Beni Sev

Beni seviyorsan söyle!                                                                               

beni sevdiğini göster,                                                         

beni kucağına al,

öp kokla!

Sen benim annem babam değil misin?    

Bak Peygamberimiz ne diyor:“Her öpücük için cennette beş yüz yıllık mesafesi olan bir derece verilir” 

“Allah, öpmeye varıncaya kadar çocuklarınız arasında adil davranmanızı sever.”

İstersen bir de hayvanlar dünyasına bak!

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

 hayvanlar dunyasi sevgi

Yıldırım Bayezid Kimdir? (1360-1403) Kısaca Hayatı

Osmanlı Sultanlarının dördüncüsü Bayezid Han, Sultan Murad-ı Hüdavendigar’ın oğlu olup, 1360 yılında Edirne’de doğdu. Annesi Gülçiçek Hanım’dır.

Yıldırım Bayezid yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, koç burunlu, ela gözlü, kumral saçlı, sık sakallı ve geniş omuzluydu.

Küçük yaştan itibaren zamanın seçkin âlimlerinden ilim öğrendi. Değerli kumandanlardan askerlik, sevk ve idare derslerini gördü. 1381 yılında devlet idaresinde yetişmesi için Kütahya’ya vali tayin edildi.

1389’da haçlı ordusu ile yapılan Birinci Kosova savaşına katılarak büyük kahramanlık gösterdi. Babası Sultan Murat, bu savaş sonunda bir Sırplı tarafından şehit edilince, devlet ileri gelenlerinin müşterek kararı ile Osmanlı tahtına geçti. Tahta çıktığında 29 yaşındaydı.

İlk olarak Sırbistan işlerini yoluna koyan Yıldırım Beyazıt bu sırada kendisine karşı ittifak eden Anadolu Beylikleri üzerine yürüdü. Süratle hareket ederek Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Germiyanoğulları, Menteşe ve Hamidoğulları beyliklerini ortadan kaldırdı (1390). Karamanoğulları beyliğini itaat altına aldı. Ardından ihmal edilmiş bulunan Balkanlara yöneldi.

Yıldırım 1391’de Bizanslılardan Şile’yi aldı. İstanbul’u yedi ay muhasara etti ve yedi aylık bir kuşatmadan sonra şehirde bir Türk Mahallesi kurulması, bir cami yapılması ve yıllık verginin artırılması şartıyla anlaşma yaptı. Tuna nehrini geçerek Romanya’yı Osmanlılara tâbi kıldı.

1392’de Silivri ve Selânik Osmanlılara katıldı aynı yıl Kastamonu üzerine yürüyerek, Candaroğlu topraklarını ele geçirdi. 1394’te Selanik ve Yenişehir’i (Mora) alan Osmanlı orduları, Teselya’ya ilerlediler. 1393’de Bulgaristan tamamen fethedildi. Arnavutluk ve çevresi de Osmanlı topraklarına katıldı.

Yıldırım Beyazıt’ın 1395’te İstanbul’u ikinci defa muhasarası yeni bir haçlı ordusunun hareketine yol açtı. Bütün Avrupa milletlerinden meydana gelen haçlılar, Osmanlılara ait Niğbolu kalesini kuşatmışlardı. Yıldırım Bayezid de ordusu ile Niğbolu kalesi önlerine kadar geldi. Bir gece Yıldırım Bayezid, tek başına atına binerek düşman saflarını yardı.

Niğbolu kalesinin duvarları dibine yanaşarak bir elini kale duvarına dayadı ve : “Bire Doğan!” diye seslendi. Bu sesi tanıyan Niğbolu kalesi kumandanı Doğan Bey de yukarıdan : “Ne var, şevketlüm!” diye sordu.

Padişah : “Ordumla birlikte geldim. Sakın kaleyi teslim etmeyesin!” emrini verdikten sonra atını sürerek gece karanlığında bir yıldırım gibi karargâha döndü.

Yıldırım’ın kazanmış olduğu zaferlerin en mühimlerinden birisi  25 Eylül 1396 senesinde, tek başına Müslüman Türk milletinin, bütün bir Hıristiyan Avrupa Devletlerine karşı kazanılmış ve tarihin en büyük zaferlerinden birisi olan Niğbolu zaferi idi. Bu, şanlı zaferin neticeleri de çok büyük olmuştur. Bu zafer, Osmanlı Türk Devletinin, doğu İslâm âleminde de tanınmasına sebep oldu Mısır’daki Abbasi Halifesi (Birinci Mütevekkil) Yıldırım Bayezid’e tebrik için gönderdiği mektubunda, Türk Padişahına: “Sultan-ı İklim-i Rum” unvanı ile hitabetti.

Esir edilen ve fidye karşılığı serbest bırakıldıktan sonra padişaha karşı bir daha savaşmamaya yemin eden Avrupalı asilzadeler ve şövalyelere Yıldırım Beyazıt Han şöyle diyordu:

Ettiğiniz yeminleri size iade ediyorum. Gidiniz, yeniden ordular toplayınız ve bizim üzerimize geliniz. Bana bir kere daha zafer kazanmak imkânı sağlamış olursunuz. Zira ben, Allahü Teâlâ’nın dinini yaymak ve O’nun rızasına kavuşmak için dünyaya gelmişim.”

