Kategori arşivi: Yazılar

U.. U!..

Adam, pencereden dışarı baktığında, bahçelerindeki erik ağacının üstünde küçük bir çocuk gördü. Meyveler henüz bir leblebi kadardı ama, hiç bir çocuk buna aldırmıyordu. Bu yüzden de bir takım önlemler düşünmüş, bahçesiyle yolu ayıran taş duvar üstüne, dikenli tel çekmişti. Dış kapı üstüne de, büyük büyük harflerle:

”Dikkat köpek var!.” diye yazdırmıştı.

agacta oturan cocukAdam bunlara rağmen, haylazlara engel olamıyordu. Bu çocuk da nasıl yapmışsa yapmış, bu tellere rağmen ağaca tırmanmıştı. Üstelik de son derece rahat görünüyordu. Adam, önce camdan seslenmeyi düşündü. Fakat hemen vazgeçti. Çünkü çocuk, gözlerini ağaca dikmiş, âdeta dünyayla ilgisini kesmişti. Adam, bundan yararlanıp dışarı çıktı ve sessiz adımlarla ağaca yanaşarak:

“İn bakalım aşağıya!.” diye gürledi. “İn de kulaklarını dibinden keseyim!.”

Çocuk, ancak yedi sekiz yaşlarındaydı. Bu yüzden de korkmuştu. Hem de çok fazlasıyla.

“U…U!.. deyip bir şeyler geveledi, başını titreterek.

Adam, biraz daha sinirlenmişti. Artistliğe hiç mi hiç tahammülü yoktu. Bu velet de kendisini kurtarmak için, kesinlikle numara yapıyordu. Anlaşılan, iyi bir ders gerekecekti. Ağacın dibinde duran bahçe süpürgesini, küçüğün ayaklarına doğru fırlattı. Süpürge tam hedefini bulmuştu. Çocuğun acıyla kasılan yüzü, birkaç damla göz yaşıyla ıslandı. Bütün bunlara rağmen:

“U…U!.. dedi bir daha, tek eliyle ağacın üstünü gösterip.

Uçurtması ağaca takılmıştı ufaklığın. Bunun için uğraşıp duruyordu. Adam, biraz geriye çekilince, uçurtmayı fark etti. Elbette ki yaptığı korkunç hatayı da.

“Senin erik koparttığını sandım!.” dedi. “Bir sürü çocuk geliyor her gün buraya, üstelik de dalları kırıyorlar.”

Çocuk, kekeme idi. Bu yüzden de konuşmakta zorlanıyordu. Uçurtmasını almaktan her nedense vazgeçip, sessizce indi taş duvar üstüne. Daha sonra, yine güçlükle konuşarak:

“Bahçemizde bu ağaçtan iki tane var!.” dedi. “Ama babam, çocukların kalbini kırmaktansa, dalların kırılmasına razı oluyor.”

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Engelsiz Tarihimiz!

“Bir âmâyı kırk adım götürene cennet vacip olur” hadisini hayata tatbik eden ceddimiz engelli vatandaşları için sayısız vakıflar kurmuş. Görme engelliler için Sivas’ta vakıf var mesela. Görme engelliler medreselerde hafız yapılmış ve iaşesini devlet karşılamış. Camilere müezzin tayin edilmişler, mevlidhan olmuşlar ve nafakalarını çıkartmışlar.

Biliyorsunuz, Şuayb ve Yakup aleyhisselam âmâ idiler. Görme engelli kişilerin nübüvvet makamına çıkarılması ne kadar ilginç ve geleceğe mesaj açısından ne kadar manidar…

Demek oluyor ki, insanın engeli, onun peygamber olmasına bile engel değil.

O zaman hiçbir şeye engel olmamalı.

Zaten Allah insanların şekline değil, kalbine bakar.

Ashabdan görme engelli bir Abdullah bin Ümmi Mektûm var. Peygamber Efendimiz yirmi yedi defa Medine dışına çıkmış ve on üçünde Abdullah bin Ümmi Mektûm’u kendi yerine vekil tayin etmiş.

