Van Depreminde Vefat Eden Vatandaşlarımız İçin Mevlid-i Şerif!

Suffa Vakfı Sosyal ve Kültürel Faaliyetler Koordinatörlüğünün 11 Mart 2012 Pazar günü Süleymaniye Camii’inde öğle namazını müteakiben; Van depreminde vefat eden vatandaşlarımıza ve tüm şehitlerimize ithafen Ülkemizin seçkin Hafızları tarafından Mevlid-i Şerif ve Kur’an-ı Kerim ziyafetine tertiplenecektir.

Bu Kur’an-ı Kerim ziyafetine davetlisiniz.

Program ayrıntıları:
YER: SÜLEYMANİYE CAMİİ
TARİH: 11 MART 2012 PAZAR
SAAT : 13:00 (ÖĞLE NAMAZINI MÜTEAKİBEN)

PROGRAM KATILIMCILARI
· FATİH CAMİİ İMAM HATİBİ HAFIZ OSMAN ŞAHİN
· SÜLEYMANİYE CAMİİ İMAM HATİBİ HAFIZ EKREM NALBANT
· KUR’AN-I KERİMİ GÜZEL OKUMA DÜNYA BİRİNCİSİ
HAFIZ ALİ TEL
· KUR’AN-I KERİMİ GÜZEL OKUMA DÜNYA BİRİNCİSİ
HAFIZ BÜNYAMİN TOPÇUOĞLU
· DÜNYA HAFIZLIK BİRİNCİSİ HAFIZ MUSTAFA
KIZILCAOĞLU
· KUR’AN-I KERİMİ GÜZEL OKUMA DÜNYA BİRİNCİSİ
HAFIZ MEHMET BİLİR
· SÜLEYMANİYE CAMİİ İLAHİ KOROSU

Suffa Vakfı

Kıbrıs’ta Kur’an hizmetlerine ihtiyaç var

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde iman ve Kur’an hizmetleriyle alakadar olan, Kıbrıs İlim Kültür ve Hizmet Vakfı Başkan Yardımcısı Hüseyin Sağer Risale Haber’e konuştu. Üniversite yıllarındayken Risale-i Nur’ların kalplere nüfuz eden ihlaslı dersleri ve Kur’an ayetlerinin günümüz teknik ve sanayisinden haber vermesinden çok etkilendiğini belirten Hüseyin Sağer’le Kıbrıs’ın dünü ve bugünü hakkında söyleşi yaptık.

Sizi tanıyabilir miyiz?

1956 yılında Kıbrıs’ta doğdum. Ortaöğretimi Gazimağusa’da, yüksek öğrenimimi 1979’da Ankara Öğretmen Okulu’nda tamamladım. KKTC Turizm Bakanlığı ve öğretmen kadrosunda çalıştım. Emekliyim ve Kıbrıs İlim Kültür ve Hizmet Vakfı’nda yöneticiyim.

HARBİN İÇİNDE ÇOCUK YAŞLARDA SİPERLERDE GEÇİRDİĞİMİZ GECELER ÇOK SIKINTILIYDI

Kıbrıs Barış Harekatı dönemi size neler hatırlatıyor?

1974 barış harekatı öncesi dönemlerde ayrı bir toplum statüsünde bulunduğumuz halde Rumların baskı ve hakimiyeti altında birçok hürriyetlerden mahrum kalarak zor günler geçirdiğimizi hatırlıyorum. Özellikle harbin içinde çocuk yaşlarda siperlerde geçirdiğimiz geceler çok sıkıntılıydı. O zamanlar esir düşen, şehit olan arkadaşlarımızı halen unutamıyorum. Barış harekatı ise bize kurtuluş ve hürriyet kazandıran sevinç günlerimiz oldu.

Kıbrıs’ın iktisadi ve sosyal durumunu nasıl?

Gerçekleri söylemek çoğu zaman acı olabilir. Fakat saklayıp örtbas etmenin zarar ve vebali daha çoktur. KKTC’nin iktisadi durumu iyimser gözükmüyor. Anavatanın desteği kesilse ekonomimizin batacağını düşünüyorum. Çünkü tarım ve sanayisi gelişmemiş. Turizmi uluslararası ulaşımdan faydalanamadığından sektör olarak düşük kapasitede çalışmaktadır. Eğitim sektörü mevcut beş üniversite ODTÜ ve İTÜ kampüsleri sayesinde yüksek döviz getirisine sahip olduğu halde bu okullarımızda devamlı öğrenci kaybı yaşanmaktadır. Devletin mahalli gelirleri yerel giderlerini karşılayamadığından bütçe açıkları var. Kamuda fazla devlet memuru ve görevli istihdam edildiğinden personel maaş-ücret giderleri çok yüksek rakamlarda. Sosyal hayatta da refahın körüklediği kontrolsüz alkol satışları, emniyeti meşgul eden esrar kullanımı, okullardaki başarı seviyesinin düşmesi, yasalarla korunan betting-house ve kumar oyunlarının yaygınlaşması, intihar teşebbüsleri ve boşanma oranlarının artması gibi üzücü olaylar bizleri gerçekten müteessir etmektedir.

