlıştır. Değil sadeleştirmek, Bediüzzaman, metnin beraberinde kelime manalarının bile verilmesine yanaşmamıştır.

Dolayısıyla o eserleri sadeleştirmeye kalkışmak doğru değildir. Arkasındaki niyet ne kadar saf ve âli himmet olursa olsun yanlıştır. Çünkü uzun vadede metinlerin bozulmasına ve zamanla içine hurafelerin girmesine zemin hazırlar.

Pavlos, Hz. İsa öğretisini ve zatını putperestlere sevdirmek için başlangıçta onların arzu ettiği yol ve yöntemi benimsiyor. Resuller Kitabında ifade ettiği gibi, herkese ‘yeni öğretiyi’  kabullendirmek için nabzına göre şerbet verdiğini itiraf eder.

Peki ne oldu? Evet, Pavlos, sonunda ‘İsa’yı –hazret demedim- ve öğretisini putperestlere sevdirmişti ama artık o öğretinin içinde ne tevhid kalmıştı ne de Hz. İsa’nın nübüvveti. Ortada bir din vardı ama o Pavlos’un tasarladığı bir dindi. O dine sonradan Hıristiyanlık dendi ve içinde ne şeriat kalmıştı ne sünnet!  Nitekim buugünkü Hıristiyanlık onun eseridir, Hz. İsa’nın değil!

İşte telaşım bundandır. İşin oraya varmamasının garantisi yoktur. O yüzden de eğer birileri Hoca Efendiye rağmen bunları yapıyorsa müdahale etmeli . Buradaki tehlikeyi en iyi idrak edecek de ‘rikkati en yüksek olan o mübarek zat’tır yine de.

Pavlosluğa ve Pavloslara fırsat vermemeli!

Mehmet Ali Bulut – Haber 7

Makamların Zirvesi, “Kulluk Makamı” !..

Peygamber Efendimizin (asm) kulluğu, resûllüğünden önce gelir. O (asm) kul olmasaydı, resûl olmazdı. O kendisine risâlet verilmeden önce de, verildikten sonra da önce kulluğunu yaşadı.

Makamların zirvesi Allah’a kulluk makamıdır!

Bu bakımdan Peygamberler, önce kul insandırlar. Allah’a kulluğun zirvesindedirler.

Peygamber Efendimiz de (asm) Allah’a kullukta zirve noktadaydı.

Şöyle de diyebiliriz: Peygamber Efendimiz (asm) en kul bir kuldu!

Nitekim Kur’ân da onu (asm) önce kul olarak takdim ediyor: “Kulunu bir gece Mescid-i haramdan Mescid-i Aksa’ya kadar götüren Allah münezzehtir.” 1

Bu âyette kul ifadesi ile Hazret-i Muhammed (asm) kast edilmiştir.

Teşehhütte ‘abduhu’ kelimesi, ‘resulühü’ kelimesinden önce gelmiştir. Yani Peygamber Efendimizin (asm) kulluğu, resûllüğünden önce gelir.

O (asm) kul olmasaydı, resûl olmazdı. O kendisine risâlet verilmeden önce de, verildikten sonra da önce kulluğunu yaşadı, kulluğunu bildi, kulluğunu gösterdi ve kulluğunda örnek oldu.

Çünkü risâlet sadece O’na mahsus bir istihdamdır.

Kulluk ise, bütün insanların içinde bulunduğu, bulunması gerektiği, bulunmakla yükümlü olduğu ve bu sebeple de Mahkeme-i Kübra’ya çıkacağı, hesap sorulacağı ana caddedir.

Herkes kulluktan hesap verecektir.

Bu sebeple onun (asm) önce kulluğu gelir.

Ardından, kulluk zemininde risalet abidesi yükseliyor.

Bu sebeple bizim için de ubudiyet, yani kulluk sıfatı her sıfattan önce geliyor.