Bu zaferden sonra Müslüman coğrafyada ‘Sultan’ olarak anılmaya başlanmıştır. Bu tarihten sonra İran, Irak gibi karışıklık içinde bulunan coğrafyalardan Anadolu topraklarına, Sultan Bayezid’in idaresine girmek üzere önemli ölçüde göçler başlamıştır.

Niğbolu zaferinden sonra Osmanlı akıncıları Macaristan içlerine kadar girerek pek çok ganimetlerle döndüler. 1397’de İstanbul’u üçüncü defa kuşatan Bayezid, Bizans’ın denizle bağlantısını kesmek için Anadolu Hisarı’nı inşa ettirdi.

Salona Piskoposu, Padişahı bizzat davet ederek halkın zulümden kurtarılmasını rica etmiş bunun üzerine Yıldırım Bayezid, Bizanslılardan Silivri, Mora ve Attika’yı kurtarmıştır. Türklerin Yunanistan’ı almaları böyle olmuştur. Girdiği savaşlarda göstermiş olduğu cesaretten dolayı 1397’de ona Yıldırım lakabı verilmişti.

Üç defa İstanbul’u kuşatmasına rağmen hem Batıdan hem Doğudan gelen tehditler, diğer taraftan İstanbul kalelerini aşacak teknik yetersizlikler ve yabancı danışmanlarının etkisi, onu bu emeline kavuşmaktan mahrum bırakmıştır.

1399’da Anadolu’ya dönen Bayezid, Karaman ve Kadı Burhaneddin topraklarını ilhak ederek Toroslardan Tuna’ya kadar uzanan merkezi bir imparatorluk kurmuştu.

Onun idaresi zamanında devşirme sistemi tekrar canlandırılmış ve Hıristiyan gençleri sadece bir asker olarak değil aynı zamanda bir Osmanlı ve idareci olarak da yetiştirilmeye başlanmıştır. Merkezi hazinenin genişletilmesi, teşkilatlanma alanlarında önemli bürokratik yenilikler bu devire ait gelişmelerdir. Tahrir sistemine ait en eski kayıtlar bu döneme aittir. Ulemanın tasarrufundaki pek çok vakıf malı bu dönemde devlet erkine devredilmiş, idarede kul sistemi geniş ölçüde uygulanmaya başlamıştır. Hatta eski kayıtlarda, Bayezid’in, görevlerini suiistimal eden kadıları çok şiddetli bir biçimde cezalandırdığına dair kayıtlar da bulunmaktadır.

Sultan Yıldırım Beyazıt, iyi bir idareci ve askerdir. Çevik, atılgan, cesur, zamanın hadiselerini kavramış iyi bir kumandandı. Ani olaylar karşısında soğukkanlılığını muhafaza ederek karar verir ve ordusunu süratle istediği yere sevk ederdi. Adaleti çok meşhurdu. Âlimlerin sohbetinde bulunur, onların Allahü Teâlâ’nın emir ve yasaklarını bildiren sözlerini gönülden kabul ederdi. Evliyaya çok hürmette bulunurdu. Silsile-i Sâdât-ı Nakşıbendiyye’den Hâce Bahaüddin Şah-ı Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, Hâce Alâüddin Attar (k.s.) Hazretleri, Allame Saadeddin Teftazâni, Şerh-i Mekâsıd Müellifi Kemaleddin Hocendi, Hayatü’I – Hayvan isimli eserin sahibi Kemaleddin Muhammed Demiri, Hoca Hafız Şirâzi ve Kadı İbn-i Haldun Yıldırım Bayezid devrinde vefat eden büyük zatlardır.

Osmanlı topraklarının her tarafında cami, mescit, darüşşifa, medrese, imaret ve misafirhaneler yaptırdı. Ayrıca bütün bu imarethaneler için geniş vakıflar kurdurdu. Bursa’daki Ulucami yaptığı en önemli eseridir.

Yıldırım Beyazıt’ın bir mahkemede şahitlik etmesi gerekiyordu. Padişah mahkemeye geldi ve herkes gibi o da ellerini önünde bağlayarak ayakta bekledi. Devrin Bursa kadısı Molla Şemsüddin Feranî, dik dik Padişah’ı süzdükten sonra şu hükmü verdi: “Senin şahitliğin geçersizdir. Zira, sen namazlarını cemaatle kılmıyorsun. Elinde imkân bulunduğu halde namazlarını cemaatle kılmayan biri, yalancı şahitlik edebilir demektir.

Bu yüzden itham karşısında herkes Yıldırım Beyazıt’ın hiddetlenmesini bekliyordu. Fakat o boynunu büküp mahkemeyi terk etti. Bu olaydan sonra sarayın yanı başına bir cami yaptırdı. Namazlarını cemaatle kılmaya başladı.

Bu arada Orta Asya ve İran’a uzanan güçlü bir imparatorluk kurmuş bulunan Timur (1335-1405); Anadolu topraklarına girmeden önce Çağatay, Harzemşah ve İlhanlı gibi hanedanların son varislerini de ortadan kaldırmış bulunmaktaydı. Bu nedenle kendisi bu hanedanların doğal varisi olarak görmekteydi. 1400 yılına gelindiğinde ise Anadolu topraklarına yönelerek Kadı Burhaneddin Devleti’nin başkenti olan Sivas’ı ele geçirdi. Bunu gören Türkmen Beyleri derhal Timur’un tarafına geçerek onun yanında yer aldılar. Aynı zamanda onu Osmanlı sultanına karşı kışkırttılar.

