Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Üniversite Nur Talebelerinin bir açıklaması: Risale-i Nurların inkişafı

Rusya’da evlere yapılan baskınlara bir teselli ve geçmiş olsun mahiyetinde Risale-i Nur Külliyatında geçen, üniversite Nur Talebelerinin bir açıklaması

Aziz, sıddık kardeşlerimiz!

İmtihan ve gazânız geçmiş olsun der, sizi tebrik ederiz. Risale-i Nur’un tahkikî iman dersleriyle iman mertebelerinde terakki ve teali edip kuvvetli imanı elde eden Nur talebeleri için öyle taarruzlar, bir cihetten bir imtihandır ve kömürle elması tefrik eden bir mihenktir. Nur talebeleri için Allah’a iman, Peygamber’e ittiba’ ve Kur’an-ı Kerim’le amelden dolayı hapisler bir Medrese-i Yusufiye’dir. Zulüm ve işkenceler birer kamçı, birer perçindir. Kader-i İlahî bize o hücumlarla işaret veriyor ki: “Haydi durma çalış!” Kur’an ve iman hizmeti uğrunda mahkemelerde konuşmak, Nur talebelerince bir dostu ile sohbet etmektir. Karakollara götürülüp getirilmek, çarşı pazara gidip gelmekten farksızdır. Kelepçeler, dinî cihad-ı ekberin birer altun bileziğidirler. Beşerin zulmen mahkûm etmesi ise, hakikatte Hakk’ın beraet vereceğine bir delildir. Bütün öyle işkence ve zulümler, Nur talebeleri için birer şeref madalyasıdır. Ne mutlu ki, otuz seneden beri Nur talebeleri ağabeylerimiz bu nimetlere mazhar olmuşlar. Maalesef bizlere ki, bizler bu şereflere nail olamadık ve olamayacağız da. Zira bunları kazandıran devir kapanmak üzeredir.

Risale-i Nur, bu vatan ve millete emniyet ve asayişi temin eden ve kalblere birer yasakçı bırakan imanî bir eserdir. İslâmiyet düşmanlarının tahrikatıyla olan müteaddid mahkemelerde Risale-i Nur’a beraetler verilmiş, Temyiz Mahkemesi ittifakla beraet kararını tasdik ederek Risale-i Nur davası kaziye-i muhkeme halini almıştır. Yirmibeş mahkeme de “Risale-i Nur’da suç bulamıyoruz” diye karar vermiştir. Otuz seneden beri yüzbinlerle Nur talebelerinin bir tek vukuatı görülmemiştir. Bunun için, Risale-i Nur’un neşrine mâni’ olmaya çalışanlar, emniyet ve asayişin düşmanı ve vatan ve millet haini anarşistlerin hesabına bilerek veya bilmeyerek çalışanlardır. Risale-i Nur’a ilişen hükûmet değildir; çünki emniyet ve zabıta anlamış ki, Bedîüzzaman ve Nur talebelerinde siyasî bir gaye yoktur. Bunların meşguliyeti, sadece iman ve İslâmiyettir. İşte o gizli din düşmanlarının taarruzları karşısında Nur talebeleri Risale-i Nur’daki tahkikî iman derslerinin verdiği iman kuvvetiyle metin, salabetli ve mağlub edilmez bir hizb-ül Kur’an ve fethedilmez bir kal’a halindedirler. Din düşmanları tarafından hücumlar oldukça, Nur talebelerinin Risale-i Nur’a ve üstadlarına olan sadakat ve sebat ve faaliyetleri ziyadeleşir, perçinleşir.
Bir talebesi Üstadımıza şöyle yazmış:

“Ey benim aziz kahraman Üstadım! Muarızlarımız arttıkça kuvvetimiz çoğalıyor.. Rabb-i Rahîmimize hadsiz şükürler olsun.

Nur talebeleri, evvelâ kendi imanlarını kurtarmak, bununla beraber din kardeşlerinin de imanlarını kurtarmak için Kur’an-ı Hakîm’in yüksek ve parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’u okumuşlar ve okutmuşlardır. İmanlarını kurtarmaya çalıştıkları ve rıza-yı İlahî için Kur’ana ve imana Risale-i Nur’la hizmet ettikleri sırada maruz kaldıkları hücum ve taarruzlara hiç ehemmiyet vermeyerek o gizli din düşmanlarının tasallutlarını, saldırışlarını kendileri için iman ve Kur’an hesabına bir kamçı ve bir teşvikçi hükmüne geçtiğine kanaat getirmişlerdir.

Nurlara olan taarruzların bir zararı olsa yirmi faydası vardır. Elbette yirmi kazanca karşı bir zarar hiç hükmündedir. Taarruzlar ancak ve ancak Nur’un neşriyat ve fütuhatının genişlemesine, inkişafına sebebdir ve millet-i İslâmiye nazarında itimad ve emniyet kazanmasına medardır.

Risale-i Nur’un Anadolu genişliğinde ve Âlem-i İslâm vüs’atinde ve Avrupa ve Amerika çapındaki maddî ve manevî tesirat ve fütuhatına ve neşriyatına şahid olan İslâmiyet düşmanları yine bazı taarruzlar yapmışlar. Aldığımız haberlere göre bu taarruzlardan sonra, hususan şark vilayetlerinde, eskisine nazaran Nur’un fütuhatı on gün içinde on misli fazlalaşmış.

Hem böylelikle halkın nazar-ı dikkati Risale-i Nur’a ve Üstadımıza çevrilmiş; uyuyanlar uyanmış, tenbeller harekete gelmiş, ihtiyatsızlar ihtiyata muvaffak olmuşlardır. Bu acı taarruzlar gelip geçici olmakla beraber, sırf bir korku ve evham yaymak kasdıyla yapılan vesileler ve desiseli manevralardır. Ahmak din düşmanları güya Nur talebelerini korkutmak sevdasıyla resmî kimseleri aldatıp tahrik ve âlet etmeye çalışıyorlar. Acaba o gafiller bilmiyorlar mı ki, bizler Nur’un talebeleriyiz. Dinsizlerin, masonların, komünistlerin mahiyeti gayet derecede zayıftır. Zahiren kuvvetli gibi görünmeleri, serseri bir çocuğun bir haneyi bir kibritle mahvetmesi gibi tahribatla iş görmelerindendir. Evet onlar son derece zayıftırlar, çünki bir serçe kuşu kadar iktidarı olmayan kendi varlıklarına güvenirler. Hem son derece zillet, meskenet ve aşağılık içindedirler; çünki insanlara kul-köle olup onlara müraîlik, riyakârlık ve dalkavukluk ediyorlar. Ehl-i iman ise, hususan tahkikî iman ile imanı inkişaf edenler kavîdirler, muazzezdirler. Onların her biri bir abd-i aziz ve bir abd-i küllîdirler; çünki onlar, bir Kadîr-i Zülcelal’e ve bir Hakîm-i Zülkemal’e ve bir Hâlık-ı Kâinat’a ve bir Rabb-üs Semavati ve-l Arz’a ve bir “Ve Hüve alâ külli şey’in Kadîr”e ibadet ederler, kulluk ederler…  O’na intisab ederler, hem istinad ederler.

Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve üstadlarından ayırmak kabil değildir.

Bizim hizmet-i imaniyeye nazaran cam parçaları hükmündeki siyasetle alâkamız yoktur. Diyanet Riyaseti ehl-i vukuf raporunda: “Risale-i Nur kitablarında siyaseti alâkadar eden mevzular yoktur.” demiştir. Hattâ o zaman, yine Afyon savcısı da iddianamesinde: “Bedîüzzaman ve talebelerinin faaliyeti siyasî değildir” diye hükmetmiştir. Evet Risale-i Nur şakirdlerinin meşgul olduğu vazife, en muazzam olan mesail-i dünyeviyeden daha büyüktür. Siyasetle uğraşmaya vaktimiz yoktur. Yüz elimiz de olsa, ancak Nur’a kâfi gelir. Amerika, İngiliz kadar servetimiz de olsa, yine imanı kurtarmak davasına hasredeceğiz. Hem bir takım siyasî işlerle veya bir takım bâtıl cereyanlarla ve fikirlerle uğraşmaya zamanımız yoktur. Ömrümüz kısadır. Vaktimiz dardır. Üstadımızın dediği gibi, “Fena şeylerle meşguliyet fena tesir eder. Fena iz bırakır.” Hususan böyle bir asırda “Bâtılı iyice tasvir etmek, safî zihinleri idlâldir.” Evet menfîlikleri öğrenerek mücadele edeceğim gibi sâf bir niyetle başlayıp, menfî şeylerle meşgul ola ola dinî bağları ve dinî salabet ve sadakatı eski haline nazaran gevşemiş olanlar olmuştur.    Risale-i Nur, nuru yerleştirerek zulmeti izale ediyor; yok ediyor. İyiyi öğreterek, fenayı fark ve tefrik ettiriyor ve vazgeçiriyor. Hakikatı ders vermekle, bâtıldan kurtarıyor ve bâtıldan mahfuz kılıyor.

Hülâsa-i kelâm: Biz, ancak Nurlarla meşgulüz. Biz mücevherat-ı Kur’aniye ile iştigal ediyoruz. Bizler, Kur’anın kâinat vüs’atindeki elmas gibi hakikatlarına çalışıyoruz. Bizler, ancak bâkiye hizmet ediyoruz. Bizler, fâni şeylere emek sarf etmeyiz. Bizim Risale-i Nur’la olan hizmet-i imaniyemiz, başka şeylerle iştigalimize ihtiyaç bırakmıyor.. her şeye kâfi geliyor…

Elhasıl: Üstadımız Bedîüzzaman’la ve Risale-i Nur’la mücadele eden insafsız gizli din düşmanları, acz-i mutlakla ebede kadar mağlubiyettedirler. Bedîüzzaman ve Risale-i Nur ise, ebediyen muzaffer ve muvaffaktır. Şahsı çürütmeye çalışmakla, Risale-i Nur çürütülemez. Zira Risale-i Nur, bizâtihî hüccet ve bürhandır. Onu ve onun müellifini çürütmeye çalışanlar, çürümeye mahkûm olmuşlardır. Nümunesi, tarih müvacehesinde meydandadır ve hem de çürüyeceklerdir. Risale-i Nur’daki yüksek hakikat, Risale-i Nur’u ebede kadar payidar kılacaktır…

Evet Nur talebeleri ağır ceza mahkemelerinde demişler ki: “Bizi Üstadımız Bedîüzzaman’dan ve Risale-i Nur’dan ve bizi bizden ayıracak hiçbir beşerî kuvvet yoktur.” Evet o münafıkların atomları dahi, bu hususta âcizdir. Farz-ı muhal yapabilseler, hattâ cesedimizi öldürseler de, ruhumuz selâmet ve saadetle ebediyete gidecektir. Hem Üstadımızın Mektubat mecmuasında dediği gibi deriz: “Birimiz dünyada birimiz âhirette, birimiz şarkta birimiz garbda, birimiz şimalde, birimiz cenubda olsak; biz yine birbirimizle beraberiz.”

Birinci Cihan Harbi’nde Gönüllü Alay Kumandanı olarak esir düştüğü Rusya’da Moskof Çarlığına karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza edip, kurşuna dizileceği hengâmda “Âhirete gitmek için bana bir pasaport lâzımdı” diye ölümü istihkar eden böyle bir kahraman-ı İslâm Üstadımız Bedîüzzaman’ın eserlerini okumak nimet-i uzmasına mukabil canımızı da feda etsek, ömrümüzü de ona vakfetsek, zulümden zulüme de sürüklensek, ömrümüzün nihayetine kadar şükran secdesinden de kalkmasak, bize yine ucuzdur…

Üstadımız sık sık der ki: Mesleğimiz müsbettir, menfî hareketten Kur’an bizi menediyor.

… insafsız zalimlerden intikamımızı şöylece alacağız: Risale-i Nur’u ölünceye kadar mütemadiyen okuyacağız ve neşrinde sebat ve sadakatla hizmet edeceğiz. Onu altun mürekkeblerle yazacağız inşâallah…

Üniversite Nur Talebeleri

Kimya ve Bediüzzaman

 Bediüzzaman ileri düzeyde kimya bilgisine sahiptir. Öyle ki onu tam dini bir metin gibi değil kimya metni olmakla birlikte ilahi düzenin bir görüntüsü olarak anlatmıştır. Bir kimya hocasını ilzam edecek kadar kimya bilgisi olan Bediüzzaman  yeryüzünün düzeninde önemli bir yeri olan bu ilahi intizamın bir yönünden , o ilmin lisanı mahsusu ile Allah’ı gösteren  vechinden bahseder. Bediüzzaman her ilmin geleneksel anlatımlarından veya  nihilist anlatımlarına  bir reaksiyon olan anlatımlar ortaya koymuştur.Sanat ve ilim , din ve ilim arasındaki dengelere riayet eden Bediüzzaman dini metinlerini kaleme alırken onların münhasıran dini metin olmasına dikkat eder. Ama laboratuara dayanan , hani müsbet ilim denen bahislerde ise  onları yine o ilmin kanonlarına göre izah eder, ama gerektiği yerde Allah’a açılan kapıları gösterir, metni ateist metin olmaktan kurtarır, ilmi ve dini bir mahiyet kazandırır.

kimya deney tüpleri elementOnun yedi sekiz ilmi birbiri içinde anlatarak gerçekleştirdiği bir metninden özellikle kimya ile ilgili olanı ele alalım. “Sani-i Hakim  havada iki unsur halketmiştir. Biri azot , biri müvellidülhumuza . Müvellid ül Humuza ise ; Nefes içinde kana temas ettiği vakit , kanı telvis eden karbon unsuru kesifini kehribar gibi kendine çeker, ikisi imtizaç eder. Buhari humuz-ı karbon  denilen  semli havai bir maddeye inkılab ettirir. Hem hararet-i gariziyeyi  temin eder, hem kanı tasfiye eder. Çünkü Sani-i Hakim  fenn-i kimyada  aşk-ı kimyevi  tabir edilen  bir münasebet-i şedideyi , müvcellid ül humuza ile karbona vermiş  ki ; O iki unsur  birbirine yakın olduğu vakit  o kanun-ı ilahi ile iki unsur imtizac ederler. Fennen sabittir ki ,İmtizactan hararet hasıl olur. Çünkü imtizac bir nevi ihtiraktır.”