BENİ RİSALE-İ NUR SOHBETLERİNE GÖTÜREN VE REHBER OLAN SINIF ARKADAŞLARIMA ÇOK MİNNETTARIM

Risale-i Nurları nasıl tanıdınız?

Biz ortaöğretim süresince geleneksel ve örgün din eğitimi alamadığımızdan hem İslam dinini hem de söz konusu Risale-i Nur tefsirlerini ancak Türkiye’de yüksek öğrenim görürken etrafımızdaki dindar arkadaşlarımızdan tanıdık. Özellikle beni Risale-i Nur sohbetlerine götüren ve rehber olan sınıf arkadaşlarıma çok minnettarım. Ben Risale-i Nur’ların kalplere nüfuz eden ihlaslı dersleri ve Kur’an ayetlerinin günümüz teknik ve sanayisinden haber vermesinden çok etkilenmiştim. Bütün ömrüm boyunca Risale-i Nurların cazibesini hissetmekteyim.

ANTEPLİ NAZIM GÖKÇEK AĞABEYİN ÇOK EMEĞİ OLDU

Kıbrıs’ta Risale-i Nur hizmetleri nasıl başladı ve şu andaki durumu nedir?

Kıbrıs’ta istikrarlı ders yapılması 80’li yıllarda Kıbrıs’ta görev yapan arkadaşlarımın iştirakleriyle Lefkoşa’da açtığımız dershanemizle başladı diyebilirim. Özellikle öğretmen Halil Çokaklı ağabeyimizin askerlik sonrası Türkiye’ye gitmeyerek dershanede kalma fedakarlığını göstermesiyle çok istifademiz oldu. Hizmetler kendi çevremizde inkişaf etmeye başladı. Fakat Kıbrıslı arkadaşlarımızdan çok Türkiye’den gelen göçmenler ve gençler sahip çıktı. Bu arada bizlere bilhassa Antepli merhum Nazım Gökçek ağabeyin çok emeği oldu. Cenab-ı Hak ondan ebeden razı olsun. Benim Gazimağusa’da öğretmenlik yıllarımda gençler derslerimize katılmaya başladı. KKTC’de üniversitelerin açılmasıyla dershanelerimizde kalan talebe kardeşlerimizin sayısı çok arttı. Bu arada bazı din düşmanlarının aleyhimizdeki iftira ve saldırılarına sabrediyorduk. Şimdi ise Nurları çok vatandaşımız tanıdı. Bizim müspet iman hizmetimizi hem medya hem emniyet biliyor. Anavatandan devamlı gelip giden akademisyenler, ziyaretçiler ve hizmet ehli ağabey ve kardeşlerimiz sayesinde artık koordineli ve verimli programlar yapabiliyoruz.

ÇOCUKLARIMIZI TÜRKİYE’DEKİ KUR’AN KURSLARI VE İMAM HATİPLERE GÖNDERİRKEN ÇOK SIKINTILAR ÇEKTİK

Son zamanlarda Türkiye’nin de gündemini meşgul eden, Kıbrıs’ta din eğitimi ve Kur’an kursları ile ilgili tartışmları nasıl değerlendiriyorsunuz?

KKTC anayasasıyla din-ahlak dersleri devletin denetiminde yapılması izni gelinceye kadar çocuklarımız bu derslerden mahrum kaldı. Fakat Eğitim Bakanlığı bu dersleri okutacak öğretmen almadığı için Türkiye’den gelen din görevlileriyle yürütülmeye çalışıldı. İktidarın garazkar tutumlarıyla bu arkadaşlara çeşitli bahanelerle (ilahiyatçı değil-pedagojisi yok gibi) rahat görev yaptırılmadı. Bu arada Gazimağusa’daki tek Kur’an Kursu da polislerin soruşturmasıyla kapatıldı. Biz çocuklarımızı Türkiye’deki Kur’an Kursları ve İmam Hatiplere gönderirken çok sıkıntılar çektik. Sonraları TC Büyükelçiliğinin okullarda din dersi öğretmenlerini görevlendirmesiyle bu dersler istikrar kazanırken geçmiş hükümetlerden birisi liselerdeki normal din-ahlak derslerinin seçmeli statüye geçirme ihanetini bile yapmıştır. Birkaç yıl önce özellikle Türkiye göçmenlerinin çocuklarını Kıbrıs ve Türkiye’deki yaz Kur’an kurslarına gönderme teşebbüsü yayılınca bunu hazmedemeyen din düşmanı bazı sendika yetkilileri hadlerini aşarak bu kursları basıp çocuklarımızı tahkir ve rencide etmişlerdir. Bunların bu cürmü emniyet yetkililerine defalarca ihbar edildiği halde suçları hasır altı edilmiştir. Şimdiki durum ise; anavatanın teşviklerine rağmen yetkililer birkaç sendikacının yaygaralarından korkarak müftülüğün asli vazifesi olan Kur’an öğretmeyi yasal bir düzenleme yaparak halletmekten kaçıyorlar. Maalesef yazın açılan dini bilgiler kursunda Kur’an okutmak yasak(!)

Kıbrıs İlim Kültür ve Hizmet Vakfı uluslararası “Bediüzzaman’a Göre İman ve Ahlak” konulu paneller düzenlendi. Bunun hakkında bilgi verir misiniz?

