Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Hem post, hem de dost kavgasından kurtulmak ister misin?

Geçtiğimiz Pazar sabahı bir derse katıldım. Okunmak için tercih edilen kitap İhlas Risalesiydi. İhlassızlıktan ve nefsimin yaramazlıklarından kurtulmak için bu bir fırsattı. Bu fırsatı bana veren Rabbime sonsuz şükürlerimi arz ettim. Okumaya başladık. Herkesi bilmem ama okunanlara ve anlatılanlara muhatab olarak kendimi seçtim. Çünkü herkesten çok o prensiplere benim ihtiyacım vardı. Şimdi o dersten çıkardığım prensiplerden bazılarını arz edeceğim. Nefsini terbiye etmek isteyen bu prensipleri yudumlamakta bana arkadaş olabilir.

Okunan yerden çıkardığım prensipler şunlar:

1-Amelinde ve hizmetlerinde Allah’ın rızası olmalı. Allah’ın dinine hizmetin içinde bulunuyorsan orada ihlasla yani Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle duracaksın. Dünya menfaati için, iş yapmak, ticaretini geliştirmek, malını pazarlamak için değil. Yaptığın işler Allah’ın razı olduğu işler olmalıdır. Onu memnun edersen, bütün dünya küsse bir şey olmaz. Onu memnun edemezsen, bütün dünya seni alkışlasa da sen zarardan, ziyandan, tokattan, helaket ve felaketten, ahirette de müflis olmaktan kurtulamazsın.

2-Hizmetteki kardeşlerini ve arkadaşlarını, hizmette önde gidenleri eleştirme, onlara üstünlük taslama, onların ayıbını görmek, gıybetini yapmak yerine onlara yardımcı ol, eksiklerini tamamlamaya çalış. Bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabet etmez, birbirinin önüne geçmez. Herkes kendi alanına düşen hizmeti yapar. Kim kardeşinin kusurunu görse, eleştirse, çalışma şevkini kırar, onu çalışmaz hale getirir. Bunu yapan da zalim olur. Böyle bir zalimin yüzünden fabrikanın sahibi de fabrikayı kırar, dağıtır. Allah, dine hizmet nimetini adamın elinden alır, layık olanlara verir. Allah bizi bu nimetten ayrı ve mahrum bırakmasın.

3-Üç elif ayrı ayrı durursa üç kıymeti olur. Yanyana, omuz omuza verirlerse 111 kıymet ve kuvvetini kazanırlar. Dört kere dört ayrı ayrı dururlarsa 16 eder. Yanyana durur ve omuz omuza verirlerse 4444 kıymet ve kuvvetini kazanırlar.16 fedakâr kardeşlerimizin kıymet ve kuvveti samimi bir ihlasla ve kardeşlik duygusuyla yan yana ve omuz omuza durdukları müddetçe 4444’ü geçtiklerini bir çok olay isbat etmiştir.
Bunun anlamı şudur: Gerçek bir dayanışma içinde olan her ferd, diğer kardeşlerin gözüyle bakacak, kulağıyla işitecek. Birlikte hareket eden on arkadaşdan her biri, yirmi gözle bakacak, on akılla düşünecek, yirmi kulakla işitecek, yirmi elle çalışacaktır. Bu şekilde çalışanlara cami yaptırmak, okul, dershane, yurt, üniversite açmak ağır gelir mi?

4-Bütün kuvvetini ihlasta ve hakta bil. Çünkü ihlaslı ve haklı olan güçlü olur. Bilerek ihlası kıran tokada müstehak olur.

5-Kendileri zaruret içinde bulunsalar da kardeşlerini kendilerine tercih ederler.”(1) ayet-i celilesi gereğince kardeşlerini, hizmet arkadaşlarını şerefte, makamda, teveccühte, hattâ maddî menfaat gibi nefsin hoşuna giden şeylerde kendine tercih et.

Bu özellik, hadis-i şerifte tavsiye edilenin de bir adım ötesinde. Hadis de şöyle buyuruluyor: “Sizden biriniz, kendisi için istediğini, din kardeşi için de istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.”(2) Yani bende olan kardeşimde de olsun. O da buna layıktır, dememiz isteniyor. Allah bunun da ötesini yani kendi ihtiyacı olduğu halde mümin kardeşini tercih etmesini istiyor.

İmkânsız ve yaşanmız gibi görünen bu karakteri, Medineli Müslüman, dinleri için her şeylerini bırakıp gelen Mekke’li Müslüman’a yardım ederek yaşadı. İhlası ve Allah’ın rızasını da kazandı.
Herkese bu ahlak hâkim olsa, dünyada boğuşma kalmaz, anarşi ve terör diye bir şey olmaz, yurdumuz ve dünyamız cennet olur.

6-Kardeşlerinin ve hizmet arkadaşlarının meziyetlerini ve faziletlerini, kendi meziyetin ve faziletin gibi say onların şerefleriyle iftihar et. “Tefanî” yani birbirinde fani olma, yok olma sırrıyla kendi duygularını unutup kardeşlerinin meziyetleriyle övün. Kardeşlerine en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve kardeş ol.

7-İhlası kazanmanın ve korumanın en etkili yolu, ölümü daima hatırlamaktan geçer. Öyleyse ölümü hiçbir zaman hatırından çıkarma. Çünkü ölümü bu kadar yanında ve yakının da hisseden adam, başkasını maddeten ve manen öldürmeye kalkmaz. Eliyle, diliyle ve haliyle kimseyi incitmez. İncitmişse özür diler, helallik ister. Hizmette tenbellik etmez. Derse gitmekten, hizmetin sıkıntılarını omuzlamaktan geri durmaz. Hizmet kahramanlarını yalnız bırakmaz.

8-İhlası kazanmanın ve korumanın en etkili yollarından biri de Allah’ın her yerde hazır ve nazır olduğunu düşünüp Ondan başkasının teveccühünü aramamaktır. Nerde olursan ol, O seninle beraberdir. Çünkü Onun huzurunda, Ondan başkasının teveccühünü aramak edebe aykırıdır.

9-İhlası kıran ve insanı gösterişe sürükleyen sebepleri bilmelisin. Onları üç maddede toplamak mümkün:

a-Maddî menfaatten gelen rekabet yavaş yavaş ihlası kırar, hizmeti zedeler, o maddî menfaati de kaçırır. Maddî menfaat istenilmez, belki verilir. Lisan- hal ile de istenilmez. Belki ummadığı bir yerden gelir. Yoksa ihlası zedelenir.

b-Makam sevdasından gelen şöhretperestlik, şan ve şeref perdesi altında insanların teveccühünü kazanmak, dikkatleri kendine çekmekle enaniyeti okşamak ve kötülükleri emreden nefse bir makam vermektir. Ki bu psikolojik bir hastalıktır. Bu hastalık, gizli şirk denilen riyakârlığa, kendini beğenmişliğe kapı açar ve ihlası zedeler.

c-İhlası kıran ve insanı riyaya sürükleyen sebepleri iyi tanımak ve ihlassızlıktan kurtulmak için en az on beş günde bir İhlas Risalesini okumalısın.

NEDEN ON BEŞ GÜNDE BİR?

-Neden?

-Çünkü dünyada, özellikle ahirete yönelik hizmetlerde temel, ihlastır. Temeli olmayan binanın ayakta durması mümkün olmadığı gibi, ihlası olmayan bir amelin, bir hizmetin ayakta kalması, devam etmesi de mümkün değildir.

En büyük bir kuvvet ihlastır, ihlaslı olan güçlü olur. Ümitsizliğe düşmez. Çünkü ihlaslı adam, her yerde Allah’ın yardımının kendisiyle beraber olduğunu bilir.

En makbul bir şefaatçi ihlastır. Sıkıntıya düştüğünüz zaman o sizi kurtarır.

En kuvvetli bir dayanak noktası ihlastır. Ona sırtını veren yıkılmaz.

En kısa bir hakikat yolu ihlastır. Gerçeği ve hedefi yakalamanın en kısa yolu odur.

En makbul bir manevî dua ihlastır. İhlaslı olanın duası ve bedduası reddolmaz. Böylelerinin duası alınmalı, bedduasından da korkulmalıdır.

Maksadlara kavuşturan en değerli bir araç ihlastır. Onu elde eden yolda kalmaz.

En yüksek bir haslet ihlastır. İhlas vazgeçilmez karakterin olmalıdır.

En saf ve katıksız bir kulluk ihlastır. Maddî hayatımız için hava ne ise, manevî hayatımız ve hizmetimiz için ihlas da odur. Havasız hayat olmaz. İhlassız da iman, ibadet ve hizmet olmaz.