Şu sırrın hikmeti şudur ki ; O iki unsurun her birisinin  zerrelerinin ayrı hareketleri var. İmtizac vaktinden her iki zerre yani onun zerresi , bunun zerresi ile imtizac  eder, birtek hareketle hareket eder. Bir hareket muallak kalır. Çünkü imtizaçtan evvel iki hareket idi , şimdi iki zerre ,bir oldu . Her iki zerre bir zerre hükmünde bir hareket aldı . Diğer hareket  Sani-i Hakimin bir kanunu ile hararete inkılab eder. Zaten hareket harareti tevlid eder, bir kanun-ı mukarreredir. İşte bu sırra binaen  beden-i insanideki hararet-i gariziye bir imtizac –ı kimyeviye ile temin edildiği gibi  kandaki karbon alındığı için kan dahi safi olur. İşte nefes dahile girdiği vakit vücudun hem ab-ı hayatını temizliyor, hem nar-ı hayatı işal ediyor. Çıktığı vakit ağızda mucizat-ı kudret-i ilahiye olan  kelime meyvelerini veriyor. Subhane men tahayyere fi sunihil ukul ”Sanatıyla akıllara durgunluk veren onları şaşırtan Allah’ı  noksanlardan eksiklerden tenzih ederim.”(32 Söz)

Bu metinde insan hayatının nasıl kimyasal olaylarla bağlantılı olarak cereyan ettiğini anlatır. Havanın  vücudu girerek kana temas etmesi ile vucut ısısının  temin edilmesini , kanın temizlenmesini  ve geri kalan havanın da atık bir madde olmasına rağmen kelimelerin çıkmasını neden olduğunu anlatır. Azami iktisatla cereyan eder kimyasal olaylar. Bediüzzaman kimya ilminin bir kanunundan bahseder aşk–ı kimyevi , ona münasebat-ı şedide , yani şiddetli yakınlık ilişki der. Bütün kimyasal bileşikler ve sentezler bu aşk sayesinde gerçekleşir. Oksijen ile hidrojen bir araya gelir su adını alırlar. O iki maddenin evliliğinden  hayat ortaya çıkar koskoca hayat, o iki madde hayatın sayısız tezahürlerini nasıl düşünebilirler, “vecealne minel mai külli şeyin hay” her şey su sayesinde hayat hakkını kazanır. İki madde arasındaki bir araya gelme aşkı , hayatı yaratan ve devamını sağlayan bir mantık sayesinde bir büyük tasarım ile gerçekleşir. İki madde bir araya gelirken bu sayısız mahlukların her biri o bir araya gelme sayesinde tasarlanabilirler, bir imtizaçtan sayısız tasarımları düşünmek bütün hayata hakim olan bir göz ve mantık , ilim ve tasarım ile olabilir.

Kimyadaki diğer yüzden fazla elementler arasındaki ilişkilerden kimyevi aşktan sayısız kimyasal madde ortaya çıkmıştır.O maddeler arasındaki kainat  laboratuarında ortaya çıkan aşkın hayata aşık ve hayatın büyük sahibi olan Allah’tan hayatın büyük temsilcisi olan insana olan sevgisi ortaya çıkmaz mı? Muhabbet şu kainatın sebebi vücududur diyor Bediüzzaman o muhabbetin bir yönü de kimyasal elementler arasına konan ilişkiler trafiğidir. Aşk-ı kimyevilerdir.

Bize örnek bir kimya metin yorumu vermiş olan bu bilim tarihinin kristof kolombu  olan Bediüzzaman bize ne der acaba , “ben ilimleri böyle yorumluyorum, siz de bunları örnek alarak büyük metinler ortaya çıkarabilirsiniz” Sizin aklınız ve yapma ve icad etme karihanıza örnek metinler vererek yardım ediyorum, siz de böyle metinler ortaya koyarak, kimya derslerini ilme ve Allah’a   açılan kapıları olan ilimler haline getirebilirsiniz. Bütün kimya tarihine , bilim tarihine bakın, böyle bir metin  yok. Batıda kimya tarihinde  büyük dindar papazlar var onlar bile böyle bir metni kaleme alamamışlar. Buradan Bediüzzaman’ın ne kadar ileri görüşlü ve bilim tarihinin ne kadar eksik tasarlandığını gördüğü manası çıkmaz mı ?

Bu metinde üç yerde kanun kelimesini kullanır, her şeyi kanunlara veren ilimlerin kanunların hayatın devamı için önceden belirlendiği gerçeğinden gafildir. Kanunları hayatın sürekliliği için icad eden ve maddenin ve madde ilişkilerinin içine yerleştiren Allah’tır. Yoksa imtizac ve ihtirak kanununun bu koca kainatı ve hayatı düşünmesi , ilmi ilahinin bir maddenin  mahiyetine sığmasını düşünmek ne kadar aptalca olur.

Vücudu temizleyen ve sıcaklığını temin eden  havanın  dışarı  çıkarken kelimeleri meydana getirmesi çok daha başka bir alanı nazara verir, konuşmak olmasa idi bütün beşeri ilişkiler biterdi,konuşmak yazmak, düşünmek, hepsi bu dışarı çıkan havanın meydana getirdiği kelimelere bağlıdır.Konuşmak Allah ile olan münasebetimizi ortaya koyar, namaz bir  ilahi sohbettir, dua bir ilahi sohbettir.Konuşmak bütün ilim nevilerinin kaynağıdır.  Bir hava ile her şey  meydana gelmiş oluyor. Vucuttan çıkan hava yeryüzüne dağılırken de bitkilerin foto sentez olayını meydana getirir. Havanın kana imtizacı ile bütün bir hayat devamlılık kazanır, bu kadar büyük  ihata edilmez tasarımların bulunduğu bir hayatı bir tek imtizac ile  doğurmak ancak ilmi kainatı ihata eden biri tarafından mümkündür.

Bir kitap yazalım adı Kimyasal Aşk, Hamdi Temel adlı arkadaşımız sayın profesör “Naylon aşkı öldürür “ isimli bir kitap yazmış, şimdi de kimyasal Aşk ve  Allah ve İnsanın ilişkileri diye bir kitap yazılabilir.

