Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Bediüzzaman’ın Muallim Kelimesi Beyanındaki Zenginlik

Allah şu kainatı yaratıp süsledikten sonra kendi kemalatını insanlara anlatmak için bir muallim tayin edecektir, yoksa insanlar olaylar, nesnelerin yorumunu yapamayacaklardır. Bu muallimler peygamberlerdir, peygamberlerin gelmediği dönemlerde insanlar olayların gerçek anlamını çözememişler ve orasında burasında kalmışlardır. Yanlış yorumlar yüzünden insanlar kendilerini heba etmişlerdir. Dünyada insanların nasıl hareket edeceklerini  öğretmek için aynı muallim görev yapacaktır.

Kainat anlaşılması için ancak öğretmenlere ihtiyaç duyulacak birbüyük ve kompleks bir manadır. Bu anlaşılmaz kitabın tanıtıcı bir muallimi olmazsa  manasız kalır. Bu söz dinler tarihindeki peygambersiz dönemlerin zorluklarını ortaya koyan bir  cümledir. Kainatın  modern dönemde de absürd yani saçma olduğunu iddia eden yazarlar   ve  filozoflar vardır, işte bu koca kainatı saçmalıktan kurtaran Allah tarafından insanlara seçilip gönderilen peygamberlerin öğretileridir.

Bediüzzaman muallim kelimesini sever yer yer kullanır, çünkü kendi bulunduğu öğreticiler zinciri içinde o da son yüzyılın, helaket ve felaket asrının öğretmenidir.İstanbul’a gittiğinde  ulema ve mektep muallimlerini münazara davet etmiş ve onları sorulan her soru ile tatmin ve ikna etmiştir. Bu yüzden zamanın en tesirli   en etkili  muallimi manasına da gelen Bediüzzaman ismini ona vermişlerdir. Bediüzzaman muallimlere  itina gösterir, bir seyahatinde iki mektep muallimi ile  hamiyeti diniye ile milliyeyi münakaşa eder. Bir coğrafya muallimi ile  eline geçirdiği bir coğrafya kitabını münakaşa eder ve onu ilzam eder. Yine Tahir Paşa’nın konağında bir inorganik kimya muallimini  münazarada mat eder. Bediüzzaman Asa-yı Musa isimli eserini de özellikle mektep muallimlerine yazmış onlara fenni konuları ve felsefi konuları  anlatmış ve  o  iki dalalet vadisini hikmetli manalar üreten sulak vadilere çevirmiştir. Bediüzzaman büyük bir muallim, öğretmendir. Bütün hayatı bir talim , terbiye ve öğretme ile geçmiştir. Talebeleri de onu “ali bir mübelliğ  ve bir muallim “ olarak görürler.  Onun muallimliği bir araştırma konusudur. Barla’da köylü insanları nasıl matbaa haline dönüştürmüş onlarla mektupları vasıtasıyla nasıl anlaşmış, onları onore etmiş, teşvik etmiştir. Hiçbir değeri geçmemiş hepsine yerinde değer vermiştir. Onun ölümünden sonra talebeleri bu öğretmenlik vazifesine yapamamış, ne yazıkkı sürekli çekişme ile cemaatin dağılmasına farklı kollara ayrılmasına ve gücünün düşmesine sebeb olmuşlardır. Bugün  dahi bir mütecanis  ortam yoktur, en basit meselede her kafadan bir ses çıkmaktadır. Bu ortada talim işinin hakkıyla yapılmadığı manasına gelir. Onun hapishane hayatı bir maznun hayatı değil bir öğretmenin ders vermek için girdiği sınıflar gibidir. Girdiği her yerde ıslahı imkansız insanları eğiten bir öğretmen olmuştur. O bir muallim ,bir mürebbi ve mürşittir. Bu son özellikler hepsi öğretmenin içine dahildir. Bediüzzaman’ın talebeleri de hapishanelerde bir muallim görevi görmüş ve insaları  eğitmişlerdir.

Risale-i Nur’da bir öğretmene ihtiyaç duymayan muallimdir. Okunmak suretiyle insanları eğiten bir tesirli muallimdir.

Peygamberimiz ümmi bir kavme muallimlik yaptığı gibi , Kur’an ‘ın hem muallimi  hem de naşiridir. Dünya bir dershane öğretmeni muallimi Peygamberimiz ‘ASM  Kur’an da o  büyük dershanenin kitabıdır. Muallimidir.  Kur’an umumi bir muallim ve mürşit , yol göstericidir. Onun muallimlerinden biri  Kur’an’dır.  Farklı yollar araştıran Bediüzzaman kendisinin Allah tarafından Kur’an ‘a teslim edildiğini , ve Kur’an ‘ın ona muallim olduğunu  ifade eder, bütün dersleri Kur’an’dan alır. Bediüzzaman Kur’an’ı muallim olarak kabul eder ama onu tarih , coğrafya muallimi olarak görmez. Asıl hedefi insan ve Allah münasebetleri olan bu kitap tebei yan anlam olarak başka ilimlerden bahseder, ama o ilimler ona hakim  değildir.

