Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Tenasuh (reenkarnasyon), bâtıl bir inançtır (2)

Her bir ruhta inkişaf kabiliyeti vardır.

İnsanda bütün Firavunların, Nemrudların bir örneği olduğu gibi; peygamberler başta olmak üzere kâmil insanların da bir örneği insanda vardır. Söz gelimi adam diyor ki, “ben peygamber oldum.” Halbuki o adam peygamber olmamıştır, olması da mümkün değildir.

İnsandaki latifelerin en yüce mertebesi ahfâ derecesidir. Kâmil bir veli bu makama erişince, Resûl-i Ekrem (s.a.v)’i ruh aynasında hisseder veya görür. Bundan dolayı da “ben peygamber oldum” der. Bu durum o latifenin inkişafından kaynaklanmaktadır.

Manevî yükseliş merdivenlerinde seyr eden zat, latifelerdeki hangi mertebeye girer ve kimin frekansını yakalarsa, o duygular o kişide yansır.

İşte sâlikin önünde Bediüzzaman gibi bir mürşid bulunmazsa, ya da yüksek bir ilmî kabiliyetten mahrum ise, bir şaşkınlık hali yaşar. İşte o zaman biri, “ben İsa oldum”, bir diğeri, “İsa nazil oldu, falan yerdedir” gibi sözler sarf eder.

İşte insan, duyu ve latife cihetiyle gelişmeler kaydedip belli makamlara ve derecelere ulaşıp küllîleşince; Cennet bütün güzellikleriyle onun ruhunda görünür. Ya da kalp gözüyle Cennet’i müşahede eder. Aksi istikametteki gelişmeler sonucunda da Cehennem şeklinde görür. Kabiliyetine göre Cehennem ehlini orada seyreder.

Bir başka frekansta toprak âlemini, denizler âlemini, hava âlemini seyreder. O âlemlere uğrar, misafir olur, bazen da onları kendi ruh aynasında misafir eder.

Böyle bir hal, başta akıl, kalp ve ruh olmak üzere havas, hissiyat ve latifelerin inkişafından kaynaklanmaktadır.

İşte insan şu âleme bir fıtrat (yaratılış) mu’cizesi olarak gönderilmiştir. Haliyle, aklıyla o âlemlere uğrar, gâh söz konusu âlemleri ruhunda canlandırarak seyreder, gâh o âlemleri içinde yaşar.

Mâneviyatta terakki eden bir sâlikin kalbinde devamlı bir hareket, değişme, gezinme ve seyahat vardır. Bir ucu geçmişten geleceğe, bir ucu zerreden Arş’a kadar uzanır. Ruhunda âlemleri nakşeder. Kendisi olmaktan çıkar, başkası olur.

İnsanda öylesine mânevî bir güç, bir kabiliyet vardır ki, Allah’ın rahmet ve lutfuyla Esmâ ve sıfât-ı Rabbânî’nin tecellîlerine eriştiğini anlasa, bütün kâinatı ruhunda hisseder. “Yer benim, gök benim; Cennet benim, Cehennem benim” diyebilir.

İnsan, varlığında muhtelif cins ve miktarda bulunan örneklerin kaynağına kavuşmak ister.

Üstad Bediüzzaman’ın şu cümlesi konumuza ışık tutmaktadır:

Cenab-ı Hak, insanı, kainata cami bir nüsha ve on sekiz bin alemi havi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve Esma-i Hüsnadan herbirisinin tecelligâhı olan herbir alemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedia bırakmıştır.

Eğer insan, maddi ve manevi herbir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarf etmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfiyi ifa ve şeriate imtisal ederse, insanın cevherinde vedia bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi alemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden, o aleme bakar ve o aleme tecelli eden sıfatla o alemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir ayna olur. O vakit insan, ruhuyla, cismiyle alem-i şehadet ve alem-i gayba bir hülasa olur ve her iki aleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle, insan, sıfat-ı kemaliye-i İlahiyeye hem mazhar olur, hem muzhir olur.”(Bediüzzaman, İşârâtu’l-İ’câz, 17)

İnsanın mahiyetinde bütün âlem yerleştirilmiştir. Bu bakımdan bazen nefsanî hisler, bazen da Rahmânî hisler galebe çalar. Rahmanî hisler harekete geçince, ruh aynasında peygamberleri görür. Oysa ki o kişi peygamber olmamıştır, kendini öyle görüyor. Nefsânî hisler galip gelince, Firavun yönü ağır basar, kendini öyle görür. Ama o insan Firavun olmamıştır. “ Falancanın ruhu bana intikal etti” diyerek tenasuh fikrini çağrıştıranların sözleri de şatahat cinsinden bir takım tutarsız sözler olup, “Ben mehdiyim” diye ortaya çıkanların durumu da karışıktır. Ya kabiliyeti eksiktir, ilim ehli değildir, ya insaniyet sırrını anlamamıştır, ya da mürşid bildiği kişi/kişiler ehliyetten yoksundur.

Bu gibiler, başlarına gelebilecek bu tür şaşkınlıkları derhal üzerinden atmalı, istikametini muhafaza etmeli, bilmediği konularda bilenlerden yardım almalı, manevî rehabilitasyondan geçmelidir.

Şayet bu yolda seyr u sülûk yapan kişi, ilim ve tahkik ehli değilse, dalâlete düşebilir. Çünkü ilim ve tahkik/tetkîk ehli, keşfiyatını Kitap ve Sünnet ölçüleriyle tartar, onlara uygunluk varsa itibar eder, aykırı ise reddeder. Bu ölçü ile hareket etmeyi başaramayanlar, bu tür meselelerde dalâlete kadar gitme tehlikesiyle baş başa kalırlar.