İlki 2004 yılında Gazimağusa’da, ikincisi 2005, üçüncüsü 2011 yıllarında Girne’de olmak üzere İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nın da işbirliği ile yapılan konferans ve panellerin vatandaş ve öğrencilerden rağbet gördüğünü söyleyebilirim. İzin alarak zor şartlarda gerçekleşen bu organizasyonlar halkın imana ve İslam alimlerine olan ihtiyacını ortaya çıkaran tezahürlerdir. Önceki yıllarda Kıbrıs’ta hürriyetlerin tam inkişafı, hakkı-hakikati araştırma meylinin yayılması, inançlı hayatın insana kazandırdığı huzur ve saadetin anlaşılması ile bu memleketin de aydınlığa kavuşacağı ümidindeyim. Tabiki bu da fedakar meslektaşlarımızın çalışmalarına bağlıdır. Evet, şu istikbal inkılabı içinde duyacağımız en gür seda İslamın sesi olacağı kanaatindeyim.

Bir mesajınız var mı?

Anavatandaki tüm ağabey ve kardeşlerimize evvela selam ve hürmetlerimizi iletiyor ve kendilerinden Kıbrısımız için hayır dualarını bekliyoruz. Cenab-ı Hak, Risale-i Nur dershanelerini Kıbrıs’ta Hala Sultan’ın verdiği nurlar gibi, tüm kasabalarda, tüm şehirlerde, tüm adada, bütün sınırları aşarak ve topyekün bu millet Allah’ı tanıyana kadar açtırsın ve bu asrın fehmine Kur’anın bir dersi olan Risale-i Nur’u hem bütün alemin hem bu toprakların kanun-u esasisi yapsın.

Ömer Çelebi / Risale Haber

Kadının İslâm’daki yeri nedir?

Bugün 8 Mart Dünya Kadınlar Günü… Peki İslam’da kadının yeri ve önemi nedir? Sizler için Mehmet Kırkıncı hocamızın İslam’daki kadının yeri, yazısını paylaşıyoruz…

İslâmiyet kadına pek büyük bir mevki ve şerefli bir makam vermiştir. Cenab-ı Hakk bir ayet-i kerime de “Ana-babanıza öf bile demeyin” (İsra Sûresi, 28) buyurmuştur.

Efendimiz Hazretleri de, “Cennet anaların ayakları altındadır.” (Suyûtî, el-Camiü’s-sağir, 3642) buyurmakla validelere çok büyük bir makam vermiştir. Bu münasebetle, İslâm’da kadın-erkek eşitliği olmadığı şeklindeki itirazlara kısaca temas edelim:

Cenab-ı Hakk sonsuz hikmetler sahibidir. Mahlukatını, hikmetinin iktizasına göre, istediği gibi yaratır. Bazısına diğerinden farklı kabiliyetler ve meziyetler verir. Hiçbir mahlukun, bu hüküm ve iradeye müdahale etmeye hakkı yoktur.

Allah, erkekler ile kadınları her yönden eşit yaratmamıştır. Bu iki cinsi her cihetle eşit kılmaya çalışmak ancak fıtratı değişmekle mümkündür, bu ise muhaldir. Erkeğin ve kadının mahiyetleri bir çok cihetle farklılık gösterir. “Hüküm çoğunluğa göre verilir” kaidesinden hareketle şöyle diyebiliriz: Erkekler, “güç ve kuvvette, teşebbüs kabiliyetinde, cesarette”, kadınlar ise, “şefkatte, hassasiyette, vefa ve sadakatte” daha ileridirler. Gerek kadının gerek erkeğin birbirinden üstün tarafları vardır. Aile çatısı altında, her iki tarafın üstün meziyetleri birleştirilir ve böylelikle ailenin ihtiyaçları yanında, saadeti de temin edilmiş olur.

Erkeklerin güç ve kuvvet yönünden daha ileri olmaları sebebiyle, Cenab-ı Hakk, ailenin sorumluluğunu, birinci derecede, erkeklere yüklemiştir. Erkekleri, kadınların ihtiyaçlarını yerine getirmek, onları maddî ve manevî her tehlikeden koruyup gözetmekle mükellef kılmıştır. Bu hakikat şu ayet-i kerimede açıkça beyan buyurulmuştur; “Erkekler kadınlar üzerine yönetici ve koruyucudurlar. Çünkü bir kere Allah bazılarını diğerlerinden üstün kılmıştır. Bir de erkekler mallarından (kadınlarına) nafaka verirler. Onun için iyi kadınlar, itaatkardır. Allah onları (kocalarının himayesine vermekle) koruduğu gibi, onlar da gaybı (namuslarını ve kocalarının mallarını) korurlar.” ( Nisa Sûresi, 34)

İslâmiyet erkeğin kadına karşı yaptığı bu ihsanlara karşı kadına da kocasına karşı itaati vacip kılmış ve bu itaati ibadet saymıştır. Bu ayet-i kerime bir taraftan erkeklerin hakimiyetini, diğer taraftan da kadınların kıymet ve faziletini ders veriyor.

Şu var ki, aile reisi olmak başkadır, Allah katında üstün olmak daha başkadır. Kur’an-ı Kerime göre, üstünlüğün ölçüsü cinsiyet değil takvadır. Takva ise en kısa ifadesiyle, Allah’tan korkmak, günahlardan sakınmak, Onun razı olmadığı hareket, tavır, hal ve sözlerden uzak durmak, Onun rızasına ermeyi en büyük maksat bilip, bunu kaybetmekten son derece korkmaktır.