Hadis-i şerifte, “Bir âmâyı kırk adım götürene cennet vacip olur” buyruluyor. Bir âmâyı, bir engelliyi kırk adım götüren ya da ona yardımcı olan insana cennet vaat ediliyorsa, o engeli yaşayana kim bilir ne nimetler var?

Yazık ki günümüzde çoğumuz bu açıdan bakamıyoruz. Ama Osmanlı bu açıdan yaklaşmış sanırım. Özürlü vatandaşları için sayısız vakıflar kurmuş… Arşivlere girdiğimizde bunları görüyoruz. Görme engelliler için Sivas’ta vakıf var mesela… Siirt’te vakıf var. Ayrıca Osmanlı, görme engellileri medreselerde hafız yapmış ve iaşesini devlet karşılamış. Bu alan görme engelliler için bir meslek alanı olmuş. Camilere müezzin tayin edilmişler, mevlidhan olmuşlar ve nafakalarını çıkartmışlar.

Evliya Çelebi’nin notlarından, 1500-1700’lerde Osmanlı mahkemelerinde hizmet veren bir sağırlar topluluğu olduğunu anlıyoruz.

Dilsizlerin eğitimi için ilk mektep 1889 yılında Sultanahmet’teki Hamidiye Ticaret Mektebi bünyesinde özel bir bölüm olarak açılmıştır.

İlk İşitme Engelliler Okulu, II. Abdülhamid tarafından, 1902’de kuruldu: Yıldız Sağırlar Okulu. Bu okulda, günümüz Türk İşaret Dili’nin muhtemel alt yapısını oluşturan Osmanlı İşaret Dili, öğretmenler tarafından okullarda sözel dille beraber kullanılıyordu. Tıpkı yazılı dilde olduğu gibi, bu okulda kullanılan işaret alfabesi de şu anda kullanılan alfabeden farklıydı. Bu okullarda Batı’da kullanılan işaret dillerinin kullanıldığına dair de hiçbir kanıt yoktur.

Osmanlı’da engellilerin tedavisi

Bedensel engellilere yönelik yardım çalışmaları Osmanlılara hatta Selçuklulara dayanıyor. Selçuklular devrinde bir yardım kurumu olarak faaliyet gösteren Ahilik teşkilatının engellilere de hizmet götürdüğünü çeşitli kaynaklardan öğreniyoruz.

II. Abdülhamit tarafından kurulan Darülaceze bünyesinde kimsesiz, fakir, çalışamayacak olanların yanısıra bedensel engelliler de barındırılmıştır.

Türkiye’de ilk rehabilitasyon çalışmalarına Bursa’da başlanmıştır. Harp sakatlarına protez sağlamak amacıyla 1918 yılında bir atölye açılmıştır. Bugünkü adı Bursa Kara Kuvvetleri Komutanlığı Fizik Tedavi Hidroklimatoloji ve Rehabilitasyon Hastanesi olan Bursa Askerî Hastanesi,1922 yılında Kurtuluş Savaşı’nda yaralananlar ve sakatlar için kurulmuş ve bunların bakımı, tedavisi ve tertipleri yapılmıştır.

Osmanlı dönemi incelendiğinde ruhsal ve zihinsel engellilerin tedavilerine büyük önem verildiği ve tedavileri için her türlü imkânın seferber edildiği görülmektedir.

Aynı dönemlerde Avrupa’da akıl hastaları “içlerinde şeytan var” denilerek yakılırken, Osmanlı’da ruhsal ve zihinsel engelliler müzik ve suyla tedavi edilmekteydi.

Osmanlı döneminde sadece ruhsal ve zihinsel engellilerin tedavi edildiği yerlere “bimarhane” denilmekteydi. Bimarhane kelimesinin zaman içerisinde anlam kayması sonucu “tımarhane” gibi sadece akıl hastanelerinin tedavi edildiği yer anlamına geldiği kabul edilmektedir.

İmparatorluğun en parlak devrinde Mimar Sinan tarafından İstanbul’da inşa edilen, bugüne sağlam durumda ulaşan Haseki Hastanesi (1538-1550), Süleymaniye Külliyesi’ndeki şifahane ile tıp medresesi (1550-1557) ve Atik Valide Hastanesi (1583-1587) her türlü hastanın yanısıra akıl hastalarının da tedavi edildiği ünlü Osmanlı hastaneleridir.