Ey nefsim! Kur’an kevserinden süzülen tatlı ve büyük bir havuzu kazanmak istersen, bir buz parçası türünde olan şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine at, erit.(3)

Böylece hem post kavgasından, hem de dost kavgasından kurtulur, Allah’ı bulursun. Allah’ı bulan postu da bulur, dostu da bulur. Bulamayan da ne bulursa bulsun, başına bela bulur.

Vehbi Karakaş – Risale Haber

DİPNOTLAR:
1-Haşir, 59 / 9
2-Buhârî, Îmân 7; Müslim, Îmân 71-72. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, Îmân 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9
3-Bu makale, 21. Lem’a’dan istifade ile yazıldı

Bediüzzaman’ın Demokratik Mizacı ve Savunma ile Geçen Ömrü-2

Bediüzzaman’ın Demokratik Mizacı ve Savunma ile Geçen Ömrü-2

1935’de Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilir. Kendisine on bir ay, birkaç arkadaşına da beş altı ay hapis cezası verilir. Bir büyük dava adamını iltifatlara boğacakken beş on fakir adamla mahkeme eden, hangi rejimin sandalyeli ekibine karşı Bediüzzaman geriye dönüş tekniği ile İstanbul’dan Ankara’ya çağrıldığı olayları izah eder.

Bundan on iki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı Hutuvat-ı Sitte namındaki mücadehatımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi.” Ankara’ya geldiğinde kırk dört yaşındadır, şimdi ise altmış yaş civarındadır. Her mahkemesi ve hayatının her safhası bir büyük sinema klasiği olacak adam. Ölene kadar adama hiç rahat yüzü göstermemişiz, ne kadar dejenere bir muhit oluşmuş, ne yapsın Bediüzzaman.

HER ZAMAN BARIŞÇI BİR YAKLAŞIM

İfade de ne kadar ihtilafları küçültmek ve basit algılamak üzerine kurulmuş, Bediüzzaman her zaman barışçı bir yaklaşımla olayları yorumlar. Rejim anlayışları, kültür ve yeni toplum anlayışları gibi azametli bir konu orta yerdeyken, sadece “ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi” der. Pireyi deve etmek gibi bir tutumu yok, olayı orada lokalize etmiş bırakmış. Büyütse ne olacak ki?

“Bizimle çalış dediler. Dedim;

Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz, fakat size de ilişemez.” O günkü halini ihtiyarlar Risalesinde Yedinci Ricada izah eder, Bediüzzaman artık siyasetin her türünü her dönemini, her devrini denemiş o yoldan hakikata gidemeyeceğini anlamıştır. Bir de anlaşma noktaları yoktur, bu yüzden yolunu ayırır.

“Evet, ilişmedim ve ilişenlere de iştirak etmedim.

Çünkü ananat-ı milliye-i islamiye lehinde istimal edilebilir bir deha-yı askeriyi, anane aleyhine çevirmeye maatteessüf bir vesile oldu. Evet, ben Ankara reislerinde hususan Reis-i Cumhur’da bir deha hissettim ve dedim. Bir dehayı kuşkulandırmakla ananat aleyhine çevirmek caiz değildir. Onun için ne kadar elimden gelmişse dünyalarından çekindim, karışmadım. On üç seneden beri siyasetten çekildim, hatta bu yirmi bayramdır, bir ikisinden başka umumlarında bu gurbette kendi odamda yalnız mahbus gibi geçirdim, ta siyasete bulaşmam tevehhüm edilmesin”(Tarihçe 216)

Bütün ihtilaf noktalarını kamusal alana bir kin ve nefretten zevk alır tarzda yığmak Bediüzzaman’ın meslek ve meşrebine uygun değil. Durduk yerde cepheyi büyütüp yeni düşmanlık alanları ortaya çıkarmak onun meşrebi değil, onun kapalı geçtiği şeyleri yırtık büyütür gibi açmak marifet değil herhalde. Bediüzzaman en zaruri ve gerekli şeyleri savunmuş, durduk yerde yeni kavgalar üretmek olan klasik muhalif zihniyette bir adam değil. Desinler ki; “Kavga ediyor, ne adam yahu” dedirtecek şeylerden kaçan adam.

KEŞFİYAT VE MÜNAZARA-YI İLMİYE

Zulme ve ölüme mahkûm edilmiş bir insan, Eskişehir müdafaatında en mahrem ahvalini bile hikâye eder ta ki bir suç unsuru olmadığına hakem heyetini ikna etsin. Ne kadar korkunç bir baskı altına alındığını bu ifadelerde görür insan. Eskişehir mahkemesinin savunmalarında iddia makamının ileri sürdüklerine verdiği cevaplar, bir takım vehmiyatın, örümcek ağı mesabesindeki takıntıların cevaplanmasıdır. Eğer bu ülkenin ilimden anlayan bir büyük akademisi olsaydı Bediüzzaman’ın asıl fen ve felsefeden gelen dalalet mektebine karşı tutumları yüzünden, savunmalarından dolayı büyük akademik payeler elde etmesi gerekirdi. Ne yaptığını bilen bir insan, onun yanında ne yaptığını bilmeyen, bir yamyam yönetimi gibi kendini muaheze eden adamlara verdiği cevap, düşünce bilim ve fen tarihinde eserlerinin yerini belirlemesi açısından önemlidir. “Ve bir cürüm aleti olmak tevehhümüyle müsadere edilen risalelerimin tazammun ettiği hakaik ehl-i fen ve felsefeye ve akademi muhakkiklerine karşı isbatıma medar olmak üzere elimde bulunması lazım geleceğinden, bu keşfiyat ve münazarat-ı ilmiye üzerinde hazırlığımı tesbit etmek için tarafıma iadesini isterim” (Tarihçe 237)

Bugün bile fen ve felsefe ehline ve akademi muhakkiklerine sunulacak bir Bediüzzaman çalışması olmayan yüz yıllık davanın müntesipleri, bu tarzı çalışma ile hala da olacağı yoktur. O bulunduğu yerin farkındadır, ama onu seyredenler onu oraya koyacak çalışma mantığından haberdar değillerse kime ne söylemeli.

Eskişehir müdafaatında suçlandıklarını cevaplandırır, ama asıl mesele onun bu topraklardan çıkmış ne büyük bir deha ve ilim adamı, Kur’an ve felsefe yorumcusu, akademik dünyayı sığaya çeken biri olduğundan haberdar olmayan o günün de bugünün de ehli ilmi.

Mehmet Tanrısever’in dediği gibi: “Sevenleri cebindeki para kadar onu sevmiyorsa, kim ne yapabilir?” Bu adamın hayatını ve bakış açısını on değişik kitap veya dergi ile savunan bir akademik muhit yok, gazete yok. Bediüzzaman’ı kendinin sayıp ona garip bir tesahup ile sahiplenen sayısız insan.

RİSALE-i NURLAR EMNİYET VE ASAYİŞİ TEMİN EDERLER

Antidemokratik baskılarla eserleri ve kendi mahkûm edilmeye çalışılan bir insan kendini ve eserlerini müdafaa eder. Eserleri tılsım-ı kainatı keşfeden Kur’an-ı Hakim’in muazzam keşfini gözler önüne sermektedirler. Yüzer mesaili-i imaniyeyi keşf ve izah eden bir eser külliyesidir. Risale-i Nurlar emniyet ve asayişi temin ederler. Onu basit şeyleri savunmaya iten garip insanlar yanında o, zulmün ve hapishanenin şartlarında filozoflar ile uğraştığını söyler. “Bu Kur’an bu Müslümanların elinde varken biz onlara hakiki hâkim olamayız. Bunun kaldırılmasına ve çürütülmesine çalışmalıyız. İşte bu kâfir muannidin bu sözü otuz senedir nazarımı Avrupa feylesoflarına çevirmiş olduğundan nefsimden sonra onlar ile uğraşıyorum. Dâhiliyeye pek bakamıyorum. Ve dâhildeki kusuru Avrupa’nın hatası, ifsadıdır derim. Avrupa feylesoflarına hiddet ediyorum, onları vuruyorum. Felillahilhamd Risale-i Nur o muannit kâfirin hülyasını kırdığı gibi, maddiyyun, tabiiyyun feylesoflarını tam susturur bir vaziyete girmiştir. Dünyada hangi şekilde olursa olsun hiçbir hükümet yoktur ki kendi memleketinin böyle mübarek mahsulünü ve sarsılmaz bir maden-i kuvve-i maneviyesini yasak etsin ve naşirini mahkûm etsin. Avrupa’da rahiplerin serbestiyeti gösteriyor ki, hiçbir kanun tarik-ı dünya olanlara ve ahirete ve imana kendi kendine çalışanlara ilişmez.” (Tarihçe, 220)

Bu sözü 1935’de Eskişehir mahkemesinde sarfettiğine göre,

Bediüzzaman otuz yıldır yani 1906 yılından beri feylesofların fikirleri ile meşgul onların fikirlerinin iptaline çalışmaktadır. Elinde Kur’an’dan başka bir kitap bulunmayan insanın başında bir heyeti ilmiye, akademi, fen ve felsefi bilimler kütüphanesi vardır. Bir yandan mahkemeyi yöneten Bediüzzaman bir yandan da yazdığı eserlerinde sübut buldurduğu hakikatleri ortaya koymaktadır. İnsan anlamakta güçlük çeker. Bir kafanın içinde kaç çeşit mücadele cereyan ediyor.