Aile içindeki nizam ve ahengin devamı için erkeğin aile reisi olması ve kadının da ona itaat ile mükellef kılınması zarurîdir. Mutlak eşitlik bu itaati kırmakla ailedeki nizamı bozar; huzur ve saadeti mahveder ve çoğu zaman boşanmalara yol açar.

Kadının erkeğine itaati ne kadar lazım ise, erkeğin de kadının hak ve hukukunu gözetmesi o kadar vaciptir. Buna göre İslâmiyet’te “kadınların erkeklere esir oldukları” iddiası tamamen batıldır. Aksine İslâm’da kadın erkekten daha fazla zevk ve sefa imkanına sahiptir. Zira İslâm, erkeği kadının nafakasını temin ile mükellef kılarken, kadını bundan muaf tutmuş, bunun yerine kadına en zevkli bir vazife olarak “çocuk terbiyesini” vermiştir. Bunun içindir ki, Allah, şefkat hissini kadınlara, erkeklerden çok daha fazla lütfetmiştir.

Bugün kadın hürriyeti diye ortaya atılan şeyler, kadınların ancak sefahate düşmelerini ve sefaletlerini netice vermiş, izzetlerini zillete çevirmiştir. İslâmiyet ise onların iffet ve namuslarını muhafaza altına almakla, şeref ve haysiyetlerini korumuştur.

Bazı çevreler, İslâm’ın örtünme emrini kadının hürriyetinin kısıtlanması şeklinde takdim ediyorlar.

Öncelikle şunun bilinmesi gerekir: Kadınların örtünmeleri bütün semavi dinlerin ortak hükmüdür. Rahibelerin örtünmeleri bunun açık bir delilidir.

Öte yandan, örtünme sadece kadınlar için değil, bütün insanlar için fıtrî bir vazifedir. Hiçbir millette erkeklerin veya kadınların çıplak olarak gezdikleri görülmez. Ancak örtünmenin sınırında münakaşa vardır. İslâmiyet’e göre kadın, yabancı erkeklerin şehvetlerini tahrik edecek bütün azalarını örtmekle yükümlüdür. Böylece, dünyada haysiyet ve şerefini, ahirette ise ebedi saadetini kurtarmış olur. Öte yandan, kadınlar, İslâm’ın men ettiği şekilde açılıp saçılmakla, erkekleri günaha sokmakta ve “sebep olan işleyen gibidir,” hükmünce, onların günahlarının bir katı da kendilerine yazılmaktadır. İslâm, örtünme emriyle kadınları bu tehlikeden de muhafaza etmiş olur.

Mehmet Kırkıncı / Sorularla İslamiyet

Hz. Peygamber’i (s.a.v) anlatmak

Kutlu Doğum Konferansı için davet edildiğim yerlerden birinde protokol konuşması yapan herkes konuşmasını kısa tuttu. “Sözü sahanın uzmanına bırakıyorum.” diyerek topu bana attı. Nihayet kürsüye davet edildim. Besmele’den sonra sözlerime şöyle başladım:

Hakkında çok düşünmüş, çok konuşmuş, çok yazmış hatta bu hususta kitap çıkarmış bir kardeşiniz olarak diyorum ki: Allah Resülü Efendimizi anlatmak ne hakkım, ne de haddim. Ama neyliyeyim Rabbim bu görevi ifa etmem için bu gün benim burada olmamı takdir buyurmuş. Ben de beni buraya gönderen Rahmet-i Sonsuz’dan bu zor işi başarabilmek için bana kolaylıklar ihsan etmesini, engin lütfundan niyaz ediyorum.

Ona benim hamdim kâfi gelmez. Başta Kendi hamdini, sonra bütün peygamberlerin, özellikle bütün hamidlerin sultanı son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v) hamdini kendisi’ne takdim ediyorum. Konumuz ve kâinatın konusu olan Sevgili Peygamberimiz’e de sonsuz salat ve selamlarımı arz ediyorum.

Hz. Peygamberi anlatmak, gerçekten sanıldığı kadar kolay değil. O’nu en iyi tanıyan ve anlayanlar dahi O’nu anlatmakta aciz kaldıklarını itiraf etmişler. Mesela Hassan b. Sabit: “Ben sözlerimle Hz. Muhammed’i (s.a.v) övemedim; Hz. Muhammed’i (s.a.v) övmekle sözlerime değer ve kıymet kazandırmış oldum.” demiştir.

Hassan bin Sabit’in (r.a) bu sözünü, 19. sözünün başına koyan Çağın Büyük Düşünürü, bana göre emsali bulunmayan 19. sözü için: “Bu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan Hz. Muhammed’in (s.a.v) güzellikleridir.” diyerek sözündeki güzelliğin sırrını açıklamış, Sözler’ine gelen güzelliğin o güzelden geldiğini ilan etmiştir.