Timur’dan kaçan Karakoyunlu ve Cezayir beyleri de Yıldırım Beyazıt’ı Timur’a karşı tahrik ediyorlardı.

Sultan Bayezid ve Timur’un karşılaşması kaçınılmazdı. Türk dünyasının lideri olma iddiasındaki bu iki büyük hükümdar her ne kadar birbirlerinden farklı hedeflere sahip olsalar da birbirleri ile mücadele etmeye mecbur kalmışlardı.

Bu tahrikler iki büyük Türk hakanını 27 Ağustos 1402’de (Rivayete göre ulemadan cevazına dair fetva alınmadan) Ankara’da karşı karşıya getirdi. Çubuk ovasında yapılan ve çok şiddetli geçen muharebe sonunda Osmanlı ordusu, mağlubiyete uğrarken, Yıldırım Beyazıt da esir düştü (28 Temmuz 1402).

İki oğlu, Şehzade Musa ve Mustafa ile birlikte Akşehir’e sürgüne gönderildi.  Esaret zilletini çekemeyen Fatih’in dedesi Yıldırım Beyazıt Han yedi ay sonra kederinden ve nefes darlığından kırk dört yaşında vefat etti (1403). Cenazesi oğlu Çelebi tarafından Bursa’ya getirilerek, kendi türbesine defnedildi. Allah rahmet eylesin.

Timur Han ölüm haberini alınca: “Yazık oldu, büyük bir mücahidi kaybettik.” demekten kendini alamadı.

Yıldırım Beyazıt; Musa Çelebi, Süleyman Çelebi, Mustafa Çelebi, İsa Çelebi, Mehmet Çelebi, Ertuğrul Çelebi, Kasım Çelebi ve Fatma Sultan adında sekiz çocuk sahibi idi.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  •  Ybu.edü
  •  İlimrehberi
  •  Biyografi
  •  Haznevi
  •  derszamanı

“Arşiv Belgeleri Işığında Dahiliye Nezareti Tarihi” Kitabı Neşredildi!

Yeni Zelanda’lı bir devlet adamı, İçişleri Bakanlığı için “mülkî idâredeki bölümlerin anası = the mother of all departments” vasıflandırmasını yapmıştır. Gerçekten de öyledir. Zaten günümüzde İçişleri Bakanlığının mülkî idâre arasındaki yerini ve önemini kimse tartışamaz. Ancak bakanlık şeklindeki teşkîlâtlanma, insanlık tarihi açısından yeni sayılabilir. Bu demek değildir ki, devlet mekanizması içinde içişleri bakanlığının fonksiyonlarını ifa eden kurumlar, mülkî idâre tarihinde mevcut olmamıştır.

Tarih boyu farklı devletlerde ve muhtelif idâre şekillerinde bu makâmın karşılığı bulunmuştur. Fakat bakanlık şeklindeki teşkîlâtlanma yenidir ve farklı ülkelerde muhtelif şekillerde kendini göstermiştir. Bazı ülkelerde Ülke Güvenliği Sekreterliği (The Department of the Home Land Security) adı altında (Amerika gibi), bazı devletlerde Adâlet Bakanlığı (Ministry of Justice) çatısı altında (yine Amerika’da ve Filipinlerde olduğu gibi) ve çoğu ülkelerde de doğrudan İçişleri Bakanlığı (Interior Ministery yahut Ministery of Internal Affairs) adıyla vücut bulmuştur. Adâlet Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığının aynı çatı altında birleştirildiği (Ministry of Interior and Justice) devletler de bulunmaktadır (Hollanda kısmen böyledir).  Osmanlı Devletinde ise, II. Mahmud ile bakanlık teşkîlâtı Batı’dan taklit edilmeye başlanınca, Umûr-ı Mülkiye Nezâreti ve Dâhiliye Nezâreti ünvanları kullanılmıştır. Cumhuiyet döneminde bu tabir, evvela Dâhiliye Vekâleti ve sonra da İçişleri Bakanlığına çevrilmiştir.

İçişleri Bakanlığının teşkîlâtlanma şekli ve ismi kadar, kuruluş zamanları ve tarihleri de, devletlere göre farklılık arzetmektedir. Ancak bakanlık tarzındaki teşkîlâtlanma XVIII. yüzyılın sonuna doğru başlamıştır. Çoğunlukla farklı devletlerdeki bakanlık teşkîlâtları, XIX. yüzyılın içinde gerçekleşmiştir. Birleşik Krallıkta Home Office’in kuruluşu 27 Mart 1782’dedir; Rusya’da bu tarih 28 Mart 1802’dir; Almanya’da ise 1870’li yılları beklemek gerekmektedir.

Önemle ifade edelim ki, genç nesillerin önemli bir kısmı bilmese de, bizim tarihimiz her konuda olduğu gibi bu konuda da ilklerle ve imtiyâzlı idarî gelişmelerle doludur. Osmanlı Devleti, en uzun ömürlü Müslüman Türk devletidir ve Türkiye Cumhuriyetinin selefi olması hasebiyle Türk mülkî tarihi açısından birinci derecede önemi haizdir. Osmanlı Devletinin bu konudaki zenginliği üç sebepten ileri gelmektedir:

Birincisi, Emevi Devleti ve Abbasi Devleti zamanında şekillenen İslam mülkî idâresinin temel esaslarını, isim ve teşkîlâtlanma tarzı farklı da olsa taklid etmiş olmasıdır.

