Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Günün Dersi…

Sosyal ve Siyasi Hayatımız Terörden Nasıl Kurtulur?

Risâle-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirtleri, değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risâle-i Nur’u âlet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz.

Biz ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.

Evvelâ: Kur’ân bizi siyasetten men etmiş, tâ ki elmas gibi hakikatleri, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin.

Saniyen: Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokata müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlarla müteallik yedi sekiz masum biçare, çoluk çocuk, zayıf, hasta, ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse, o sekiz masumlar o belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyaset yoluyla, idare ve âsâyişi ihlâl tarzında, neticenin husûlü de meşkûk olduğu halde girmek, Risâle-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat şakirtlerini men etmiş.

Salisen: Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükümet, ne şekilde olursa olsun, Risâle-i Nur’a eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtırlar. Değil korkmak veyahut adâvet etmek, en dinsizleri de, onun dindârâne, hakperestane düsturlarına taraftar olmak gerektir. Meğer ki, bütün bütün millete, vatana, hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ola.

Çünkü bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs olmak için, beş esas lâzım ve zarurîdir.

Birincisi: Merhamet.
İkincisi: Hürmet.
Üçüncüsü: Emniyet.
Dördüncüsü: Haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek.
Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmelidir.

İşte Risâle-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit bu beş esası temin edip, hem âsâyişin temel taşını tesbit ve temin eder.

Risâle-i Nur’a ilişenler kat’iyen bilsinler ki, onların ilişmesi, anarşilik hesabına, vatan ve millete ve asâyişe düşmanlıktır.
Kastamonu Lahikası

“Quo vadis” (Nereye gidiyorsun?)

Yakınlarının vefatında bazıları, onların tabutuna sarılıp yüksek sesle ve ağlayarak;

“-Nereye gidiyorsun?” derler. Bu hal, bazı kişilerin vefatında medyaya da yansır. Dinî kaynaklarımıza göre; tabutun içindeki vefat etmiş kişinin ruhu bunu duyar, yüksek sesle ağlamalardan da rahatsız olur, ancak orada bulunanların duyabileceği şekilde bir cevap veremez. Fakat, eğer iyi bir yere gidiyorsa, bir an önce oraya gidebilmeyi ister.

Quo vadis”, Latince bir soru cümlesidir ve Türkçedeki “-Nereye gidiyorsun?” soru cümlesinin karşılığıdır.

İncil’de, Yuhanna 16:5’de bulunur: “16: 5 – At nunc vado ad eum, qui me misit, et nemo ex vobis interrogat me: ‘Quo vadis?”.

( Türkçesi: “16: 5 -Şimdiyse beni gönderenin yanına gidiyorum. Ne var ki, içinizden hiçbiri bana, ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sormuyor.”)

“Quo vadis” Latince cümlesi, tarihte ve modern kültürde çeşitli dilleri konuşan halklar tarafından da çeşitli maksatlarla, çok farklı şekillerde ve yerlerde kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. Bu cümlenin meşhur oluşunun ve dünyada yaygın şekilde kullanılmasının bir sebebi de, 1905 Nobel Edebiyat Ödülü’nün verildiği bir romanın ve senaryosu bu romandan alınmış 1950’li yıllarda yapılmış uzun metrajlı bir sinema filminin bu adı taşımasıdır. Fakat, aslında bu cümlenin çok meşhur oluşunun en başta gelen sebebi; insanın selim akılla bu dünyada sorabileceği en mühim sorulardan biri oluşudur. Bunun mukabili, insanların selim akılla sorabileceği diğer çok mühim bir soru da: “-Nereden geliyorsun?” sorusudur. Bunlar, insanın bu dünyadaki varlığı ve vazifeleri ile alâkalı anahtar hükmündeki sorulardandır ve ancak selim akıl sahipleri bu soruların cevabını ciddî olarak araştırır.

Selim akılla düşünenlerin cevabını aradıkları en mühim sorular şunlardır:

Ben neyim? Ben nereden geldim? Ben nereye gidiyorum? Bu dünyaya kendi isteğimle gelmediğime göre beni kim gönderdi? Ve niçin gönderdi? Bu dünyada nasıl yaşamalıyım?”

İnsanlık tarihi boyunca, selim akıl sahiplerinden başka, felsefecilerin de üzerinde asırlarca durduğu üç temel soru olmuştur:

1 – Kâinattaki mutlak hakikat nedir?

2 – Varlıkların hikmeti ve gayesi nedir?

3 – İnsan nedir ve onun vazifesi nedir?

Felsefeciler, bu üç temel soru üzerinde durarak, mükemmel bir hayatın nasıl yaşanabileceğinin yollarını asırlardır araştırmışlardır. Önce, maddî gelişme ile dünyada saadetin elde edilebileceği zannedilmiş; malda, parada, eşte, evladda, zînette, mevki ve makamda, saltanatta, şöhrette saadet aranmış; fakat hakikî saadet bunlarda bulunamamıştır. Bu soruların doğru cevapları, ancak asliyetini muhafaza eden semavî din (O din, zamanımızda İslâmiyet’tir) tarafından verilebilir.