Bir yandan imparatorluğun yıkımdan cumhuriyete geçiş olayları,

Kuva-yı milliye,

İstanbul’un işgali,

Anadolu birliği,

sürgün,

Barla,

Eskişehir, bir yandan mahkemelerdeki müdafaaları,

bir yandan filozoflar ve fen ehli ile ilgili zihinsel mücadeleler ve o arada ortaya çıkan büyük eserler, bu nasıl korkunç bir zihin ve zeka ve muhayyile sen gel bak da içinden çık.

Bediüzzaman’ın sürekli yalnız kalması, ferdasına kimseyi almaması onun o sıralarda ne yaptığı konusunda bir bilgimiz yok ama psikanalizlere göre kişi yalnızlığı ile doğru orantılı başarılıdır, eserlerinin dokusu belki o gece hayatlarının ve yalnızlığın verdiği zihinsel mücadelelerden doğuyordur denebilir. Kendi de bunu söylüyor; onlarla otuz yıldız mücadele ettiğini, onlara vurduğunu söylüyor, dışarıdan bakanlara göre yalnız adam, ama içinde büyük savaşların cereyan ettiği bir dünya.

Abdülhak Hamit insan zihnini yorumlarken bir beyit kullanır, mezar taşını örnek vererek.

Bu taş cebinime benzer ki aynı makberdir
Dışı sükûn ile zahir, derunu mahşerdir

Bediüzzaman’ın başı, alnı da dışarıdan sükûn ve sükûnettir ama içi bir mahşer gibi fikirlerin arenasıdır, sürekli tartışan ortaya sonuçlar çıkaran bir inanılmaz büyük zekâdır.

SAADET-İ EBEDİYENİN ANAHTARI İMAN

Eskişehir Hapishanesinde iki büyük eserinin ortaya çıktığını görüyoruz: Esma-i Sitte Risalesi ve İkinci Şua. Bu iki risale gerçekten sürekli zihni sirkülâsyonlarla meşgul olan bir zekânın, hafıza ve hayalin, ilmin sonucudur. Otuz yıldır felsefecilere vurduğunu söyleyen Bediüzzaman’ın o zihni kavgalarının sonucudur bu inanılmaz büyük eserler. Eserlerde özellikle felsefenin bozuk kısmına dönük yorum zincirleri vardır. Hapishanede görülen zulümlere dayanan Bediüzzaman’a bu eserler sabrının mükâfatı olarak sunulmuştur. Bu bahisler Eskişehir hapishanesinde onun aklına uzaktan uzağa görünmüştür. İkinci Şua’da hangi psikoloji üzerineyken yazıldığını eser sahibi eserinin başında izah eder. “On altı sene evvel Eskişehir hapishanesinde arkadaşlarımın tahliyeleriyle yalnız kaldığım bir vakitte şu Şua gayet acele, pek noksan kalemimle, sıkıntılı, rahatsızlık bir zamanda telif edildiğinden bir derece intizamsız olmakla beraber bu günlerde tashih ederken iman ve tevhid noktasında pek çok kıymettar ve kuvvetli ve ehemmiyetli gördüm” (Şualar, 5)

Özellikle bu eseri için şu ihtarda bulunur. “Bu risale benim nazarımda çok mühimdir. Çünkü içinde çok mühim ve ince olan esrar-ı imaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam imanını kurtarır inşallah” (Şualar, 5)

Otuzuncu Lem’a için de aynı ihtara benzer bir cümle kullanır.

O eserine dikkati yine kendisi çeker: “Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok azimdir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması bir hazinedir” (Lemalar, 340)

RİSALE-İ NUR İMAN NURUNDAN BAHSEDER

Bediüzzaman hapislerde büyük zulümlere maruz kaldığı dönemlerde sürekli ideal cumhuriyeti öne sürerek hem eleştirmenlik görevini, hem de cumhuriyet anlayışını ifade eder. “Madem hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir ve madem hükümet ise cumhuriyetin en serbest suretini kabul etmiştir, elbette hakiki ve kati ve reddedilmez kanaat-ı ilmiyeyi ve efkâr-ı saibeyi asayişe dokunmamak şartıyla cumhuriyetin hürriyeti, o hürriyet-i ilmiyeyi istibdat altına alamaz ve onu bir suç tanımaz. Evet, dünyada hiçbir hükümet var mıdır ki bütün bir tek kanaat-ı siyasiyede bulunsun. Haydi, farz-ı muhal olarak ben perde altında kendi kendime kanaat-ı siyasiyemi yazmışım ve bir kısım has dostlarıma göstermişim, bunda suç var diyen kanunları işitmemişim. Hâlbuki Risale-i Nur iman nurundan bahseder siyaset zulmetine sukut etmemiş ve tenezzül etmez.” (Tarihçe, 227)

Bediüzzaman sadece 1922’de neşredip birini cumhurbaşkanlığına diğerini meclise okuduğu metinde ideal cumhuriyet anlayışını anlatmış bütün ömrü boyunca bu cumhuriyet anlayışını zaman zaman gündeme getirmiş, eleştirilerinden vazgeçmemiştir.

“Hükümetin laik cumhuriyeti dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa hiçbir hatıra gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu gayet ahmak bir dinsiz kabul eder. Evet, dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi, Türk milleti misüllü bütün asırlarda mümtaz olarak bütün aktar-ı cihanda nerede Türk varsa Müslüman’dır. Sair anasır-ı İslamiyenin küçük de olsa yine bir kısmı İslamiyet haricindedir. Böyle pek ciddi ve hakiki dindar ve bin sene kadar hak dininin kahraman ordusu olarak zemin yüzünde mefahir-i milliyesini milyonlar menabi-i diniye ile çakan ve kılıçlarının uçlarıyla yazan bu mübarek milleti-‘dini reddeder veya dinsiz olur’-diye itham eden yalancı dinsizler ve milliyetsizler, öyle bir cinayet işliyorlar ki Cehennemin esfel-i safilin tabakasında ceza görmeye müstahak olurlar.” (Tarihçe, 227)

İDEAL CUMHURİYET PRENSİPLERİ

Tarihte büyük zulüm gören insanlar, devlet adamları, zulümden gelen baskılardan dolayı radikal davranmışlar bütün hayatları boyunca onlara zulmeden otoritelere karşı radikal savaşlar açmışlardır. İslam dünyasındaki birçok fikir ve aksiyon adamları hep radikal mücadeleleri seçmişler, devlet cihazı ile kavga etmişlerdir. Bediüzzaman ta gençliğinden itibaren büyük anlayışsızlıklara, tarifsiz zulümlere maruz kaldığı halde ideal cumhuriyet prensiplerinden vazgeçmemiş, onları savunmuş, kendisine yapılan bed muameleleri de yine cumhuriyet prensiplerine göre eleştirmiştir. Türkiye’de yirminci yüzyılın başında kurulan radikal dini hareketler ve siyasi yapılanmaların dışında kalmış, her zaman kendisi ve talebeleri demokratik düşünceler ve partilerin arkasında yer almıştır. Eğer Türkiye’de o radikal hareketlerin içinde olsaydı bugün ülkemiz farklı bir kategorideydi, diğer İslam ülkeleri gibi krallığa benzeyen devletlerden biri gibi idare edilir, devletin bütün imkânları diktatör nitelikli kral yapılı adamların ailelerine dağıtılır, ülkeler sefalet içinde yaşarlardı.

HEP DEMOKRASİDEN YANA

Bediüzzaman’ın Cumhuriyet öncesi ve daha sonra Atatürk dönemi, CHP ve Demokrat Parti dönemlerinde hep demokrasiden yana, millet çoğunluğunun bulunduğu blokların içinde olması Türkiye’yi büyük maceralardan korumuştur. O daima, “Ben sevad-ı azama tabiiyim.” derken bir zihniyetten ziyade ümmetin çoğulluğunun içinde görünmeyi örgütlemesi ve işar etmesi Türkiye’de her dönemde demokrasinin sigortası olmuştur. Ülkenin son dönem siyasi hayatı da onun büyük çoğunluğa tabi olan siyasetine uygun tavır ortaya koymuş, ülkeyi her sınıftan insanın içinde olduğu büyük bir blok ile idare etmeyi benimsemiş olan siyaset teorisine uygun bir tavır almıştır bugünkü siyaset.