 değişik manzara kareleriBediüzzaman sahte öğretmenler  ve öğretiler yüzünden kan gölüne dönen ve anlamsız yaşayan dünyanın ve insanların imdadına  bir  peygamberin gönderilmesine benzer bir şekilde peygamberin bu asırdaki vekili olarak gelmiş ve insanlara öğretisini sunmuştur. Bu yüzden dünyada yanlış alınan eğitimler yüzünden yolunu şaşıran binlerce milyonlarca insanlar onun sağlıklı muallimliği sayesinde hakikatı bulmuşlardır.Bu yüzden yanına gelen lise öğrencileri muallimlerinin Allah ‘tan bahsetmediğini  söyleyerek kendilerine Bediüzzaman’ın Allah’tan bahsetmesini isterler. O da “Sizin okuduğunuz fenlerden her bir fen  kendi lisanı mahsusu ile  mütemadiyen Allah’tan bahsedip , Halıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil onları dinleyiniz.” Bediüzzaman  tarihimizde ve fenler tarihinde eşsiz olan bu sözü Eskişehir Hapishanesinde  on bir ay yattıktan sonra  yine sürgün olarak gönderildiği Kastamonu’da 1936  baharından sonra o şehirde yanına gelen lise talebelerine söyler. Bediüzzaman bütün fenlerden Allah ‘a giden kapıları gören bir büyük alimdir, fen ve bilim yorumcusudur. Bu sözü söyleyen bir din adamı olarak bilinir ama bu sözü fenleri ve onlardan Allah’a giden kapıları göremeyen bir adam söyleyemez. Bu  sözü Kant söyleseydi bizim kaselis alimlerimiz onu yaldızlı laflarda nerelere asarlardı. Ama bu söz bir büyük sözdür, beşyüz yıldır yanlış fen öğretimi  yüzünden sınıfları bir fahri ateizm mekanlarına çeviren batı düşüncesine karşı söylenmiştir. Aradan geçen seksen beş yıla rağmen o sınıflar hala ateizmin mekanlarıdır. Bediüzzaman’ın Medresetüzzehra projesi evvelemirde o sınıfları tevhid yorumları ile dolu olan ilimlerin mekanlarına dönüştürmektir.Bediüzzaman zor bir şey söylemiştir, aslında bu sözün muhatabı bir lise öğrencisi değil, üniversite profesörü ve alimidir. Ama onun öğretisini okuyan nice alimler ve profesörler uğraştıkları ilim dalını Allah’a açılan kapılarla izah edememişlerdir. Bediüzzaman ehli fenden birinin ortaya atılmasını derke bu tür insanları kasteder.

En büyük öğretmen Peygamberimizdir, ASM , o ehli kemale rehber  hakikat ehline de muallimdir. Onlara hakikati öğretir. Onun sahabeleri de öğretmendirler. Onları bir bakışta nebevi bir nazarla  bütün aleme muallim tayin etti. Medeni milletlere de üstad etti. Çünkü o geldiğinde Bizans ve İran büyük devlettiler , onun nübüvvet nazarı ile o devletler çöktüler yıkıldılar, İran fethedildi, bini aşkın deve ile hazineler Mekke ‘ye taşındı. Zannedersem “Hz Ömer , Allah saltanatı hak edene verir, kıymetini bilmeyenin elinden alır başkasına verir” der. Fatih milletinizin medarı iftiharı büyük adam İstanbul”un  fethinden sonra Bizanz saralarına girer ve oradaki Allah’tan kopuk debdebeyi görünce “ Ne kadar da Allah ‘tan gaflet etmişler” demiştir.Ahirete eğer başını gözünü kırmadan gidersek bu büyük insanların yanında  utancımızdan yere mi yoksa göğe mi bakarız Allah bilir.Onun için fırsat varken gelin …. Dünyanın debdebesinden bir birbirimiz de  haset ve gıptalarla kargışlayacağımıza sermaye elimizde …

Peygamberimiz  bir  farklı imajla akıllara muallim olarak tavsif edilir. Sahabeleri  de   insanlara muallim olmuşlardır.” O vahşi insanlar  insan aleminde insanlara muallim oldular. Ve medeniyet dünyasında   medenilere üstad oldular . O zatın şu kadar geniş ve azim  saltanatı  yalnız zahiri bir saltanat değil . Daha geniş ve daha derin yerde  saltanat-ı batıniyesi vardır ki  bütün kalpleri ve akılları  kendisine cezb ve celb etmiştir. Ve bütün  ruhları ve nefisleri  teshir etmiştir ki  kalplere mahbub, akıllara muallim  ve tenvir edici  ve nefislere mürebbi olmuştur.”(Mesnevi)

Bediüzzaman  peygamberimize   Muallim-i Ekber der.  Muallimlerin en büyüğü demektir.Bütün peygamberler hem maddi hem de manevi terakkinin öğretmenleri, muallimleridirler, ama onların en büyüğü Peygamberimizdir ASM . Ümmi olmasına rağmen  kudsi hakikatlar getirmiş, benzeri görülmemiş  yüksek  ilimler ortaya koymuş , Allah’ı bilmekte şaşkın   ve zorda olan insanlığa onu tanımanın en iyi yolunu keşfettiği açtığı dersin öğretilmesiyle  ilmi mertebelerde en yüksek makama  yetişen milyonlar dini meseleri tahkik eden milyonlarca alim ,ve doğru aşartırmacı alimler , ve müminlerin dahi hükeması hikmet ortaya koyanları , bu zatın bütün esasların üstündeki  vahdaniyetini birliğini  kuvvetli delilleriyle  ittifakla  isbat ve tasdik ettikleri gibi , bu en büyük muallimin Muallim-i Ekberin   ve bu Büyük Üstadın hakkaniyetine  ve sözlerinin  hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri , gündüz gibi bir risalet delili  ve sadıkiyetidir. Mesela Risali-i Nur yüz parçasıyla  sadakatının  bir tek bürhanıdır.