Sabah ve akşam namazından sonra tekrarı, pek çok fazileti bulunan ve sahih bir hadiste İsm-i Â’zam mertebesini taşıdığı bildirilmiş, tevhid hakikatiyle alâkalı bir cümlenin on birinci kelimesinin manâsına dair Risale-i Nur Külliyâtı’ndan aynen iktibasla nakledilecek cümleler, “-Nereye gidiyorsun?” sorusunun en güzel cevaplarından birine misaldir:

“ON BİRİNCİ KELİME:

Yâni: Ticâret ve me’muriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâline dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîm’lerine kavuşacaklar. Yâni, bu dâr-ı fânîden gidip dâr-ı bâkîde huzur-u kibriyâya müşerref olacaklar. Yâni, esbab dağdağasından ve vesâitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-ı Rahîmlerine makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya herkes, kendi Hâlıkı ve Mâbudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar. İşte şu kelime bütün müjdelerin fevkinde şöyle müjde eder. Ve der ki:

Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun? Ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mes’ûdane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâl’in dâire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbûblarda ve bütün mevcûdât-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemâl, O’nun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsının bir nevi gölgesi.. ve bütün Cennet, bütün letâifiyle bir cilve-i rahmeti.. ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezel’in, bir Mahbûb-u Lâyezâl’in dâire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet’e çağrılıyorsunuz. Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz. Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki: Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz! Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücûd-u dâimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sâhib ve Mâlik-i Hakîki’nin tarafına gidiyorsunuz ve Sultan-ı Ezelî’nin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dâiresinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.” (Risale-i Nur Külliyâtı, Yirminci Mektubun Birinci Makamı)

Prof.Dr. Mustafa NUTKU

Esmâ’nın diliyle imtihan sırrını okumak

Bir maden ateşe atılmadan kömür ve elması; altını ve bakırı birbirinden nasıl  ayrılacak?

Aynen öyle de, bu dünya bir imtihan ve ibtilâ meydânıdır. İnsan nev’i bir ma’den gibidir.

Elmas ruhlu, temiz fıtratlı insanları; kömür ruhlu insanlardan ayrıştırmak için, onları imtihan ateşine atar, hayatın içinde yoğurur, teklîfen ve tekvînen denemeye tâbi tutar. Emirleri ve yasakları ile; hayır ve şer ile ortaya koyduğu tercih şıkları ile; ni’met ve musîbetle test eder, neticesinde doğruları yalancılardan, iyileri kötülerden ayırt eder.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, beşerin içinde bulunduğu bu mücâhede ve mücâdelenin izahı bağlamında der ki:

Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile müsâbaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir mâdene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihanda olan teklifât-ı İlâhiye bir ibtilâdır ve bir müsâbakaya sevktir ki, istidad-ı beşer mâdeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin(Sözler, 20. Söz, 2. Makam, iki mühim suâle karşı iki mühim cevap, 266)

Cenâb-ı Hak, insanı stabil bir vaziyette bırakmamış, ondaki cevheri ortaya çıkarmak için teklifî ve tekvinî bir süreci önüne koyarak özellikle imân ehlini daha şiddetli ve ağır imtihanlarla tecrübe etmektedir.

Mes’ele imân dâvasında sadâkatın, sebâtın, azmin, tahkikî imânın, zamanın dalgalarına, şeytânî tuzaklarına dayanabilmenin dayanıklılık testinden geçip geçemiyeceği meselesidir.

Mes’ele Salih amellerle bâkiyâtın tarafını mı, yoksa şerlerle fenâ ve zevâlin temelsiz câzibesini mi tercih meselesidir.

Mes’ele dünyevîleşmenin kıskacında kıvranan âhir zaman müslümanlarının önünde bekleyen İttihâd-ı İslâm ve Hz. Mehdî’nin, hayatın tüm kademe ve birimlerindeki  icraatına muhatabiyyet noktasında hazır olup olmama mes’elesidir. Allah mutlaka Nûr’unu tamamlayacaktır. Gözlerimizin ve gönüllerimizin zeminini ve konumunu, murâd-ı İlâhî istikametinde tekmil bir vaziyete getirme hususunda son hazırlıkları yeniden kontrol etmenin gayreti ve cehdi içinde olmaklığımız zarûrîdir.

“İnsanlar, sâdece imân ettik demeleriyle serbest bırakılacaklarını ve kendilerinin imtihan edilmeyeceklerini mi sanıyorlar?” (Ankebût, 2)

Hiç şüphesiz belâ ve musîbetler, ehl-i imânı ateş gibi yakar, insanın özü, cevheri bununla ortaya çıkar. Sonunda da Rahîm, Hakîm ve Vedûd isimleriyle müsemmâ bir Zât-ı Zülcemâli bulur.

Ve insan haykırır evliyânın sesiyle ve nefesiyle: Yâ Rab! Senin rahmetinden daha şâmil bir rahmet, senin hikmetinden daha fâik bir hikmet, senin muhabbetinden daha güzel bir muhabbet düşünülemez.

O Zât-ı Rahîm, Hakîm ve Vedûd, bir sırr-ı imtihan olarak Hz. Eyyûb (a.s)’ı can, mal ve evlâd vesilesiyle musibete uğratmış, Hz. Zekeryâ (a.s)’ı testereyle biçtirmiş, Hz. Yahyâ (a.s)’ın başını kestirmiş, Hz. İsâ (a.s)’ı çarmıha gerilmekten kurtarıp semâ katına cesed-i nûrânîsiyle yükseltmiş, Hz. Muhammed (A.S.M)’i  ahir zaman nebîsi olarak en şiddetli belalarla imtihan etmiştir.