Tam da bu noktada mânevî dengeyi sağlayamadığı için, “tenasuh var” diye inanmaya başlar.

Günümüz toplumlarında kısmen de olsa bir maraz şeklinde kendini gösteren bu çıkışların Kur’ân reçetesiyle tedavisi şarttır. Buna kendini inandıranların Şeytandan ve şeytanlaşmış insanlardan başka da tutunacağı bir dal söz konusu değildir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin ifade ettiği gibi; Molla Halil-i Siirdî demiş ki: “Tenasuh, yani bir insanın öldükten sonra ruhunun diğer bir cesede girip tekrar dünyaya geri gelmesi inancı bâtıldır, aslı ve esası yoktur. Ancak bu, insandaki kabiliyetin inkişafıdır ki; böyle bir görüntü veriyor. Hâşa! Bir insanın ruhu, diğer bir insanın içine girmez. Her cesedin ruhu ayrıdır. Bir ruh, bir cesede aittir. Başka bir cesede giremez. Zira ruh, cesedin kanunudur. Her cesedin kanunu da ayrı ayrıdır. Cenâb-ı Hakkın, bir mevcudun içine girmesi de muhaldir (imkânsızdır). Hâşa! Allah, bir şeyin içine girmez. Bütün bu düşünceler bâtıldır.”

İnsanda bütün âlem toplanmıştır. Unsurları yüklendiği gibi, madenleri de bünyesinde barındırmaktadır. Kalp ve ruh cihetiyle Salih ve kâmil insanların örneklerini taşıdığı gibi; nefis itibariyle de âsi ve cebbâr insanların nümunesini taşır.

Hâşa!, Bediüzzaman Hazretlerine tenasuh konusunda bühtan ve iftirada bulunanlar Risale-i Nur’ları okumayan ve anlamayanlardır.

Bu 2. bölümü Müellif-i muhterem Bediüzzaman’ın (r.a) bir sözüyle noktalamak, 3. bölümde ise yine özet bilgilerle meseleye şimdilik nokta koymak istiyoruz inşâallah.

Hâlık-ı Rahîm ve Rezzâk-ı Kerîm ve Sâni-i Hakîm şu dünyayı âlem-i ervâh ve ruhâniyât için bir bayram, bir şehrâyin sûretinde yapıp, bütün esmâsının garâib-i nukuşuyla süslendirip, küçük büyük, ulvî süflî herbir ruha ona münâsip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehâsin ve in’âmâttan istifade etmeye muvâfık ve havâs ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücud-u cismânî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir.” (Sözler, 17. Söz, s. 185)

(Devam edecek…)

İsmail Aksoy

Din Stratejileri – Din Birliği ve Küresel Barış

Hutbe-i Şamiye Ekseninde İslam Birliği ve Küresel Barış Konferansı Tebliğidir.

Arabistan yarımadasında doğmaya başlayan İslam Güneşi, Hz. Ömer devrinde Ortaasya ve Kafkaslardan Bizans hudutlarına kadar çok büyük bir alanı aydınlatıyordu. Onlarca Arap olmayan kavim İslam dairesine girmiş Muhammedî hakikati ikrar etmekteydi.

Hz. Ali’nin Halifeliğine, iktidar hırsı yanında, aşiret ve kavmiyet taassubuyla karşı çıkılmasıyla başlayan fitne, “ittihad-ı İslam”ı parçalamaya başladı. Hz. Hasan’ın zehirlenmesi ve Hz. Hüseyin’in şehâdeti ile zirveye ulaştı.

Kutlu Nebi’nin beyanı ile İslam hilafeti 30 yılı zor da olsa tamamladı ve “ittihad-ı İslam” da unutulmaya başlandı.

Abbasi Halifesi Kâim Biemrillah’in çağrısı üzerine 15 Aralık 1055’te Bağdat’a girerek. Halife üzerindeki baskıyı kaldırıp, Büveyhoğulları’nın zulmünü sona erdiren Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Beyin, İslam’ın Sancağı’nı eline alarak başlattığı İslam’ın Sancaktarlığı görevi yaklaşık 900 yıl sürdü.

16. yüz yıla geldiğimizde, İstanbul’daki medreselerde, bundan daha büyük, daha güçlü daha zengin devlet yok. İlimde, sanatta ve medeniyette daha büyüğü nasıl olabilir? “Bundan sonra okumaya ne gerek var” mantığı ortaya çıkmaya başladı. Süleymaniye ve Selimiye’nin yapıldığı sıralarda, “Medrese”lerde “geometri okumaya gerek yok” gibi, tartışmalar başladı.

Kâtip Çelebi’nin “Mizanü’l Hak” adlı kitabında eleştirdiği tartışmalarla başlayan ilimde gerilemeler, fen alanında da kendisini gösterdi. Asıl gerileme ilim ve fende oldu.

Bir zamanlar Haçlı Seferleri’nde başarılı olamayanlar, zenginliğini kaybetmeye başlayan Müslümanlardan yandaşlar, destekçiler bulmaya başladı.

Hırsız içerden olunca, öküz bacadan bile çıktı. Etnik milliyetçi, ırkçı düşünceler yanında farklı Müslümanlık anlayışları arttı ve batı Hıristiyan dünyasından bulduğu desteklerle güç kazandı.

