Zübeyir Gündüzalp’in Sadeleştirmeye Bakışı

1969 yılında Ekim ayında Üstadımızın Hizmetkarlarından Zübeyir Gündüzalp Ağabey’e Abdülkadir Badıllı ağabey tarafından Risale-i Nur’ların sadeleştirmesiyle ilgili sorulan soruya vermiş olduğu cevap elimize ulaştı. Daha önce neşredilmeyen mektubun sadeleştirmeyle ilgili kısmını NurNet.Org ekibi olarak sizlere sunmak istedik.

Rabian: İkinci mübarek ve müjdeli mektubunuzu aldım. (Bugünkü neslin bilmediği fakat ihtiyacına binaen öğrenmek zaruretinde olduğu kelimeleri Üstadımızın harikulade üslup ve belagatini ve hakikatleri ifade sadedinde istimal ettiği lügatleri aynı muhafaza etmekle) hepimiz mükellef bulunmaktayız. Hem merhum ve muazzez üstadımızın sağlığında bu hususlarda:

1- Ya sahife sonlarında bir not halinde veya satır içinde lügatlerin yanına parantez içerisinde yazılıp yazılamayacağına.

2- Veyahut bir Risale-i Nur mecmuasının sonuna lügatçe ilavesine dair istenilen müsaadelere mübeccel Üstadımız izin vermemiştir. Bir defasında şu mealde buyurmuşlardır:

“Bu, Risale-i Nuru tahriftir. Bir zaman biri … yaptı çok zarar verdi.
Biraz da okuyanlar zahmet çeksinler, lügatlerden arayıp bulsunlar.”

Eğer (santral, eczane, şimendifer) gibi lügatler (Nuriye’de) Arabî Risalelerin içinde ise mezkûr vazifemize ve hakikate binaen yine değiştiremeyeceğiz. Okuyan zatlar öğrensinler. Eğer Arapça’yı okuyacak yeni nesil ise, yirminci asrın mevki-i muallâsından hitap eden mübelliğ-i umumînin, hâdi-i Ekberin – kim bilir akılların ermediği ne hikmete binaen yazdığı- mevzuu bahis kelimeler misillü lügatleri merak edip öğrenmek şeref-i manevisine yükselsinler.

Hamisen: Arabîleri başında eğer başlıklar Türkçe ise yine aynen Türkçe olarak kalsın,m adem üstadımız o büyük eseri tekrar tekrar okumuş ve mecmua haline getirmiş olduğu sıralarda o başlıkları aynen bırakmış, bizlerde aynen bırakırız.

El Baki Hüvelbaki

Hasta Kardeşiniz
Zübeyir Gündüzalp

www.nurnet.org

İnsanca tuvalet edebi ve çevre

Alışveriş merkezlerinden birinde namaz için mescide gittim. Lavabo kısımlarında bazı insanların –mazeretli olmadıkları halde- ayakta, gözler önünde, sıkılmadan idrar yaptıklarına şahid oldum. Bazen bu manzaraları herkesin geçtiği şehirlerarası yollarda, yol kenarlarında görmeniz de mümkündür. Bunlar bizi ürpertiyor. Tiksindiriyor, utandırıyor ve üzüyor.

Üzülmemizin sebebi, birçok insanın son din ve hak din olan İslamiyet’in eğitimini almadan yetişmiş olmaları, İslamiyet’in insanları olgunlaştıran, medenileştiren, erdemli hale getiren medeniyet kurallarından bilgisiz kalmalarıdır.

Bu utandırıcı manzaralardan, edebimize ve ahlakımıza aykırı her türlü ayıp ve günahlardan kurtulmanın yolu, yüce dinimiz İslamiyet’i evlatlarımıza ve öğrencilerimize en küçük yaşlardan itibaren öğretmekten geçer. Bu eğitim ve öğretimin verileceği kurumlardan biri aile yuvası, biri cami, biri de okuldur. Kışlayı da buna dahil ederseniz nurun ala nur olur.

Beni bu gün, bu konuda yazmaya mecbur eden, gördüğüm o ürpertici manzaralar ve tuvalet adabını bilmeye olan ihtiyacımızdır. Ben bu konuyu yazmaya kendimi mecbur ettim, siz de okumaya kendinizi lütfen mecbur edin.

Namaz farzını yerine getirmenin dış şartlarından biri de necasetten taharettir. Yani gerek bedeni ve gerekse elbiseyi namaza engel olan küçük-büyük pisliklerden arındırma ve temizlemedir.