Aynı Zât (c.c) , Hz. Dâvûd, Hz. Süleymân, Hz. Yûsuf (aleyhimüsselâm) gibi peygamberleri de saltanatla tahta oturtmuştur.

Bediüzzaman Hazretlerine ömür boyu yapılan zâlimâne muâmelenin, işkence, cefâ ve sürgünlerin altında rahmet, hikmet ve vedûdiyyetin tecelliyâtının misâlleri o kadar çoktur ki, izâhı köşemizin boyutunu aşar.

Celâl sahibi yüce Allah, Said Nursî Hazretlerini eli kolu bağlı bir vaziyette, ıssız bir köyde (Barla) ikamete mecbur edip ehl-i dünyanın gözetimi altında hapislere ve esâretlere mahkûm eder. Yaşlılığının yanı sıra çeşitli hastalıklarla birlikte bir de verilen zehir ve pek çok menfî durum karşısında sıkıntılar içinde geçen bir hayatın sabır içindeki tatlı meyveleriyle celâli içinde cemâlî bir atmosfere mazhar kılar.

Risale-i Nur gibi Kur’ân çeşmesinden akan mânevî bir tefsir, ilham eseri olarak O’na yazdırılır.

Yaşadığı sıkıntılar içerisinde birden bire gözünü açar, bir tesellî levhâsını okur:” Bak! Cennet-i a’lâ bütün letâifi ile seni bekliyor, sana âşıktır, bin bir ismimle senin imdadındayım, yardımındayım, haydi çalış, dellallığa devam et” diye O’nu teşvik eder.

Bu Zât-ı muhterem de bu va’d ve İlâhî müjdeye dayanarak dinî ve ilmî vazifesini hakkıyla ifa etmiştir.

O Zât’a muhâlefetle Kur’ânın nurunu söndürmek isteyen bedbaht gürûh ise, her ne kadar zâhiren dünya şatafatı ve rahatı içinde yaşamış olsalar bile, o görüntünün altında bir kahr-ı İlâhî saklıdır.

Çünkü o cebbâr ve müstebidler, şimdi kabrin karanlıklı hayatında azap ve itap içerisinde mahzûn, pişman ve perişân bir vaziyette azaba dûçâr olmuşlardır. Mahşer ve mizanda da elîm ve fecî’ âkibet onları beklemektedir.

Bütün dünya Bediüzzaman’ı tanırken, O’nun Kur’ân ve Hadisten nebeân eden imânî hakîkatlerinden kana kana içerek rahmet ve şükranla anarken; bir devrin Nemrût, Firavun ve Şeddatları hak ile yeksân olmuş, adları/sanları/namları unutulmuştur.

Tarih; Va’dedilen müjdeler birer birer çıkarken, biiznillah ahir zamanın geniş dairesindeki faaliyet ve nûrânî yansımaları kabrinden şükrederek seyredecek olan Bediüzaman’ı “ahir zamanın en bahtiyar insanı” olarak yâd edecektir.

Üstad Bediüzzaman, Hz. İbrahim (a.s)’ın meşrebinde olduğu için teenni ile hareket etmiş, aceleci davranmamıştır. Vazîfesini yapıp sabır içinde neticeyi Allah’tan beklemiştir.

İmtihan devam ediyor…Kim sâdık, kim kâzib? Kim korkak, kim cesur, kim azimli, kim kararsız?

Kim rahmetten yana, kim azaptan yana? Kim kâfire, münafığa dost; kim Allah ve Resûlüne?

Kim münkerât ve menhiyyâta karşı, kim içindeki tâğûtlarıyla titretiyor Arş’ı?

Kim Tevhîd dini olan İslâm’ın kıyâmete kadar tahrîfsiz devamından yana; kim dinin tahrîb, tebdîl ve tağyîrine tavizkâr, füccâr ve eşrâra müsamahakâr?

Kazananlar ve kaybedenler…Kayanlar/kaydıranlar ve sebat edenler…Hak ve hakîkatten ta’vîz vermeyenler, denge hesabıyla vaziyete vaziyet edenler…Hepsi birer test, birer imtihan. Kazanmak ve kaybetmekle karşı karşıya bulunan biz mü’minler…

Cenâb-ı Hakk’ın hikmetinden ve icrââtından suâl olunmaz.

Bütün bunları imtihan sırrının bir gereği bilip kaza ve kadere teslim olmak, kulluğumuzu unutmamak, çizgimizde ve müstakîm hattımızda sebat etmek,  hep Hak’tan yana olmak, Hakk’ı söylemek, ya da sükut etmek, en selâmetli yol olsa gerek.

İsmail Aksoy

Bedir ve Bediüzzaman

Mucizat-ı Ahmediye Bediüzzaman’ın mucizeler penceresinden Asr-ı Saadeti ve peygamberimizi anlattığı bir büyük eseridir.

Eser ismine inhisar etmeyecek bir büyük terkiptir. Meziyetleri o kadar çoktur ki yazarı bunu gördüğü için, “O risalesin mezayasını söylemek lazım gelse, o risale kadar bir eser yazmak lazım geldiği..” söyler.