Önce kul olduk mu, Cenâb-ı Hak duâmızı kabul eder ve bizi katında yükseltir. Bizi korktuklarımızdan emîn, umduklarımıza nail eder.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuyor mu; “Kim ki mütevazı olursa, Allah onu yükseltir.” diye.

İşte, tevazuun kemali Allah’a kullukla yaşanır ve gösterilir.

Merhametin kemali Allah’a kullukla yaşanır ve gösterilir.

Vefanın, emniyetin, emanete riayetin, ilmin, hikmetin, doğruluğun, sadakatin, yükümlülüğün kemali Allah’a kullukla yaşanır ve gösterilir.

Güzel ahlâkın kemali Allah’a kullukla yaşanır ve gösterilir. Kur’ân bu sebeple ona (asm), “Sen pek büyük bir ahlâk üzeresin.” 2 buyuruyor.

Keza bunun için Kur’ân “Sizin için Resûlullah’ta bir güzel numune-i imtisâl vardır.” 3 buyuruyor ve bizi O’nun (asm) güzel ahlâkını öğrenmeye ve yaşamaya dâvet ediyor.

Arsız bir kadın vardı. Sözleri diken gibi insanlara batardı. Konuştu mu edepsizce konuşurdu. Ona buna lâf atmaktan pek hoşlanırdı.

Bu kadın bir gün Resulullah’ın (asm) yanından geçiyordu.

Resulullah (asm) ise o anda bir seki üzerinde bir taşın üzerine oturmuş; sulu et yemeği yiyordu.

Kadın arsızca:

“Şuna bakınız! Nasıl da oturuyor! Bir kulun oturduğu gibi oturmuş, kulun yediği gibi yiyor!” diye çattı.

Peygamber Efendimiz (asm) ise:

Benden daha kul bir kul var mıdır?” buyurdu. Kadın: “Kendisi yiyor da bize yedirmiyor!” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm):

Gel; sen de ye!” buyurdu. Kadın:

O halde kendi ellerinle bana ver! ” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm) ona kendi eliyle yemek yedirdi.

Kadının arsızlığı devam ediyordu:

O ağzındaki lokmayı benim ağzıma koy!” dedi.

Resulullah Efendimiz de (asm) mübarek ağzındaki lokmayı kadının ağzına koydu.

Kadın bu lokmayı yedikten sonra hayâ ve edep timsâli bir kadın oldu. Ölünceye kadar artık hiçbir edepsizlikte ve hayâsızlıkta bulunmadı. 4

Bu örnekte geçen, “Benden kul bir kul var mıdır?” sözü kulaklarımızda küpe olmalıdır.

Onun kulluğunu kendimize rehber kabul etmeye Sünnet-i Seniyye diyoruz. Nitekim Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “Sünnet-i Seniyye edeptir. …Edebin envâını, Cenâb-ı Hak, Habibinde cem etmiştir.” 5

DUÂ

Ey Rabb-i Rahim! Bizi Kendine kul eyle! Nefsimize kul eyleme! Bize Resulullah’ın (asm) örnek olduğu kulluğu, edebi ve ahlâk-ı hamideyi öğret! Bizi edepsiz ve ahlâksız kılma! Taksiratımızı affet! Hatalarımız dolayısıyla bizi tecziye etme! Âmin!

Süleyman KÖSMENE

Dipnotlar:

1- İsra Sûresi: 1.

2- Kalem Sûresi: 4.

3- Ahzab Sûresi: 21.

4- Heysemi, IX/21 (Taberani, Ebu Umame’den); Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 3/112.

5- Lem’alar, s. 59.

Kaynak: NurDergi.com

“Quo vadis” (Nereye gidiyorsun?)

Yakınlarının vefatında bazıları, onların tabutuna sarılıp yüksek sesle ve ağlayarak;

“-Nereye gidiyorsun?” derler. Bu hal, bazı kişilerin vefatında medyaya da yansır. Dinî kaynaklarımıza göre; tabutun içindeki vefat etmiş kişinin ruhu bunu duyar, yüksek sesle ağlamalardan da rahatsız olur, ancak orada bulunanların duyabileceği şekilde bir cevap veremez. Fakat, eğer iyi bir yere gidiyorsa, bir an önce oraya gidebilmeyi ister.