Edirne’deki II. Bayezid Darüşşifası, gerek ilk defa az personelle yüksek randıman almayı amaçlayan merkezî sistemi ve gerekse o döneme göre çok ileri hatta 18-19. yüzyıllardaki hastane yapılarına ışık tutacak kadar mükemmel hastanelerden biridir.

Osmanlı’da “bizebanlar”

Bizebanlar, Osmanlı devlet örgütünde sarayda ve Babıâli’de görevli dilsizler… Farsça “dilsiz” sözcüğünün karşılığı olan “bizeban”dan gelmektedir. Gizli konuşmaların dinlenilmemesi, birtakım sırların dışarı sızmaması için Fatih zamanından beri var olan bir kurum… Kurumda istihdam edilen dilsizler, başdilsizin yönetiminde çalışırdı. Kıdemleri arttıkça, “soyunuk eski” ve “bıçaklı eski” gibi unvanlar alırlardı.

Önceleri yalnızca saraylarda padişahların hizmetinde görevlendirilirken, giderek sadrazamların ve öteki üst düzey yöneticilerin gizli oturumlarında hizmet etmeye de başladılar. Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar bu gelenek sürdü.

Devletin sırları, konuşma ve işitme engellilere emanetti…

Osmanlı Sarayı’nda padişahın çalışma ofislerinin bulunduğu iç kısımda sağır ve dilsizler görev yapardı; devlet adamları bunlarla anlaşabilmek için dillerini öğrenmek zorundaydı. Bunların anlaşmak için kendilerine mahsus işaretleri ve el hareketleri vardı. Bunlara “dilsiz dili” denirdi. Bütün saray halkı bu dili öğrenmişti.

Padişahın huzurunda konuşmak ayıp sayıldığı için saraylılar bu dille anlaşırlar, hatta başka zamanlarda bile bu dille birbirlerine hikâyeler anlatırlardı. Dilsiz dili sarayda neredeyse moda olmuştu. Sağır-dilsiz görevliler Tanzimat’ın ilanından sonra kurulan meclislerde ve heyet-i vükelâ denilen bakanlar kurulunda kullanıldı.

Saray cüceleri

Genel olarak bu sınıfın saraydaki konumu şöyle açıklanabilir: Tarihte bütün dünyada görülebilen saray soytarısı bulundurma geleneği Osmanlı’da bir başka şekilde ortaya çıkmış ve sarayda cücelerin istihdamı başlamıştır.

Dünyada birçok ülkede görülen saray soytarısı bulundurma geleneği Osmanlı’da pek fazla yer tutmamıştır. Ama cücelere yer verilmiştir. Daha ziyade bedenî mükemmeliyet gerektirmeyen işlere bakarlardı. Mesela Enderun’da hafızü’l-kütüplük, yani kütüphane memurluğu yaparlardı. Kabiliyetli olanları “Pars Kethüdalığı”na yükselerek ülkedeki hastahanelerin gelir ve masraflarına bakarlardı.

Hoş sohbeti, tatlı dili, hatta umumî kültürüyle padişahın nedimi demek olan musahipliğe kadar çıkanları bile vardı.

Görme engelli mimar Carlos Mourao Pereira “İstanbul’a ve Osmanlı mimarisine hayranım, çünkü tarihî mekânlar engelliler hesaba katılarak inşa edilmiş, tüm duyulara hitap ediyor” diyor. “Artık mimarî yapılarda avlu kullanmıyorlar. Oysa avlular görme engellilerin sesleri daha iyi algılayıp rahatsız olmadan bulunabilecekleri mekânlar; Süleymaniye bu anlamda muhteşem.”

İstanbul’da tarihî mekânların birçok duyuya hitap edecek şekilde yapıldığını anlatan Mourao, “İstanbul’daki tarihî mekânlarda bulunmaktan keyif alıyorum. Mimarî öyle olağanüstü ki akustik ve kokular sayesinde mekânı algılayabiliyorum” diyor.