Bediüzzaman yine Peygamberimize  Sadık Muallim der. İnsanları kainatın hikmetlerini ve insanın görevlerini izah eden muallimler gelmişlerdir, ama onların ifadeleri hakikatı doğru olarak değil yanlış ve kazib olarak anlatmışlar beşeri aldatmışlar, ve insanlığa kötü zamanlar geçirtmişlerdir. Peygamberimiz SadıK Muallimdir   yani  varlığa insanlığa ve Allah’a ait doğru bilgileri insanlara iletmiştir. Bu doğru muallimin öğrettikleri ise , kainatın yaratılışındaki  Rabbani hikmetleri talim edecek ve harekatındaki vazifeleri  ve hareketlerin neticelerini  ders verecek  ve mahiyetindeki kıymetini  ve içindeki mevcudatın  kemalatını ilan edecek  ve o büyük kitabın  manalarını ifade edecek  bir yüksek dellal bir doğru keşşaf  , bir muhakkik üstad ve bir sadık muallim  istediği  ve iktiza ettiği  ve her halde bulunmasına delalet ettiği  cihetle elbette bu öğretim vazifelerini  herkesten ziyade yapan  ve bu Zatın hakkaniyetine  ve bu kainat Halıkının en yüksek ve sadık  bir memuru olduğuna şehadet eder.(Mektubat 224)

  Bediüzzaman Peygamberimize bir de Muallim-i Ekmel der. İnsanlığa varlığınmanalarını ifade eden izah eden muallimler olmuştur,ama Peygamberimiz onların en ekmelidir. Yani manaların en mükemmel olanlarını  bularak insanlığa ifade etmiştir. Bediüzzaman’ın Peygamberimiz’i  ifade eden bir harika imajı da onun  rehber-i ekmel olmasıdır. Bunu izah eder. “Manidar bir kitap  onu ders verecek  bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal  kendini görecek  ve gösterecek  bir ayna iktiza eder. Ve gayet kemalde bir sanat  teşhirci bir dellal ister. Elbette her bir harfinde  yüzer manalar , hikmetler bulunan  bu kainatın büyük kitabının  muhatabı olan  insan nevi içinde  elbette bir rehber-i ekmel , bir muallim-i ekber bulunacaktır. (Lemalar 320)

 İctihad bahsinde selefi salihinin asrındaki  ictihad etmek isteye kimseye toplumun genel hedefi din ve insan olduğu için her şeyin bir öğretmen muallim hükmüne geçtiğini , ve kişinin kabiliyetinin bu şekilde ictihad etmeye hazırlandığını anlatır Bediüzzaman .Ama asrımızda ise insanı genel hava dünya ve insanların dünya ile ilişkilerini tanzim olduğudan ictihada uygun olmayan bir ortam olduğunu bu yüzden bir müctehidin ortaya çıkmasını sureti imkanının olmadığını anlatır.

 Bediüzzaman psikolojik bir konuya da temas eder, can sıkıntısının  sefahetin muallimi , yani ahlaksızlığı  öğrettiğinin anlatır. Can sıkıntısı ruhu araştırmaya dünyada ve Allah noktasında hedefini  bulmaya bir ihtar olduğu halde kişi bunu tam tersi ahlaksızlığı öğrenmek şeklinde kullanır.

İnsan hayatında birçok şey ona muallimdir, bunlardan biri de mabedlerdir, insanları hakka çağıran muallimlerdir mabedler.  Fiziksel duruşu ve manevi misyonu bunu ortaya koyar.

Bediüzzaman’ın  ilk talebeliri içinde Mustafa Sungur muallimdir, Bediüzzaman onun için “ seni bir köy öğretmenliğinde bırakmam “ diyerek kaderin sevki ile yanına hizmetine alır.Bir başka muallim öğrencisi  savcılıkta  Riszale-i Nur ve üstad hakkında  kahramanca cevaplar verdiği için  savcı kızmış “şimdi seni hapse atarım “ diye tehdit etmiş. O da “ ben hazırırım “ diye cevap vermiş.Bir muallim de Muallim Ahmet Galip beydir. Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecit Efendi de muallimdir.

Peygamberimiz bütün insanlığa tek bir muallimdir, onun asrında başka muallimler olmamıştır.Çünkü insanların kabiliyeti bir tek muallimi dinleyecek  ve  tek bir şeriatla amel edecek duruma geldiği için , ayrı ayrı şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Ayrı ayrı muallime yani peygambere de lüzum kalmamıştır.