Osmanlı küçülmeye başladı. 19. yüzyıla gelindiğinde, “bu kötü gidişe nasıl dur diyebileceğimiz”, soruları aklımıza geldi. İşte “ittihad-ı İslam” yani “İslam Birliği” fikri de bu arayışlardan biridir ve doğru bir taleptir.

Bu günlerde “üç kıtada toprakları bulunan son hükümdar” olarak anılan Sultan Abdülhamid Han “İttihad-ı İslam” için en çok çalışan ve bu fikri savunanlara en fazla destek vermiş “Hakan”dı.

İslam birliği konusunda Üstad Said Nursi’nin sözlerini hatırlayalım:

İki Mekteb-i Musibet Şehadetnâmesi” ismindeki eserimde tarif etmişim. Şimdi o kasr-ı muallânın bir taşını, bir nakşını göstereceğim. İşte, kâbe-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslâm’ın Hacerül-Esved’i, Kâbe-i Mükerreme’dir; ve dürret-i beyzâsı Ravza-i Mutahhara’dır; Mekke-i Mükerremesi, Ceziretü’l-Arap’tır; medine-i medeniyet-i münevveresi, tam hürriyet-i şer’iyeyi tatbik eden Devlet-i Osmaniye’dir.

Eğer İslâmiyet milliyetini ve İttihad-ı İslâm’ın taşını ve nakşını istersen, işte bak! …”[2]

Tekraren söylüyorum ki, ittihad-ı İslâm hakikatında olan ittihad-ı Muhammedî’nin cihetü’l-vahdeti Tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini de Îman’dır. Müntesibîni umum müminlerdir. Nizamnâmesi, sünen-i Ahmediye’dir. Kanunu, evâmir ve nevâhi-i şer’iyedir. Bu ittihad âdetten değil, ibadettir. İhfa, havf; riyadandır. Farzda riyâ yoktur.

Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad-ı İslâmdır.

İttihad–ı İslâm’ın bütün müminlere şâmil olduğunu, bunun tahsis ve tahdit kabul etmediğini ısrarla anlatan Bediuzzaman, Yavuz Sultan Selim’in, Arabistan’ı Osmanlı topraklarına katmasını bu mânâdaki İttihad–ı İslâmı hedef alıp tesis etme amacına yönelik bir çalışma olduğunu ve kendisinin de buna ittibâ ettiğini beyan eder.

19. asrın son çeyreğinde başlayan siyasi partiler serüveni, meşrutiyet ve Cumhuriyet’le devam etti. Birinci ve ikinci dünya savaşlarından sonra özellikle batıda yaygınlaştığını gördüğümüz demokrasi ve insan hakları uygulama ve iddiası İslam milletlerinin yaşadığı coğrafyaya ya eksik geldi, ya da hiç uğramadı.

Aslında bu iki kavram da Müslümanlara aitti. Kur’an ve Sünnet bunu tevsik etmekte; Veda Hutbesi tescil etmekte; “Raşit Halife”lerin seçimleri bunu tasdik etmekte iken bunları kaybettiğimiz veya unuttuğumuzu bile hatırlayamadık.

İsyana kalkışan Şeyh Said’e; “İttihad-ı İslam”ın yaşandığı 900 yıllık geçmişi hatırlayarak, “Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’e hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılıç çekilmez. Siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vaz geçiniz. Millet irşad ve tenvir edilmelidir”[3] diye mektup yazmıştı.

Allah’ın son Peygamberi Hz. Muhammed ve O’nun ümmetinin yaşadığı bölgelere bol bol lütuf ve ihsanı olarak görülen yer altı kaynakları, özellikle petrol bulunduran bölgeler başta olmak üzere, küresel emperyalizmin ana hedefi olmaya başladı ve devam ediyor.

Halen yaşamakta olduğumuz 21. yüzyılın başında küresel emperyalizm, bizim dünyamızda, Müslümanlar arasında çatışmalar ve savaşlar çıkartma peşindedir.

Böyle bir zamanda “İttihad-ı İslam” yani İslam Birliğini konu alan bu toplantı, inşallah önce bizim, sonra da bütün İslam dünyasının uyanışına vesile olur.

İlk yıllarında siyasete olumlu bakan Bediuzzaman, daha sonra bu görüşünü değiştirir ve “Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalpler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.”[4] der. Nur Allah’ın nuru’dur. Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği Kur’an’dır, İslam’dır.

Ancak batı destekli güzel süslenmiş yalan ve maddi menfaatle kamufle edilmiş sapık fikirler; ırkçı görüşler ve ayrılıkçı düşünceler ortalığı kaplamış; siyaset, dinin önüne geçmiştir.

Hâlbuki “siyaset bir nur değil, aksine bir topuzdur”. “Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder.

“Hem nur, hem topuz-ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz”[5] diyor.

Üstad gibi birinin yapamayacağını kim veya kimler başarır veya başarmaktadır?

Günümüzde en fazla üzerinde durulması gereken “imanî hakikat” budur.

Buraya bir bal mumu yapıştırarak meselenin günümüzle ilgili boyutuna da dikkatlerinizi çekmek istiyorum:

George Walker Bush’un Amerika Birleşik Devletleri’nin 43. başkanı olduğu 20 Ocak 2001 tarihinden sonra geliştirdiği ve ABD tarafından halen uygulanmakta olan bir anlayış ve siyaset var.

Bu siyaset, Haçlı zihniyetinin çağdaş versiyonu ve/ya bilimsel olanıdır denilebilir bir stratejidir.