HOCA EFENDİ BARIŞÇI İNSANDIR

O demokratik eleştirel mizaçlı adam, her zaman demokrasiyi ve demokrat iktidarları takib etmiştir. Türkiye’nin bugün yaşadığı coğrafyanın bütün ülkelerinde ideal bir ülke olması onun görüşlerinin isabetinden ileri gelmektedir. Ne etnik ne de dini kayıtlı ideallerin adamı olmamış, bunu ülkenin birliğine büyük engel görmüştür.

Demirel’in “Hoca Efendi barışçı insandır, her zaman ülkenin birliğinden yanadır.” demesi de bir siyaset ustasının gördüğü ideal bir tutumdur.

DAR DÜŞÜNCELER DAR GÖRÜŞLER

O büyük bir cazibe sahibi konulara gerektiği kadar önem vermiş, asıl idealinden uzaklaşmamış ve daima o ideali doğrultusunda korkusuzca yaşamıştır. Asıl savunduğu konu felsefenin ve fennin saldırısı, müsbet diye telakki edilen ilimlerin karıştırıcılığı, dinsiz feylesoflar ve onları savunan büyük birliklerdir.

Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur’an’a ait dellallığımdan ve kuvve-i maneviye-i imaniyemden ise ellibin nefer değil, yanlışsınız! Meslek itibariyle elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun. Çünkü Kur’an-ı Hakimin kuvvetiyle sizin dinsizleriniz dahil olduğu halde bütün Avrupa’ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envar-ı imaniye ile onların fünun-ı müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kal’alarını zir ü zeber etmişim. Onların en büyük dinsiz feylesoflarını hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa Allah’ın tevfikiyle beni o mesleğimin bir meselesinden geri çeviremezler, inşaallah mağlup edemezler.” (Tarihçe, 269)

Bir ülkenin sınırlı bir insan grubunu ilgilendiren çok zaman menfaate dayanan siyaset nerede, bütün dünyayı ve felsefe, din ve fikir tarihini ilgilendiren bir büyük dava ve onun savunmacısı nerede. Onun “dar düşünceler, dar görüşler” dediği budur işte.

Sekiz yıl Kastamonu’da kalır, orada iki büyük eserini kaleme alır:

Ayetü’l-Kübra ve Münacat risaleleri. Her iki eser de seyir ve gözlem tekniğine göre kaleme alınmışlardır. Her ikisi de eşya, olay ve nesnelerin tevhid noktasında yorumlarından oluşur.

İLİMLER VE DİN ARASINDA KURULAN KÖPRÜ: MÜNACAT

Geleneksel münacat anlayışından çok farklı fenni ve ilmi bir yorum düzeni ile eşya ve olayları ilmin verileri ile tevhide bağlayan bir yorum düzeni vardır.

Ayetü’l-Kübra onun dilinde emsalsiz eserdir, Lailaheillallah hakikatını o yapıda anlatan bir tevhid yorumu yoktur. Kendinin eşsiz demesi tevhid bahsinde eserinin eşsizliğini gösterir. Bazen bir coğrafyacı, bazen bir astronomici, bazen bir tabiat bilimci, zoolog, biyolog, bazen bir fizik felsefecisi gibi konuşur. İlimler ile din arasında kurulmuş köprülerden tevhid bahrine gider. Münacat için mukaddimede tanıtıcı bilgi verir şu cümlesi eserin odağıdır: “Kâinatın bütün eczasına hikmetinin ihatasını ve ilminin şümulünü isbat eder.” (Tarihçe, 367)

Yine “yüksek meziyetleri olan bir eser” olduğunu söyler. Bediüzzaman bütün kâinatın belli başlı nesnelerini tevhid adına gözden geçirmiş ve onları tevhid adına ülfet vadilerinden kurtarıp fethetmiştir. Onun hayatı bu iki yönlü savunmalarla şekillenmiştir.

Tevhid ve ona bağlı evrensel savunmalar ve davasını mahkeme salonlarında devrin müstebitlerine karşı yaptığı savunmalar. Bu savunmalara göre bir film çevirmek onun istediği türde bir entelektüel sinemadır. Çok büyük adamlar, çok büyük paralar ve fedakârlar olması gerekir.

1943’te Denizli Ağır Ceza Mahkemesine sevkedilir. Eserlerinin beceriksiz uzmanlar tarafından tedkik edilmesine canı sıkılır; “Bu vukufsuz ehli vukuf Risale-i Nur’u tedkik edemez. Ankara’da yüksek ilmi bir ehl-i vukuf teşkil ettirilsin. Avrupa’dan feylesoflar getirilsin, eğer onlar bir suç bulurlarsa en ağır cezaya razıyım” der.( Tarihçe, 388)

DİNDAR BİR CUMHURİYETÇİ

Denizli hayatında da yine çok önceden cumhuriyetçi olduğunu savunur: “Dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hülasası şudur ki: O zaman şimdiki gibi hali bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu, ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. İşitenler benden soruyorlar ben de derdim; ‘Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler, o cumhuriyetperverliklerine hürmeten tanelerini karıncalara verirdim.’ Sonra dediler sen Selef-i Salihin’e muhalefet ediyorsun? Cevabımda diyordum:

Hulefa-i Raşidin her biri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddık-ı Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.” (Tarihçe, 398)

Kendisine neden Mustafa Kemal ile uzlaşmadığı konusundaki bir yoruma da uzlaşmamasının faydalarını anlatır.

“Büyük memurlardan birkaç zat benden sordular ki; ‘Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip Kürdistan’a ve vilayet-i Şarkiyeye şeyh Sunusi yerine vaiz-i umumi yapmak teklifini kabul etseydin, ihtilal yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun?’ dediler. Ben de onlara cevaben dedim ki; ‘Yirmişer otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel yüz binler vatandaşa her birisine milyonlar sene uhrevi hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur meydana gelmezdi.” (Tarihçe, 408)

Denizli hapsinin meyvesi Meyve Risalesi’dir. Eserini tanıtır:

Zındıka ve küfr-ü mutlaka karşı Risale-i Nur’un bir müdafaanamesidir. Bu hapsimizde hakiki müdafaanamemiz dahi budur. Çünkü yalnız buna çalışıyoruz. Bu risale Denizli hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve iki Cuma gününün mahsulüdür” (Şualar, 194)

Meyve Risalesi onbir meseleden oluşur, diğer eserlerinde olmayan bir sadelik bu eserin baş özelliğidir. Risale-i Nur’un bir özeti sayılan bu onbir meselede başka bahislerde ilmi bir üslupla anlatılan bahisler çok sade ve mahbusların dimağına kolay gelen bir bakış açısı ile anlatılmışlardır. Bediüzzaman üslubu bir değil, farklı muhataplara farklı uslublar kullanan bir büyük ediptir. Her yaş ve düşünce gurubuna göre kullandığı anlatım teknikleri ve kelimeler farklılık arzeder.

Hastalar Risalesi, ihtiyarlar Risalesi, Hanımlar Risalesi, Gençlik Rehberi, Meyve Risalesi onun en sade ve kolay anlaşılır eserleridir. Kime nasıl konuşması gerektiğini iyi bilir ve uygular.

ÂLEM-İ İSLAMI MEMNUN EDEN TÜRK MİLLETİ

Başta demiştik o her zaman hakkı doğruyu ve demokratik olanı, cumhuriyeti savunmuştur. O zulüm ve ceberut devrinde bile Parti Kâtibi Hilmi Bey’e değişmeyen dindar cumhuriyet kanununu tekrar eder, onları sığaya çeker. “Partinin kâtib-i umumisi -genel sekreteri- itibariyle size bir hakikatı beyan etmeye kendimi mecbur biliyorum. Hakikat de şudur. Senin katib-i umumisi olduğun Halk Fırka’sının millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var, o da şudur. Bin seneden beri Alem-i İslamiyeti kahramanlığıyla memnun eden ve vahdet-i İslamiyeyi muhafaza eden ve alem-i beşeriyetin küfr-i mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk Milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri eğer şimdi eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-i Kur’aniyeye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız size katiyen haber veriyorum ve kati hüccetlerle isbat ederim ki Alem-i İslam’ın muhabbet ve uhuvveti yerine dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi Alem-i İslamı mahva çalışan küfr-i mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup Alem-i İslam’ın kalası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-i şimaliden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet vereceksiniz .. Evet, bu milletin hamiyetperverleri, milliyetperverler her şeyden evvel bu mümtezic müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-i Kur’aniyeyi terbiye-i medeniye yerine ikame etmek ve düstur-ı hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşallah.” (Tarihçe, 493)

ONLARA HAKKIMI HELAL EDİYORUM

Mecliste okunan 1922 tarihli mektuptaki fikirler aynen devam etmektedir.