Quo vadis”, Latince bir soru cümlesidir ve Türkçedeki “-Nereye gidiyorsun?” soru cümlesinin karşılığıdır.

İncil’de, Yuhanna 16:5’de bulunur: “16: 5 – At nunc vado ad eum, qui me misit, et nemo ex vobis interrogat me: ‘Quo vadis?”.

( Türkçesi: “16: 5 -Şimdiyse beni gönderenin yanına gidiyorum. Ne var ki, içinizden hiçbiri bana, ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sormuyor.”)

“Quo vadis” Latince cümlesi, tarihte ve modern kültürde çeşitli dilleri konuşan halklar tarafından da çeşitli maksatlarla, çok farklı şekillerde ve yerlerde kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. Bu cümlenin meşhur oluşunun ve dünyada yaygın şekilde kullanılmasının bir sebebi de, 1905 Nobel Edebiyat Ödülü’nün verildiği bir romanın ve senaryosu bu romandan alınmış 1950’li yıllarda yapılmış uzun metrajlı bir sinema filminin bu adı taşımasıdır. Fakat, aslında bu cümlenin çok meşhur oluşunun en başta gelen sebebi; insanın selim akılla bu dünyada sorabileceği en mühim sorulardan biri oluşudur. Bunun mukabili, insanların selim akılla sorabileceği diğer çok mühim bir soru da: “-Nereden geliyorsun?” sorusudur. Bunlar, insanın bu dünyadaki varlığı ve vazifeleri ile alâkalı anahtar hükmündeki sorulardandır ve ancak selim akıl sahipleri bu soruların cevabını ciddî olarak araştırır.

Selim akılla düşünenlerin cevabını aradıkları en mühim sorular şunlardır:

Ben neyim? Ben nereden geldim? Ben nereye gidiyorum? Bu dünyaya kendi isteğimle gelmediğime göre beni kim gönderdi? Ve niçin gönderdi? Bu dünyada nasıl yaşamalıyım?”

İnsanlık tarihi boyunca, selim akıl sahiplerinden başka, felsefecilerin de üzerinde asırlarca durduğu üç temel soru olmuştur:

1 – Kâinattaki mutlak hakikat nedir?

2 – Varlıkların hikmeti ve gayesi nedir?

3 – İnsan nedir ve onun vazifesi nedir?

Felsefeciler, bu üç temel soru üzerinde durarak, mükemmel bir hayatın nasıl yaşanabileceğinin yollarını asırlardır araştırmışlardır. Önce, maddî gelişme ile dünyada saadetin elde edilebileceği zannedilmiş; malda, parada, eşte, evladda, zînette, mevki ve makamda, saltanatta, şöhrette saadet aranmış; fakat hakikî saadet bunlarda bulunamamıştır. Bu soruların doğru cevapları, ancak asliyetini muhafaza eden semavî din (O din, zamanımızda İslâmiyet’tir) tarafından verilebilir.

Sabah ve akşam namazından sonra tekrarı, pek çok fazileti bulunan ve sahih bir hadiste İsm-i Â’zam mertebesini taşıdığı bildirilmiş, tevhid hakikatiyle alâkalı bir cümlenin on birinci kelimesinin manâsına dair Risale-i Nur Külliyâtı’ndan aynen iktibasla nakledilecek cümleler, “-Nereye gidiyorsun?” sorusunun en güzel cevaplarından birine misaldir:

“ON BİRİNCİ KELİME:

Yâni: Ticâret ve me’muriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâline dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîm’lerine kavuşacaklar. Yâni, bu dâr-ı fânîden gidip dâr-ı bâkîde huzur-u kibriyâya müşerref olacaklar. Yâni, esbab dağdağasından ve vesâitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-ı Rahîmlerine makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya herkes, kendi Hâlıkı ve Mâbudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar. İşte şu kelime bütün müjdelerin fevkinde şöyle müjde eder. Ve der ki:

Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun? Ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mes’ûdane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâl’in dâire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbûblarda ve bütün mevcûdât-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemâl, O’nun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsının bir nevi gölgesi.. ve bütün Cennet, bütün letâifiyle bir cilve-i rahmeti.. ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezel’in, bir Mahbûb-u Lâyezâl’in dâire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet’e çağrılıyorsunuz. Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz. Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki: Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz! Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücûd-u dâimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sâhib ve Mâlik-i Hakîki’nin tarafına gidiyorsunuz ve Sultan-ı Ezelî’nin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dâiresinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.” (Risale-i Nur Külliyâtı, Yirminci Mektubun Birinci Makamı)

Prof.Dr. Mustafa NUTKU

Keşke Dawkins’in karşısında ben olsaydım

MİLİTAN ATEİZME ANGLİKAN KİLİSESİ CEVAP VEREMEDİ

Anglikan Kilisesi Başpiskoposunun cahilliği çok şaşırtıcıydı, ayrıca denk olmayanlar arası bu münazara Oxford’a hiç yakışmadı.

Son yıllarda bütün dünya da dinin toplumdaki yerine dair tartışmalar artıyor. Bu çerçevede Oxford Üniversitesi’nde Ünlü Biyolog Richard Dawkins ile Anglikan Kilisesi’nin başı Başpiskopos Rowan Williams ‘Tanrının varlığı’ konusunda tartıştı. Üç soruya Williams bilemiyorum diye cevap verdi.

Gerçeği araştırma kaygısı olsaydı Dawkins’in karşısına tasarımsal varoluşu savunan bir bilim adamı çıkarılırdı. Bu denk olmayan “Debate” yani tartışmalı münazara Oxford’a yakışmadı.

Milliyet Dış Haberler Servisi’nin haberine göre tartışma şöyle cereyan etti:

Katolik bir rahipken Tanrı’nın varlığından kesin biçimde emin olunulamayacağını düşünerek filozofluğa çark eden Sir Anthony Kenny ‘hakem’ oldu. İki taraf da fikirlerinden taviz vermezken beklendiği kadar şiddetli bir tartışma yaşanmadı.

S-1-Dawkins “Anlayamadığım şey neden dünyanın bir hiçlikten var olduğu fikrinin güzelliğini göremiyorsunuz. Bu zerafet dolu, nefes kesici ve güzel bir şey. Neden böyle bir şeyi Tanrı gibi karmaşık bir şeyle alt üst ediyorsunuz?” diye sordu.

Williams, Dawkins’in argümanının ‘güzelliği’ konusunda ‘hemfikir’ olduğunu belirtse de “Tanrı’nın bu süreçte bir ayakkabı çekeceği gibi öylesine fazladan bir rolü olduğundan bahsetmiyorum” diye esprili bir cevap verdi.

S-2-Dawkins’in ‘şefkatli bir Tanrı varsa niye bu kadar acı var?” şeklindeki sorusuna Williams samimiyetle “Bunu yapabileceği halde neden daha fazla yapmıyor? Bilmiyorum” dedi.

S-3-Dawkins’in ruhun ölümsüzlüğüne inanıp inanmadığı konusunda ısrarlı sıkıştırmalarıyla karşılaşan Williams ‘ruhun ölümle sona ermediğini’ belirtse de insan ruhunun ne olduğu konusunda tam bir açıklama getiremedi. Başpiskopos, “Ruhun ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yok” dedi.

C-1- Birinci soruya özet cevap: Dünyanın hiçlikten var olduğuna inanmanın zerafet ve güzellik dolu olduğu kesin, tek istisnası ölümün varlığı. Eğer ölümü öldürebilirseniz herşeye rağmen dünya çok güzel. Ancak her gün bir adım darağacına gittiğini düşünen insan bu güzellikten zevk alamaz. Akıllı insan “Sonsuzluğun sonunu” düşünmek zorunda bu soruya da en güçlü cevabı tevhid inancı veriyor.