Yine çağımızın Hz. Muhammed (s.a.v) Sevdalısı, “Sonsuz Nur” adıyla ortaya koyduğu iki ciltlik eserinde Efendiler Efendisi’ni anlattığı halde kendi kendine soruyor ve: “Beş yaşından beri başını secdeye koyan ve O’nun boynu tasmalı kapısının “kıtmir”i olduğunu söyleyen ben, O’nu tam anlatabildim mi? Hayır. Eğer beşeriyet O’nu tanısaydı, mecnun olur, yollara düşerdi.” demiştir. Onlar böyle derken Allah Resûlü’nün bendelerinin bendesi olan ben, O’nu nasıl anlatabilirim veya anlatabildim, iddiasında bulunabilirim.

Bir insan düşünün, okyanusa parmağını batırıyor, geri çekiyor. Okyanustan bu insanın parmağına bulaşan ne ise, bizim Efendiler Efendisi hakkındaki anlattıklarımız işte o kadardır.

ONU ASIL ANLATILABİLİR Kİ?

Hayatında malayanisi olmayan, yani ciddiyetsiz ve lüzumsuz işi bulunmayan, gayr-i meşru eğlencelere tenezzül etmeyen,

Heva ve hevesden konuşmayan, konuşmaları ya vahiy, ya da vahiy kontrollü olan,

Zikirsiz, fikirsiz ve şükürsüz hali olmayan,

Sîreti-sûreti, kalbi-kalıbı, halkı-hulku, içi-dışı, sözü-sohbeti, hali-dili, eli-yolu, adı-yadı, Kitabı ve Dini güzel olan,

Kendisinden önce geçmiş bütün zamanların zulüm ve ahlaksızlık birikimini 23 sene gibi çok kısa zamanda söküp atan,

Bütün peygamberlerin özellik ve güzelliklerinin doruk noktasında bulunan,

Geçmiş ve geleceğe ait ilimlerle donatılan,

Her güzel insanın ve her güzel kitabın ilham kaynağı olan, sözleri ve ahlakıyla kendisinden bahseden her kitabı ve her insanı süsleyen,

Hayatında karanlık kalmış bir noktası dahi bulunmayan, her noktasından güzellikleri görülen, hem Hakk’a, hem de halka karşı görevlerini en güzel yapan, tükenircesine gayret sarfeden, bununla beraber “tam yapamadım Allahım!” diyen, inleyen, affını isteyen, hep mahcup ve mahzun yaşayan,

Duadan, istiğfardan ve niyazdan bir an uzak durmayan,

Yaşamaktan çok yaşatmayı, yemekten çok yedirmeyi, içmekten çok içirmeyi, giymekten çok giydirmeyi seven,

Muhtaçların sıkıntıları için borçlanan, borçluların borcunu üstlenen,

Hiç kimseye hakaret etmeyen, kendisine hakaret edenleri affeden,

Kendisine kan kusturanların düzelmesine, İslam’la tanışmalarına, Allah’la barışmalarına dua eden…

Bedevilere dahi medenice muamele eden,

Şakalarında dahi ders, ibret ve letafet bulunan,

Namazını vaktinde, hem de cemaatle kılan, savaşta dahi olsa bundan taviz vermeyen, namazını kazaya bırakmayan,

İncinen ama incitmeyen, incitenleri affeden,

Hanımlarına, arkadaşlarına, çocuklarına vefalı, şefkatli davranan,

Eşlerin birbirine Allah’ın emaneti olduğunu söyleyen, ihaneti, hiyaneti ve aldatmayı haram kılan,

Çocukların cennet kokusundan olduğunu, kızının saçlarını koklayıp, onların arasından cennetin kokusunu aldığını, üç kızı veya üç kız kadeşi olup onlara iyi davrananlara cennetin vacip olduğunu söyleyen, bunları kız çocuklarının hor görüldüğü, diri diri kumlara gömüldüğü, kuyulara atıldığı devirlerde ifade eden,

Olumlu inkılaplarıyla insanlığın yüzünü güldüren…

Kendisinden önce geçen peygamberlerin ve kitapların müjdelediği ve Allah’ın övdüğü

Bir rahmet peygamberini,

Bir haya ve edep peygamberini,

Bir nezaket ve zerafet peygamberini,

Bir ilim ve fazilet peygamberini,

Bir güzel ahlak ve medeniyet peygamberini,

Bir adalet ve hukuk peygamberini,

Bir barış ve kardeşlik peygamberini,

Bir düzen ve disiplin, bir plan ve program peygamberini,

Bir faaliyet ve aksiyon peygamberini,

Bir diyalog ve iletişim peygamberini,

Dünya ve ahiret halklarının muhtaç olduğu bir peygamberi elbette anlatmak kolay değil. Bunlardan başka bir de Peygamberi anlatmak için, Onu anlamak, tanımak ve Ona (s.a.v) kara sevda ile sevdalanmak gerekir. Bunu da hepimize lutfetmesini Latif-i Kerîm’den niyaz ediyorum. Allah Teala bizleri affeylesin. Onun (s.a.v) şefaatine layık ve nail eylesin.