Yavuz Bahadıroğlu / Moral Dünyası Dergisi

İnkarcılık (Şiir)

Allah yoktur demeye çıktı bir kaç imansız.

Bu sözü diyebilir, ancak kimdir vicdansız,

 

Bu mel’un inkârcılar yüzü ters gösterdiler,

Harika san’atları tesadüfe verdiler.

 

Bizlere ilim namına çok şeyler düzdüler,

Mucize eserleri tabiata verdiler.

 

Çok anlamsız şeyleri önümüze serdiler,

Kulluk yapmamak için hakikati dürdüler.

 

Aklı gözüne inenler düşüncesiz kaldı,

Bu gibiler yaratıkları inkâra daldı.

 

Bu inkârcılar ustayı san’atta aradı,

Müminlerin cahilliği onlara çok yaradı.

 

Bu fikir, aklı göze inmişlerin işiydi,

Bunu halka sunanlar, başta birkaç kişiydi.

 

Bu aşıyı yapanlar başları boş buldular,

Zehirli okla bizi kalbimizden vurdular.

 

Allahın san’atını tabiata verdiler,

Okullarda hakikate siyah perde gerdiler.

 

Din dersini verenler Allah‘ı anlatıyor,

Sonra giren fenciler “tabiat yaptı” diyor.

 

O tabiat başka değil ancak bir san’attır,

Yapılan her san’atın bir, sanatkârı vardır.

 

Usta yok demek için, sanat yok lazım demek,

Kâinatı kim yarattı buna cevap gerek.

 

Sor bakalım ruh nedir, doktor bile bilmez,

Neden ruhsuz kalan vücut hareket edemez.

 

Ama artık bu yalan çoğunlukla tutmuyor,

Akl-ı selim olanlar, bu sözleri yutmuyor.

 

Son asırdaki mazlumları acıdı Allah,

Bediüzzaman’ı gönderdi Elhamdû-lillah.

 

İnkârcılığı onun Nur eserleri öldürdü,

Bunca muhayyerlerin kalplerini güldürdü.

 

O mübarek eserlerle, bizler de kurtulduk,

Şüpheleri attık şükür Allah’ımızı bulduk.

 

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.Org / www.AlbNur.com

Gayemiz halkı değil, Hakk’ı memnun edebilmek…

Yıllar önce Almanya’ya gittiğimde orada kurulan bir dernek dikkatimi çekmişti. Aklımda kaldığına göre adı; Paylaşanlar Derneği’ydi. Paylaşmakla psikolojik hastalıklarından, dertlerinden, sıkıntılarından kurtulacaklarına inanıyorlardı.

Bu, tamamen İslami bir gerçektir. Peygamber Efendimiz (sas) buyurmuş ki, “Hastalıklarınızı sadaka vererek tedavi ediniz.” Bir başka hadiste buyurmuş ki, “Kim mü’min bir kardeşinin ihtiyacını karşılarsa Allah da onun ihtiyacını karşılar. Kim bir kardeşinin sıkıntısını giderirse, Allah da onun kıyamet sıkıntılarından mühim birini giderir.” Buradan da anlaşılıyor ki, akıl ve ruh sağlığı; ahlak ve yardımseverlikle doğrudan bağlantılı…

Paylaşmak, egoist olan insanın o halden sıyrılıp diğergâm olmasıdır ki, bu durum ruhu memnun eder ve rahatlama hâsıl olur. Beden ruha tâbidir. Asıl olan ruhun rahat etmesidir.

Paylaşmak, bir tabak yemeği paylaşmaktan, büyük bir şirket kurup onlarca insana maaş vermeye kadar uzar. Mesela annem kokusu çıkan bir yemek pişirince komşuya da gönderirdi. “Hasta vardır, hamile vardır, alıp da yapamayan vardır.” derdi. Et pişirdiyse et, ekmek pişirdiyse ekmeği paylaşırdı. “İçim rahat etmez.” derdi. İçim, dediği ruhuydu… Ruh, Allah’ın hayat sıfatından olduğundan daima iyiliği ister. Ben hasta olduğum için iyi bilirim. Ne yiyeceğini, ne isteyeceğini bilemeyebiliyor insan. Birden kapı çalar; bir tas çorba gelir komşudan. Sanki onu bekliyormuş gibi o çorbayı iştahla içer hasta. Hâlbuki biraz evvel hastanın hanımı demişti ki, “Canın ne istiyorsa pişireyim.” “Hiçbir şey istemiyorum.” demişti… Bir tas çorba, alanı da vereni de memnun etti…