Beyaz Saray çevresindeki uzmanlar, dünyanın en büyük ve güçlü devleti ABD olduğundan, dünyanın tek hâkiminin Tanrı gibi algılanması gerekir. Bunun için de Tanrı dünyayı ve insanları ne ile nasıl idare ediyorsa, ABD başkanının da öyle idare etmesi gerektiği şeklinde bir algıyı bilim ve strateji dünyasına ve ABD politikalarına taşıdı.

Sırf bu amaçla geliştirilen “strategy of Religion” Din Stratejisi, “strategy God ”Tanrı Stratejisi” çalışmaları, asıl hedefin, sömürülecek ve kullanılacak ana kitlenin Müslümanlar olduğunu ortaya koydu. Bu defa Müslümanların yaşadığı bölgelerdeki menfaatlerini koruyabilmek ve geliştirebilmek adına, İslam’ı nerede, kime karşı, nasıl kullanacağı araştırmalarına yönelmiş ve böylece “strategy of İslam” orta çıkmıştır.
Bu konuda ABD’de onlarla kitap ve makale yayınlanmıştır.

İslam’ın hangi mezhebini, hangi tarikatını, hangi cemaatini, ne zaman, kime karşı, nasıl kullanacağını ortaya koyan çalışmalardan İslam dünyasında kaç kişi haberdardır?

Unutmayalım ki, Küresel emperyalizmin hedefi, Müslümanların yaşadığı “İslam Dünyası”dır.

Küresel emperyalizm, tıpkı Sovyetlerin çöküşünün, bir tek mantar tabancası patlatılmadan başarılması gibi, -hiç masraf etmeden- Müslümanı Müslüman’a kırdırarak amacını gerçekleştirmek istemektedirler.

Bunu ortaya atanlara göre İslam aşırı, marjinal, anarşi ve terörü besleyen bir dindir. Onun için de bunun terbiye edilmesi ve aşırılıklarının törpülenmesi gereklidir.

Müslümanların yoğun olarak yaşadığı Ortadoğu için icad edilip uygulamaya konulan ILIMLI İSLAM bu stratejinin en önemli uygulama bölümüdür.

21. yüzyılın başında içinde yaşadığımız tarih diliminde, İslam dünyasında çıkartılmak istenen Şii- Sünni ihtilafı veya çatışmasının kaynağı da aynı stratejidir.

– Çağın ilmini, fennini, sosyal, kültürel, siyasi ve diğer alanlardaki gelişmelerini bilmeden “ittihad-ı İslam” demekle bu birlik gerçekleşseydi, yaklaşık iki yüz yıldır çoktan gerçekleşmez miydi?

Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atını
Veriniz mesainize hem de son sür’atını

– Diyen Mehmet Akif’i can-ı gönülden dinlemiş ve yeteri kadar çalışmış olsaydık, bu durumlara düşer miydik?

2006 sonu haccıydı. Mekke’de, Türkçe adı ile ”Hz. Ali Evlatları Aile Önderleri Vakfı”nda, Vakfın o zamanki başkanı, Ummü-l Kura Üniversitesi Hukuk Profesörü Seyyid Abdullah ATTAS ile üç yarım gün süren “Ehlibeyt Sevgisinin, İslam kardeşliğinin ve İslam dünyasının güçlenmesindeki rolü” konulu konuşmamız sırasında demişti ki;

“- Şu anda reel olarak bir İslam dünyasından bahsedemeyiz. İslam ülkeleri gibi görülen devletler, emperyalizm denizine batmışlardır, sadece Türkiye’nin başı emperyalizmin dışındadır. Onun da bedeni emperyalizme batmış görünüyor.

Emperyalizmden kurtulma umudu olan tek İslam ülkesi Türkiye’dir.

– Bir Müslüman, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hangi dili konuşursa konuşsun, kendisini koruyacağına inandığı bir güç olmasa, yüksek sesle ne “Müslüman’ım” diyebilir, ne de “Kelime-i Şahadet” veya “Kelime-i Tevhid”i okuyabilir. Mesela biz, Mekke’de, Kâbe’nin yanında bile bunu söyleyemeyiz. Emperyalizm bu derece etkilidir” dediğinde,

– Peki bu güç nedir, kimdir, bölgesel mi, küresel mi, diye heyecanlanmıştım. Cevap verdi:

– Bu güç sadece bir tanedir. Gücü, tarihi ve kültürel geçmişinden geliyor, dedi. Adı var mı diye sordum.

70 yaşındaki Seyyid cevap verdi:

– “Bu gücün adı, “ceyşu-l etrak” Türk Ordusu’dur. Kadere bakınız ki, Türkiye’nin İslamcıları bunun farkında değiller!

O, Hakk’a erdi.

Son din ve son peygamber, “”güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim“[6]

Ahlâk, Yaradan’dan başlayarak yaratılanı da sevmeyle başlayan, davranışlar bütünüdür.

Müslüman olarak diğer Müslümanları ne kadar seviyoruz?

Kutlu Peygamberin Eşi Hz. Marya Validemizin akrabaları olan Çingeneleri, Nakşilerle aynı silsileleri paylaşan Alevileri, en az bin yıldır beraber olduğumuz ve bölgede kurulmuş Türk devletlerinin vatandaşları olmuş Kürtleri, Arapları, Zencileri, Aptalları ve İslam’ın Sancaktarı olan büyük Türk Milletini ne kadar seviyoruz?

Sevgi olmadan birlik, ittihad, ne diyorsak, o nasıl olacak?

Şimdi, günümüzde, din adamları başta olmak üzere, hepimiz ahlâki problemler yaşamıyor muyuz?