Her şeye hâkim ve sınırsız güç, irade ve ilme sahip yaratıcıya inanıldığı zaman kulluk yükümlülükleri ortaya çıktığı için ateizmi savunanların zihinsel konforu bozulmaktadır. Ateizmin kolaycılığı ve duygusal temeli gerçekte budur. Yoksa evrenin tasarımsal varoluşu tesadüfi var oluşundan daha çok akla yakındır. Mamafih Dawkins dürüst davranarak “Allah’ın yokluğunu ispat edemediği için” ateist değil agnostik olduğunu söylemiştir. Dawkins, var da diyemiyor yok da, yani bilinmezci, tıpkı Darwin gibi.

C-2-“Şefkatli bir Tanrı ve bu kadar acı ve kötülükle nasıl bir arada bulunuyor?” sorusu neye baktığınızla ilgili değil ‘nereden’ baktığınızla ilgilidir. Yaratıcının konumundan konuya bakarsanız şer sorununa cevap bulabilirsiniz. ‘İnanç Psikolojisi’ kitabımın 225. nci sayfasında ‘Kötülük Sorunsalı’ başlığı altında ayrıntılı anlatmıştım. ‘Sınav Diyalektiği’ ile evrene bakılmazsa bu soruya cevap alınmaz.

Eğer kötülük ve şer olmasaydı insanlık ilk insan veya evrimcilerin tanımlaması ile “maymunsu ata” düzeyinde kalırdı.

Nörobilim çalışmaları çerçevesinde ‘Duygusal Beyin’in varlığı ile insanın iç eğilimleri içerisinde kötülük eğilimlerinin genetik alt yapısı doğrulandı.

Şefkatsiz gözüken davranışlar dünya yaşamının sonsuzluk çizgisinde bir parantez olduğuna inananlar için ‘birer sınav çilesi’ olmasından başka bir şey değildir.

Kötü insan geni yok ama sınırsız iyicili veya sınırsız kötücülü seçme yetimizin varlığı kesindir. İnsan bu şekilde kodlanarak var edilmişse, ‘bunun nedenlerini araştırmak’ kötülüğün var olmasını reddetmeye çalışmaktan daha zekicedir.

C-3- Ruhun ölümsüzlüğü ‘İnancın Epistemolojisi’ çalışmaları kapsamında önemli başlıklardan birisidir. Materyalist pozitivizmin kuantum evren içerisinde evrenin sonsuz bir enerji ile kuşatıldığına itiraz edemediğini biliyoruz.

O halde ve bütün seçeneklerin aynı anda hem var olduğu hem de yok olduğu bir enerji evreninde yaşıyoruz. Dünyadaki dolaşımı bitmiş bir ruh programı bilgi sinyalinin boyut değiştirerek başka bir enerji bandına ve boyutuna geçmesi yok olmasından daha akla yakındır. Aksi takdirde hayat çok anlamsız olurdu.

Sanatsal düşünceyi, sembolik ve kavramsal düşünceyi insanın evrim sürecinde kendi kendine ürettiğini söylemek bir bilgisayarın işletim sistemini kendi kendine ürettiğini söylemek kadar gülünç olmaktadır.

Ruhun bekası konusu ‘İnanç Psikolojisi’ kitabımda Ruh, Bilinç, Evren Laboratuvarı, Tanrı Hipotezi, İnanç geni, Kuantum dinamiği, Elektromanyetik enerjiler, İnsanı anlamak, Din ve bilimin sınırları gibi başlıklar altında incelendi. İlgi duyanlar daha fazla bilgiyi buradan temin edebilirler.

Keşke Dawkins’in karşısında ben olsaydım” diye çok hayıflandım.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan / Haber 7

Batı onu Deccal olarak görürdü!

Fetih 1453 filmi Osmanlı tarihinin en önemli padişahlarından Fatih Sultan Mehmet’e olan ilgiyi artırdı. Batılıların Deccal olarak gördüğü sultan hakkında tarihçi ve yazarların söyleyeceği çok şey var.