Eserde o kadar iç içe meziyetler vardır ki hakkında eser kadar bir eser yazılabilir. Bediüzzaman peygamberimiz hakkında yazılan eserlerin tek düzeliğini hissetmiş olacak ki, taklid edilemez ve dehavari bir terkip ile bir eser ortaya koymuş. Eserde mekânlar, insanlar, mucizelerin nakledildiği şahıslar, olaylar, iç içe bir kompozisyonda verilmiş. O kadar büyük bir hafızanın eseridir ki üç yüz mucizenin her birinin beş ravisi olsa sadece bin beş yüz tane nakledicinin birbiriyle irtibatlı olarak anlatılması sağlanmıştır.

Sahabeler ve özellikle peygamberimizin çevresindeki mümtaz sahabelerden tarihteki rollerine uygun bir şekilde ve hacimde bahsedilmiş, en fazla Hz Ebubekir’den, sonra sırasıyla Hz Ömer ve Hz Ali ve Hz Osman’dan bahsedilmiş.

Bedir Savaşı İslam tarihinde çok önemli bir olaydır.

Bu olaydan Gazve-i Bedir, Gaza-yı Bedir, Gazve-i Kübra-yı Bedir, Gazve-i Meşhure-i Bedir diye dört değişik tavsifle bahseder. Bu savaştan bahsettiği yerlerde hiç tekrara düşmez ve her bahsettiğinde bir yönünü nazara verir, böylece Bedir Savaşını anlatmış olur, mucizelerin gölgesinde.

Bedir Gaza’sından evvel o savaşta ölecek küfrün liderlerinin nerelerde öleceklerini göstermiş. “Hem nakl-i sahih-i kati ile Gaza-yı Bedir’den evvel ferman etmiş. Burası Ebu Cehil’in, burası Utbe’nin, burası Ümeyye’nin, burası da filan ve falanın yıkılıp devrileceği yer.” deyip müşrik-i Kureyş’in reislerinin her biri nerede katledileceğini göstermiş ve demiş: ‘Ben kendi elimle Übey İbni Halef ‘i öldüreceğim.’ Haber verdiği gibi çıkmış.”

Bedir Savaşı’nda onun yanında koruma olarak iki büyük meleğin bulunduğunu haber verir. “Hazret-i Cebrail ve Mikail iki muhafız yaver hükmünde Gazve-i Bedir’de yanında bulunan bir Zat-ı Mübarek.

Savaş olayları, her bahsedişte bir yönden verilir.

Savaştan sonra esirler önemli bir safhadır Bedir’de. Burada yaşanan bir olayı anlatır. “Hem nakl-i sahih ile Gazve-i Bedir’de Hazret-i Abbas sahabelerin eline esir düştüğü vakitte fidye-i necat istenilmiş. O da demiş: ‘Param yok.’ Hazret-i Resul-i Ekrem (ASM) ferman etmiş ki zevcen Ümmü Fadl yanında bu kadar parayı filan yere bırakmışsın. Hazret-i Abbas tasdik edip demiş; ‘İkimizden başka kimsenin bilmediği bir sır idi.’ O vakit kemal-i imanı kazanıp İslam olmuş.”

Aynı savaşta ordu susuz kalır ve Hazret-i Ömer dua ister Nebiy-yi Zişan’dan. “Ordu suya muhtaçtı. Resul-i Ekrem elini kaldırdı. Birden bulut toplandı, yağmur geldi, ordunun ihtiyacı kadar verdi gitti. Adeta yalnız orduya su vermek için memur idi, geldi, ihtiyacı verdi gitti. Şu hadise Gazve-i Meşhure-i Bedir’de vuku bulmuş ‘Sizi temizlemek için gökten üzerinize su indiriyordu’ (Enfal 11) Ayet-i Kerimesi o hadiseyi beyan edip ifade eder. Madem o ayet, o hadiseyi gösterir, katiyetinde şüphe kalmaz.”

Bir önemli hadise de yine bir mucizedir:

“Vemaremeyte izremeyte velakinnallahe rema” (Attığın vakit sen atmadın lakin Allah attı) nass-ı katisiyle ehl-i tahkik umum müfessirlerin tahkikiyle ve umum ehl-i hadisin ihbarıyla Gazve-i Bedir’de şu ayet haber veriyor ki:

Resul-i Ekrem ASM bir avuç toprak ile küçük taşları aldı, küfür ordusunun yüzüne attı, ‘Şaheti’l-vücuh’ dedi ‘Şaheti’l-vücuh’ kelimesi bir kelam iken onların her birinin kulağına gitmesi gibi o bir avuç toprak dahi her bir kâfirin gözüne gitti. Her biri kendi gözüyle meşgul olup hücumda iken birden kaçtılar.”

Resulünün kalbine bir farklı duygu gelmesin diye Allah atanın Resulullah’ın olmadığını hatırlatır. Kim olursa olsun imtihanda.