Hiç boş durmaz hakkını savunur ve diyalogdan vazgeçmez. Bakanlar kuruluna, meclis başkanlığına maruzatta bulunur ve dilekçe gönderir. Üç mahkeme yirmi senelik mektuplarını ve kitaplarını ve hallerini inceden inceye tedkik etmişler yanlış bir tutum ve tavır ve ifade bulamamışlardır. Tahkir ve ihanet kastı ile resmi bir surette kendisini hiddete getirmeye çalışmanın mantıksızlığını ülkenin en yüksek siyasi temsil katlarına anlatır. Ve der: “Bana lüzumsuz evham yüzünden eziyet edenlerin yakında ölümle idam-ı ebediyeye giriftar olacaklarını düşünüp hakikaten acıyorum. Ya Rabbi onların imanını Risale-i Nur’la kurtar. İdam-ı ebedilerini sırr-ı Kur’an’la terhis tezkeresine çevir. Ben de onlara hakkımı helal ediyorum!”(Tarihçe, 518)

DİN HÜRRİYETİNİN TEMİNİ

Onun demokratik ve hakkı söyleyen mizacı Demokrat Parti iktidara geldiğinde de devam eder onlara da tavsiyelerde bulunur.

Biz nur talebeleri katiyen siyasetle iştigal etmeyiz. Bizim yegâne emelimiz memlekette din hürriyetinin hakiki surette temini dine ve din ehline ve Kur’an ehli olan Nurculara karşı çeyrek asırdan beri devam eden zulüm ve tazyikın tamamıyla bertaraf olmasıdır. Demokrat kardeşlere tavsiye ederiz. Devr-i sabıkın şeytankârane oyunlarına, hilelerine aldanmasınlar, onların düştükleri dalalete düşmesinler. Komünizme ve dine karşı tuttukları doğru yolda azimle devam etsinler.” (Tarihçe, 627)

Bütün bu zulümle geçen hayatın bitmez tükenmez savunmaların sonucu alınır.

5 Mart 1952’de Gençlik Rehberi mahkemesi ile Türkiye’de din hürriyetinin tescili yapılır. Bediüzzaman din hürriyetini bu memlekete getiren adamdır. Bugün din adına yapılan her şeyde onun mücadelesinin izleri vardır, herkes ona minnettardır.


Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer
www.risaleakademi.com

Bediüzzaman’ın Demokratik Mizacı ve Savunma ile Geçen Ömrü-1

Bediüzzaman’ın Demokratik Mizacı ve Savunma ile Geçen Ömrü-1

Padişahlıkla yönetilen bir imparatorluk 1918’de Mondros Mütarekesi ile tarihe karışır. Bediüzzaman tarihe karışan bu imparatorluk sırasında kırk iki yaşındadır. O güne kadar bir Osmanlı vatandaşı olan Bediüzzaman ondan sonra yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşlarından olacaktır. Padişahlık döneminde ülkenin sorunları ile çok yakın temas halinde olan Bediüzzaman çeşitli vakalarda bir bakış açısı, bir mizaç ve tavır ortaya koymuştur. Osmanlı döneminde ilim adamlarının mizacı daha önceden tavır ve tutumları belirlenmiş bir davranış kanonu içinde cereyan etmekteydi. Ulema-padişah-halk ilişkilerinin kalıplarını kırmak kimsenin aklından geçmeyen bir tutumdu.

DAİMA İZZETİNİ KORUMASI

Bediüzzaman ta çocukluğunda ilim talep etmeye başladığı dönemden itibaren ulemanın, ilim talebelerinin takındığı kulca saygı tutumunu hiçbir zaman benimsememiştir. O yüzyıllardan beri oluşmuş olan bilim üzerinde, davranışlar üzerinde oluşan kabuğa hiç iltifat etmemiş ve her zaman demokratik eleştirel tavrını sonuç ne olursa olsun ortaya koymuştur. Fıtri halleri icabı daima izzetini koruması ve hatta amirane söylenen küçük bir söze dahi tahammül edememesi medrese eğitimi içinde kendine bir yer edinmemesine sebeb olur, mizacı muayyen bir kalıbı kabul etmeyen bir yapıdadır.

Tağ Köyü’nde, Pirmis Nahiyesinde tahakküme tahammülsüzlüğü onun mizaç ve karakter özelliği idi. Ağabeyi ile dövüşmesi, araya giren Şeyh Abdurrahman’ın aracılığını kabul etmemesi, ona o büyük makamdaki şahsa kendi üzerinde bir hocalık üstünlüğünün değil, kendine eşdeğer bir öğrenci olduğunu söylemesi onun kim olursa olsun mizaç ve karakterinden, dehasından fedakârlık etmediğini gösterir. O günün şartlarında böyle bir kişilik kaybolup giderdi, kimseyi de ilgilendirmezdi. Onda bu tarz muamele bütün hayatı boyunca devam edecektir.

Küçük yaşlarında ne ise devletin en zirvesindeki insanlarla muamelesinde de aynı mizac ve karakter, deha tavrını terk etmeyecektir.

Bu aslında demokratik bir mizaçtır. O daima haklı ve tepkisel mizacını korumuştur, Batı demokrasilerini gerçekleştiren Volter, Monteskiyo, Ruso, Hugo gibi kişilerde de bu tepkisel mizac özelliği görülmektedir, onlar da hayatlarının her döneminde daima ne olursa olsun demokratik tepkilerini göstermişlerdir, Bediüzzaman’ın mizacı genel etkinlik enerji düzeyi, duygusal ve zekaya bağlı donanımları, tepkilerinin hızı ve şiddeti, buna bağlı davranışları hiçbir zaman değişmemiştir, böyle eleştirel bir karakter bizim tarihimizde başka kimsede yoktur. Başlangıçta beşeri ilişkilerde devam eden tutum, daha sonra büyük, ferdi ve toplumsal kaderi tutumlarda bile değişmeyecektir. Onun kişiliği artarak ama çekirdek özelliklerini taşıyan, gittikçe büyüyen bir yapıya sahiptir. Bizim fikir tarihimizde böyle bir mizacın bütün hayatı işgal eden dengeli yapısı başka kimsede yoktur, onun medrese hayatını terk etmesi medresede oluşan biçimsel ve muhteva yapısını kabullenmemesini gösterir.

BEDİÜZZAMAN KENDİSİ KURAL KOYUCUDUR

Dehalar kendi kurallarını koyarlar, onlar kurallara tabi olmazlar. Bediüzzaman bütün hayatı boyunca hep kendisi kural koyucudur. Oluşturulmuş ve kişiyi ezen ve kimliğini eriten bütün kurallara başkaldırır, ancak acayip bir inayeti ilahidir ki hiçbir zaman bu kanonların dişli çarkları arasında kaybolup gitmez, onu tutan çok büyük bir kayyumiyet vardır, ona ve onun arkasındaki bu kayyumiyete hayret etmemek elde değildir.

Descartes kilise ve düşünce kanununun skolâstik yapısını kırarken büyük bir sabır ve ihtiyat göstermiştir. Çünkü Galile’nin başına gelenler onun da başına gelebilirdi, ihtiyatı ile giyotine gitmekten kurtulmuş skolâstiği yıkmıştır.

Ama Bediüzzaman ne gariptir ki hakkı söylemekten hiçbir zaman ihtiyaten dahi geri durmamıştır, O silahı, topu, tüfeği olmayan inanılmaz cesur adam ezip geçtiği kalıpların arkasından bakakalmış ve “zalimler için yaşasın cehennem” diyecek kadar da yiğitlik göstermiştir. İlk hayatındaki sayısız vakada o hiçbir zaman bu tepkisel mizacını terk etmemiş ve hiçbir zaman da kaybetmemiştir, daima takdir toplamıştır, ama tavrını kabiliyeti desteklediği için kimse ona karşı haklı bir tavır koyamamıştır,

Üç ay içinde dehalara özgü bir seyirsel okuma ile yılların okuması ile mümkün olan okumaları gerçekleştirir. Bütün bu mevhibeler ona gelecekteki büyük görevinin hatırı için verilmiştir. Eğer hayatı o noktalardan birine takılıp kalsaydı, Bediüzzaman’ın hiçbir kalıba girmeyen kişiliği orada kalacaktı. Onun bitmeyen duraklardan oluşan ilmi ve tecrübî hayatı sürekli ileriye doğru değişerek gidecektir.