Konstantiyye (İstanbul) bir gün mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel asker” der Hz. Muhammed (a.s.m) İstanbul için. Yüzyıllar sonra Osmanlı’nın yedinci ve en kudretli padişahı Sultan Mehmet de, İstanbul’u fetheder ve ‘Fatih’ lakabını aldı. Onun hükümdarlığı boyunca Osmanlı İmparatorluğu en şaşaalı günlerini gördü. Ellisine varmadan vefat eden ve ilmi, zekası kültür sanata düşkünlüğüyle Avrupa’da da dikkat çeken Fatih Sultan Mehmet, şu sıralar Fetih 1453 filmiyle gündemde. Devrim Evin, İbrahim Çelikkol, Dilek Serbest gibi isimlerin rol aldığı film hakkında farklı görüşler var ama Fatih’e duyulan ilgiyi arttırdığı bir gerçek. Biz de tarihçilere onun hakkında yanlış bilinenleri, duymadığımız özelliklerini sorduk…

Kanuni Sultan Süleyman onu örnek aldı

Fetih 1453 filminin danışmanlığını yapan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Yeniçağ Anabilim Dalı’nda görevli olan Prof. Dr. Feridun Emecen filmin genç bir sultanın tutkusunu ve gayretlerini gözler önüne serdiğini söylüyor: “Bu bakımdan mühim bir vazife icra ediyor ama bu nihayetinde bir filmdir, başka kaygılar da devrededir, gerçek anlamda bu dönemi ve kuşatmayı anlamak için araştırma türü kitaplara müracaat etmek en doğrusu” diyor. İstanbul’un fethine dair doğru düzgün kaynağımızın olmadığını belirten Emecen, olanların da Bizans ve Latin eserlerinden edindiklerini bilgilerle hareket ettiklerini anlatıyor: “Osmanlı kaynakları o dönemde bu hadiseyi teferruatlı anlatmıyor. Batı kaynakları haliyle geçmişi derinlere inen büyük Roma İmparatorluğu’nun son kalıntılarını yıkan, Hıristiyanlığın mukaddes şehrini alan biri gibi gördükleri Fatih’i ‘Deccal’ diye niteler. Öte yandan Hz. Peygamber’in müjdesine mazhar olmuş bir kumandan olarak da İslam dünyasında çok farklı bir yere sahip olması tabii karşılanmalıdır. Tarihçi olarak bizim daha serinkanlı yaklaşımlarla onu bu büyük devletin köklerini atan gerçek bir kurucu ata gibi kabul etmemiz, bütün bunların ötesinde ayrı bir anlam taşır.

Fatih Sultan Mehmet’in Osmanlı’yı bir cihan devleti haline getirdiğini söyleyen Emecen: “Hakkında bilinenler genellikle hamasi bir üslupla nakledilip onu ulvi bir şahıs olarak ortaya konuyor. Özellikle Osmanlı Devleti’ni bir imparatorluk haline getirecek çok önemli adımlar attığını vurgulamak gerekir. Siyasi ve askeri bakımdan genişleyecek imparatorluğun gerçek anlamda müessisi olduğunu unutmamak lazım. Bu yolda zaman zaman çok sert davranmış, vergileri artırmış, kaynakları sonuna kadar kullanmış ve gelecek haleflerine bürokrasisi, askeri sistemi ve kanunlarıyla yeni bir devlet bırakmıştı. Onun bu siyasi mirası, mesela Kanuni’ye önemli bir örnek teşkil etmiştir. Siyasi misyonunun yanında doğu ve batı kültürüne aşina ender padişahlardan biridir.