İkincisi ise, tarih boyu Hun, Göktürk ve elbetteki kendileri gibi Müslüman olan Selçuklu Devleti gibi büyük devletler kuran Türk mülkî idâresinin mirasçısı olmalarıdır.

Üçüncü bir zenginlik de, komplekse düşmeden Bizans yahut başka devletlerdeki iyi çalışan devlet mekanizmalarından istifade edebilme vizyonudur.

Vurgulamakta yarar görüyoruz ki, bizde İçişleri Bakanlığının tarihçesi, asla 1836 tarihi ile başlatılamaz. Farklı isimler altında da olsa, bütün Müslüman Türk devletlerinde ve özellikle de Osmanlı devletinde mülkî idârenin temelleri çok eski tarihlere uzanmaktadır. Şu anda Osmanlı Arşivinde bu mülkî idârelerle alakalı yüzbinlerce evrak bulunmaktadır. İşte bu eser, tarihimiz boyunca ve husûsan Osmanlı Devletindeki içişlerine dair kurum ve kuruluşları, temel kaynaklar ve arşiv belgeleri ışığında incelemek gayesiyle kaleme alınmıştır.

Kitâbımızda yer verdiğimiz bilgilerin bir kısmı elbetteki elde mevcut kaynaklarda ve hatta web sayfalarında dahi bulunabilir. Ancak bu kitâp mevcut bilgileri belgelendirme ve bilinmeyen husûsları ortaya çıkarma noktasında bir ilk sayılabilir.

Her meselede olduğu gibi, İçişleri Bakanlığının kuruluşu konusunda da, arşiv belgelerinin ortaya koyduğu gerçeklerden farklı şeyleri biliyoruz. Çünkü yıllardır eğitim müesseselerinde anlatılan bu teşkîlâta ait bilgilerin çoğu, sadece Batı hukûk tarihi yahut Tanzîmât sonrası tarihimiz açısından doğru olanı yansıtmaktadır. Bizim tarihimizdeki İçişleri teşkîlâtı, kaynaklarda 1836 tarihinde başlatılmaktadır. Hâlbuki İçişleri Bakanlığının tarihini bu tarih ile başlatmak tamamen yanlıştır. Zira İçişleri Bakanlığı (Umûr-ı Mülkiye Nezâreti), daha önceki benzeri kurumların devamıdır ve bu tarihden önce de bu tür müesseseler vardır. O kadar ki, Fâtih Sultân Mehmed’in Kânûnnâme-i Osmânîsinde, tam sadâret kethudâsı makâmını karşılamasa da, bazı fonksiyonlarını ifa eden kapucular kethudâsı diye geçen bu makâmın (kapucılar kethüdasının) protokoldeki yeri de belirlenmiştir:

5. Ve ağalardan yeniçeri ağası sâir ağaların büyüğüdür. Baş yeniçeri ağası, anın altına mîr-i alem, anın altına kapucıbaşı, anın altına mîrahûr, hâlâ mîrahûr Devlet-i Pâdişahîde iki olmuşdur. Mîrahûr-ı sânî altına çakırcıbaşı, anın altına çaşnigîrbaşı, anın altına sipâhi oğlanları ağası, altına silahdârlar ağası, altına sâir bölük ağaları, anların altına çavuşbaşı, anın altına kapucılar kethudâsı, anın altına cebecibaşı, anın altına helvacıbaşı ve anın altına topçubaşı oturur.

İşte bütün bu sebeplerle, İçişleri Bakanı ve Müsteşârı seviyesinde böyle bir kitâbın ve hatta daha kapsamlı bir çalışmanın yapılması husûsunda yeterli istek ve irâde mevcut idi. Ancak daha önceki teşebbüsler akim kalınca, kader-i ilahî bizi, İçişleri Müsteşârı Seyfullah Hacımüftüoğlu ile karşılaştırdı ve ilk buluşmamızda bu konu gündeme geldi. Hem rektörlük gibi ağır bir idarî yük ve hem de diğer ilmî araştırmalarımın ağırlığı beni yormasına rağmen, ben kıymetli Müsteşârımızı kıramadım ve İçişleri Bakanlığının Osmanlı Dönemi kısmını üstlendim. Umarım bu çalışma, genç mülkiyelilere ve araştırmacılara anahtarlık vazifesini yapar ve onlar da projeyi geliştirir ve hatalarımızı tashih ederler.

Bu arada ifade etmemiz gereken önemli ve sevindirici bir nokta daha vardır. Genç araştırmacılar, özellikle Osmanlı Dönemine ait her mesele hakkında yüksek lisans ve doktora tezleri hazırlamakta ve kıymetli tarihçiler bu konuda yeni yeni eserler kaleme almaktadırlar. Bunlardan önemli ölçüde biz de istifade ettik ve hatta bu araştırmalardan bazı başlıkları özetleyerek ve kaynak vererek kitabımıza aldık. Bunlar arasında özellikle Sinan Kuneralp’ın kaleme aldığı Son Dönem Osmanlı Erkan ve Ricali (1839 – 1922) Prosopografik Rehber adlı eser; Ali Sönmez Bey’in doktora tezi olarak hazırladığı Zabtiye Teşkîlâtının Kuruluşu ve Gelişimi ünvanlı araştırma; Muzaffer Doğan’ın Sadâret Kethüdalığı: (1730-1836) isimli eseri ve Sâlim Aydüz’ün Tophâne-i Âmire ve Top Döküm Teknolojisi isimli Türk Tarih Kurumu tarafından neşredilen kitabı, mutlaka zikredilmesi gereken kaynaklar arasında yer almaktadır. Bu eserlerden sonuncusu hariç maalesef geriye kalanları kütüphane raflarında basılmayı beklemektedir ve ümit ederiz ki, bir gün basılarak ilim âleminin istifadesine mutlaka sunulur.