On Birinci sözde kainatı birsaray şeklinde yapan , süsleyen ve nimetlerle sofralar düzenleyen, ve insanları  o saraya uygun şekilde yaratan bir ilah  insanlarla Allah arasındaki münasebetleri belirleyen bir öğretmen bir muallim tayin etmesin . Hem hiç mümkün olur mu ki  bu kainatın sahibi , şu kainatın değişimindeki  maksat ve gaye ne olacağını işaret etmesin, kapalı olan sırrını  ortaya koymasın. Hem varlıkların nereden nereye ve necisin gibi suallerine  bir muallim elçi vasıtasıyla çözmesin.Hem hem mümkün olurmu ki  bu güzel sanatlı canlılar ile kendini şuur sahiplerine tanıttıran  ve kıymetli nimetler i ile kendini sevdiren  bir Celal Sahibi Sanatkar yaratıcı , onun karşılığında  şuur sahiplerinden  marziyatı ve arzuları  ne olduğunu , bir muallim elçi vasıtasıyla bildirmesin . Hem hiç mümkün olurmu ki insan nevini şuursa kesrete müptela  kabiliyetce külli ubudiyete hazır bir şekilde yaratsın, ama onu o dağınık yapısından bir olan Allah’a bir öğretmen peygamber muallim ile çevirtmesin.O peygamber  insanlara karşı ali ahlakın muallimidir.

Bediüzzaman çocukların en tesirli mualliminin anneler olduğunu söyler. Kendisi de en büyük telkinleri annesinden aldığını belirtir.

Bediüzzaman bir muallim ve talebeleri muallim görevi yapan dershanelerde calışan insanlardır. Kim dersini iyi anlatırsa muallimlik görevini yapmıştır. Bir yıl bu eserleri  hakkiyle okuyanlara Bediüzzaman risalei Nur’u anlama icazetini manen verir. Bediüzzaman yeni bir mektep düzeni kurmuş ve talebeler yetiştirmiş bir büyük muallimdir.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Kalb

Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i ma’neviyesi hükmündedir.( Bediüzzaman, Telvîhât-ı Tis’a)

Bilimsel araştırmalar gösteriyor ki kalp, kan pompalayan bir organdan çok daha farklı fonksiyonlara sahiptir.  İnsan vücudunda en güçlü ritmik elektromanyetik alan kalbe aittir.

Yapılan araştırmalarda Kalbe gelen sinyallerin düzenli ve devamlı  olmasının önemi vurgulanmaktadır. Halimizin, taşıdığımız duyguların  ve davranışlarımızın kalbe tesiri kaçınılmazdır. Öfke, ümitsizlik, panik gibi hisler kalp atışlarında düzensizliğe sebep oluyor.  Allah ile bağlantımızı koparan her şey kalp için problemdir. Kalpte sıkıntıya sebep olan haller pek çoktur. Çok konuşma, çok uyuma, çok kazanma hırsı, kıskançlık, nefret, kin, kibir, su-i zan, dünyevî meşguliyetlerin çokluğu ve  dert edinilmesi gibi hususlar kalbi etkilemekte ve mânevî imkişâfına engel olmaktadır.  Bunlar kalbin manevi hastalıklarıdır. Kabin tasaffi ve arınması  için bu kötü hasletlerden uzaklaşılması gerekir.

İnsan bedeninde ”kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ” denilen mânevî latifeler vardır. Bu latifelerin tamamı ‘kalb’ ekseninde bulunmakta ve onunla  ifade edilmektedir. ‘İnsanın kalbi’ dediğimizde, bu latifeler kastedilir.

Âlemde var olan her şeyin insanda karşılığı vardır. Meselâ; âlemde ”Levh-iMahfûz” var, insanda ”hâfıza” vardır. Âlemde ”Ay”, insanda ”akıl”; bir başka ifade ile, âlemde ”Arş” var, insanda ”kalb” vardır. Kalb ile aklın muvâzenesi yapılırsa, Arş ile Kürsî, veya Güneş ile Ay gibi değerlendirilir. Çünkü akılda bağımsız bir idrak kabiliyeti yoktur. Akıl, nurunu kalbin ziyasından alır. Yani bir başka ifade ile, insan kalbi Arş’a benzer, akıl ise Kürsî’ye. Zaten emirler Arş’tan Kürsî’ye inmektedir. Kürsî, Arşla varlıklar arasında bir köprü görevi yapmaktadır. Tecelliyât  Arş’da gerçekleşmektedir. Tıpkı Güneşin ziyasının kendisinden olması ve Ay’ın nurunu ondan alması gibi. Kalb de doğrudan doğruya İlâhî ilhamlara mazhar olurken, akıl da dersini ondan almaktadır.

İnsan bu âlemin kapsamlı bir fihristesidir. Yani maddeten binlerce âlemin özüdür,  özetidir. İnsan kalbi de binlerce âlemin mânevî haritası, navigasyon cihazıdır. Âlemde tecelli eden binbir isim, aynı anda kalb üzerinde de tecellisini göstermektedir.

Madem insan hem kâinata fihriste, hem de binbir İlâhî ismin tecelli yeridir. Böylesine mükemmel ve donanımlı bir cihazın çalıştırılması, işletilmesi, fonksiyonlarının tam ve mükemmel bir biçimde harekete geçirilmesi gerekir ki, bir ayna ve tecelligâh olduğunun farkına varsın.