Ulubatlı Hasan değil Balaban Bey

Tarihçi-yazar Doç. Dr. Erhan Afyoncu ise Fatih Sultan Mehmet’in, bütün Türk tarihinin en önemli devlet adamı olduğunu söylüyor: “Tarihimizde büyük işler başarmış ve büyük zaferlere imza atmış devlet adamlarımız çoktur. Ancak hiçbiri Fatih Sultan Mehmet kadar çok yönlü değildir. Hanedandan birçok büyük komutan çıktı ancak onun kadar bilime, felsefeye, tartışmaya ve sanata önem veren bir ikincisi yoktu. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçek kurucusu olan Fatih, gerçek manada bir Rönesans hükümdarıydı. Onu tarih sahnesine çıkaran en önemli hadise ise İstanbul’un fethidir. Bu konuda çok laf edilmiş, ancak maalesef az araştırma yapılmıştır” diyor. Afyoncu, doğru bildiğimiz pek çok bilginin yanlış oluğunu söylüyor: “İstanbul surlarına ilk bayrağı dikenin Ulubatlı Hasan olduğu kabul edilir ve onun surlara tırmanışı, bayrağı dikişi tarih kitaplarında bir destan havasında anlatılır. Bu hadisenin kaynağı İstanbul’un fethi sırasında, bizzat orada bulunan Bizanslı tarihçi Francis’tir. Ancak anlatılanlar Francis’in eserinin orijinalinde yok. Sahte Francis olarak anılan ve daha sonraki tarihlerde Francis’in eserine geniş ilaveler yapan Melissinos’un yazdığı kitapta yer alıyor. İstanbul’a ilk giren ve suralara bayrağı diken Balaban Bey’dir. Keza fetih için gerekli gemiler Tophane’den denize çekilmedi, Okmeydanı civarında inşa edildi.

Türk sarığını Latin külahına yeğlerim

Fatih Sultan Mehmet hakkında bir diğer iddia ise kardeş katli. Afyoncu “Kardeş katli I. Murat ile başlıyor. Ancak Fatih ile kanunlaşıyor. Bu meseleyi Fatih’e yakıştıramayanlar, onun adını lekelememek için bu kanunnamenin batılılar tarafından yazıldığını ileri sürer. Kanunnamenin tek nüsha halinde ve Viyana arşivlerinde bulunmasını da iddialarına delil olarak gösterirler. Ancak yapılan araştırmalar kanunnamenin tek nüsha olmadığını, Osmanlı arşivlerinde başka nüshalarının da bulunduğunu ortaya çıkardı” diyor. Afyoncu’ya Ortadoks olan Bizanslıların fetihten bir sene önce Katolik mezhebini neden seçtiklerini soruyoruz: “İmparator Konstantin halkın tepkisine rağmen adım adım yaklaşan tehlikeye karşı Avrupa’dan yardım almak için son çare olarak Papa’ya Ortodoks kilisesini Katolik kilisesiyle birleştirmeye hazır olduğunu bildirdi. Halk ve din adamlarının çoğu bunu protesto etti. En güç koşullarda bile Ortodoksluktan vazgeçmeyen Bizans halkı, Latinlere borçlu kalmaktansa Osmanlılar tarafından yönetilmeyi tercih ediyordu. Nitekim Grandük Notoras, Bizanslıların duygularını ‘Şehirde Latin külahı görmektense Türk sarığını yeğlerim’ diye en veciz biçimde ifade etmişti.” Afyoncu sanılanın aksine İstanbul’un fetih öncesinde ölü bir şehir olduğunu belirtiyor: “Şehir, 1204’te Latinler tarafından işgalinden sonra uzun bir gerileme dönemine girmişti. Adeta köye dönüşmüş, bağlar ve tarlalarla dolmuştu. Patrik Scholarios, İstanbul’u ‘Büyük bir kısmı boş, yoksullukla perişan olmuş harabe bir şehir’ olarak tasvir eder. Fatih, İstanbul’u harabe bir nehir olarak ele geçirmek istemediği için son hücumu yapmaya karar verdiğinde Bizans İmparatoru’na, şehri yağmadan korumak için teslim etmesi gerektiğini teklif eder ve buna karşılık kendisine Mora despotluğunu önerir. Konstantin kabul etmeyince Fatih hocası Akşamsettin’den izin alarak şehrin yağmalanmasına müsaade eder.