Burada bir de teşekkür edilmesi gereken hayatî bazı yayınları daha hatırlatalım. Kıymetli Arşivci Seyit Ali Kahraman ve değerli yayıncı Nuri Akbayar tarafından yeniden düzenlenerek neşredilen Mehmed Süreyya’nın Sicill-i Osmânî adlı muhalled eseri, Tarih Vakfı tarafından bütün araştırmacıların hizmetine yeniden tanzim edilerek sunulmuştur. Yani bizim işimizi kolaylaştırmışlardır. Bu arada Osmanlı Arşivinin yayınladığı muhalled eserler de unutulmamalıdır ki, Osmanlı Arşiv Rehberi bunların başında gelmektedir.

Yukarıda açıklanan sebeplerle, kitâbı beş ana bölüme ayırdık:

Birinci Bölümde, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Osmanlı Devletindeki mülkî idârenin anahatlarını özetledik. Elbetteki Dîvân-ı Hümâyûnu, buna katılan üyeleri, ve sadâret makâmını bilmeden 1836 yılına kadar İçişleri Bakanlığının fonksiyonlarını ifa eden Sadâret Kethudâlığı anlaşılamazdı. Şunu hatırlatalım ki, bu bölümde anlatılan Osmanlı mülkî idâresinin ana hatları, diğer bölümler için bir çeşit alfabe hükmündedir. Zira dîvân-ı hümâyûn, bostancıbaşı, nişancı, defterdâr, çavuşbaşı, sadâret ve benzeri kavramları bilmeden kitabımızın diğer bölümlerini anlamak ve takip etmek mümkün değildir.

İkinci Bölümde, kitâbın ana temelini oluşturan Dâhiliye Teşkîlâtının tarihî gelişimini anlattık. Osmanlı Devletinden önceki Müslüman devletlerde ve Selçuklular gibi Türk devletlerinde bu vazifeyi ifa eden hâciplik ve polis teşkîlâtı demek olan şihne kurumunu özetledik. Daha sonra Fâtih Kânûnnâmesinde yer almasından ta 1836 yılına kadar Osmanlı içişleri bakanlığı diyebileceğimiz Sadâret Kethudâlığı üzerinde durduk. Bunların tayinleri, ma’âşları, seçimlerinde riâyet edilen husûslar ve azilleri konusunda, kanaatimizce yeterli bilgi ve belge sunmaya gayret gösterdik. Bu konudaki araştırmalardan elimizden geldiği kadar istifade etmeye çalıştık.

Bu dönemde görev yapan sadâret kethudâlarının tamamının hayat hikâyesini bu kitaba almak mümkün idi. Ancak bu kitabın muhtevasını lüzumsuz yere arttıracağından, biz nümune olsun diye bazı sadâret kethudâlarının hayatlarını özetle vermeye çalıştık. Özellikle Nevşehirli İbrahim Paşa döneminden sonra, kethudâlar İrâde-i Seniyye ile tayin edildiğinden bu döneme ayrı bir önem verdik. 1836 yılına kadar uzanan bu süre içinde vazife yapmış sadâret kethudâlarının listelerini ve dipnotlar halinde çoğunluğunun hayat hikâyelerini ve şahsî vasıflarını eserimize dercetmeye çalıştık. Ulaştığımız en önemli netice, Hâriciye Nezâreti demek olan reisülküttâblık ile Dâhiliye Nezâretini karşılayan sadâret kethudâlığı konusunda, makama gelen şahsiyetlerin, ilmî ve idârî kabiliyet ve dirâyetleri ile tecrübeleri husûsunda atbaşı gitmeleridir. Yani Osmanlı Devleti sadâret kethudâlığı makamını temel görevler arasında kabul etmiş ve bu makama gelenlerin tamamının hayat hikâyeleri ve me’mûriyet safhalarını arşiv belgeleriyle tesbit eylemiştir.

Üçüncü Bölümde, Batıdaki idarî reformlardan etkilenerek onları taklide çalışan II. Mahmud döneminde başlayan hareketli ve istikrarsız İçişleri Bakanlığı teşkîlâtını, bütün yönleriyle ve belgelerle ortaya koymaya çalıştık. 1836 tarihinde Sadâret Kethudâlığı yerine kurulan ve bir tek bakanla (Pertev Paşa) devam edebilen kısa süreli Umûr-ı Mülkiye Nezâretinin kuruluşu ile alakalı fermân ve hükümler; 1837 yılında bu ismin Dâhiliye Nezâretine çevrilmesi, sonradan yine ilgası ve ikinci kuruluşla alakalı bilgiler ve belgeler; 1869 tarihinde Dâhiliye Nezâretinin tekrar iadesine ve kısa zaman sonra tekrar ilgasına dair gerçekler ve nihayet 1877 yılında yeniden kurulan Dâhiliye Nezâretinin Cumhuriyete kadar devam eden teşkîlâtına ait bilgi ve belgeleri ayrıntılarıyla inceledik.