Bedir’de iki ordu arasında savaşçı sayıları itibariyle büyük bir fark vardır, Peygamberimizin ordusu üç yüzü aşkın, diğerleri ise bini aşkındır. Bunu gören Peygamberimiz Allah’a sığınır. “Kureyş ilerlemeye başladı. Dalgalı kum tepeciklerinin ardındaki Mekke ordusu şimdi, gerçekte olduğundan daha da az görünüyordu. Fakat peygamber onların gerçek sayılarının ne olduğundan ve iki ordu arasındaki büyük dengesizlikten haberdardı. Ebu Bekir (RA) ile birlikte gölgeliğe döndü ve Allah’a vaat ettiği yardımı vermesi için dua etti. Kendisinde bir an bir uyku hali meydana geldi ve uyandığında şöyle dedi. “Sevin ey Ebu Bekir, Allah’ın yardımı sana ulaştı. İşte Cebrail elinde atının dizginleri savaşa hazırdı” (Martin Lings, Hz Huhammed, s. 317)

Savaş sırasında Resulullah bir ilk yardım servisi gibi sahabelerin imdadına yetişir. “Gazve-i Bedir’in on dört şehidinden biri olan Muavviz İbni Afra Ebu Cehil ile dövüşürken Ebu Cehil-i lain, o kahramanın bir elini kesmiş Resul-i Ekrem (ASM) onun elini yine yerine yapıştırdı, tükürüğünü ona sürdü. Birden şifa buldu, yine harbe gitti şehid oluncaya kadar harbetti.

O gazvede Hubeyb İbni İsaf’ın omuz başına bir kılıç vurulmuş ki bir şakkı ayrılmış gibi dehşetli bir yara açılmış. Resul-i Ekrem (ASM) onun kolunu omuzuna eliyle yapıştırmış, nefes etmiş şifa bulmuş. Gazve-i Bedir gibi bir memba-ı mucizat olan bir gazvede bu iki vakıayı andıracak çok misaller bulunsa elbette şu vakıa kati ve vakidir.”

Bedir savaşı hakkında mucize membaı der, orada birçok mucize meydana gelmiştir, onları nakleder Bediüzzaman. Baktığı her olaya, her temaya en can alıcı yerlerini görerek bakar, adeta ruhunu alır her bahsin her olayın, bu kadar büyük bir seçici zekâ ve hafıza ve zihne sahiptir. Helal olsun.

Bedir’deki bir olayı İbn-i Mesut nakleder.

“Bidayet-i İslam’da Resul-i Ekrem (ASM) Mescid-i Haram’da namaz kılarken rüesa-yı Kureyş toplandılar, ona karşı gayet bed bir muamele ettiler. O da o vakit onlara beddua etti. İbn-i Mesut der ki, Kasem ederim o bed muameleyi yapan ve onun bedduasına mazhar olanları Gazve-i Bedir’de birer birer lâşelerini gördüm.”

Bediüzzaman’ın çağrışımları o kadar güçlü ki bir olayı başka olaylara kapılar açarak anlatır, böylece bir olayı anlatmaz. “Ebubekir-i Sıddık ile küffarın takibinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gar-ı Sevr’in kapısında iki nöbetçi gibi iki güvercin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedar gibi harika bir tarzda kalın bir ağ ile mağara kapısını örtmesidir. Hatta Rüesa-yı Kureyşten Resul-i Ekrem’in eliyle Gazve-i Bedir’de öldürülen Übey İbni Halef mağaraya bakmış. Arkadaşları demişler: “Mağaraya girelim. O demiş. Nasıl girelim? Burada bir ağ görüyorum ki Hazret-i Muhammed tevellüd etmeden bu ağ yapılmış gibidir. Bu iki güvercin işte orada adam olsa orada dururlar mı?”

Bedir savaşının mucizelerinden biri de meleklerdir.

“Gazve-i Bedir’de beş bin melaike Nass-ı Kur’an ile önde sahabeler gibi ona hizmet edip asker olmuşlar, hatta o melekler melaikeler içinde Ashab-ı Bedir gibi şeref kazanmışlar.”

Martin Lings anlatıyor: “Müslümanlardan biri bir müşriği kovalıyordu ve daha ona yetişemeden adamın başının görünmeyen bir el tarafından gövdesinden uçurulduğuna şahit oldu. Başkaları da önlerinde sarı sarıklı Cebrail’in bulunduğu ve atlarının ayakları yere değmeyen uçları arkalarına sarkan beyaz sarıklı melekler ordusunu kısa bir an için de olsa görebilmişlerdi” (Martin Lings, Hz Muhammed, s. 324)

Bu görenlerden biri de Ebu Süfyandır. “Gazve-i Bedir’de gökle yer arasında beyaz libaslı atlı zatları gördük” der. Ebu Süfyan daha sonra harbe gitmek istemez, eşi onu evinde oturan kadınlar gibi davrandığını söyleyerek tahkir eder, o da ona “Sen ne diyorsun be! Onun ordusunda sadece insanlar savaşmıyor, gökten melekler de onun askeri gibi savaşıyor” der.

Bedir’de bir düşman ona saldırır:

“Gazve-i Bedir’de bir münafık Resul-i Ekrem’e (ASM) bir gaflet vaktinde kimse görmeden tam arkasından kılıç kaldırıp vururken birden Resul-i Ekrem (ASM) bakmış, o titreyip kılıç elinden yere düşmüş.”

Bediüzzaman Bedir’e bir mucize membaı der, bir başka yerde de memba-i garaip der, çok garip olayların kaynağı demektir. “Bir memba-ı garaip olan Gazve-i Kübra’yı Bedir’de Ukkaşe İbnü’l- Mihsan el-Esedi’nin müşriklerle dövüşürken kılıcı kırıldı. Resul-i Ekrem ona kılıca mukabil bir değnek verdi. Dedi: Bununla harbet. Birden değnek biiznillah uzun beyaz bir kılıç oldu. Onunla harbetti. Hayatı boyunca Yemame Harbi’nde şehid oluncaya kadar boynunda taşıdı.”