İnsan kalbi, sonsuz hakikatların mazharı, medarı, çekirdeği olabilecek kabiliyette yaratılmıştır. Kalb cüzdanında bulunan on letâif inkişâf ettirilse, enfüsî ve âfâkî dairelerde tecellî eden bin bir isim ve sıfat-ı İlâhiyeyi anlayabilir, keşfedebilir, tartabilir. Tasavvuf ehlinin yazdıkları kitaplarda bu dünyanın sırlarını görmek mümkündür.

Cenâb-ı Hak, on tane cihazı kalbe yerleştirmiştir. Bunlar; ”kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ, nefis” ve insan bedeninde bulunan ”su, hava, toprak ve nûr” denilen dört unsurdan o unsura münâsip bir latife-i insaniyedir. Bunlar mülk âlemine, beşi de (kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ) Melekût âlemine bakar.

Kalbin on letâifini inkişâf ettiren bir mü’min, bu on cihazla imkân âlemini aşarak, mâsivâyı (Allah’tan gayri her şey) terke muvaffak olur. Ve bu âlemin arkasındaki âlem-i vücûba ulaşır, tecelliyâtı seyreder. Kalbi tam anlamıyla gelişmiş Nebîler, asfiyâ ve evliyâ kesimi Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâl-i İlâhsiî ile müşerref olmuşlardır.

İnsanın mahiyetine konulan ve bütün âlemleri açacak olan cihazâtın gayesine uygun bir tarzda  çalıştırılması ve geliştirilmesi halinde, hem âlem-i imkân, hem de âlem-i vücûb birden açılır. Aksi takdirde bütün âlem kapalı kalır.

Çekirdek mahiyetinde olan kalb, ”iman, İslâm ve ubûdiyyet” le çalıştırılsa, hem âlem-i vücûbun keşfine erişir, hem de Cennet gibi bâkî bir meyve verir.

”Ubûdiyyet toprağı” altında, ”imân ziyâsı”yla, ”İslâmiyet suyu”yla, ”kelime-i tevhîdin nesîmi”yle buluşan kalb, gerçek gayesini, vazifesini ve mahiyetini anlamış/kavramış olur.

Bu hakîkatı; Gavs-ı Geylânî, İmâm-ı Rabbânî, Bediüzzaman gibi zatlar eserlerinde ve hallerinde isbat etmişlerdir.

”Lâ ilâhe illellah” kelimesi, kalbi harekete geçiren bir başlangıçtır. Bir kısım kudsî kelimeler de anahtar görevi ifa ederler.

Bediüzzaman Hazretlerinin ve mesleğinin evrâdı ise; ” namazı ta’dîl-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbîhâtı yapmak, Besmele ile beraber salevât-ı şerîfeye devam etmek, akşam ile yatsı arasındaki evrâdı okumak, Risâle-i Nûr’u mütefekkirâne mütalaa etmek, Hakîm ve Rahîm isimlerine mazhar olmak”tır. Kısaca, ”kurb-i ferâiz”dir. Bu mesleğin şiârı ise; ”Lâ Ma’bûde ve lâ Maksûde illâ Hû”dur.

Kalplerimizin, kalbin hakiki sahibi için ve Onun adına atması niyazıyla…

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

Kılıçlı ve Silahlı Kahramanlar Yerine “Kitaplı Kahramanlar”!

Bediüzzaman tarihimize ve cihat telakkimize bir yenilik getirmiştir.

Malumdur İslam tarihinde ve bizim tarihimizde kahraman, atı üstünde, kılıcı elinde düşmana saldıran ve cengâverlik yapan kişidir. Bunların yaptıkları cengdir ve fütuhattır.

Bediüzzaman özellikle bu fütuhat kelimesini kullanarak, yeni bir fütuhat nevine vurgu yapar.

Mesela Hacı Hafız Mehmet‘in,

 Sav ve diğer köylerde yaptığı hizmet hizmetin inkişafına sebeb olur. Risale-i Nur’u yazanların adedi  birden bine çıkar. Kadın erkek çoluk çocuk demeden herkes risale yazmaya başlar. Bediüzzaman bu yapılanı fütuhat olarak niteler. Bu kelimeyi birkaç yerde kullanır.

Bizim tarihimizdeki fetihlerden farklı bir fetihtir, bir coğrafyanın, bir ülkenin değil bütün dünyanın manen fethidir Risale-i Nur. Bugün o sözün manası daha iyi anlaşılmalıdır.

 Dolayısı ile Bediüzzaman fütuhat sözünü kullanırken bilerek yaptığını kastederek kullanır.

                                    Dalalet ve Gafletin Yokedilmesi

Eğer ruhlar kâinatın anlamını çözemiyorsa, dalalette ise o kılıçla yapılan fetihlerde öldürülür, öldüren şahıs da gazi olur.

Bediüzzaman Nurların yayılması ile ruhlardaki dalalet ve gaflet putunun öldürüldüğünü bunun fütuhat olduğunu vurgulamak ister. Kelimede ısrarı buna manayı süreklilik için edebiyatta leitmotiv(temel motif)tekrarlar denir.

Kur’an da bazı kavramları defalarca zikretmekle vurgusunu ve Allah’ın hedefini, ısrarını ortaya koyar.

Bediüzzaman, Risale-i Nur ve kahramanların başarılarını fütuhat olarak niteler, mazide büyük kumandanların yaptıklarını fütuhat olarak niteler.