Bu bölümde Dâhiliye Nezâretine tayin edilen bütün şahsiyetler hakkında bilgi verdik ve Osmanlı döneminde çıkarılan mecmû’aları ve gazeteleri mümkün mertebe tarayarak fotoğraflarını, birisi hariç, kitaba koymaya muvaffak olduk. En önemlisi de Dâhiliye Nezâreti ile alakalı Osmanlı Arşiv belgelerinin tasnifini ve kısa bilgilerini ihmal etmemeye çalıştık. Dâhiliye Nâzırlarının tamamının hayat hikâyesini kitabımıza aldık; ancak dâhiliye nâzırı demek olan sadâret müsteşârlarının hayatlarına da önemli ölçüde değindik.

Şunu itiraf edelim ki, Dâhiliye Müsteşârlarının tam bir listesini verdiğimiz söylenemez. Ancak Osmanlı Arşiv belgeleri arasında bulduğumuz kadarıyla kitaba almaya gayret gösterdik.

Dördüncü Bölümde ise, Osmanlı Devletinde Dâhiliye Nezâretine yardımcı olan yahut onun bazı fonksiyonlarını tarih boyunca ifa eden bazı idârî ve mülkî kuruluşları inceledik. Bunlar arasında ihtisâb teşkîlâtı demek olan belediyeleri; asırlarca İstanbul’un güvenliğinden sorumlu olan Yeniçeri Teşkîlâtı ve bunun yerini alan Makâm-ı Seraskerîyi; Emniyet Teşkîlâtının kısmen de olsa karşılığı olan Subaşılık, Asesbaşılık ve Çavuşbaşılık gibi teşkîlâtları ve bunların Tanzîmât sonrası yeni şekilleri olan De’âvî Nezâreti, Tophâne Müşîriyeti ve Nezâreti, Zabtiye Müşîriyeti ve Nezâreti hakkında doyurucu bilgiler vermeye çalıştık ve kuruluş belgelerini açıkladık.

Burada zikretmemiz gereken bir nokta da şudur: Polis teşkilâtının bu adla kuruluş ve ilk nizâmnâmesinin hazırlanış tarihi 1845 olduğunda şüphe yoktur. Ancak aynı şey Jandarmanın bilinen kuruluş tarihi için geçerli değildir. Bu zamana kadar Jandarma Teşkilâtının kuruluşu 1869 yılına bilinmekte ve asâkir-i zabtiye ilk jandarma olarak değerlendirilmektedir. Bize göre Jandarma Teşkilâtının aynı isimle kuruluşu Sadrazam Said Paşa zamanına yani 1880 yılında ilk Nizâmnâmenin hazırlanışı ve ilk Jandarma Umum Kumandanının tayin edilişi zamanına rastlar. Sadrazam Said Paşa’nın Jandarma adıyla kolluk kuvveti kurulması emri ise, 1979 yılına rastlamaktadır. Ancak asâkir-i zabtiye terimini jandarma olarak yorumlarsanız, 1869 yılı da doğrulanmış olur.

Beşinci ve son bölümde ise, Osmanlı Devletinde ve özellikle de Tanzîmât sonrası vücuda getirilen Dâhiliye mevzuatının temel düzenlemelerini kitâbımıza almaya karar verdik. Ayrıca Zabtiye ve Asâkir-i Zabtiye, Polis ve Jandarma ile alakalı nizâmnâme ve talimâtları da yayına hazırladık. Bunların bazıları yayınlanmaya çalışılmış ise de, bazan yarıya yakını ilmî hatalarla dolu olduğunu esefle müşâhede eyledik. Bu kitabın aynı zamanda kısa da olsa bir Jandarma ve Polis teşkilâtları tarihi olması bizi sevindirmiştir.

Not: Eseri hazırlamaya teşvik eden Seyfullah Hacımüftüoğlu’na; Takdim yazarak bizi şereflendiren Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a; İçişleri Bakanımız Efgan Ala bey’e; Eserin çıkması için adım adım çalışmalarımı takip eden Selim Çapar bey’e; Türk İdari Araştırmaları Vakfı’na ve Finansör olan Türk Hava Yolları’na teşekkürlerimi arz ediyorum.

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

E akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof. AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz

Televizyonsuz Ev mi olur?

Bazen evimizde ağırladığımız dostlarımız evde televizyon olmadığını görünce şaşkınlıkla sorarlar, ‘aaa sizde televizyon yok mu?’ diye… ‘Evet bizde televizyon yok’ deriz. ‘E peki ne yapıyorsunuz evde’ diye gelir sorunun devamı…

 
Bizde uzun uzun anlatırız neler yaptığımızı… Yakın zamanda bir dostumuz da ‘bu yaptıklarınızı kaleme alsanız ya’ deyince bizde bir nevi sosyal sorumluluk projesi algılayıp ailece oturup bu yazıyı kaleme aldık.
 
Ebeveynler evi genelde dinlenme yeri olarak görür ve kafa dinlemek isterler. Ancak televizyonlu evlerde kafa dinlemek yerine kafa şişirme işlemine tabi tutulurlar. Gerilim filmlerini aratmayan haberler, asmalar, kesmeler, boğazlamaları izleyip iyice gerilip kızgın demir olduktan sonra bir de üzerine gerilim filmleri izler iyice ele avuca gelmez, konuşulmaz, yanına yaklaşılmaz bir hal alırlar.
 