Yirmi senede tahsili lazım gelen ilim ve fenni, üç ayda tahsil edecek bir akıl, yorum, hafıza ve muhayyilenin kendisine verildiği, şahsının yükleneceği o derece büyük bir görev vardır, Onun şu cümleleri bu anlattığımızı veya anlatmak istediğimizi ortaya koyar: “İnsan bu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidada göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş.”(Sözler 305)

Bediüzzaman da bir memur olarak gönderilmiştir, gerçekten çok ehemmiyetli istidadı vardır, elbette buna göre ehemmiyetli vazifeleri vardır. Herkes kabiliyetine göre iş yapar. Acaba o bunların farkında mı idi? Bütün bu olaylar ve istidadı arasındaki benzerlikleri geleceğe dönük bir yönlendirmenin gizli bir rejisörün etkisi ile olduğunu görüyor mu idi? Enteresan bir konu.

ARAŞTIRILMAMIŞ BİR ESER: MÜNAZARAT

Bediüzzaman’ın Münazarat isimli eseri de yine eleştirel bir eserdir, bir toplumsal yapıyı asırlardan beri oluşturulmuş düşünceye; ağalar, aşiret reisleri ve şeyhler yüzünden kapalı bir toplumu, demokratik düşünceye ve bağımsız harekete hazırlar, o kitap bizim demokrasiden önce demokratik düşüncenin şark dünyasında izahını yapan harika bir kitaptır, bir sosyolog yorumuna kapalı kaldığı için önemi üzerinde en zorunlu günlerde bile az konuşulmuştur.

Metnin tarihi, sosyolojik ve siyaset felsefesi açısından yorumu ancak dışarıdan bakan birisi vasıtası ile gerçekleşebilir, yoksa metnin göndermelerde bulunduğu alanlardan habersiz bir şahıs o eser hakkında bilinenlerin ve mutadın ötesinde bir şey söyleyemez. Bediüzzaman’ın metinlerini dış dünyaya ve ilimlere açılan kanatları ile okumak devri gelmiştir.

Bediüzzaman her zaman yeniden yorumlanmamış yüzlerce hakikatı ve sosyal durumu yeniden yorumlayan, revize eden, özüne dokunmayan bir reformisttir. Münazarat ve bütün eserleri bu yeniden bakmak yeniden yorumlamak üzerine kurulmuştur. İnsan değerlendirmede donmuş olan mazideki karakteroloji ilmine yeni bir bakış getirir.

Sevgiyi itikada değil sıfat ve sanata göre yorumlar.

Bu hala anlaşılmış bir durum değildir. “Bir adam zatı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat ve sanatı içindir. Öyle ise her bir müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lazım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lazım gelmez. Binaenaleyh Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin” (Münazarat, 41)

Memuriyeti tarif ederken, despotizme dönüşen memur anlayışımızı nasıl demokratik bir biçimde izah eder.

Bu anlaşılmış mı dersiniz?

Onun meşrutiyeti tarifi cumhuriyetin tarifidir, hem de yönetici sınıfa yansıyan bir demokratik insan seçimidir: “Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Hükümet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır.” (Münazarat, 50)

Halkın hâkimiyetine ters gelen her şeyi o antidemokratik olarak görür. O her zaman gücün tevzii fikrinden yanadır, teraküm ve tehdit aracı olmasından yana değildir. Bütün hayatı boyunca böyle olmuştur. Kimin elinde güç baskı aracına dönüşmüş veya dönüşme ihtimali varsa Bediüzzaman ona karşı çıkmıştır. Bugünkü demokrasimiz onun bu mizacının sonucudur, ama anlayana ve sonuçları çıkarsayana. Denetimsiz korkulan güçler karşısındaki tutumu, denetlenmiş ama geleceği şaibeli güçler karşısındaki tutumu buna birçok örnek verilebilir.

Şarktan İstanbul’a gelmiş bir âlim padişaha nasihat ediyor:

Münhasıf Yıldız’ı darülfünun et; ta Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine ehl-i hakikat melaike-i rahmeti yerleştir; ta cennet gibi olsun! Ve yıldızdaki milletin sana hediye ettiği servetini milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dini darülfünunlara sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf ahireti düşünmek lazımdır. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et, zekat ül ömrü ömer-i sani yolunda sarf eyle!” (Tarihçe, 73)

Her zaman gücü genel maksatlara yönelten bir mizac, gücün önünde gereksiz eğilmeyen bir kişilik. Asırlardan beri birikmiş kontrolsüz güçleri denetleyen bir şahsiyet, kim ve ne olursa olsun. İlk dönem hayatında âlimler, şeyhler ve ağalar karşısındaki demokratik tutumu, daha sonra yöneticilere padişahlara, mahkeme reislerine yönelir.

O HER ZAMAN CUMHURİYETÇİ

Meşrutiyet döneminde öne sürdükleri ve topluma tavsiye ettikleri, Cumhuriyet’ten çok önce Cumhuriyetin de ihtiyacı olan durumlardır.

O her zaman cumhuriyetçi ve demokratik tavırlı, gücü kimsenin tekeline yanaştırmayan bir büyük gözlemcidir. O gücü ne dine, ne ırka, ne yöneticilere teslim etmeyen onun taksiminden yana tavırlıdır, kuvvetler ayrılığı ilkesi onun hayatının ilkesidir. Bileşik kaplar gibi düşünür: “Yazık Eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrua bir menba-ı hayat-i ictimaiyemiz ve İslamiyet’e uygun olan maarif-i cedideye millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hadisede ifratperver olanlar, meşrutiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da dinsizce harekât-ı lâubalîyane ile milletin rağbetine karşı maatteessüf sed çektiler. Bu seddi çekenler, ref etmelidirler. Vatan namına rica olunur.” (Tarihçe 73)

HÜRRİYETÇİ VE DEMOKRATİK ANLAYIŞ

Muhakemat’ta skolâstik düşüncenin girdabından dini edebiyatı, akaidi kurtarmanın teorisini uygulamasını verir.

Münazarat’da doğu ve güneydoğu insanının bağımsız karar verme istemini, demokrat bir kişilik kazanmasının reçetesini çizer. Yüzyıllardır manasız bir boyun eğiş ile taşlaşmış insanın yapısını esnekliğe ve hürriyete açar.

Hutbe-i Şamiye’de birlikten bütünlükten yana bir genel mizac tahlili yapar, demokratik ve bütünlükçü, birbirine bağlı ve birbirini arkadan vurmayan bir İslam dünyası tasarımı öne sürer.

Bugün hala onu küçük dünyevi maksatlar uğruna kullanmak isteyen garip düşünce sahipleri vardır. Onun global bakışını sınırlamayı marifet telakki edenler vardır, onun çocukluktan itibaren hiçbir şeye mahkum olmayan, hakka ve hakikata göre biçimlenen hürriyetçi ve demokratik anlayışını anlamayan insanlar vardır, o aynaların bakışına mahkum edilmiştir, aynacılar aynalarını bırakmak gibi bir fazilet göstermedikçe aynalar sürekli kırılmakta ve bir yüzü göstermeyen cam kırıklarına benzemektedirler. Bu onun layığı değil, elindeki küçük aynada kendini seyrettirmek isteyen yüzünü göremeyince aynaya kin ve iğbirar dolmaktadır. Aynanın ne suçu var? Küçük aynalar, küçük aynacılar, zavallı berber dükkânı dünya. Görüntünün hazzı ile yaşayan garibanlar.

DİN VE FEN İLİMLERİ SENTEZİ

Bediüzzaman çocukluğundan itibaren eğitime, eğitimde reforma, yeniliğe inanmıştır.

Medreselerdeki eğitimi yetersiz gören değişimini kendi yetişme tarzı ile karakterize eden, daha sonra bunu umumi bir yetişme tarzına çevirmek için çareler arayandır. Medrese müktesebatını gözden geçirip gerekeni aldıktan sonra Tahir Paşa’nın konağında batı ilmi ve düşüncesi ile karşılaşır, orada medreseden aldığı gerekli kısımlarla batının ilmi arasında sentezler kurmuştur. Artık bir sentezin kafasında belirdiği adam, Paşa ile yaşadığı bölgenin din ve fen ilimleri ile kafasında bir birikim edinmiş insanlara ihtiyacını müzakere etmiş, İstanbul’da çözüm için birlikte karar vermişler ve asrın başında İstanbul’a gitmiş, bir üniversitenin inşası için çaba sarfetmiştir.

Türkçülük hareketi ile birlikte siyasi anlamda Kürtçülük hareketlerinin, diğer ırkların bağımsız temayüllerinin olduğu bir dönemde o hala eğitimden yana bir tavır alır, ırkların kültürel yapılarını Osmanlı çatısı altında devam ettirmesini bunun dışındaki çılgınca tavırları alkışlamamış, daima birlikteliğini savunmuş, ama kültürel asimilasyonu çok yönlü olarak reddetmiştir.