Mesela Hazreti Ömer’in çok fütuhat yaptığını söyler.

 Bir çok büyük insanın fütuhatından bahseder.

 Şimdi bu kelimeyi farklı bir şekilde talebelerinin yaptıkları işlerde kullanır.

Bediüzzaman bunlara “fütuhat-ı Nuriye” der.

“Risale-i Nurun fütuhatı” der.

“Zülfikar ve  Asayı Musa‘nın fütuhatı” der.

“Medresetüzzehra’nın fütuhatçı mahsulatı” der.

“Nurların parlak fütuhatı” der.

“Ayet ül Kübranın fütuhatı” der.

 “Hakaik-i imaniyenin fütuhatı” der.

“Risale-i Nur külliyatın mazhar olduğu ilahi fütuhat, kalemlerinizle hasıl olan fütuhat…” der.

 Fetih ve fütuhatın mazideki kullanışından farklı bir yolda kullanır.

Bediüzzaman en ölü ruhları, dalaletteki en bozuk insanları, irtidad edip İslam’dan çıkmış insanları öldürmeden İslama kazandırır, bu onun fütuhat anlayışının farkıdır.

 O hem arkadaşlarının hem eserlerinin yaptıklarını fütuhat olarak vasfeder.

 Bediüzzaman’ın talebeleri ellerinde eserler ile ruhları fethederler.

Bediüzzaman Ayet ül Kübra isimli eserinin önemini ve değerini anlatır, kendi eserinin telifat-ı sabıka içindeki durumunu anlatır.

“Birinci kelime, Lailahe illallah”tır.

 Bundaki hüccet ise matbu Ayet ül Kübra risalesidir.

 O emsalsiz hüccetin harikalığı içindir ki  İmam-ı Ali (ra) Nurun eczalarından haber verdiği sırada

“Ve bi’l-ayatil Kübra eminni minel fecet” deyip  o

 Ayet ül Kübra’yı şefaatçi yaparak Nur şakirdlerinin Denizli hapsinde, o risalenin hem Ankara, hem Denizli mahkemelerinde galebesiyle ve perde altında tesirli intişarıyla talebelerine beraat kazandırmaya sebeb olduğu gibi

onun gizli tab’ı da şakirtlerinin dokuz ay mevkufiyetlerine vesile olmasıyla İmam-ı Ali’nin (RA) hem keramet-i gaybiyesine hem Nur şakirtlerinin bedeline duasını pek zahir bir surette tasdik etti.

Evet, Ayet ül Kübra Şua’ı otuz üç icma-ı azimi ve külli hüccetleri mevcudatın heyet-i mecmuasında gösterip her bir hüccet-i külliyede hadsiz burhanlara işaret ederek, başta semavat yıldızlar kelimeleri ile, arz, nebatat ve hayvanat kelamları ve cümleleriyle git gide ta kainat mecmuası, müştemilat ve mevcudat ve hudus ve imkan ve tagayyür hakikatlarının kelimeleriyle Vacib ül Vücudun mevcudiyetini ve vahdaniyetini güneş zuhurunda ve gündüz katiyetinde ispat ediyor.

Sarsılmaz bir iman isteyen ve dinsiz anarşistliğe karşı kırılmaz bir kılıç arayanlar Ayet ül Kübra’ya müracaat etsinler.” (Külliyat 1117)

Fütuhat kelimesinden sonra eserini bir kılıç olarak isimlendirir, düşman ise dinsiz anarşistliktir. Bediüzzaman cihat ve fütuhat ve kahraman kelimelerine yenilik getirmiş, kılıç yerine kitabı, hakikatı getirmiştir.

 Isparta Kahramanları kitaplı kahramanlardır, kılıçlı değil.

Prof. Dr. Himmet UÇ

25 Aralık 2012 Salı 07:43

himmetuc@hotmail.com

İhlâsı Güçlendirmenin Yolları

Güçlü bir ihlâsa sahip olmak için, her birisi derin tefekkür ve tecrübenin mahsûlü olan aşağıda sıralayacağımız prensipleri akıl ve vicdanlarımızda tartarak özümsemeliyiz:

* Sonsuz kudret/güç sahibi Allah’ın kontrolü altında ve daima huzurunda olduğumuzu düşünmeli.

* Olumlu / müsbet / pozitif davranmalı.

* Kendi işimiz, mesleğimiz ve içinde yer aldığımız grubun sevgisiyle hareket etmeliyiz.

* Başkasının eksikliklerine, yanlışlarına değil, kendi işimize, mesleğimize, içinde bulunduğumuz düşünce akımına yoğunlaşarak üretim yapmalıyız. Psiko-sosyologlar uyarıyor:  “Başkalarını küçültmeyin, hafife almayın, eksiklikleriyle meşgul olmayın. Temel gıdanız, ekmeğiniz nefret değil, sevgi olsun.”

* Yardımlaşmalı ve dayanışmalıyız: Hangi inançta, düşüncede, meslekte olursa olsun insanlar yaradılışta kardeştir. Ve aralarında pek çok sevgi bağı vardır. Hain ve zalim olanlar müstesna herkes sevgiye ve yardıma lâyıktır.