Bedir ile ilgili bütün kayıtlar ne kadar seçilmiş ve savaş mucizat penceresinden yansıtılmış, Bedir’in anlatılması Mucizat içine serpiştirilmiş, tekrara düşmeden, ne harika şekilde en orijinal olayları anlatmış Bediüzzaman. Ne diyelim şapka çıkaralım bu başarıya ve bu eseri okutalım değil mi. Nerden baksan büyük bir eser.

Savaşta bir önemli olayı yine Martin Lings anlatır:

“Peygamberimiz savaşta öldürülenlerin cesetlerinin bir çukura atılması için emir verdi ve Utbe’nin cesedi çukura doğru sürüklenirken oğlu Huzeyfe’nin yüzünü bir hüzün kapladı ve bembeyaz oldu. Peygamber de Huzeyfe için üzüldü ve ona şefkat dolu hislerle baktı, bunun üzerine Huzeyfe; Ya Resullallah babam hakkında verdiğin emirden ve onun sürüklendiği yerden endişe ettiğim için üzülmüyorum. Onu akıllı, sabırlı, fazilet sahibi bir insan olarak bilirdim ve bu niteliklerinin onu İslama götüreceğini ümid ediyordum. Şimdi onun düştüğü durumu ve ümitlerimin gerçekleşmeyerek, küfür içinde gittiği için üzüldüm.” (Martin Lings. Hz Muhammed, s. 327)

Bedir Savaşı önemli bir savaş İslam tarihinde.

Bediüzzaman bu olaylar, insanlar yığınağı içindeki eserinde, o savaşı da ayrıca anlatmıştır. İşte bu kadar çok vaka, insan ve mucizeyi bir arada, bir düzen içinde anlatmak, gerçekten büyük bir telif olayı!.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyar

Kaynaklar:
Mucizat-ı Ahmediye.
Martin Lings, Hz Muhammed’in Hayatı
Siret-i İbn-i hişam, Hz Muhammed’in Hayatı
Mevdudi, Hz Muhammed’in Hayatı (3 cilt)
Ali Himmet Berki, Hazreti Muhammed
Osman Keskioğlu, Siyer-i Nebi
Annemarie Schimmel Hz Muhammed
Karen Armstrong, Hz Muhammed
Salih Suruç, Peygamberimizin Hayatı

Risale-i Nur’un Sadeleştirilmesi Tasvip Edilebilir mi?

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Risale-i Nur’un sadeleştirilemeyeceğini söyledi. Prof. Akgündüz’ün açıklaması şöyle:

1- SADELEŞTİRME OLAYI RİSALE-İ NURA ÂŞIK OLANLAR ARASINDA İHTİLAFA YOL AÇMAMALI!

Son zamanlarda konu ile alakalı ciddi bir münakaşa ve televizyon tartışmaları yaşandı ve bize kadar da yansıdı. Ancak gördüğüm manzara bir kısım ehl-i dalaletin iki taife-i ehl-i hakkı birbirine düşürerek sonra da uzaktan seyredip gülmeleri idi ki, imanı olan ve Bediüzzaman’ı seven hiç kimse bu manzarayı görmekten hoşlanamazdı. Ağabeylerin tepkisi yerindeydi ve tarihî bir görevdi. Zira bu kapı açılırsa çok farklı yaklaşımlar gelebilirdi. Yıllardır Elmalı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı muhteşem tefsirini sadeleştirerek soyulmuş portakal gibi çürümeye terk eden meslektaşlarıma içimden itiraz ederdim, aynı duyguları elbetteki Bediüzzzaman’ın eserlerine yapılan muamele de bende aynı itiraz duygularını depreştirdi.

Ben bu yazımda birilerini tenkit etmek yerine, neden sadeleştirmenin Risalelere yakışmadığını Üstad’ın tesbitleri ve ilmî kaideler ışığında açıklamaya çalışacağım. Yapılanlar Nur’lara hizmet gayesiyle yapıldığından kimseyi tahkir ve tezyif etmeyi de uygun görmüyorum. Zira bu sadeleştirmeyi yapan arkadaşlara hatırlatmalıyım ki, Hocaefendi’nin Hitap Çiçekleri ve Kalbin Zümrüt Tepelerinde isimli eserleri çoğu yerlerde Üstad’ın eserlerinden daha zor anlaşılır haldedir.

Önemle hatırlatalım ki, Mehmed Şemseddin Yeşil bu meselede ilk yanlışlığı yapan ve hatta intihal denecek noktada Risaleleri sadeleştirerek kendi eseriymiş gibi neşreden insan olmasına ve Üstadımız razı olmamasına rağmen, milletin istifadesi ve de fitneye sebep olmamak için müdahale etmemiştir. Halbuki İnsanî Hakikatlar ve Zirve-i Tevhîd gibi eserleri Risalelerden muktebes sadeleştirilmiş metinler halindedir.

2-İLMÎ ESERLER ÜÇ ÇEŞİT ÜSLUP İLE YAZILIR VE BUNLARDAN ÜSLÛB-U ÂLÎ KISMI SADELEŞTİRMEYE GELMEZ

Üslup, usûl, tarz, oluş, yapış tarzı, anlatım yolu manalarına gelir. Edebiyatta yazarların kendilerine mahsus ifade tarzlarına denir. Her yazarın duygu, düşünce ve hayallerini sözlü veya yazılı olarak ifade ediş tarzı diğerlerinden farklılık gösterir. Bu farklılık, o yazarın üslûbunu ortaya çıkarır. Yazar olmanın en belirgin şartlarından biri, başkalarından farklı bir ifade tarzına, yani üslûba sahip olmaktır.