İstanbul’a gittiğinde bir karakterin kendini, Osmanlıda yıkılışın ayak seslerinin duyulduğu bir dönemde vitrine koymuş, kendine sorulan sorulara verdiği cevaplarda yeni bir neslin varlığını ve dünyayı yorum tarzını ortaya koyuyordu. Bundan sonra o sergilenen tipin umumileşmesi için çalışacaktır. Siyasi şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun o bilimler arasındaki demokratik ilişkiyi koruyacak, hapishanelerde, büyük zulümlere maruz kaldığında dahi bir yandan zulmü kırmak için çabalarken kafasında da oluşmuş olan sentez fikrini eserlerine yansıtarak yeni bir neslin yeni insanların ortaya çıkmasını sağlıyordu. “Sizin okuduğunuz fenlerden her bir fen kendi lisanı mahsusu ile Allah’tan bahseder, muallimleri değil onları dinleyiniz” derken, onun kafasındaki tipin ayağı yere değiyor, yüzyılın başından beri sürekli siyasi değişmeyi örgütleyen aktörlere kültürel-dini ve sanatsal perspektifi olan bir insanı öne sürüyordu.

ORTAK HAYATI DEVAM ETTİRMEK

O durağan nitelikli sosyal ve dini olayların değil çalkalanan, yuvarlanan, kararsız ortamlarda fikirlerini oluşturmuştur. Ta Van’a gidinceye kadarki hayatında denetlenmesi zor olaylar ile karşı karşıyadır ve sürekli her taşkın ve aşkın olayın genel bütünleştirici perspektiflere göre yorumunu yapmakta hayretamiz bir başarı gösterir. O olayların içinde ne kadar büyük kişilikler ümitsizliğin bahtsız çukurunda kaybolup gitmişken, bu hiçbir zaman kafasında yapmak istediği şeylerden taviz vermemiş, itilip kakılmaya rağmen özlediği insan tipini ortaya çıkarmıştır. Bilim ile din arasındaki sentezi kafasında oluşturmuş. Siyasi olaylarda da gündelik çıkarlar için değil, ortak hayatı devam ettirecek bir demokratik mizacın hür telakkilerini esas maksat yapmıştır. Demokratik düşünmeyi yıkan, mantığı donduran isyan, tahrik ve aşağılama gibi olaylarda da akl-ı selimini korumuştur.

SELAHADDİN-İ EYYUBİ ÖRNEĞİ

Mutlakıyet döneminde hükümdara bilim ve üniversite konusunda nasihat eden Bediüzzaman, Meşrutiyet’te çizdiği meşrutiyetin sınırlarını cumhuriyetle atbaşı götürür. Mondros ve Milli Mücadele yıllarında kuva-yı milliyenin ülkedeki güçleri toplama ve tevhid etme gayretine büyük bir himmetle katılır. Birliğin temini için İstanbul’da işgal güçlerine karşı bir tek adam ordu gibi çalışır, gayreti o kadar büyüktür ki, Ankara hükümeti bu gayretin kendi yanlarında da devamı için onu çağırır. Ankara’ya geldiğinde yine demokratik nitelikli halka dayanan, öteden beri gelen kültürün ve dinin batı ile tezevvücüne uygun bir sentezden yana olduğunu ülkenin en büyük otoritesine anlatır. O hiçbir zaman demokratik bir toplum, demokratik bir devlet iddiasından vazgeçmez. Karşısındaki güç ne kadar büyük olursa olsun söylenmesi lazım geleni söyler. Gençliğinde Miran aşireti reisi Mustafa Paşa’ya nasıl tarik-i hidayeti söylerse, onlarca yıl sonra bir başka Mustafa Kemal Paşa’ya da tarik-i devletin nasıl olması lazım geldiğini söyler. Din ile ilmin imtizaç ettiği bir insana dayanan devleti örgütler, bu da yetmez, ona iki tip öngörür, biri Selahattin-i Eyyübi, diğeri ise saman alevi gibi gelmiş, bir hışımla Fransız toplumuna faydaları olmakla birlikte büyük acılar yaşatmış olan Napolyon arasında tercih yapmasını söylemiştir. Hakkı söyleyen demokratik mizacı hiçbir zaman değişmemiş her zaman ne yapılması gerekmişse onu yapmıştır.

YAPILAN AKIL ALMAZ ZULÜMLER

Cumhuriyetin oluşum safhalarından itibaren yanında olan Bediüzzaman dönemin otoritesine yeni Cumhuriyetin mayasının oluşumundaki unsurların dağılımını beğenmediğini ifade eder, çünkü bu şekilde başlayan bir rejimin bir yerlerde tökezleyeceğini, insan fıtrat ve mahiyetine özellikle şark insanına uymayan sentezi kabul etmesi imkânsızdır. Bu yüzden onlardan ayrılır, onlara muhalefet etmez, ama sürgün edilmekten de kurtulamaz. 1925-26’lı Barla yıllarında yirmi beş yıl devam edecek bir baskı ve istibdadı ilerlemiş yaşına rağmen çekmiş, ama demokratik mizacından hiçbir zaman taviz vermemiş, kimseden merhamet ve himmet istememiştir. Onun gibi büyük bir İslam âlimine, mütefekkirine yapılan akıl almaz zulümler, gelecek nesle ne kadar büyük tahribatlar yüklendiğine bir mukayesedir. Dine yapılan tahribatın gelecek nesilleri nasıl itikatsız bırakacağını hissetmiş, bütün himmet ve gayretini daha önceden kafasında oluşmuş bir sentezi, bir kişiliği eserlerine yükleyerek yeni bir nesli inşa fikrini uygulamaya koymuştur. Böyle dehşetli bir zamanın mahsulüdür onun eserleri.

Bu eserler, köylüler ve milli mücadelede ailelerinin önde gelen kişilerini kaybetmiş bu insanlar Bediüzzaman’a en saf bir güçle sahip çıkmışlar, onun ile dünyanın en büyük eğitim seferberliğini ve telif organizasyonunu gerçekleştirmişlerdir. Gariptir ki bu zulme maruz kalan insanlarda da hiçbir antidemokratik davranış tarzı tezahür etmemiş, onun eserlerini okuyan bu insanlar, insanları dalalet karşısında onarmaya yardım etmiş, ama bu kadar zulme karşı bir antidemokratik tepki göstermemişlerdir. Risale-i Nur eserleri adeta demokratik düşüncenin hürriyetin komprime hapları gibidir, onları okuyan o günden bugüne hiçbir radikal tavra katılmamış, her zaman yapıcı ve cumhuriyetçi olmuştur.

Barla ve Isparta sürgünlerinde bir münzevi olarak telif hayatına devam etmiş.

Bu sefer kendine zulmeden gizli güçlere mantık ve demokratik tavır tavsiye etmiştir:

“Bir kısım ehl-i hüküm diyorlar ki, madem sen bu memlekette duruyorsun, şu memleketin cumhuri kanunlarına inkıyad etmek lazım gelirken sen neden inziva perdesi altında kendini o kanunlardan kurtarıyorsun?

Ezcümle şimdiki hükümetin kanununda vazife haricinde bir meziyeti, fazileti kendine takıp onunla bir kısım millete tahakküm edip nüfuzunu icra etmek müsavat esasına istinat eden cumhuriyetin bir düsturuna münafidir. Sen neden vazifesiz olduğun halde elini öptürüyorsun? Halk beni dinlesin diye hodfüruşane bir vaziyet takınıyorsun.” (Tarihçe, 184)

EBED YOLCULARINA VESİKA VE NUR VERMEK

Bu ifade bir ironi idi. Kendisine zulmedenler zulmettiklerini değil, zulmettikleri adama gösterilen saygıdan dahi rahatsız oluyorlardı. Ne garip bir durumdur. Bu çok katlı ve katmerli bir zulümdür. Cumhuriyeti uygulamalarında mikroskop ile aramaları lazım gelirken, bir münzeviye cumhuri kanunları onu suçlamak için öne sürüyorlardı. Bu garip suçlamaya harika bir cevap verir, önce cumhuriyetin kanunlarını bu iddiaları öne sürenlere ileri sürer haklı olarak: “Kanunu tatbik edenler, evvela kendilerine tatbik ettikten sonra başkasına tatbik edebilirler. Siz kendinize tatbik etmediğiniz bir düsturu başkasına tatbik etmekle herkesten evvel siz düsturunuzu kanununuzu kırıyorsunuz. Çünkü bu müsavat-ı mutlaka kanununun bana tatbikini istiyorsunuz.” (Tarihçe, 184)

O ahiret yolcularına seyahat vesikası veren adamdı, bunun cumhuriyetle ne alakası vardı? “Evet, yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı ölümün inkârıyla ve hergün ‘elmevtü hakkun’ davasını cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuz bir şahidin şehadetini tekzip ve inkar etmekle olur.” (Tarihçe, 186)

Bütün hayatı savunmakla geçti, eserleri bir büyük savunmanın belgeleri idi.