PROBLEMLERİMİZİN TAMAMI ASLINDA TEK BİR PROBLEMDİR

Bir zaman Zonguldak’ta “Problemlerimizin Çözümünde Hz. Peygamber’in Yeri” konulu konferansımda söylediğim bir cümleyi bu gün de söylemek istiyorum: “Problemlerimizin tamamını tek bir probleme indiriyorum. O da: Bütün insanlığın son kitabı olan Kur’an’ı ve onu bize getiren, hayatıyla yaşayan Peygamberimiz Hz.Muhammed’i (s.a.v) tanıyamayışımız ve o ikisine karşı görevlerimizi yapamayışımızdır.

Şahsî hayatımızın, aile hayatımızın, toplum hayatımızın, siyasî hayatımızın, ticaret hayatımızın, eğitim hayatımızın ruhu HZ. MUHAMMED (s.a.v), aklı da KUR’AN’dır. Hangi insanda, hangi ailede, hangi toplumda, hangi siyasette, hangi ticarette, hangi eğitimde bu ikisi, yani Kur’an ve onun uygulayıcısı Hz. Muhammed (s.a.v) yoksa; o insanda, o ailede, o toplumda, o siyasette, o ticarette, o eğitimde kıyamet kopmuştur.

Bir kitap düşünün 114 suresinin başında Bismillahirrahmanirrahim bulunsun, rahmetten şefkatten, adaletten ve hikmetten, ihlasdan ve îsardan, insan haklarına ve emanete riayetten bahsetsin, bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek kadar büyük bir cinayet olduğunu söylesin, bir peygamber düşünün, besmelesiz başlanan işlerde rahmet ve bereket olmadığını söylesin, kendisi som rahmet, som adalet, som huzur ve güven, som vefakârlık ve fedakârlık olsun; siz yerdekilere acıyın ki, göktekilerde size acısın, merhamet etsin, buyursun. Böyle bir kitabın ve böyle bir peygamberin müminleri neden problemlerle boğuşur, neden anarşi ve terörden yakasını kurtaramaz, şaşarım.

Ya Kur’an ve Peygamber anlattığımız gibi değil, diyeceğiz, hâşâ! Bunu dememize imkân yok. Bütün dünyayı aydınlatan ve ısıtan güneşi inkâr gibi bir akılsızlık ve nankörlük olur bu. Ya da bizim imanımızda ve teslimiyetimizde problem var diyeceğiz, tevbe istiğfar edeceğiz, yeniden kelime-i şehadet getirip Müslüman olacağız, yeniden kelime-i tevhidi söyleyip imana gireceğiz. Hiç şüphesiz bize gerekli olan ve yakışan da budur. Yani yeniden iman seferberliği başlatmak, ilimli ve ahlaklı müminler topluluğu oluşturmak olacaktır. İşte bunun içindir ki Çağın Büyük Düşünürü: “Ben, mesaimi yalnız iman üzerine teksif etmiş bulunuyorum.” demiştir.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Zikir Sizi Var Kılar

ZİKİR BİZİ var kılar. Biz Onu zikrederiz, O da bizi zikreder. O bizi zikredince var oluruz. Varlık Onun bizi zikrinden başka ne ki? Gerçi bizim Onu zikrimiz de Onun bizi zikrindendir ya. Var olmasak nasıl zikredeceğiz? Demek önce O bizi zikreder. O bize “ol” der. Zikreder. Biz ise olur olmaz “Elhamdülillah” der ve Onu zikrederiz. O bizim ismimizi anar, kendinden bir isim verir bize, biz Onun isimlerini anarız. İsmimiz de Ona aittir. Biz Onu en çok bize verdiği isimle anarız. Her bir elhamdülillah ardından bize yeni bir varlık kategorisi bahşeder. Elhamdülillah.

Füsus-ul Hikem’de Zekeriya fassı “Zekeriyanın Rabbini zikredişi ve zikri sonucu ona Yahya’nın verilişi” zikrin bizi var kıldığı bağlamında anlatılır. Allah Meryem suresine “Bu Zekeriya kuluna rahmetin zikridir” diyerek başlar. Allah Zekeriya’yı anar, anması Onun rahmetindendir,önce O anar, sonra ayetler “Hani o sessizce Rabbini anmıştı” diyerek devam eder. Önce Allah Zekeriyayı anar, sonra Zekeriya Allah’ı anar. Zekeriya’nın anışı sessizdir, aczini ifade eder. Allah’ın anışı rahmettir, kudretini ifade eder.

Zekeriya Rabbine şimdiye kadar dualarında hiç boş çevrilmediğini söyler, yani hamdeder, kuşkusuz her kulun duaları surette kabul veya reddedilir, bazen de ertelenir, bazen dua daha iyisiyle kabul edilir, bazen ahirete bırakılır, ancak her halde duaya cevap verilir, bu her hal, hamdedilmesi gereken kabulde de redde de en hayırlısı buymuş diyebilen imanın belirtisidir. Zekeriya imanını ikrar eder. O samimidir. Hakikaten de her zaman dua etmiş, netice ne olursa olsun hayır bilmiş, hasılı hiç eli boş dönmemiştir. Sonucu hayır bilmek eli dolduran şeydir.