* İnsafı elden bırakmamalı: Düşünceleriniz en doğru olabilir. Ama bu, başkalarının düşünce, meslek ve işini basite almanızı gerektirmez. “Benim fikrim doğru, haktır” yahut “daha güzeldir” diyebilirsiniz. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel sadece benim yolumdur” diye insafsızca hareket etmemelidir.

* Yanlış düşünebileceğimizi açıklama ve özür dileme faziletini gösterebilmeliyiz. Bu bize, ayrıca izzet ve şeref kazandıracaktır.

* Hakperest, samimî, dürüst, doğru insanlarla ittifak etmeliyiz. Bu, Yüce Yaratıcı’nın da hoşnutluğunu kazandıracak, bu da onların yardım ve desteklerini cezp edecektir.

* Haksızlar, şaşkınlar, sapıtmışlar, zalimler anlaşıp, birlik olup büyük bir güç kazanıyor. Halbuki, birlik ve beraberliğe, hakperestler daha çok lâyıktır.

* Gerçeği, doğruluğu, samimiyeti yanlışın, inkârcı felsefenin hücûmundan kurtarmak için ihlâsı kazanmak zorunda olduğumuzun şuurunda olmalı.

* Nefsimizi/egomuzu alt etmemiz gerektiğini kabul etmeli. İhlâs, enaniyeti / bencilliği / egoizmi yok eder.

* Önemsiz, duygusal rekabetleri terk etmeliyiz.

* Bir işi, insanların ilgisini kazanmak için değil, Allah’ın rızasını kazanmak için yaparsak kazanırız. Eğer insanlardan aşırı ilgi beklersek ve ondan hoşlanırsak ihlâsı kaybederiz.2 İnsanların hoşlanmasının size vereceği enerji ile Sonsuz Güç Sahibi’nin vereceği enerji asla kıyas edilemez.

* Dünyanın geçici olduğunu ve ölümün gerçekliğini kabul etmeliyiz. Acı gibi görünse de gerçeklerden korkmamalıyız. Şu kısacık dünya hayatında samimiyetsiz, riyakâr, yalancı davranışlar sergilemeye değer mi?

* Maddî menfaat / çıkar yerine, uhrevî hizmetlerde birlikte çalışmanın muazzam kazançlar sağladığını düşünmeliyiz. Bunlar maddî ortaklıktaki kazançlar gibi değil. Parçalanmadan, eksilmeden (fazl-ı İlâhî ile) biriken sevapların hepsi, iştirak eden her ferde aynen verilir. Bu, rekabetten gelen çatışmayı önler, ihlâsı kazandırır.

* Kardeşlerinin, hemcinslerinin kazandığı şeref ve sevabın kendisine ve herkese aynen geçeceğini düşünmek, ihlâsı arttırır.

Ali Ferşadoğlu / Nur Postası

Risale-i Nur “Çalışma Masası” Hazırlayın!

Risale-i Nur’u okuma ve anlama teknikleri-20

Risale-i Nur, dinî ve fennî birçok ilmin hazinelerini içinde barındırır. Şüphesiz, pozitif ilimlerden bahsederken bile, iman gözlüğüyle bakar. Bütün ilimleri, Allah’ı tanımaya bir vasıta kabul eder. Risale-i Nur, bütün ilimlerden ana gayeyle ilişkisi nispetinde bahsettiği için onu anlama çabası gösterirken bazı yardımcı kaynaklardan istifade etmek zorundasınız.

Eğer Risale-i Nur’u okuyup anlamayı kendinize ciddî bir dert edinmişseniz, kütüphanenizin önüne bir çalışma masası kurmak ve onun üzerini yardımcı kaynaklarla doldurmak size çok şey kazandıracaktır. Tabiî, yıllar önce böyle bir çalışma masası kuranlar en doğrusunu yapmışlardır. Ancak sizin böyle bir uygulamanız ve alışkanlığınız yoksa, bugünden tezi yok, ilk işiniz bir çalışma masası hazırlamak olsun. Yaşınız ve mesleğiniz ne olursa olsun, bunu yapmalısınız.

Çalışma masası, sadece öğrencilere, öğretmenlere veya bir üniversite bitirenlere has değildir. Okuma ve öğrenme faaliyeti yapan herkes, bunu en verimli bir şekilde başarmayı hedeflemelidir.

Masada okumanın avantajları

Çalışma masasının bir dizi avantajı vardır. Öncelikle Risale-i Nur’u okumaya ve öğrenmeye ciddî bir şekilde sarıldığınızı ve önemsediğinizi gösterir. Çünkü, özel bir zaman ve mekân hazırlamadan yapılacak eğitim faaliyeti, hedeflenen başarıyı kazandırmaz. Elbette her fırsatta zaman ve mekânı bahane etmeden okumanız gerekir. Ancak tüm öğrenim faaliyetini besleyen, masa başında yaptığınız düzenli ve plânlı çalışmadır.

Eğer kitabı yatağa uzanarak veya koltuğa yayılarak okursanız, az sonra uykunuz gelecek ve kendinizi bırakacaksınız. Masa başındaki gayretiniz, sizi diri ve aktif tutacaktır. Eğer buna rağmen uyku sizi engelliyorsa, en etkili çözüm, uykunuz geldikçe teslim olmayıp, abdest almak veya elinizi yüzünüzü yıkamak ve ensenizi ıslatmaktır. Yüzünüzü hemen silmeyin ve kuruyuncaya kadar öyle kalsın. Uykunuzdan eser kalmayacaktır.