Bu derece negatif yüklü bir ebeveynin, çocuklarının ‘çocukluklarına’ ne derece tahammül edebileceğini hayal bile etmek istemiyorum. Çocukların çocukluklarını özellikle vurguluyorum. Çünkü çocuğun işi çocukluk yapmaktır. Yani hoplayıp zıplamak, oyunlar oynamak sizin de ona eşlik etmenizi istemek onun en doğal hakkıdır. Ama siz onu ya kendinizle televizyon izlemeye ya da odalarda yanlızlıklara mahkum ediyorsunuz…
 
‘Bunların bütün suçlusu televizyon mu canım?’ diyenleri duyar gibi oluyorum. Tabi ki değil, ama televizyon kullanımını malesef beceremiyoruz. Kullanım derken, kumandanın düğmelerini ezbere bildiğinizi biliyorum, onu kastetmedim zaten. Ne zaman açıp ne zaman kapatacağınıza, neyi izleyip neyi izlemeyeceğinize siz karar veremiyorsunuz. ‘Akşam bir haber izleyeyim, bir de film bakarım’ diye oturup sabahlayanlarınız yok mu? İşte bakın televizyonun başında kendinize söz geçiremiyorsunuz demek istiyorum.
Peki biz ne yapıyoruz?
 
Öncelikle evliliğimizin ilk günlerinden bu yana hep aile şuuruyla hareket ettiğimizi belirterek söze başlayayım. Akşamları ailece yemeğimizi yiyip, hem yemekte hem de ardından çay faslımızda ailece zaman geçiriyoruz. Bu yazıyı yazdığım saatlerde ben salonda büyük oğlumla birlikte zaman geçirmeyi de ihmal etmezken, eşim de yan odada diğer iki çocuğumla evet hayır oyunu oynuyorlardı. Bu zaman dilimlerinde hem aile bireylerinin gününün nasıl geçtiği konuşulur, hem de doğrular yanlışlar beraber değerlendirilir. Yani bizim için zamanın altın dilimleri bu anlar…
 
Evde birlikte yapılacak çok işlerimiz vardır. Örneğin birlikte oyun oynamak, eğitici faaliyetler yapmak, kitap okumak, yavrularımızın ahlaki ve manevi eğitimlerini vermek ve haftanın belli günleri birlikte dev ekranda video izlemek bunlardan sadece bazıları…
 
Televizyonumuz yok derken bütün bütün toptancılık yapmıyoruz gördüğünüz gibi. Öyle ya, pek çok faydalı videoların yapıldığı dünyada bunlardan mahrum kalmak ciddi bir eksiklik olurdu. Bunun için biz ebeveyn olarak daha önceden kısmen araştırıp fikir sahibi olduğumuz film, dizi, belgesel veya animasyonları evde projeksiyon ile duvara yansıtıp televizyon konforundan daha yüksek bir sinema konforu ile ailece izliyoruz.
 
Bu nedenle çocuklarımız çok televizyonlu evleri gördükleri halde hiç ‘televizyon alın’ gibi bir taleple yanımıza gelmiyorlar. Çünkü bu ihtiyaçlarını daha konforlu ve seçici bir şekilde birlikte zaten karşılamış oluyoruz.
 
Evde ailece oynadığımız oyunlarımız var. Küçükken çocuklarla misket, kör ebe, saklambaç ya da benzer fiziki aktiviteleri oynamak, en çok sevdiğimiz oyunlarımızdır. Eve yorgun gelen bir babayı deşarj etmek için bu etkinliklerden daha iyi bir etkinliklik olabileceğini sanmıyorum.
 
Evde çocukların odalarında bir yazı tahtamız var. Çocukların o tahtaya hayal dünyalarını yansıtmalarını izlemek harika bir duygu. Size de benzer bir tahta almanızı tavsiye ederim, imkan yoksa aynı şeyi kağıtla da yapabilirsiniz. Evimizin en küçük bireyine evimizin üsten görüntüsünü çizmesini istediğimde bütün detayları ile evin krokisini çıkarması bizi hayretler içinde bırakmıştı. Bütün detaylar derken tüm odalardaki masa, yatak, dolap ve bunların üzerindeki en ince detaylara kadar çizilmesini kastediyorum. Bu inanın çoğu yetişkinin bile yapmakta zorlanacağı bir şeydir. Hayal dünyası kirlenmemiş bir dimağın ürünü bu şüphesiz.
 
Bu ifadelerimden sakın çocuğunu övüyor gibi bir sonuç çıkarmayın. Tüm çocuklar özeldir ve hepsi yaklaşık aynı donanımla yaratılır. Keşfedilemeyen veya üstün kabiliyetleri zamanla körelen çocuklar, sorumsuz anne babaların eseridir. Aşırı televizyon izleyen çocukların konuşmaya geç başlamaları, muhakeme kabiliyetlerinin düşük olması ve zihin tembellikleri, en çok televizyon izleyen anne ve babaların bile artık bildikleri sıradan bilgiler arasında. Ancak buna rağmen evde televizyonu bir emzik gibi, çocukları susturma aracı olarak gören anne babalar o kadar çok ki…
 
Neyse televizyonsuz hayatımızı anlatmaya devam edeyim. Hep evde durmayız tabi, güzel bahar veya yaz günleri ailece dışarı çıkıp yürüyüş yapmak, dışarıda oyunlar oynamak kış günleri kartopu oynamak en çok keyif aldığımız şeyler… Hafta sonları ise genelde gezmeye çıkıp yeni mekanlar keşfetmek, tarihi yerleri görmek, akraba ziyaretleri yapmak, eşe dosta misafirliğe gitmek ya da evimizde eş dost akraba ağırlamak yaptığımız işler arasında…
 
Çocuklar istirahate geçince az da olsa hanımla birlikte, birbirimize vakit ayırmak, sohbet etmek, birlikte kitap okumak, dertleşmek öyle büyük bir nimet ki, bu nimetin kadr-u kıymetini televizyon başında uyuyup kalan eşlerin anlamalarını beklemek tabi ki hayal olur.
 