Bediüzzaman Hazretleri Muhâkemat adlı eserinde bu meseleyi açıklamaktadır ve biz bazı kelime ilaveleri ve misallerle bu tespiti aktarmaya çalışacağız:

Kelâmın selâmet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve üslûb elbisesini tevzi’ ve giydirmektir. Hem de hikâyette olursa mütekellim kendini hikâye ettiği şeyin yerinde farz etmek gerektir. Şöyle: Eğer başkasının hissiyat ve efkârının tasvirinde ise hikâye ettiği şeye hulûl etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir. Eğer kendi malında tasarruf etse, alâmet-i kıymet olan itibar ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak ve istidad ve rütbesini nazara almak ile taksiminde adalet ve üslûblarda istidadın kametine göre kesmektir. Tâ her bir maksad onun münasibinde olan üslûbdan cilveger olabilsin. Zira üslûbun esasları üçtür:

Birincisi: Üslûb-u mücerreddir. Buna sade üslup da denir. Genellikle talebeye yönelik ders kitapları böyle kaleme alınmaktadır. Buna Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tûsî’nin sade olan ma’rez-i kelâmları gibi… Bediüzzaman Hazretleri 19. Mektup’ta Peygamberimizin mu’cizelerini anlatırken bu üslubu kullanmıştır. Zaten sadeleştirmeye ihtiyaç yoktur. Ancak sadeleştirme mümkündür.

Eğer günlük muamelelerinde, insanlar arası konuşmalarda ve âlet olan ilimlerde isen; vefa (manayı ifadeye yetecek kadar kelime kullanma), ihtisar (en kısa yolu seçme) ve selâmet ve selaset ve tabiîliği tekeffül eden ve sadeliği ile aslında anlatılan konunun güzelliğini gösteren üslûb-u mücerrede yetinmelisin. Biraz önce dediğimiz gibi ders kitaplarında veya günlük konuşmalarda mutlaka bu kullanılmalıdır.

İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. Süslü ve bezekli üsluptur. Bunun sahibi mananın aktarılmasından ziyade muhatabı coşturmayı ve bütün edebi san’atları kullanmayı hedefler. Fethullah Hoca Efendi’nin Hitap Çiçekleri ve Kalbin Zümrüt Tepelerinde adlı eserleri; Necip Fazıl’ın hemen hemen bütün nesir kitapları; Sezai Karakoç’un kitapları bu guruba girebilecek muasır eserlerdir. Abdülkahir Cürcani’nin “Delail-ülİ’caz” ve “Esrar-ül Belâga”sında, Sekkâkî’nin Miftah’ul-Ulûm adlı eserlerindeki şa’şaalı ve parlak kelâmları eski eserlerden verilebilecek en güzel misallerdir. Burada sadeleştirme ahengi bozar.

Eğer hitabet ustalığını göstermek istiyorsan veya karşındaki muhatapları ikna etmek üzere va’z, irşad yahut siyasi konuşmalar yapmak istiyorsan, süs ve parlaklık ve tergib (teşvik) ve terhibi (korkutma) manalarını tazammun eden üslûb-u müzeyyeni elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu’ ve avam perestane nümayiş etmemek gerektir.

Üçüncüsü: Üslûb-u âlîdir. Yani yüksek üsluptur. Sekkakî ve Zemahşerî ve İbn-i Sina’nın bazı muhteşem kelâmları gibi… Benin kanaatim Elmalı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı muhteşem tefsirinin bazı parçaları tamamaen üslûb-u âlî ile kaleme alınmıştır. Özellikle Allah’ın varlığını ispat ve Haşir ile alakalı meselelerde Elmalı üslûb-u âlîyi kullanmıştır. Zira anlatılan mevzuun ehemmiyeti ve ulviyeti bunu gerektirmektedir. Aynı şekilde Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatının önemli bir kısmı bu üslup ile kaleme alınmıştır. Zira anlatılan konuların yüceliği müellifi bu üslubu kullanma mecbur eylemiştir. Yoksa Bediüzzaman’ın da dediği gibi kendi san’atının tesiri cüz’îdir.

Eğer İlahiyat yani Allah’a iman (Âyet’ül-Kübra Risâlesi, 2. Şua ve 22. Söz gibi), ahirete iman (10. Ve 29. Sözler gibi) ve peygamberlikkurumu (19. Söz gibi) gibi konuları anlatacaksan yahut usûlüd’din yani kelam ilminin derin meselelerini yani mi’rac, meleklere iman ve benzeri konular gibi mevzuları araştırıyor ve bunları tasvir etmek istiyorsan, şiddet, kuvvet ve heybeti tazammun eden üslûb-u âlîden ayrılmamak gerektir. Elbetteki bakkaldan yumurta ve peynir isterken kullandığın üslup ile Bediüzzaman Hazretlerinin âlem-i vücub dediği Allah’ın zat, sıfat ve isimlerini anlatırken kullanacağın üslup bir olamaz. Ekonometri dersleri veren bir profesör, çocuklar anlamıyor diye ekonomi ve matematiğin en yüksek formüllerini kitabına yazmaktan vaz geçemez. (Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, sh. 109-111.)