Allah ona Yahya isminde bir oğul müjdeler. Allah ona hem varlık verir, hem de bir isim. Bu bizim için de geçerlidir. Her kul Allah’a teveccüh eder, bu teveccühn sonunda her kula Allah onun mizacına göre bir şey verir. Bu İbrahim’de Haliliyettir, o ona yzünü semavat ve arzın Fatırına çevirmesi ile kavuşmuştur, bu Meryem’de Betül oluştur, o buna tebettülü sayesinde kavuşmuştur. Zekeriya’da ise hafi bir zikre verilen karşılık Yahya’dır. Bu bizim için şu anlama gelir, siz acz içinde en olmayacak şeyde dahi Rabbi hafi olarak zikrederseniz, o size Hayy ismi ile tecelli eder, size bir yeni yaşam imkanı açar, mertebe-i hayatınızı yükseltir, nasılı, kişiye göre değişir. Her tevacüde(vecde yönelim), bir vecdle(bulmak) mukabele edilir.

Herkes var olmak için birşeylere tutunur. Tutunabileceklerinizin en sağlamı zikrullahtır. Herkesin Onu zikredişi de farklı farklıdır. Ancak yollar ne denli farklı olursa olsun Gaye-i Yegane O olunca sonucun hayır olması kaçınılmazdır. Çünkü Hayır bütünüyle Onun elindedir. Yalnız Onun sizi hatırlaması sizi var kılmaya yeter, Onun sizi bilmesi sizi var kılar, O sizi biliyordu, vardınız, bilecek, var olacaksınız.

Onun sizi anmasını, bilmesini salt tenzih makamında anlamayın, tüm zişuurun sizi anması, bilmesi, Onun tezahüründen başka değildir.

Biz anılmamaya bilinmemeye anlaşılmamaya dayanamayız. Bu bir kusur değildir. Çünkü O da anılmak, bilinmek, anlaşılmak ister. Biz Onun yansımasıyız. Anılmak, bilinmek, anlaşılmak, hatırlanmak arzumuz, Onun bu yöndeki arzusunun bir tezahürüdür, hem anılmamızın hem anılmasının. Yani hem “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi” madem ki anılmak istiyoruz öyleyse anılacağız. Hem de bunun illeti enemizin kıyası ile hasıl olur ki, O da anılmak ister, anlarız, Onun isteğine mukabele eder Onu anarız, andıkça var oluruz, çünkü andıkça anılırız.

Bazıları insana ilişkin her durumu çözebilecek bir tek anahtar kavram peşindedir. Bazıları bu kavramı zanlarınca bulmuştur. Sihirli bu kavram onların her duruma gösterdikleri bir jokerdir. Bir meselede ne zaman tıkansalar, meseleyi açıklamayasalar o kavram kartını çıkarırlar. Bilmiyorum dememek için yaparlar bunu…

Yahut çok zahmete girmek çok yorulmak istemezler, her duruma ayrı ayrı düşünüp bir neden bulmak yorucudur. Her nedenselliğe bu joker kavramı göstererek cevap bulduklarını sanırlar, bu onların aklından değil, kolaycılıklarından yahut o kavrama ilişkin tutkularındandır.

Ama her duruma cevap verseler de her duruma gerçekten cevap olamazlar. Anahtar kavramları o kadar büyük değildir.

Gerçekten akıllarıyla hareket etselerdi, insani her duruma kaşı bulunabilecek “aşk”, “ölüm”, “acz” gibi tek bir kavram olmadığını bilirlerdi. Çünkü gerçekten faal akıl kendi çaresizliklerini, sınırlarını, çözümsüzlüklerini de bilir. Çünkü vahye tabi akıl bize şunu söyler, madem ki insana tüm isimler verilmiştir, her durumu bir kavramla açıklamaya çalışmak beyhudedir. Her duruma karşılık gelen bir başka isim vardır. O olayın anahtarı odur.

Her insanın, her durumunu açıklayan başka bir isim vardır dedik. Ancak herşeyin birliği de aşikardır. O halde bir üstçatı kavram olmalıdır. O ancak Allah’tır. Çünkü sadece Allah kelimesi insan kelimesinin tüm nedenselliklerini açıklamak için yeterince geniştir. Aksi taktirde her şeye bir kavramla cevap veren adamlar yalnızca kendilerini tatmin eder, o kavramın taraftarı olmaktan öteye gidemezler.

Hareketleri bütünüyle duygusaldır, hikmetten uzaktır.Tembelliktir. Kolaycılığa sapmaktadırlar her sebepliye ayrı bir sebep bulmak zor gelir onlara. Kullanmaya, zikretmeye üşendikleri diğer isimler, onlara kızarlar.Kızgınlığın sonucu da o isimlerin hükmettiği manalardan ve bir sürü varlık imkanından mahrum kalmaktır. Ceza suça uygun verilir.

Bir de bakışları asla tenzihten teşbihe gelemeyen, bu ikisini dengeleyemeyen adamlar vardır. İsimleri zikrederler ama salt tenzih makamındadır zikirleri. İnsanın tüm azaları, latifeleri ile mutlâka soyuta, tenzihe yönelemeyeceğini, bazı latifelerin teşbihi istediğini anlayamazlar. Onlar bu latifelerini aç ve kıvranarak bırakmayı erdem sanırlar. Onlar dünyayı, bedeni, maddeyi sakil görürler. “Oysa madde mananın zuhuru için büyük bir imkandır, keşke bilselerdi.”(Konevi) O zaman “Dünya annemizdir, üzerimizde ahirete göre öncelik hakkı vardır”(Arabi), Sıla-i rahim dünya ve içindeki herşeyle yapılır(Konevi)anlarlardı. Bu Allah isminden kaynaklanır,Allah kendine gelen yolu tenzihle teşbih arasına koymuştur. Gerçek tevhid mahlukatı ayrı Allahı ayrı görmekle değil, doğrudan ya da dolaylı tasarruf edenin hep O olduğunu görmekle olur. Aleme meyledişimiz de teşbih makamında Ona meylediştir, sadece farkında olmak meyledişin ibadet olması için yeter, zira ibadette niyet şartı vardır. Ah keşke anlasalar.