Ben televizyonu olup da bizi hayretle sorgulayanlara soruyorum, ‘peki siz evde ne yapıyorsunuz?’ diye… ‘Çocuklarınıza veya karı koca olarak birbirinize zaman ayırabiliyor musunuz?’ ‘Çocuklarınızın okulda neler yaptıklarını, doğru mu yanlış mı yüklendiklerini kimlerle arkadaşlık ettiklerini onlardan soruyor musunuz?’ ‘Onların eğitimini sadece okuldaki (zihniyetinden bihaber olduğunuz) öğretmenine bırakıp, evde de televizyona mı emanet ediyorsunuz?’
 
Bu sorulara istisnasız hep acı cevaplar alıyorum. ‘Peki bu çocuklar bize emanet değil mi? Onları gün içerisinde kapmış oldukları bir zararlı bilgi virüsünü temizlemek yerine, onun beyne yayılması esnasında siz de televizyon başında başka virüslere maruz kalırsanız bu virüsler birgün tüm benliğinizi sardığında ne yapacaksınız?’ 
 
Çocuğun kişiliğinin neredeyse yarısından fazlasının şekillendiği 0-6 yaş döneminde her akşam asmalı kesmeli videoları izleyen çocukların büyüdüklerinde savunmasız insanları veya hayvanları asıp kesmeleri en doğal netice değil mi?
 
Netice olarak, belki başlangıçta bütün bütün hayatınızdan çıkarın demek makul bir öneri olmaz. Ama evde hakimiyeti ele geçirin. Her ortak mekanınızdaki baş köşede duran televizyonu, ortak zaman geçirdiğiniz mekanlarda değil de arasıra kullandığınız mekanlara alın. Ortak zaman geçirdiğiniz mekanlar size özel olsun.
 
Eve gelmeden evvel, ‘bu akşam çocuklarımın maddi ve manevi eğitimleri için baş başa neler yapabilirim? Onlarla nasıl daha verimli ve eğlenceli vakit geçirebilirim?’ diye düşünün. Onlarla oyun oynamayı unuttuysanız size hatırlatacak kitaplar setler bolca var, yeter ki arayın.
 
Yoksa inanın yarın çok geç olacaktır.

Yusuf Yalçın www.hanimlar.com

Ehli Sünnet İnanışı Ve Vehhabilerin İthamlarına Reddiye

Birinci harbi umumiden ve hilafetin kaldırılmasından sonra özellikle İngilizlerin; gerek Türkiye de gerek İslam aleminde İslamiyet’i sünnet ve cemaatle muhafaza eden ve ehli sünnet ve cemaat denilen, Müslümanların % 90‘ını teşkil ve İslamiyet’in ana ekseni olan inanışı tahrip etmeye yönelik planlı icraatlarının (medreselerin kapatılması, tarikatlara bid’aların sokulması, hakiki susturulmaya çalışılması gibi) son yıllarda menfi tezahürleri maalesef artmaya başlamıştır.

  Bu cümleden olarak özellikle Arap aleminde ve kuzey Afrika’da harici vehhabi zihniye sahip dışlayıcı, sığ, tekfirci, ilmi derinliği ve geleneği olmayan katı zahirci Müslümanların ve örgütlerin çoğaldığı ve tesirlerini artırdığı aşikar bir şekilde görülmektedir. Bu zihniyet ve davranışları ittihadı İslam’a fevkalade zarar verdiği gibi hakiki İslamiyet’i dünyaya tanıtmaya da perde olmaktadır.

  Son yıllarda bu zihniyet sahiplerinin bizim ülkemizde de tesirlerini artırdıkları ve özellikle de Rısale-i Nura ve üstadımıza da planlı ve bilinçli bir şekilde taarruz ettikleri, bu iddia ve iftiraların cemaatimize ve kardeşlerimize ulaştığı, onları bazen şüpheye düşürdüğü veya cevap verme noktasında çaresiz kaldıkları pek çok örnekle müşahede edilmiştir. Risale-i Nur gerçi ehl-i imanla mübareze etmez dinsizlik ve zındıka ile mücadele eder. Fakat bu itirazlara ve ithamlara cevap vermemizi üstadımızda mektuplarında tavsiye ediyor.

  İşte bu çalışma hem bu ithamların en önemlilerine cevap vermek hem  ehli sünnet itikadını Türkiye’de Risale-i Nur’un muhafaza ve temsil ettiğini göstermek hem ehli sünnet inanışının esaslarını cemaatimize ders vermek ve bu noktada onları şuurlandırmak için yapılmıştır. İnternet ortamında bu iddialara cevap verilmişse de herkesin bu cevaplara ulaşamadığı ve böyle  bir çalışmanın olmadığı nazara alınarak; hem konulara hem ithamlara çok teferruata girmeden ana hatları ile hülasa izahlar yapılmış ve cevaplar verilmiştir. Veminellahittevfik

Hamidiye İlim ve Kültür Vakfı

www.NurNet.org

Kitabı indirmek için tıklayın

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version