Prof. Dr. Himmet Uç

Bediüzzaman’ın Van Yılları (Kısa Hikaye)

Van’daki medreseleri, sibyan mekteplerini dolaşıyorum, müderrislerle, hocalarla görüşüyorum. Bazen öğrencilerin ilmi seviyeleri ile ilgili konuşmalar yapıyorum, onların ilimlerini eleştirel bir gözle yorumluyorum. Bazı konularda ironik bir seviyede, tecahül ederek onların ilmi seviyelerini gözden geçiriyorum. “Yok efendim yok, biz bu eğitim ve öğrenci seviyesi ile çocuklarımızı ateizmin, nihilizmin pençesinden kurtaramayız. Bir sınıfa girdim, müderris efendi beni heyecana karşıladı. Çocuklar sordular. Efendim bu adam kim, o da saygı ile “aa çocuklar siz bu adamı tanımıyor musunuz öyle mi, bu meşhur Molla Said, birden çocuklar ayağı fırladılar. Renkleri bozuldu. Çocuklar size soru soracağım “la şerike leh “ ne demek? Efendim ben biliyorum dedi bir talebe, ne demek Efendim anlamı?“ Allah’ın ortağı, eşi, benzeri yok demek” bir delil verebilir misin, bazı ilimlerden coğrafya, kozmoğraya ve daha başkaları. Çocuklar sustular, herkes çözümsüz bir meselenin getirdiği hayret ile birbirlerine baktılar. Başlarındaki hoca; “Molla Said Hazretleri, bu sorulara cevap vermeleri mümkün değil“ dedi.

Van da bulunduğu sürece Bediüzzaman laboratuara ve gözleme dayalı ilimleri okumuş, özellikle zooloji, botanik, nebatat ilmi, astronomi ve daha başkaları , onlardan Allah’a giden yolları kendi zihninde açmaya çalışmıştı. Bunları zihninde kuruyor ve düşünüyordu. Van Valisi Tahir Paşa ile talebenin bu halini zaman zaman münakaşa ediyor, buna bir çözüm getirmek gerektiğini sürekli gündemde tutuyordu. Pozitif ilimler ile dini ilimler ve özellikle akaidi meseleleri bunların ikisini birlikte sentezleyen bir eğitim tarzı peşindeydi. Dinin gerçeklerini ve inceliklerini bu asrın anlayışına uygun en yeni beyan tarzlarıyla isbat etmek gerekiyordu.

Van valisi Tahir Paşa her iki ilim dünyasından haberdardı, kendisine sürekli İstanbul’dan yayınlar geliyor, Molla Said ile okuyorlar, dünyanın ilme bakışı ile bizim mekteplerimizdeki bakışı birlikte yorumlamanın gerektiğine kafa yoruyorlardı. Müteaddit defalar birlikte ne yapmalıyız diye konuşuyorlar, yorum yapıyorlardı. Hatta ilmi münakaşalardan dolayı vali ile araları açılır, daha sonra valinin özür dilemesi üzerine davetiyle Van’a döner.

Bediüzzaman, Tanzimat nesli ve kendi çağdaşları gibi düşünmüyordu, Namık Kemal devlet ile kavga ediyor, değişimin siyasi olması ve farklı bir rejim ile yönetilmenin bütün sorunları çözeceğine inanıyordu. Namık Kemal 1888 de ölmüştü, ama fikirleri hala aydınlar arasında yaygın ve mücadelesini birçok insan benimsiyordu. Siyasi değişme cafcaflı, dikkat çeken bir konu idi, kolaydı, bir anda her şeyin değişeceğini vaat ediyordu. Ama ilmi gelişme, eğitim sisteminin değiştirilmesi, hocaların ve öğrencilerin ilme bakış açılarını değiştirmek emek isteyen zor bir işti. Çözülmesi gereken iç içe meseleler vardı, Bediüzzaman eğitim tarzının ve yorum tarzının değişmesini günlerce yıllardır düşünüyor, iç diyalogları kendisi ile ayrıca müderrislerle, hocalarla münakaşa ediyor, bu konuya bir çözüm için gayret ediyordu. Düşünce adamıydı, Vali Bey’in evinde kalıyor, onun kızlarını bile karıştırıyordu, dış âlemle alakadar değildi.

Skolâstik düşünceden ve tabiat ve kâinat yorumundan kurtulmak için Descartes klişe ile planlı şekilde münakaşa etmiş, batı düşüncesine gözlem ve yorumu getirmişti. Kendisi de medresedeki uygulamalardaki skolâstiği yıkmak istiyordu. Kendisinin skolâstik bir medrese hocası olmadığını her mahfelde öne sürüyordu. Ama medreseyi karşısında almak istemediğinden bahsi örneklerle vermek gerektiğine iniyordu. Yoksa Galile’nin başına gelen, Descartes’in kıl payı kurtulduğu kavganın içinde kaybolup gidebilirdi, ihtiyatlıydı. Yüzyıllardır akla ve gözleme kapalı bir düşünceyi birden bire aklın ve gözün huzurunda beş duyu laboratuarında yorumlamak müşkül bir sorundu.

Bediüzzaman iyi bir gözlemciydi, onun müşahedesi birkaç noktada toplanıyordu. İnsanları, âlimleri, müderrislerin karakterini ve dünyasını gözlüyor, sonuçlara varıyordu. İlimleri okuyor onların karakterini anlıyor, onlarla din arasındaki kapıları açmak için çabalıyordu. Medresedeki skolâstiği görüyor onu gidermeye gayret ediyordu.

Gözümde dikkate aldığım iki şey iki kurum vardı, oralardaki eğitim beni ilgilendiriyordu. Birisi medrese buna bağlı olarak camii, diğeri ise okullardı. Ondokuzuncu yüzyılda ülkemizde birçok yenilikçi, yeni fikirler üreten toplum mühendisleri vardı. Onların hedef aldıkları siyasi kurumlar ve yöneticileri idi, yeteneklerle uğraşıyorlar, sistemi yenilemek için uğraşıyorlardı. Beni ise bulunduğum yerde okulları ziyaret ediyorum, öğrencilerle, öğretmenleri ile konuşuyorum, bilgi seviyelerini, derslerini takib ediyorum. Yıllardan beri takip ettiğim doğu batı fikirlerini kaynak eserlerini, ilmen ilerlemiş batı ile kıyas ediyorum, vardığım sonuçlar bizim illa da zamanın ihtiyaçlarına göre dersler, hocalar ve eğitim sistemlerinin olması zorunluluğuydu. Hiçbir zaman siyasilerin yönetim yetersizliklerini söz konusu etmeye yeltenmedim, her şeyin başı öğrenilen ve öğretilen ve öğretenlerin durumu idi.