Şimdi küresel emperyalizm, Müslümanlar arasında teslim alamadığı kaç şahıs ve organizasyon kalmışsa, onların peşinde koşmuyor mu?

– Müslüman olarak, diğer Müslüman’ın aleyhinde bulunmayı en önemli “tebliğ” zannedenlerimiz yok mu?

Mü’minler kesinlikle kardeştirler, (kardeşler arasında ihtilaf olduğunda) kardeşlerinizin arasını bulun, barıştırın, uzlaştırın onları. Ve Allah’tan çekinin ki, merhamet olunanlardan olun”[7] (Hucûrat:10). Ayetini başımız derde girmeden, toplumsal facialar ortaya çıkmadan hatırlıyor muyuz?

Kur’an Müslümanların temel kitabıdır ve Ahlâk, Kur’an ve Kutlu Nebi Hz. Muhammed’in örnek ahlâkı ile tamamlanmıştır.

Kendisini, misafir olarak hacca davet etmek için görevli olarak gittiğim bir Alevi vatandaş bana sordu:

– Davetinizi kabul edersem, bana harcayacağınız para, bana helal para mıdır? Helal değilse ve gitmeye karar verirsek, son kuruşuna kadar bütün paramızı ödemek şartıyla bizi misafir sayar mısınız?

Hacca misafir olarak davet edilmiş binlerce insan içinde, sadece bir kişinin sorduğu ve sorulanı donduran bu soruyu, her yediğimiz lokmada, hepimiz sorduğumuzda, İslam birliği kendiliğinden kurulacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum.

Bu ahlaki olgunluğa ulaşmak için, nefsimizden başlayarak, “Allah” diyen, “lailahe illallah” diyen, “Muhammedün Rasulullah” diyen herkesle barışmadan; paraya, ideolojiye; siyasete ve güce karşı zaaflarla “ittihad-ı İslam” lafta kalmaya mahkûmdur.

İslam’ı, elinde tutuyor gibi göstererek siyaset yapanlara ve İslâmî hassasiyetleri olanları da içlerine katmaya çalışanlara, hep birlikte Bediuzzaman gibi seslenmeliyiz:

İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!”[8] demeliyiz.

Bunu diyebiliyorsa, mesele yok.

Hayır, bir elimle “nur”u, diğeri ile de ”topuz”u tutmaya devam edeceğim, diyorsak,

Acaba nurla beni celbedip, topuzla dövmek mi istiyorsun” diyenlere, verilecek cevabımız var mı?

Euzü billahi mineşşeytani ves siyaseh”.

Dr. Abdülkadir Sezgin / Risale Akademi

________________________________________
[1] Sosyolog (Soysal yapı ve Sosyal değişme Uzmanı), Diyanet Denetim Elemanları ve Uzmanları Derneği Genel Başkanı
[2] Münâzarât, s. 113

Uhuvvet ve muhabbet!

Aslında kalbimize konan hadsiz sevgi potansiyeli, ebedî bir güzelliğe sahip zata yönelmek için verilmiş. Çünkü kalbin yaratılmasının sebebi, sevgiyi yaratan gerçek Sevgililer Sevgilisi’ni sevmektir.

Dünyada yalnız başına yaşadığınızı farz ediniz!

Faraziyesi bile ne sıkıcı!

Birlikteliğin tadı; iletişim, dostluk ve muhabbetle çıkar.

Bundandır ki, mü’minleri kaynaştıran unsurların başında uhuvvet, yani gerçek kardeşlik, hakikî dostluk gelir.

Bediüzzaman, Uhuvvet Risâlesi’nde kardeşliği tesis için, “Mü’minler ancak kardeştirler.” meâlindeki âyetin ışığında birçok prensibi nazara verir.

Uhuvvetin en önemli unsuru ise, sevgidir. Dünyaya gönderilişimizin ana gayesi, ibadettir. İbadet ise, “iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah”, yani Allah’ın varlık ve birliğine iman, isim ile sıfatlarını tanıyıp O’nu sevmeyi ve dahi teşekkür etmeyi kapsar.

Yaratılış ve varoluş gayemizin sevgi olduğu şundan da anlaşılmaktadır: İnsan, kâinatın Sahibinin Esmasına, yani isim ve sıfatlarının tecellisine mazhar. Bu isimlerden ikisi ise Habib ve Vedud’dur. Yani, çok seven, sevilen ve bütün sevgileri yaratandır. Soyut olarak sevgiyi, sevgi mahalli kalpleri, sevenleri, sevgi sebeplerini Habib-i Mutlak olan yüce Allah yaratmıştır.

Sevgi, aynı zamanda bütün unsurlar arasındaki bağ, ışık ve hayattır.

Kezâ, bütün canlıları ayakta tutan unsurdur.

Rezzak-ı Kerîm, yarattığı varlıkları seviyor, rızıklandırıyor. Habib ismi anne-babalarımızda tecellî etmeseydi hayatta olmazdık; kaynaşamazdık; hayatın hiçbir tadı kalmazdı.

Aslında kalbimize konan hadsiz sevgi potansiyeli, ebedî bir güzelliğe sahip zata yönelmek için verilmiş. Çünkü kalbin yaratılmasının sebebi, sevgi ve sevgilileri yaratan gerçek Sevgililer Sevgilisi’ni sevmektir. Meşrû sevgi; sevgi sebeplerini aşarak her şeyi O’nun adına sevmek, O’nu hatırlamaktır. Elbette anne-babamızı, çoluk çocuğumuzu, eşimizi, dostumuzu; peygamberler ile sahabelerini, evliyaları, ilim ehlini ve meşrû olan her şeyi severiz. Fakat, O’nun yarattıklarını ve dünyayı, Esmâsının tecellisi ve ahiretin tarlası olması açısından sevebiliriz, sevmeliyiz.