Çok zengin bir arkadaşım vardı. Bir gün yanıma geldi, dedi ki; “Ağabey çok sıkılıyorum, bunalıyorum. Depresyona girdim.” Dedim ki, “Kardeşim, samimiyetimize güvenerek açık konuşayım: Allah bu serveti tek başına sana yedirmez. İnşaat yap. Irgatlar, ustalar, sürücüler, kalıpçı, sıvacı derken senin sayende belki yüz kişi ekmek yiyecek.” O arkadaş bir arsa aldı, inşaat başladı. Birkaç ay sonra kendisini ziyaret ettiğimde hayatından memnundu.

Alimler der ki, “Benimdir deme, yanımdadır de!” Parayı biz kazandık. Bu makama biz geldik. Elimizde çeşitli imkânlar var. Amma Allah’ın verdiği akılla, sağlıkla bu nimetlere ulaştık. Demek ki parayı kazandıran da Allah, makamı veren de Allah… O zaman “Benim!” dediğimiz her şeyde herkesin hakkı var. Bahçeye ağacı ben diktim, meyve verdi. Bu koca ağaçta benim hakkım binde bir. O da çekirdeği toprağa gömmek. Ondan sonrasını hep Allah yaptı. Bu hal, elimizdeki her türlü imkan için geçerlidir. Öyleyse Allah’ın verdiğini Allah’ın kullarına dağıtmak zorundayız. Halkı memnun etmek değil gayemiz; Hakk’ı memnun etmek…

Hekimoğlu İsmail / Zaman

İslam Batıl Olan Hareketi Kaldırır

Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslamlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, ta ki parçalayıp onları yutsunlar.

Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsani var, gafletkarane bir lezzet var, şeametli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara “Fikr-i milliyeti bırakınız” denilmez.

Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır: Bir kısmı menfidir, şeametlidir, zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adavetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe sebeptir. Onun içindir ki, hadis-i şerifte ferman etmiş: El-İslamiyyetü cebbeti’l-asabiyyete’l-cahiliyyete. ‘İslam dini kendinden önceki batıl olan fiil, hareket, adet ve inanışları keser, kaldırır.’ (Buhari, Ahkam: 4)] Ve Kur’an da ferman etmiş: “Kafirler, kalblerine cahiliyet taassubundan ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve mü’minlerin üzerine sükunet ve emniyetini indirdi ve onlara takvada ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna layık ve ehil kimselerdi. Allah ise herşeyi hakkıyla bilir.” (Fetih Suresi, 48:26.)

İşte şu hadis-i şerif, şu ayet-i kerime, kati bir surette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslamiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor.
Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslamiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedi kardeşleri kazandırsın?

Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüş. Ezcümle, Emeviler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem alem-i İslamı küstürdüler, hem kendileri de çok felaketler çektiler.
Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeametli ebedi adavetlerinden başka, Harb-i Umumideki hadisat-ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.

Hem bizde, iptida-yı Hürriyette, Babil Kalesinin harabiyeti zamanında “tebelbül-ü akvam” tabir edilen teşaub-u akvam ve o teşaub sebebiyle dağılmaları gibi, menfi milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok kulüpler namında sebeb-i tefrika-i kulub, muhtelif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar ecnebilerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfi milliyetin zararını gösterdi.

Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen anasır ve kabail-i İslamiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman telakki etmek öyle bir felakettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki manen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilayetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adavet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehalikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın.

Cenuptan gelen Kur’an nuru var; İslamiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adavet ise, dolayısıyla İslamiyete, Kur’an’a dokunur. İslamiyet ve Kur’an’a karşı adavet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adavettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamakattir!

Bediüzzaman Said Nursi – Risale-i Nur – Mektubat, 26. Mektub, 3. Mebhas

Risale Ajans