Üstçatı kavram olarak Allah kavramını kullanmak da kullanıcısına bağlı olarak işlevseldir, kullanıcı bu kavramın ne demek olduğunu bilmezse onu kullanamaz ki, mesela “Allah bize yeter” der, ama ya Onun zatı bize yeter demek ister, ki bu yanlıştır, biz Onun zatına muhatap değiliz. Onun zatı kendine dönüktür, alemden müstağnidir, alemden yani senden, senle ilgisi yoktur. Ancak ve ancak kalbinin sır dediğimiz en derin yerinde bir şey Onun zatına yönelir ve tutunur. Bu ise dışarıda imanla bağlananın imanının tezahürleri biçiminde görünür. Ne zata ne sırra akıl erir.

Ya da bunu bir isim için söylerler mesela Rahim ismi “şefkat” bize yeter derler aslında, Allah bize yeter derken, ama bu da doğru olmaz. çünkü tüm isimlerle isimlendirilmiş insana bir isim yetmez, insan sürekli olarak “daha yok mu(hel min mezid) diyerek gezer.

Bu sebeple onu sadece Allah mutmain eder, ona sadece Allah yeter. Sadece bu kelime tüm isimler, tüm tezahürler, tüm tecelliler, tüm haller, tüm varlıklar demektir. Allah kelimesini alemden ayrı düşünmek, kelimeyi anlamamaktır, alem o kelimenin zuhurudur.

Allah bize yeter, bize ancak herşey yeter demektir. Alem ve içindekilerin hepsi, alemin öncesi, şimdisi ve sonrası, dünya ve ahiret, sevdiklerimizin hepsi, latifelerimizin hepsi, onlara gıda olan durumların, hallerin hepsi, aleme dair manaların ve hikmetlerin hepsi, onda tezahür eden isimlerin hepsi, o isimlerin kendisinde cem olduğu makam Allah bize yeter, demektir. Allah bize yeter, hakikatinde “İnsan kadar açgözlü bir varlık yoktur, bu onun yapısındadır, onu ancak sonsuzluk doyurur” demektir. Sonsuzluk ise şimdiden hali değildir. Bilakis şimdiyi de tüm şimdileri de içerir.

Şimdi “zikrullah bizi var kılar” demek başka bir anlamlı oldu. Biz aslında farkına varsak da varmasak da hep Allah’ı anarız. Bir sürü kelime sayabiliriz zikrederken, kimi ev der, kimi araba, kimi sevgilisini söyler, farkında değiller, aslında her biri bir ismin vechinden Onu anar. Hamdin tümü Ona döner. Allah kendisinden başkasına ibadet edilmemesini, yinelinmemesini yazmıştır. İbnül Arabi’ye göre bu tekvini bir ayettir. Putperestin tapındığı imge de Onun bir isminin bir zuhurudur. O da aslında Ona tapmaktadır. Ama insan için kıymet-i harbiye ancak şuurladır. Şuur yoksa, neye yöneldiğinde kime yöneldiğini bilmiyorsan, hakikati Ona dönse de, bu zikir senin için bir şey ifade etmez.

Her durumumuz onun bir ismine tekabül eder her durumumuz Allah’lıdır. Her neredeysek O bizimledir. Süreklidir anışımız kesinti yoktur. Her nefeste “hu” der gibi anarız hüviyetini, tüm varlığa aşkımız, Ona aşkımızdan baka bir şey değildir. Çünkü varlık Onun hüviyetidir. Hüviyet Onun zuhurudur. Biz de Onun bir zuhuruyuz. Bu yüzden kendimizi de severiz. Hakikatte Ondan başka kimseyi sevmeyiz, ancak bazen bunu farkedemeyiz.

Fark edememe durumu farktan hasıl olur. Biz mahlukatı ayrı Onu ayrı telakki ettiğimizde, mahlukata bir sevgi Ona bir sevgi paylaştırılır, sonra sevginin hepsini ona yönelteceğim derdine düşülür, oysa geride bıraktığın kimdir. Mahlukatta görünen kimdir?

Aslında ikilik yoktur, sadece fark ehli onu iki görür.İnsan her nereye dönerse Ona döner, her neye yönelirse Ona yönelir, her neyi severse Onu sever, her neyi bilirse aslında Onun bir yönünü bilir. Varoluş çabalarımızın hepsi zikrullaha dahildir. Biz onlara boş iş demedikçe de hükümleri boş olmaz.

Not: Zikrin insanı var kılması ile ilgili tafsil için Füsus-ul Hikem’de Zekeriya fassına, ve şerhlerine bakmak iyi olur.

27/02/2012

© 2010 karakalem.net, Mona İslam

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version