Her şeyi, yüce Rabbimizin Habib/Rahim/Vedûd gibi sonsuz isim ve sıfatları hesabına seversek; sevgimizin gücü de sonsuzlaşır. O takdirde, Allah’ı tanımaktan gelen sevgi, en büyük maya ve iksir olur. Sevgi, eğer tevhid sırrı yardım etse (yani sonsuz sevgi sahibi Habib’den beslenirse), bizi kâinat kadar büyütür, genişlik verir ve yaratılmışların nazenin bir sultanı yapar.

Kur’ân, sevgiyi, aynı zamanda psiko-sosyal bir güç kaynağı, bir kaynaştırıcı olarak nazara verir:

Allah’a iman edenler, Allah’a olan sevgileri cihetiyle daha kuvvetlidir.

İman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kaleler de sevgi sebebidir.

Allah, sırat-ı müstakim denilen doğru yolda olanları sever, temiz olanları sever, iyilik yapanları sever, merhamet edenleri sever, sevenleri sever. Kendi basit, küçük sevgisiyle O’nun sevgisini birleştirenler, sonsuz bir sevgiyle bağlantı kurar.

Bediüzzaman, sadece mü’min kardeşliğini ihya etmez. Diğer taraftan, iman hakikatiyle, “yaratılmışlar”la bizi kardeş ilân ederek, aradaki vahşeti, yabancılığı kaldırır, dostluğa ve kardeşliğe dönüştürür.

Ali FERŞADOĞLU

Hayat-ı Bâkiyeyi Radyo ile Beşere Ders Vermek Lazım Geliyor

Üstâd’ımızın Hakikatli Bir Beyanı

بِسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

 Aziz, Sıddık Kardeşlerim;

 Evvelâ; Risâle-i Nur’un sâdık bir şâkirdi ve muallimlerden bir kardeşimiz, Risâle-i Nur’dan aldığı bir ders aşkı ile maârif vekiline ve hem meclis reisine resmen yazmış ki: “Elbette küre-i arz hareketinden duracak ve bu dünya bozulacak. Hayât-ı bâkiyeyi bu merkez-i İslâmiyet radyo ile nev’i beşere ders vermek lazım geliyor.” Bu hâlis şâkirdin, mürâcaâtına mukàbil “Sözleri anlaşılmıyor” diye kabul etmemişler. Yanıma geldi. Ben de dedim:

    “Kardeşim; mâdem senin suâl-cevâbı aldılar, onlara de ki; ‘Evet bu dehşetli harb-i umûminin dehşetli zulümlerini ve tahribâtlarını ve hayât-ı dünyevînin bütün lezzetlerini zir-ü zeber edip, hiçe indirip, hayât-ı dünyeviyeyi tamamiyle herkese fâni olduğunu, ve beşeriyetin rûhunu tatmin edemediğini güneş gibi gösterdiği için, elbette nev’i beşer, bundan sonra medeniyet ve felsefenin uyutucu, aldatıcı lezzetleri yerinde ezvâk-ı bâkiyeyi ve beşeriyetin fıtraten şiddetle muhtâc olduğu hayât-ı bâkiyeyi arayacak. Şimdi de emâreleri görülüyor. Şimalde küçük devletler, hayât-ı bâkiyeyi güneş gibi ders veren Kur’ân’a sarılmaları, hem garbın en büyük devleti olan İngiliz’in büyük hatîbleri, kürsülerinde Kur’ân’ın hayât-ı bâkiyeye dâir âyetlerini tefsir ederek bağırarak diyorlar ki; Şimdi, İngiliz devleti, İslâmiyeti kabul etmesi lazımdır. Çünkü; nev’i beşerin ekseriyetini hükmü altına alıp o nev’i beşerin hakiki aradığı hayât-ı bâkiyeyi mu’cizâne ders veren Kur’ân’ı, İngiliz kabul etmek ile beşeri memnun edebilir. Geçen dehşetli yaralarını Kur’an’la tedâvî edebilirler diye resmen beyânâtı var.

    Mâdem hakikat budur. Elbette, eskiden beri hayât-ı bâkiyenin dershânesi ve medresesi olan bu memlekette ve İslâmiyet ve Kur’ân’ın bayrakdârı bu vatandaki hükûmetin şimdi en ehemmiyetli vazifesi, hayât-ı bâkiyenin muallim-i ekberi olan Kur’ân’ın hakikatlarını hükûmetin ilim dâiresi olan maârif hey’eti ile ve radyo ile, rûy-i zemin mektebinde, nev’i beşere bu en büyük mes’ele-i beşeriyeyi ders vermek o maârifin hakkıdır. Bu kudsî vazifeyi şimâl-i garbî devletlerine bırakmamalı. Bin senedir üstâd iken, şimdi hidâyet dersinde ecnebîlere şâkird olmağa mecbur olmasın..’ diye ben gibi bir muallimin maârif haysiyetini ve şerefini muhâfaza için Nurlar’dan aldığım derse göre kısa bir cümle ile ifâde etmek istedim. Fakat sözüm anlaşılmadı” dersin diye ona söyledim.

Umûma binler selâm ediyoruz .