Bir başka gözlem alanı ise doğu ve güneydoğudaki aşiretlerin içinde bulunduğu durumlardı. Devamlı birbirleri ile geçinemeyen bu gurupları irşad ediyor ve onlara yön gösteriyordu. Eğitim tarzındaki yetersizlikleri görüyor, bunu kendi dünyasında çözümlemek için çareler düşünüyordu. Yenilikçi bir eğitim adamı olarak hayatını devam ettirirken birden onun bu eğitime takıntılı durumunu daha da harekete geçiren bir olay olur. Söylenilen söz Osmanlının yıkılışa doğru hızla gittiği bir dönemi yansıtıyordu. Osmanlı güçlü olsaydı düşmanları böyle bir sözü sarf edemezdi. İslam dünyası yeni bir dünyaya intibak edememiş olması Avrupalıların Osmanlıyı ve İslam dünyasını yıkmasını çabuklaştırıyordu, iştahları kabarıyordu. İngiliz sömürgeler bakanı İngilizlerin o günki durumlarından kaynaklanan ve güçlünün söyleyebileceği bir sözdü. “Bu Kur’an Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız ve Kuran’ı ortadan kaldırmalıyız veya Müslümanları ondan soğutmalıyız. “

İyi ki bu sözü duymuşum, bu söz benim dava ağacımın çekirdeği oldu diyebilirim. Hani insan bir çekirdekten nasıl inşa edilirse, bir ağaç nasıl bir tohumdan doğarsa benim doğumum bu sözden olmuştur. Beni ülkemin mücadele tarihinde iyi bir noktaya getirmiştir, yenileşme tarihini ayrıntılı olarak okumuştum, Ali Suavi, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi değişimcilerin hayatlarını ve mücadelelerini biliyordum. Onlarla benim farkım onlar Fransız ve İngiliz siyasilerinin evrenine girerek ülkelerine yenilik getireceklerine inanmalarıdır. Namık Kemal benden kırk yılı aşkın bir süre önce İstanbul’a gelmişti, Tercüme odasında batılı siyasi fikirlerle karşılaşmış Monteskiyo, Volter, Ruso gibi filozof siyasilerin evrenine girmişlerdi. Onların böyle bir yol seçmeleri hem kendilerine hem de onları örnek alan nesile bir yanlış örnek olmuştu. Yanlış bir yol açanların büyük sorumluluğu olur, bu siyasi mücadele sahipleri kendilerini görünürde büyük işler yapmış sanıyorlar ve büyük alkış alıyorlardı, ama sonuçta yaptıkları bir şey yoktu. Her biri ülkenin bir yerinde sürgünde emellerinin enkazları altında kalıp dünyadan göçtü gittiler.

Namık Kemal’in İstanbul’a geliş yılları ile benim aramda geçen kırk yılı aşkın sürede her gelen aydın fikir adamı, Avrupa’ya kaçan şahıslar siyasette başka yenilik getirecek araç görmediler. Namık Kemal ve Namık Kemal perestler bana sistemle kavga konusunda yeterli ders verdiler, ben sistemin esası olan bir eğitimin sistemi ve o sistemi yenileyecek değerler üzerinde düşündüm. Bu sözü duyunca da elimdeki malzeme birden en güçlü mücadele aracına dönüştü. Onlar sistemle kavga eden filozof ve siyasi adamları kendilerine önder seçtiler, onlar o yenilikçilerin bakış açılarını kendi ülkelerine tatbik etmek istediler. Ama onlar kendi ülkelerinde haklı olana gerekçelerle siyasi fikri teorik bahisler ürettiler, ama biz henüz onların mücadelelerinde oların ülkelerinin durumlarında değildik. Onlar intibak zorluğundan heba oldular. Sadece bir takım kavramlara dikkat çektiler.

Sömürgeler bakanının bu sözü benim Kuran’a yönelmemi doğurdu, “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve ispat edeceğim “ dedim.Bu söz benim hayatımı ve gayemi iyi hülasa etmiştir.Sömürgeler bakanı bu sözü söylerken meseleye derinliğine hakim görünüyor, Kur’an’ın temel meselelerini ve insanlar , toplumlar ve devletler üzerindeki tesirlerini bilmeyen, izlemeyen bir insan bu sözü söyleyemez. Kur’an insanlara ahiret inancı veriyordu, adalet hissi veriyordu, ibadet aşkı veriyordu, evrende insandan başka varlıkların, ruhanilerin olduğunu söylüyordu. Hz Muhammed’in dinin değerlerini yaymadaki temel esprileri ve onun yolundan giden büyük insanların hareket noktalarını, programlarını veriyordu. Bizim yenilikçilerimiz bizim düşmanımız olan bir devlet adamı kadar düşünememişler, toplumsal ve ferdi değişmenin kaynağını görememişler, yanlış yerlere bakmışlar, yanlış organize olmuşlar ve sonuçta başarısız olmuşlar.

Büyük değişimcilerin ilk önce kendileri değişmeleri gerekir, hz Peygamber kırk yaşına kadar toplumu organize etmek için bir bekleyiş içinde idi, büyük bir gözlemci idi. Medine ve Mekke halkı, din anlayışları, aile ilişkileri, Kabe ve oradaki putlara karşı davranışlar, kafalarında İbrahimi dinin esası olmasına rağmen yaratmak ile ilgili bütün eylemleri Kabe’deki 360 ı aşkın puta veriyorlardı, ama Allah’ı da biliyorlardı. Böyle irtibatsız ve sakat bir itikad dünyasında zevklerinden başka mabudları yoktu. Kabede en kötü eylemleri yapıyorlar ve hiç endişe duymuyorlar, putlarına sonsuz saygı duyuyorlardı. Peygamber ticaret nedeni ile civar ülkelere gidiyor, insanların nasıl dalalet içinde olduğunu görüyor, irkiliyordu. Kendisi bu cehennemi çevre içinde saflığını koruyor, putperest bir toplum içinde onlardan uzak olmayı katılmamayı her halükarda beceriyordu. Bu kırk yıllık süre içinde bir arayışın içinde meyve vermeye doğru gittiği de gerçekti, toprağa atılan bir tohum nasıl kendine ayrılan evrensel takvim süresini tamamladıktan sonra dışarı çıkıyordu. Peygamber bütün akli ve zihni melekeleri ile olayları değerlendiriyor değişmenin olması lazım geldiğine karar veriyor, ama nasıl olacağı konusunda bir planı olmuyordu. Bir demir nasıl ocakta biçimlenmeye uygun hale gelinceye kadar bekler tam o kıvamı yakalayınca şekillenir, bir şey olur. Peygamber beklemenin son ve en önemli halkasını Hira’da aylarca bir doğum mağarasında istedi, ta ki bir gün güneşin ışığı oraya yansıdı. Çünkü nasıl güneş ışıksız olmaz, aynen öyle de ulûhiyet de risaletsiz olmaz. Cebrail güneşe ışığını ilahi bir tasarımla monte etti ve Hz Muhammed, Hz Peygamber olarak evine döndü, ama ne olduğunun farkında değildi, olaylar gelişince ne olduğunu iyi anlamıştı. O mağarada Cebrail’in bir büyük ışık huzmesi ile ulûhiyettin ışığına ona getirdiği güne kadar.