Uykunuzu verimli hâle getirmek için imkânınız müsaitse öğleyin bir miktar uyuyun. Öğleden biraz önce başlayıp öğleden biraz sonraya kadar olan zaman dilimindeki bu uykuya “kaylûle” denmektedir ki, önemi ve faydası ilmî olarak ispatlanmıştır. Bunun yarım saati gecenin iki saatine bedeldir.

Masa başında okumuyorsanız, elinizde bir kitap vardır. Başka bir kitaptan yararlanmak gerektiğinde, pek az insan koltuktan kalkıp kitaplığa gider. Oysa masa başında iseniz, bütün kitaplar ve yardımcı kaynaklar yanınızdadır.

Yatağa uzanarak veya koltukta kitap okurken not alma imkânınız yok denecek kadar azdır. Oysa masada çalışırken düzenli not tutmanız mümkündür. Şimdi size, çalışma masasının etrafında kümelenecek Risale-i Nur’un farklı baskılarından ve yardımcı kaynaklardan bahsedeceğiz.

Risale-i Nur’u Anlamaya Yardımcı Eserler

Risale-i Nur’u anlamak için özellikle dil problemini çözmeye yönelik ilk çalışma, Yeni Lügat olmuştur. Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden olan Abdullah Yeğin’in hazırladığı bu eser, hacminin küçük olmasına rağmen binlerce kelimeyi ve terimi ihtiva etmektedir. Bazı kelimeleri çok kısa ve yetersiz geçmesine rağmen, bugün de kullanılan ve çok faydalı olan bu eseri, Risale-i Nur’u okurken yanımızdan eksik etmemek gerekir. Yeni Lügat’tan çok daha kapsamlı ve bir nevi geniş bir lügat hüviyetinde olan, Hekimoğlu İsmail başkanlığındaki bir heyetin hazırladığı üç ciltlik Yeni Ansiklopedi de yardımcı bir kaynaktır. Bu eserde, risalelerde geçen binlerce kelime ve terimin geniş ve örnekli bir şekilde anlamları verilmektedir.

Risale-i Nur, bir Kur’an tefsiridir. Ancak özellikle imanî veya itiraz edilen ayetleri tefsir etmiştir. Daha önce yazılmış ve çok bilinen dinî konulara ya hiç girmez veya gerektiğinde çok veciz bir şekilde yer verir. Bazen bir ayetin iniş sebebi veya İslâm tarihindeki bir olayı genişçe araştırmak gerekebilir. Bu durumda bize temel dinî kaynaklar lâzımdır. Bunlar, bir Kur’an meali, bir tefsir, bir hadis külliyatı ve bir siyer (Peygamberimizin Hayatı) kitabıdır. Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili tefsiriyle Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte isimli eser birçok konuda yardımcımız olacaktır.

Son Şahitler ve İndeks

Risale-i Nur’un bazı yerlerini anlamada veya ilgi ve teşvikin artmasında Necmeddin Şehiner’in hazırladığı Son Şahitler serisinin de büyük önemi vardır. Buradaki hatıralar, Üstat Hazretlerini ve talebelerini daha iyi tanımaya da vesile olmaktadır. Yine aynı yazarın “Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî” isimli eseri de faydalı bir kaynaktır.

Üstad Hazretlerinin hayatı ve hizmetinin safhalarıyla ilgili Abdülkadir Badıllı’nın kaleme aldığı, “Mufassal Tarihçe-i Hayat” ise, çok daha geniş bilgi ve belgeler ihtiva etmektedir.

Risalelerin, tefekkürî bölümlerinin anlaşılmasında İlim ve Teknik Serisinin de büyük katkısı bulunmaktadır. Yeni Asya Yayınlarının (şimdiki Nesil Basım Yayın) büyük bir iman hizmeti olarak 1979’da başlattığı ve bu alanda bir çığır açarak tevhidî bakış açısını topluma mâl eden bir çalışmanın ürünleri olan bu eserler şimdi satılmamaktadır. Piyasada serinin birkaç kitabını bulmak belki mümkündür; ancak bu mânâdaki kitap, dergi, VCD ve web siteleri yine aynı fonksiyonu üstlenebilir.

Risale-i Nur’u anlamada, hangi konunun nerede olduğunu bilmenin de büyük ehemmiyeti vardır. Bu hususta Hekimoğlu İsmail’in hazırladığı bir fihrist uzun yıllar hizmet etmişti. İsmail Mutlu’nun hazırladığı Risale-i Nur Fihrist ve İndeksi ise, çok daha geniş ve farklı baskılara uygun bir çalışma hüviyetindedir.

Risale-i Nur’daki ayet ve hadislerin mealini veren eserler de faydalanacağımız kaynaklar arasındadır. İlkini, Abdülkadir Badıllı’nın Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları adıyla çıkardığı bu eserlerin, aynı muhtevada farklı baskıları da vardır. Konuyla ilgili Kenan Demirtaş’ın da Nesil’den çıkan bir eseri bulunuyor.

 Cemil Tokpınar / Moralhaber.net