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Duânıza muhtâc kardeşiniz

SAİD NURSÎ

Münâzarât’daki Meşrûtiyet kavramı ve Bediüzzaman

İnsanlığın ekseriyetle hak din olan İslâmiyet’den ve O’nun nurlu hakîkatlerinden uzaklaştığı, ahkâmının neredeyse tamâmen ortadan kalktığı âhirzamanda, semâvî kaynaktan ortaya çıkan “mehdiyyet” cereyanı, hidâyet yolunu insanlığa gösterirken; bu cereyanın mümesilleri beşere İlâhî çizgiyi göstermeye hep devam edegelmişlerdir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, mehdiyyet cereyanının bir temsilcisi olarak İslâmiyet’in imân, akîde sahâsında tecdîd vazîfesiyle görevlendirilmiş bir müceddiddir.

Dinî ilimlerin kaynağını teşkil eden Kur’ân, Sünnet, İcmâ-i ümmet ve kıyâs-ı fukahâ çerçevesinde ilham eseri olarak kaleme aldığı eserleri, aynı zamanda mehdiyyet cereyanının diğer mümesillerine de bir program olarak hazırlanmıştır.(1)

Münâzarât”, şûrâ-yı şer’î sistemini, ortaya çıkşından bir asır önceki şartlarda yaşayan insanlara anlatmakta, ders vermektedir.

Ümmetin içine düşürüldüğü perişanlığı, Allah’ın izniyle ortadan kaldıracak olan bu sistemin ders verildiği nûrânî cemaat muhatap alınmıştır. Eserin ders verildiği kürt aşiretleri ve o günkü Osmanlı Devleti zâhirî muhataptır.

İşte böylesine kıymetli ve çok ehemmiyetli vazifeyi hakkıyla ifa eden Üstad Bedîüzzaman, eserlerinde istikametin ancak Ehl-i Sünnet ve Cemaat Mezhebini rehber edinmekle mümkün olabileceğini vurgulamıştır. Bu cerhedilmez hakikatı şu veciz ifadeleriyle dile getirmiştir:”Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargah yap ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın muhkemât kal’asına gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap, selâmeti bul.”(2)

Ancak, milâdî 20.asırda Müslümanların zihinleri karıştırılmış, maruz kalınan din tahribatı sebebiyle, zihinler İslâm’ın esaslarına ve hakikatlarına yabancı bırakılarak, bu Zâtın eserleri dünyevî fikirlerin ve zamanın ifsat rüzgarlarının tesiriyle yorumlanmaya çalışılarak zaman zaman bazı nâehil şahıslar tarafından  murad edilen mâna ve maksûdun dışında te’villerle şeriatın ruhundan uzak mânalar verilerek anlaşılmaya başlanmıştır.

Kitap ve Sünnet kaynak gösterilerek bu eselerin açıklanması gerekirken; felsefî akımların ve uzantıların tasallutu altında bulunan zihinler ve kesimler tarafından, özellikle içtimâî meselelere dair kısımlar, Edile-i Şer’iyyenin akîde ve uygulamadaki esaslarına  muhâlif olarak anlaşılmıştır. Hâricî tesirlerle maalesef bir kısım okuyucularda bu karışık efkârın izlerini görmek  müdakkik nazarlardan kaçmamaktadır.

Üstad Hazretlerinin bizzat yaptığı “Münâzarât”la alakalı değerlendirmeler de bize bu konuda fikir vermektedir.(3)

Osmanlı Devletinin son dönemlerindeki kişi hâkimiyetini çağrıştıran “saltanat”ın değiştirilerek meclisin öne çıkarılmasını ön gören “meşrûtiyet” sisitemine geçildiği bir devrede kaleme alınan “Münâzarât” adlı eser, tam ve kâmil anlamda İlâhî ahkâmı referans alan bir sistemin öne çıkarılması ve yazılımından ibarettir.

Devlet” ,”Halife”, “Meclis” gibi İslâm ıstılahında yer alan kavramların tamamen fıkhî çerçeve ve ölçülere dayanarak Bediüzzaman tarafından açıklanması, tezimizin isabetli olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu tesbitler, o günün insanları tarafından tam olarak anlaşılamadığı gibi, bu gün de hâla eksik anlaşılma veya yanlış tevil kargaşası devam etmektedir.

Osmanlının ferdî istibdat idâresinden 1908 yılında meşrûtî sisteme geçmesi, daha sonra ittihad ve Terakki tarafından cemiyet ve parti istibdadına dönüşmesi, arkasından Osmanlı’nın yıkılarak Cumhûrî sistemin kurulması, kısa bir zaman zarfında onun da dejenere edilerek cemiyet istibdadının yeniden hortlatılması, çok partili dönemlerde de sıkça milletin maruz kaldığı açık-kapalı ihtilaller/darbeler ve anayasa değişikliklerinin millet üzerinde bıraktığı şaşkınlık neticesinde müslüman milletimizin zihinlerinde yaşatılan travmalar sebebiyle hakikatın anlaşılması oldukça zorlaşmıştır.

“Münâzarât” ın doğru anlaşılmasına mâni olan kavramların başında “Demokrasi” gelmektedir.

Lûgat anlamı “hürriyetçilik” olan “demokrasi” denen bu beşerî sistemi, takriben 2000 (ikibin) yıl  önce ihdas eden Yunan feylesoflarından Aristo, Sokrat ve Eflâtun’dur.

Bugünün feylesofları tarafından demokrasinin tarifi şöyledir:”Demokrasi, halkın kendisini idare etmesidir. Yani kendi idarecilerini kendisinin seçmesi ve kendilerini idare edecek kanunları da kendilerinin çıkarmalarıdır.”