Büyük imar hareketi

Fatih, büyük çapta bir imar hareketi gerçekleştirdi. 300 kadar cami, 57 medrese, 59 hamam, 29 bedesten, çeşitli saray, hisar, kale, sur, han ve köprüler yaptırdı. Başta Ayasofya olmak üzere sekiz kiliseyi camiye çevirdi. Bugünün üniversitesi olan Fatih Külliyesi’ni 1470 yılında tamamladı.

Hz. Eyyub-i Ensari’nin kabri, hocası Akşemseddin tarafından keşfedildi ve üzerine Eyüp Camii yaptırıldı. Fatih Camii, 1470 yılında yine onun tarafından ibadete açıldı. Fatih zamanında inşa edilen Kapalıçarşı, İstanbul’un en önemli ticaret merkezlerinden biri haline geldi. Devrin mimari eserlerinden Yeni Bedesten de ünlüdür. Saray-ı Cedide-i Amire adı verilen Yeni Sarayı (Topkapı Sarayı) da Fatih Sultan Mehmet yaptırmıştır.

Hastaydı ama öldürüldü

Prof .Dr. İlber Ortaylı (Tarihçi)

Tarihçi Prof .Dr. İlber Ortaylı Fatih Sultan Mehmet hakkında doğru düzgün bir şey bilmediğimizi söylüyor: “Fragmanlarda gördüğüm kadarıyla Fatih’e zırh giydirmişler. Fatih hiçbir savaşta zırh kullanmazdı. Çünkü esas ilgi alanları ateşli silahlardı. Kılıç-kalkan kullanmazdı.” Ortaylı Fatih başka bir çarpıcı bilgi veriyor: “Fatih Sultan Mehmet’in zehirlenerek öldürüldüğü iddialar var. Bunlar doğrudur. Fatih, yönü belli olmayan bir sefere çıkarken zehirlenerek öldürülmüştür. Veriler bu seferin İtalya üzerine olduğunu gösteriyor ve İtalyanlar zehir konusunda çok uzmanlaşmış. Fatih hastaydı ama hastalıktan değil zehirlenerek öldürüldü.

Orduya namaz kıldırdı mı?

Mustafa Armağan (Yazar ve Tarihçi)

Fetih 1453 filminde Papa dahil Batılı yöneticileri aciz, kalleş ve korkak gösteren kısımların olduğunu söyleyen yazar ve tarihçi Mustafa Armağan “Gerek yoktu bence. Unutmayalım ki, Konstantin’i küçültmek, Fatih’i büyütmez; aksine onun büyüklüğünden de bir şeyler eksiltir. Fatih’in İstanbul’u alma tutkusu, yalnız maddi değil, manevi temellere de dayanır” diyor. Armağan’a göre en çok bilinen yanlış Fatih’in fetih sırasında surların önünde ordusuna namaz kıldırması: “Gerçeklerle en ufak bir ilgisi yok. Ayasofya’daki namazda dahi imamlığa Akşemseddin’i geçirdiğini biliyoruz.

Tarafsız gözle okumalı

Ahmet Ümit (Yazar)

Önümüzdeki aylarda Fatih Sultan Mehmet’i anlatan bir roman çıkaracak olan yazar Ahmet Ümit ise şöyle diyor: “Bizim tarafta Fatih, mitolojik bir karakter gibi algılanıyor, batı ise Deccal olarak nitelendiriliyor. Tüm bunları ortak bir okumayla kavramak gerekiyor. Ama inkar edemeyeceğimiz bir şey vardır ki çok büyük bir devlet adamı. İstanbul’un fethi 54 günlük bir kuşatma içerisinde oluyor. Herkes çok yoruluyor, 53’ncü gün divan toplanıyor ve herkes bırakıp gitmek istiyor. Fatih askerlerden sadece bir gün daha dayanmalarını istiyor ve 54’ncü gün İstanbul fethediliyor.

Fatma Karaman / Star Gazetesi