Bütün eserlerinde sürekli hakikatı, hakkı, adaleti, haşri, Allah’ı, nübüvveti, Nebi-yi Zişanı (ASM), mucizelerini, varlık ve ilah ilişkilerini, kozmik bilmeceyi, hayatı, adaleti, dengeyi, kudsiyeti, kutsalı, hayatın bir inanç seyahati olduğunu.

Kâinattan halıkını soran bir seyyahı,

Varlık insan ilişkilerini,

Allah ve insan ilişkilerini,

İbadet ve insan yakınlıklarını ve daha nice nice ketmedilmiş, yeniden yorumladığı hakikatları savundu.

Bir de bunları savunduğu için horlanmanın çok yönlü savunmasını yaptı, hakkı savunduğu için haksızlara karşı sosyal hakikatleri, hürriyeti, demokrasiyi, meşrutiyeti, kuva-yı milliyeyi, birliği, birlik ruhunu, sevgiyi, dayanışmayı, kucaklaşmayı savundu.

Despotlara, tağutlara, kendini bilmezlere, hakikatı menfaatlerine payanda yapanlara ve daha daha kimlere savunmalarda bulundu.

Mazlumu,inancını savunamayanı ahirete hazırladı. Onun kadar savunmayı çok yönlü anlayan ve en girift anlarda bile bu ilahi misyonunu ifade eden bir adam dünya tarihinde bile yoktu.

İ’CAZI KUR’ANI BEYAN ET

Bu büyük savunmacı ömrünün başında savunmaya ve müdafaaya söz vermişti:

Eski Harbi umumiden evvel ve evailinde bir vakıa-ı sadıkada görüyorum ki, Ararat dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağa müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki merhum validem yanımdadır. Dedim: ‘Ana korkma Cenab-ı Hakk’ın emridir. O Rahimdir ve Hakimdir.’ Birden o halette iken baktım ki mühim bir zat bana amirane diyor ki: ‘İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et.’ Uyandım anladım ki, Bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılabdan sonra Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’an’a hücum edilecek; icazı Onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu icazın bir nevini şu zamanda izharına haddimin fevkinde olarak benim gibi bir adam namzet alacak ve namzet olduğumu anladım.” (Tarihçe, 191)

Hayatındaki bütün çok yönlü savunmaların başlangıcı bu namzet olma anından sonradır. Eserlerindeki savunmalar bin yıldır fen ve felsefe ve çeşitli dalalet mektepleri tarafından mahkûm edilmeye çalışılan tevhid ve ona bağlı hakikatların savunmasıdır, mahkemelerdeki müdafaaları da bir nefis müdafaası değil, bir davanın müdafaasıdır. Üçüncü müdafaası da despotizme karşı demokrasi ve cumhuriyetin, hakkın ve hürriyetin müdafaasıdır.


Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer
www.risaleakademi.com

Dile Nasıl Hizmet Edilir?

Risale-i Nur’un dil özelliklerinden biri de şudur:

Okuyucunun İslam kültürüyle irtibatını devamlı nazara almış ve sağlam tutmuştur. Bilindiği gibi, bir dil, bir kültürün neticesidir veya bir kültürle bağlıdır. Bugün bir Alman dili Alman edebiyatıyla ve Alman kültürüyle bağlıdır. İngilizce, Anglosakson kültürüyle bağlantılıdır. Keza Fransızca Latin ve Fransız kültürüyle bağlantılıdır. Arapça geniş şekilde bir edebiyat dili ve İslam kültürüyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu diller daha çok o konularda ortaya çıkmış ve kullanılmış bir vasıtadır. Farsça edebiyat dilidir v.s. Buna benzer diğer misaller de verilebilir.

Risale-i Nur’un kullandığı dil ise, İslam kültürü ile Kur’an hükümleriyle, hadislerin mana ve muhtevasıyla sıkı bağlantılıdır. Bu özelliği söylüyoruz:

Türkçe’de yaklaşık 80 yıldır meydana getirilen veya getirilmek istenen tahribat çok büyüktür. Türkçe’deki Arapça ve Farsça kelimeler, ıstılahlar, dini ibareler sökülüp atılmak suretiyle Türkçe fakirleştirilmiş ve yozlaştırılmıştır. Bu sebeple uydurma Türkçe dediğimiz bir Türkçe ortaya çıkmaktadır ki, bu Türkçe’de asla İslami bir kültür, asla İslami bir mana yoktur ve böyle bir irtibat kullanmak da, bulmak da mümkün olmamaktadır.

Risale-i Nur’da kullanılan dil ise, özellikleri bir İslam kültürüne doğru gidişi, herhalde bir hadisin mana ve muhtevasına sevkedici, herhalde Rabbani hikmetleri anlamaya götüren bir özellik halinde kendini göstermektedir.

Bu konuda daha önce de, haftalık bir gazetede (İttihad) bir makale yazmıştım. Ve Risale-i Nur’un Türk diline yapmış olduğu hizmetlerin büyük olduğunu, bu konuda eşsiz bir eser olduğunu belirtmiştim. Çünkü çoğu defa mühim âlimler, İslam âlimleri, hatta İslam hukuku konusunda yazanlar dahi ya uydurma Türkçe kullanmakta ya da muhtevası çok zayıf, gramer kaidelerine uymayan bir metin halinde o ulvi hakikatleri dile getirmektedirlerdir ki, bu yanlış bir metoddur.

Çünkü o ulvi hakikatlar layıkı vechiyle ifade edilememektedir. Risale-i Nur ise, İslam kültürünü ihtiva eden bir dil ile yazılmıştır, mevzuun yüceliğini ortaya koyan ve o mevzua uygun kelimelerle ve İslamî muhteva ve manada bir istikamet vererek okuyucuya hizmet etmekte ve dolayısı ile Türk diline hizmet etmektedir. Bu sebeble diyebiliriz ki, Risale-i Nur’lar, bu açıdan hiçbir zaman diğer eserlerle karşılaştırılamaz.

Prof. Dr. Servet ARMAĞAN

Risaleler kısa ve öz metinler halindedir

Risale-i Nur’un bir diğer özelliği de çok ilmi, çok mu’cez, çok az cümle içerisinde çok şey ifade edilmiş metinler halinde olmasıdır. Yani kısa, bir metin içerisinde çok şeyler ifade edilmiştir. Kanaatimce Risale-i Nur’un tamamı böyledir. Yani Risale-i Nur çok kısa yazılmış, tafsilât verilmemiş bir eserdir. Müellif de bunu çok yerde belirtmiştir.

Bazen demektedir ki; “Bu denizden bir katre gösterdik.”; veya demektedir ki: “Çok mufassal olan bu mevzuun ancak bir vechini ifade ettik”. Ve benzer ifadeler kullanmıştır. Yani Risale-i Nur’un tamamı meselâ 5000 sayfa ise, bunun tamamı 500.000 – 600.000 sayfalık bir eser demektir. Yani mevzuun ancak yüzde biri ifade edilmiştir kanaatindeyim. Müellif hemen hemen her risalenin başında veya sonunda böyle bir hususiyeti ifade etmiş bulunmaktadır.

Meselâ Talikat isimli mantıkla ilgili kitabı veya risalesi buna örnektir. Aynı şekilde Kızıl İ’caz isimli yine mantıkla ilgili kitabı da yine çok kısa ve çok öz yazılmıştır. Yine bunun gibi Yirmialtıncı Söz, kaderle ilgili risale de, ancak müdakkik âlimlere ve bu konuda temel İslâmî bilgileri olan kimselere hitab eden, çok çok kısa, efradını cami ve ağyarını mâni özelliği olan bir eserdir diyebiliriz.

Yine aynı şekilde Birinci Şua hakikaten, anlaşılması zor demeyeceğim, ama her cümlesi üzerinde durulması, her cümlesi üzerinde çok şeyler söylenmesi mümkün ve lazım olan bir metin halindedir. Çok şeyler söylenmesi gereken derken şunu kastediyoruz: Diyelim ki kader hakkındaki risalede bir cümleyi alsanız, bunu açıklayabilmek için Kelâm ilmi hakkında bir hayli bilgi sahibi olmanız lazım. Mantık ilmi hakkında bilgi sahibi olmanız lazım.

Bu özelliğidir ki, Risale-i Nur’ları bir yıl dikkatlice, anlayarak ve kabul ederek okuyanı, zamanın büyük bir alimi yapabilir diye müellifin bir cümlesine sebep olmuştur. Bu konuda daha birçok misaller verilebilir. Bazen de Risale-i Nur’da hem ilmi ifadeler, hem de basit ifadeler yan yana gelmiştir. Buna misal Otuzuncu Lem’a’nın çeşitli risaleleri buna misal olarak verilebilir.

Prof. Dr. Servet ARMAĞAN