Bu sistemin dayandığı temel mesele; dinin devlete kesinlikle karışmamasıdır. Din, “İlâhî”, demokrasi ise “beşerî” dir.

Dinleri kendi sınırlarına sokmayan demokrasi, onlara muhâlefet ederken; kadınlara sınırsız hürriyet tanımayı da ana esaslarından saymaktadır. Çıplaklık serbest olduğu gibi, zina da suç sayılmamaktadır. Miras hukukunda da kendi kurallarını işletmektedir. Daha nice benzeri durumlar uygulama sahasında devam etmektedir.

İnsan hakları kavramını istismar ederek din aleyhindeki hakaret ve tezyîfleri, basın-yayın hürriyeti çerçevesinde görürken, yıllarca dindarlara ve Bediüzzaman gibi mânevî önderlere kan kusturulmuştur.

Bütün bu yaşananlara ve uygulamalara rağmen, her nedense günümüzde bir kısım müslümanlar (hassetsen doğru anlaması gereken Risale-i Nur ve “Münâzarât” okuyucuları), bu eserdeki bir takım mefhumları demokrasi ile eşleştirme yanlışını irtikap etmektedirler.

Bediüzzaman Hazretleri, 1910’da bu bilgileri verirken, sadece Osmanlı devletini değil, bütün İslâm âlemini nazara alarak konuşmuştur.

Tamamı için köşemiz kifayet etmez. Sadece Münazarattaki bir cümleye kısaca işaret etmek istersek: “(İşte meşrûtiyet) şurâ-yı şer’iyye, (Veşâvirhum fil’emr) Âl-i İmrân, 159 olan “Ve işlerde onlarla istişâre et” (ve) (Emruhum şûrâ beynehum) Şûrâ, 38 olan “onların aralarındaki işleri istişâre iledir” (âyet-i kerimelerinin tecellisidir.) Yani icraatta görülmesidir. (ve meşveret-i şer’iyyedir) Kitap ve Sünnete uygun olarak yapılan meşverettir. (…aklı kanundur) hak dinin hükümlerinden ibarettir, (şahıs değildir.) Bu cümlede kanundan maksat “hak din”dir.

(Evet, meşrûtiyet) şûrâ-yı şer’î, (hâkimiyet-i millettir😉 yani dinin hâkim olmasıdır. Millet kelimesi aslında “din” anlamında kullanılır. En’âm sûresi, 161. âyette de ifade edildiği gibi; “din, millet, sırat-ı müstakim” kelimeleri aynı manada kullanılmaktadır. Din ve millet kelimeleri,” müttehidan-ı bizzat (özünde, zatında bir), muhtelifân-ı bi’l-itibâr (itibârî olarak farklı, değişik) bilinmektedir ki, Bediüzzaaman Hazretleri, Hutbe-i Şamiye adlı eserinin zeylinde bu hususu vurgulamaktadır. (4)

Dolayısıyla “millet”kelimesinden “İslâm milleti” anlaşılır. Bu mânaları içinde barındıran “millet hâkimiyeti” ise, Kitap ve Sünnet’in hâkimiyeti demektir.

(Siz dahi hâkim oldunuz) cümlesinde vurgulanan, Kitap ve Sünnete aykırı bir kanun konamayacağı için, şahıs veya zümrenin keyfine göre hâkimiyet olamayacağından, siz de insanlar karşısında mahkûm değil, zâhiren hâkim oldunuz. Herkes, Allah’ın iradesine  karşı mahkûm, insanlara karşı ise bağımsız oldular. Mü’min, inancının gereği ne kendisi zillete düşer ve ne de başkalarını zillete sokar. Aksi takdirde padişahın elinden alınan istibdat, cumhurun (halkın) eline geçmiş olur ki, bu katmerli bir zulüm olur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “Kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat münkasım olmuş olur ve komitecilikle tam şiddetlenir.”(5)

Kitap ve Sünnete dayanan bir anlayış ırkçılık yapamaz. Hangi dil ve ırktan olursa olsun, tüm Müslümanların refah ve saadetini esas alır. Böyle olunca da başta Kürtler olmak üzere bütün kavimler huzur ve barışa erişmiş olacaktır.

Özetlersek; Bediüzzaman’ın eserlerinde sözü edilen “Meşrûtiyet” veya “Cumhûriyet” sistemlerinden maksat, şer’î şûrâdır. Aksi bir tarif getirmek, beşerî sistemlerle irtibat kurmak, müslümanların İslâmiyetle bağını koparmak, semâvî kaynak yerine beşerî düşünceleri oturtarak, dinin temel anlayışından uzaklaşılması, hevâ ve heves istikametinde hareket edilmesi anlamına gelmektedir.

Hayatı İman ve Kur’ânın prensiplerini  insanlığa tebliğ ve isbatla geçmiş olan Bediüzzaman gibi bir müceddid-i dini beşerî bir sistemin(hâşâ)  hâmisi ve savunucusu gibi göstermek, O’na yapılabilecek  en büyük bir bühtan ve mânevî bir hakarettir.

Böyle bir düşünceden Âlemlerin Rabbine sığınırız.

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

1-      Emirdağ Lahikası,c.1, s.259; Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s.9

2-      Lem’alar, 78

3-      bkz. Kastamonu Lahikası, s.72-74

4-      H. Şâmiye, s. 61

5-      İki Mekteb-i Musibetin Şehâdetnâmesi, s.35