Falih Rıfkı Atay şöyle anlatır:«Bizim lisenin edebiyat kitabında üslup üç türlüydü: Üslub-u sade, üslub-u müzeyyen, üslub-u âli. Sadesi belli: Ben senden vazgeçemem. Müzeyyeni: Gül bülbülsüz, bülbül nağmesiz olur, gönlüm sensiz olamaz. Âlisine gelince: Zemin çâk, asuman çakçâk olsa, tufan içinde tekne-i Nuh belirip onu bırak da sen yalnız gel dense, gitmem.

Biz üslup diye bu üçünü bilirdik. Muallim Naci sadesine, Recaizade müzeyyenine, Abdülhak Hâmid de âlisine meraklıydı. Sonra Meşrutiyet’te bir silah üslubu çıktı: Muhaliflerin ellerini kıymık kıymık edip kemiklerini havanda dövmedikçe hadlerini bilmeyecekler. Biz bunlara hürriyeti hangi dağdan indirmiş olduğumuzu göstermeliyiz.»

3-RİSALE-İ NUR’DA BEDİÜZZAMAN MÜ’ELLİF DEĞİL SADECE BİR TERCÜMANDIR; BU SEBEPLE SADELEŞTİRME MANEN ENGELLENMİŞTİR.

Bediüzzaman Hazretleri eserlerinin bir çok yerinde Risale-i Nur’un Kur’anın hakiki tefsiri olduğunu ve kendisinin ise sadece tercümanı bulunduğunu açıkça ifade etmiştir. Mustafa Sungur Ağabeyden duyduğuma göre Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatını Üstad’ın binlerce defa okuduğunu ve 400 ayetten süzülen bir manevi reçete olduğunu ifade etmiştir.

Bu sebepledir ki, değil sadeleştirme, Risale-i Nur’un kendi içinde farklı tasnifi ve tanzimi bile Üstadın ifadesiyle izin verilecek bir mesele değildir. Geliniz bu tespiti Üstad’dan aynen dinleyelim:

‘’Dört ayrı ayrı mebhastır. Bu dört mes’ele birbirinden uzak olduğundan, bu mektub perişan görünüyor. Bu perişan mektub münasebetiyle kardeşlerime ihtar ediyorum ki:

Bu küçük mektupları hususî bir surette, hususî bazı kardeşlerime yazmıştım. Büyük mektuplar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lâzım geldi. Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih v etanzim etmeye me’zun değiliz! İşte bu Onbirinci Mektub, perişan bir surette, birbirinden çok uzak [dört mes’ele] den ibarettir. Hem müşevveş, hem perişandır. Fakat şâirlerin ve ehli aşkın, zülf-i perişanî sevdikleri ve istihsan ettikleri nev’inden,bu mektub da zülf-i perişan tarzında soğuk tasannu’ karışmadan, hararet ve halâvet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmıştır.’’(Bediüzzaman Said Nursi, Fihrist, sh. 38-39.)

Bu yüzden ağabeyler, Söz Neşriyatın yeniden tanzim edilen şekline dahi soğuk bakmışlardır; ancak asliyetine halel gelmediğinden sonradan müdahale edilmemiştir.

4-NUR TALEBELERİNE DÜŞEN VAZİFE: İZAH, TEFSİR VE TANZİMDİR

Bütün bu söylenenlerden sonra anlaşılıyor ki, Nur Talebelerine ve Bediüzzaman’ı gönülden sevenlere düşen vazife, yine Üstad’ın ifade ettiği ve izin verdiği izah, tefsir ve tanzimdir.

Nitekim Üstad Hazretleri bu meseleyi şu şekilde açıklamaktadır:

“Bu dürûs-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile şerh ve izah haricinde bir şey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur’anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-üla’mal kaidesiyle, her birimiz bir vazife deruhde edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!..” ( Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, sh. 426.)

‘’Evet Risalet-ün Nur, size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin herbirisine, meselâ Kur’an’ın Kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlarcem’edilse ve hâkeza..mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir.

Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor.

Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşâallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci mektubları te’lif ile ve Dokuzuncu Şua’ın Dokuz Makamını tekmil ile ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertib ve tefsir ve tashih ile devam edecek. Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlasından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevî, bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.’’ ( Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, sh. 371-372; Kastamonu Lahikası, sh. 56-57.)

Bu açık beyanlar ve abilerin naklettiği Ahmed Fevzi Ağabeye Üstadın söylediği ‘’Eğer sadeleştirirsen o senin eserin olur’’ hatırasıyla mesele iyice anlaşılmış oluyor.

Bir Nur Talebesi, Risale-i Nurları atıf vermek şartıyla Nurlardan iktibas ederek izahlar yapabilir. Dipnotta kaynakları göstermek şartıyla kendi üslubuyla Nurlarda açıklanan bir meseleyi kendi üslubuyla açıklayabilir. Risale-i Nura dayalı mastır ve doktora tezleri ile müstakil araştırma eserleri yayınlayabilir. Risale-i Nuru istifade amaçlı tanzim ve yeniden tasnif edebilir. Ama Üstad’ın bile bize manen izin verilmedi dediği tarzda sadeleştirmeye yahut Risale-i Nur’un tamamını farklı tanzimlerle tab’ etmeye kimsenin hakkı yoktur.

Kaynak: Risale Haber