Bediüzzaman cehalet ışığı ile kararmış olan ülkesini aydınlatmak için kendisi ışığı arıyordu. Tıpkı peygamberin uluhiyetin ve kainatın sırlarını aramak için mağaraya kapandığı gibi, o da Van’ın sokaklarında, kalesinde, medreselerinde kafasında bu eğitim meselesinin nasıl çözüleceğini düşünüyor bir hâkim ışık arıyordu. Bütün hayatı bu arayış ile şekillenecekti. Yoğunlaşmak bir meseleyi zihninin odağına yüklemek ve her gördüğü olay ile onun çözümü arasında bağlar kurmaktı. Sadece düşünen o değildi, özellikle bir Osmanlı valisi olmanın ötesinde bir entelektüel olan Vali Tahir bey ona fikirlerinde iştirak ediyor, onun kadar huzursuz oluyor bir de hayret ediyordu. Klasik medreseden yetişmiş bir Molla ‘nın medreseye dayanan ilimlerdeki bitmez tükenmez münakaşalar yerine yeni bir öğrenci öğretmen ilişkisine ve yeni bir metin araştırmasına ve ilimler ile din arasında bağlar kurmaya nereden kafayı takmıştı, onu dinliyor ve saygı duyuyor, çözmek için gayret gösteriyordu.

Ahmet Nebil Soyer / www.NurNet.Org

Psikolojik terapide Risale-i Nur

Psikolojik terapide karşınızdakine yardımcı olabilmek için onun kendi kültüründen, kendi inancından, kendisine yakın hissettiği konulardan faydalanmaya çalışırsınız. Eğer psikolog sizin kültürünüzü, inancınızı, değerlerinizi benimsemiyorsa veya tanımıyorsa etkili olma ihtimali de düşer, çünkü sizi anlamaz ve sizde sizi anlamadığını düşünürsünüz. Bu nedenle psikolog olarak sadece bilinen psikolojik metotlardan değil, başka yöntemlerden ve bilgilerden de faydalanmanız gerekir.

Özellikle psikolojik tedavide kalıpların hiç bir anlamı yoktur. Diş doktoruna gittiğiniz zaman herkesin tedavisi aynıdır. Fakat psikolojik sorunlar böyle değildir. Çünkü her insan farklıdır. Her insanın yapısı değişiktir. Bazen sorunlar birbirine benzese de her tedavi bambaşkadır. Bu nedenle sadece başka kültürlerin ve değerlerin geliştirdiği metotları kullanmak yerine, kendi değerlerimiz ile bağdaşan kaynaklardan da faydalanmak gerekir. Faydalanabileceğiniz eserlerden bir tanesi de Bediüzzaman´ın Kur´an tefsiri Risale-i Nur.

Hemen belirtelim, Risale-i Nur bir psikoloji kitabi değil. Psikolojik metotlar içermez. Fakat başka kitaplarda da olabileceği gibi – mesele Mevlana´nın Mesnevi´sindeki hikayeler – Risale-i Nur´da da insan psikolojisine dair önemli tespitler var. Bu tespitlerden psikolojik terapide faydalanmak mümkündür, ki biz faydalanıyoruz ve tedaviye gelenler çokta faydasını görüyor.

Örneğin 2. Lem´a´daki sabır bahsinden, kimlik gelişimi için 30. Söz´den, insanın bilinç altını – daha doğrusu nefsin bilinç altını – deşifre eden 21. Söz´den, 17. Mektup olan Çocuk Taziyenamesinden, 26. Lem´a´daki tesellilerden, Kader Risalesinden, vesvese bahislerinden veya başlı başına Hastalar Risalesinden faydalanmak mümkündür.

Yazımızın sınırlarını aşmamak kaydıyla tedavilerde en çok faydalandığım bölümlerden örnek verelim.

“Şu sabırsızlıkta misalin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde; o tutar mühim bir kuvvetini sağ cenaha gönderir, merkezi zayıflaştırır. Hem sol cenahta düşmanın askeri yok iken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, “Ateş et!” emrini verir. Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder; tar ü mar eder. Evet buna benzersin. Çünki geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalbolmuş; elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, keramete iltihak ve meşakkati, sevaba inkılab etmiş. Öyle ise ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret almak lâzımgelir. Gelecek günler ise madem gelmemişler. Şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek; aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divaneliktir.“ (21. Söz). Bu bölümde Nursi sabırsızlığın insana ne gibi zararlar verdiğini, daha gelmemiş günler için şimdiden üzülmenin hiç bir faydası olmadığını tespit ediyor. Daha gelmemiş günler için şimdiden sıkıntı çekmek psikolojik terapide sıkca rastladığımız bir olgu. Dolayısıyla bu misaller konuyu çözmekte çok yardımcı ve etkili oluyor.

“Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesiyle sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp hâl-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvaya başlar. Âdeta (hâşâ) Cenab-ı Hakk’ı insanlara şekva eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekva edip sabırsızlık gösterir. Çünki geçmiş herbir gün, musibet ise zahmeti gitmiş rahatı kalmış; elemi gitmiş, zevalindeki lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bundan şekva değil, belki mütelezzizane şükretmek lâzım gelir. Onlara küsmek değil, bilakis muhabbet etmek gerektir. Onun o geçmiş fâni ömrü, musibet vasıtasıyla bâki ve mes’ud bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı vehim ile düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak, divaneliktir. Amma gelecek günler ise madem daha gelmemişler; içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekva etmek, ahmaklıktır. “Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım” diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek, ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir. Öyle de gelecek günlerdeki, şimdi adem olan musibet ve hastalıkları düşünüp, şimdiden onlardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belahettir ki, hakkında şefkat ve merhamet liyakatını selbediyor.” (2. Lem´a). Yukarıda verdiğimiz örneğin bir başka şeklini burada da görüyoruz. Sabır bir çok psikolojik tedavide en önemli faktörlerden birisi. Bediüzzaman bu konuda geçmis-halihazır-gelecek kavramlarını ele alıyor ve insandaki sabir gücünün halihazır için yeterli olduğunu gösteriyor. Ki Cenab-ı Allah Kur´an-ı Kerim´de defalarca kimseye kaldıramayacağı yükü vermediğini belirtiyor. Onun için daha olmamış, gelmemiş bir olay için şimdiden sabırını tüketmek sadece sıkıntıyı çoğaltıyor.

“Zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i elem dahi lezzettir. Evet, herkes geçmiş lezzetli, safalı günlerini düşünse, teessüf ve tahassür elem-i mânevîsini hissedip “Eyvah” der. Ve geçmiş musibetli, elemli günlerini tahattur etse, zevâlinden bir mânevî lezzet hisseder ki, “Elhamdülillâh, şükür, o belâ sevabını bıraktı, gitti” der, ferahla teneffüs eder. Demek bir saat muvakkat elem, ruhta bir mânevî lezzet bırakır ve lezzetli saat, bilâkis, elem bırakır. Madem hakikat budur. Ve madem geçmiş musibet saatleri, elemleriyle beraber mâdum ve yok olmuş; ve gelecek belâ günleri, şimdi mâdum ve yoktur. Ve yoktan elem yok ve mâdumdan elem gelmez. Meselâ, birkaç gün sonra aç ve susuz olmak ihtimalinden, bugün o niyetle mütemadiyen ekmek yese ve su içse, ne derece divaneliktir. Aynen öyle de, geçmiş ve gelecek elemli saatleri—ki hiç ve mâdum ve yok olmuşlar— şimdi düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp Allah’tan şekvâ etmek gibi “Of, of” etmek divaneliktir. Eğer sağa sola, yani geçmiş ve geleceklere sabır kuvvetini dağıtmazsa ve hazır saate ve güne karşı tutsa, tam kâfi gelir; sıkıntı ondan bire iner. Hattâ, şekvâ olmasın, ben bu üçüncü medrese-i Yusufiyede, birkaç gün zarfında, hiç ömrümde görmediğim maddî ve mânevî sıkıntılı, hastalıklı musibetimde, hususan Nurun hizmetinden mahrumiyetimden gelen meyusiyet ve kalbî ve ruhî sıkıntılar beni ezdiği sırada, inâyet-i İlâhiye bu mezkûr hakikati gösterdi. Ben de sıkıntılı hastalığımdan ve hapsimden razı oldum. “Çünkü benim gibi kabir kapısında bir bîçareye, gafletle geçebilir bir saatini on adet ibadet saatleri yapmak büyük kârdır” diye şükreyledim.“ (13. Söz). İnsan geçmişini düşünerek yorulur, geleceğini düşünerek endişe çekerse yine kendisine verilen sabır kuvvetini boşa harcamış olur. Geçmiş bitmiştir. Gelecek henüz gelmemiştir. Nursi, yine örneklerle dikkat çekerek olayın sabır ve musibet boyutunu analiz ediyor.

„Gayet zengin, gayet mahir bir san’atkâr; güzel san’atını, kıymetdar servetini göstermek için, miskin bir adama modellik vazifesini gördürmek maksadıyla, bir ücrete mukabil, bir saatçik zamanda, murassa ve gayet san’atlı diktiği bir gömleği, bir hulleyi o fakire giydirir. Onun üstünde işler ve vaziyetler verir. Hârika enva’-ı san’atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese: “Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla verdiğin vaziyetten bana sıkıntı veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun” demeye hak kazanabilir mi? Merhametsizlik, insafsızlık ettin diyebilir mi? İşte aynen bu misal gibi, Sâni’-i Zülcelal sana ey hasta! Göz, kulak, akıl, kalb gibi nuranî duygularla murassa olarak giydirdiği cisim gömleğini, esma-i hüsnasının nakışlarını göstermek için, çok hâlât içinde seni çevirir ve çok vaziyetlerde seni değiştirir. Sen açlıkla onun Rezzak ismini tanıdığın gibi, Şâfî ismini de hastalığınla bil. Elemler, musibetler bir kısım esmasının ahkâmını gösterdikleri için, onlarda hikmetten lem’alar ve rahmetten şualar ve o şuaat içinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, tevahhuş ve nefret ettiğin hastalık perdesi arkasında, sevimli güzel manaları bulursun.“ (25. Lem´a). Hayatı ve vücudu kim verdiye, hakiki malik (sahip) kim ise, aynı şekilde hastalığı ve musibeti de veriyor. Sıhhat imtihan olduğu gibi, hastalık da bir imtihandır. Derdi kim verdiyse dermanı da veriyor. Ve bu nedenle her musibet, bela ve hastalık geçici oluyor. Bediüzzaman yukarıda verdiği terzi misaliyle hayatımızda karşılaştığımız bir çok musibete merhem sürüyor.

“Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.“ (Hakikat Çekirdekleri) ve benzeri “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır.“ (Münazarat). Burada Said Nursi dünyaya ve olaylara bakış açısını ele alıyor. Bu kadar kısa ve veciz kelimelerle dünyaya bakış açımızın hayatımızı nasıl etkilediğine vurgu yapıyor. Ne kadar müsbet (pozitif) bakar isek, hayatımız da o kadar müsbet olur. Neticede stres dediğimiz olay dahi sadece bizim kafamızda oluşan bir olgu.

“Bir zaman -Allah rahmet etsin- mühim bir zât kayığa binmekten korkuyordu. Onun ile beraber bir akşam vakti, İstanbul’dan köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyyüb’e gitmeğe mecburuz. Israr ettim. Dedi: “Korkuyorum, belki batacağız!” Ona dedim: “Bu Haliç’te tahminen kaç kayık var?” Dedi: “Belki bin var.” Dedim: “Senede kaç kayık garkolur.” Dedi: “Bir-iki tane, bazı sene de hiç batmaz.” Dedim: “Sene kaç gündür?” Dedi: “Üçyüzaltmış gündür.” Dedim: “Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üçyüz altmış bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan; insan değil, hayvan da olamaz!” Hem ona dedim: “Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?” Dedi: “Ben ihtiyarım, belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır.” Dedim: “Ecel gizli olduğundan, herbir günde ölmek ihtimali var; öyle ise üçbin altıyüz günde hergün vefatın muhtemel. İşte kayık gibi üçyüzbinden bir ihtimal değil, belki üçbinden bir ihtimal ile bugün ölümün muhtemeldir, titre ve ağla, vasiyet et!” dedim. Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim: “Cenâb-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrib için değil! Ve hayatı ağır ve müşkil ve elîm ve azab yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa.. hattâ beş-altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârane bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdır, hayatı azaba çevirir.” (29. Mektub). Bediüzzaman burada bir çok insanda bulunan gereksiz korku ve vesveseyi ele alıyor. Önce bunun ne kadar yanlış bir düşünce olduğunu tespit ediyor, ardından korkunun mahiyetini açıklıyor. Mahiyeti bilindiği vakit korku da azalır. Aslında psikolojide metot olarak kullandığımız davranış terapisinde aynen bunu uyguluyoruz.

„Halk-ı şer, şer değil, belki kesb-i şer şerdir. Çünki halk ve icad, bütün netaice bakar; kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için, hususî netaice bakar. Meselâ: Yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var, bütünü de güzeldir. Sû’-i ihtiyarıyla bazıları yağmurdan zarar görse, “Yağmurun icadı rahmet değildir” diyemez; “Yağmurun halkı şerdir” diye hükmedemez. Belki sû’-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu. Hem ateşin halkında çok faideler var; bütünü de hayırdır. Fakat bazıları sû’-i kesbiyle, sû’-i istimaliyle ateşten zarar görse, “Ateşin halkı şerdir” diyemez. Çünki ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış; belki o, kendi sû’-i ihtiyarıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti. Elhasıl: Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesîri intac eden bir şer terkedilse; o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur. Meselâ: Cihada asker sevketmekte elbette bazı cüz’î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesîr var ki, İslâm küffarın istilasından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terkedilse, o vakit hayr-ı kesîr gittikten sonra şerr-i kesîr gelir. O ayn-ı zulümdür. Hem meselâ: Gangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir; halbuki zâhiren bir şerdir. Parmak kesilmezse, el kesilir; şerr-i kesîr olur. İşte kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve îcadları, şer ve çirkin değildir; çünki çok netaic-i mühimme için halkolunmuşlardır.“ (12. Mektub). Bu bölümde de yine psikolojik terapilerde sıkca kullandığımiz bir metodu görüyoruz. Bir şeyin varlığı kötü anlamına gelmez. Siz o varlığı nasıl algılar veye „kullanırsanız“ size o şekilde yansır. Güzele yönlendirirseniz güzel olur. Bazen kötü zannetiğiniz şeyler hayır, hayır zannetikleriniz şer olabiliyor.

„Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülasasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür, inkılap ve felaketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskan edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, üçüncüsü, nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. Lakin, insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. Mesela, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helale ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helaline şehveti var, harama yoktur. İhtar: Kuvve-i şeheviyenin yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi füruatında da bu üç mertebe mevcuttur. Ve keza, kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddi ve ne manevi hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz. İhtar: Bu kuvve-i gadabiyenin füruatında da şu üç mertebenin yeri vardır. Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batıl bilir, içtinap eder.“ (İşarat-ül İ´caz). Bediüzzaman Fatiha Suresindeki „Sırat-ı müstakim”i tefsir ederken insandaki farklı kuvvetlerden bahsediyor. Bu kuvvetler veya duygular insanı kötülüğe sevk edebileceği gibi iyiliğe de sevk edebilir. Kötülük veya iyilik yapmakta insan hürdür. Hür olduğu için ve seçeneklerini kendisi yaptığı için ahirette mesul olacaktır. İnsandaki bu „sistemin“ farkında olduğumuz zaman doğru hareket etmek de daha kolay olsa gerekir.

„Evvelâ: Ölüm, saadet-i ebediyeye mukaddemedir; bu itibarla nimet sayılabilir. Çünki nimetin mukaddemesi de nimettir. Nitekim vâcibin mukaddemesi, vâcib; haramın mukaddemesi, haramdır. Sâniyen: Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Binaenaleyh ruh, cesed kafesinden çıkarsa necat bulur. Sâlisen: Ölüm olmasaydı, küre-i Arz nev’-i beşeri istiab edemezdi ve nev’-i beşer müdhiş perişaniyetlere maruz kalırdı. Râbian: İhtiyarlık yüzünden öyle bir dereceye gelenler var ki, tekâlif-i hayatiyeye kadir olamaz, daima ölümünü isterler. İşte bunun için, ölüm nimettir.“ (İşarat-ül İ´caz). Nimet dediğimiz zaman çoğumuzun aklına gıda, yiyecek ve içecek gelir. Halbuki Bediüzzaman eserlerinin bir çok yerinde ölümün kötü birşey olmadığını, tam aksine bir nimet olduğunu açıklıyor. Yukarıda verdiğimiz bölümde bunun neden böyle olduğunu net bir şekilde gözler önüne seriyor.

Burada verdiğimiz örnekleri çogaltmak mümkündür. İnsan psikolojisine dair terapilerde kullanılabilecek daha başka bölümler de vardır. Başlı başlına bir eser konusu olabilecek bu konuyu sadece giriş mahiyeti olarak kısaca sunmaya çalıştık.

Cemil Şahinöz /  moralhaber.net

cemil@misawa.de

Nurlarla Beraberliğin Kıymetini Bilmeliyiz

Hizmet-i Kur’âniye ve imaniye adına, özellikle de Risale-i Nur hizmetleri adına; bundan elli sene önce, kırk sene önce, otuz sene önce, yirmi sene önce, hatta on sene önce yapılmasını istediğimiz, olmasını arzu ettiğimiz, büyük ümitlerle beklediğimiz şartlar, olgular, fikirler, düşünceler ve fiilî ameller, faaliyetler yüzde yetmişlere varan bir oranda gerçekleşmiş ve gerçekleşmeye devam ediyor elhamdülillah…
Nurların parlaması, elbette ki sadece Nurlarla alâkası olanların himmet ve gayretlerine çalışmalarına bağlanamaz. Nasip, ihsan-ı İlâhî, ikram-ı İlâhiyeyle tezahür eden, genişleyen, gelişen ve parlayan Nur hizmetlerinde alâkalı kişilerin katkısı da, bir şart-ı adi ve vesile olarak zikredilebilir. Ama irademizin sarfıyla sahiplenilen hizmetlerin içerisinde de mühim rolleri, inşaallah hademe olarak, hizmetkâr olarak yüklenebiliriz…
Gevşeme, rahatlık ve gaflet olan; yapılan, ortaya konan işlere hizmet adına kanaatkârlık bizlere ancak tembelliği ve gafleti getirebilir.
Ümidin çalışmanın şevkin kaynağı olan öğrenmek bilmek istediği ve okumak bizim vazgeçilmez üçlümüz olarak bizleri daima muharrik bir vaziyette tutabilmeli, emellerimiz, Ümitlerimiz, arzularımız, isteklerimiz ve hedeflerimiz daima hali hazır hizmetlerimizin kat kat fazlasına ziyadesiyle açık olmalıdır. Büyük hedeflere ulaşmak için çok büyük düşünmek ve bu düşünce dairesini okuyarak, öğrenerek alabildiğine genişletmek gerekir.
Hayatı veren, idare eden; hizmeti veren ve istihdam eden Hâlık-ı Zülcelalimizin kapısını edeble ve tevazu ile boynumuzu bükerek çalıp,  hizmet-i Kur’ânîye ve imanîye için çalışmalıyız. En küçük bir dünyevî isteğimizin, arzumuzun gerçekleşmesi için hiç çekinmeden ve durmadan istekde bulunduğumuz  Rabbimizden, uhrevî, ahirete dair, imanî, Kur’ânî hizmetler içinde daima isteklerde bulunabilmeliyiz…
Bizler eğer tembellik eder tenperverlikle hizmetin peşinde değil de, hizmetin gayrinin peşinde koşmaya ağırlık verirsek hizmet de bize sırtını döner…. Herkes unutmamalıdır ki herkesin hizmete ihtiyacı var, fakat hizmetin kimseye ihtiyacı yoktur. Cenâb-ı Hak istediği kulunu hizmet-i Kur’ânîye ve imanîyede koşturur, çalıştırır istihdam eder. İhsanda ve ikramda bulunur.
Şu haberdarlığımızı, Risale-i Nurlarla olan beraberliğimizi çok iyi değerlendirmeliyiz ve kıymetini  çok iyi bilmeliyiz. O’na, O’nun yolunda olabilmek için çok bol duâ etmeliyiz… İnşaallah Rabbim bizleri nurlarla hizmette ebediyen daim kılsın… Amin amin amin demeliyiz ve yine O’na yalvarmalıyız…
Rıfat Okyay / Nur Postası