Fıkıh ve ilmihal kitaplarımıza göre insanın gerek dışkısı ve gerekse idrarı ağır necislerden sayılmıştır. Bunların, elbiseye ve bedene bulaşmaması ve sıçramaması için en üst derecede dikkat ve titizlik gerekmektedir. Eğer bu titizlik gösterilmezse, bedene ve elbiseye bulaşan gerek bu ağır necisler, namazın sıhhatine ve geçerliliğine engel olabilir. Namazsızlık veya kıldığı halde kabul edilmemek insanın maddî ve manevî saadetten, hatta cennetten mahrum kalmasına yol açabilir. Mesele bu kadar önemlidir ve ciddidir. Onun içindir ki İslamiyet, temizliği imandan saymıştır.(1)

Usulsüzlüğün vusulsüzlüğe sebep olmaması için Başta Kur’an’ımız, sonra Kur’an’ın baş müfessiri ve uygulayıcısı Sevgili Peygamberimiz her şeye bir edep, bir ölçü ve bir usûl getirmiştir. Sahanın otoriteleri, bu ölçülere dayanarak tuvalet adabını fıkıh kitaplarımızda (2) ve ilmihallerde (3) ortaya koymuşlardır. Biz de onlardan aldığımız tuvalet adab ve inceliklerini, önemine binaen bir kere daha dikkatlere sunmak istiyoruz.

TUVALET ADABI:

1-Tuvalete gitmeden önce çoraplar çıkarılır.

2-Pantolonun paçaları yukarı sıvanır.

3-Tuvalete sol ayakla girilir.

4-Girmeden hemen önce, tuvalet yapılacak yerin dışında şu dua okunur: Bismillah Allahümme Euzu bike mine’l-hubsi ve’l-habais manası: “Bismillah, Allahım! Maddî ve manevî bütün pisliklerden sana sığınırım.” (4)

5-Tuvalete girdikten sonra kapı içeriden kilitlenir.

6-Tuvalette mümkünse sola meyilli olarak oturulur. Büyük ve küçük necasetin gelmesi kesildikten ve erkeğin istibra etmesiyle necasetin kesildiğine dair kalbi mutmain olduktan sonra taharete (istincaya) yani temizlenmeye başlanır.

İstincayı kadın-erkek herkes yapar. İstibrayı sadece erkekler yapar. İstibra, idrarın en son damlasını vücuttan atma operasyonunun adıdır. Bu da erkeğin ya yürümesi, ya öksürmesi, ya da sol yanına meyletmesiyle olur.  Yine erkeklere mahsus olarak İdrar’ın çıktığı yer öne doğru bir kaç defa  sıvazlanır.   Böylece kalan idrar tamamen boşaltılır. Kadının istibraya ihtiyacı yoktur. Kadın necasetin kesilmesinden sonra biraz bekler, sonra taharetlenmeye başlayabilir. (5)

İstincanın yani taharetlenmenin en güzel şekli üç kademeli yapılanıdır:

a-Önce arazide bulunuluyorsa üç taşla, evlerde tuvalet kâğıdı ile necasetin çıktığı yerler kuru olarak silinir, sonra

b-Su ile yıkanır, sonra da

c-Kurulama yapılır.

7-Tuvalette sağ el, temizlikte kullanılmaz. Sağ elle musluk açılarak tasa veya ibriğe su alınır.

8-Sol ele su dökülür. Necasetin çıktığı mahal sol elle, (bilhassa orta parmak diğer parmaklardan biraz üste çıkarılarak) iyice yıkanır. Parmak uçları necasetin çıktığı mahalle değdirilmez.

9-Tuvalet işleri sol elle halledilmelidir Fakat tuvalet çeşmesi, tuvalet tası ve kapı kolu asla sol elle tutulmamalıdır. (6)

Söz buraya gelmişken merhum Necip Fazıl’ın şu mısralarını hatırlamadan geçmeyelim:

“Aklımı ve fikrimi hep sağ elime verdim,

Görevi olmasaydı, sol elimi keserdim.”

10-Tuvalete girdikten sonra dünyaya ait ve ahirete ait meseleler düşünülmemelidir Her hangi bir şeyle meşgul olunmamalı, her hangi bir şey konuşmamalı, necasete bakılmamalı, bir an önce ihtiyaç giderip orası terk edilmelidir.

11-Tuvalet ihtiyacını giderirken ön veya arka, kıbleye doğru gelmemeli ve özürsüz ayakta idrar yapılmamalıdır. Bu iki davranış da harama yakın mekruhtur. Bunun içindir ki Efendimiz (s.a.v): “İdrardan sakının! Çünkü kabir azabının çoğu ondandır.” (7) buyurmuştur.

12-Sonra ayağa kalkarak üst toplanmalı. Bol su ve süpürge ile tuvalet taşı temizlenmelidir.

13-Tuvalet taşının bitiminden sonra gelen boru kısmı da su ve fırça ile temizlenmelidir.

14-Dipte kalan necasetlerin akması için, ya sifon çekilmeli veya bol su dökerek onlar da giderilmelidir.

KLOZET Mİ, ALATURKA TUVALET Mİ?

Rahat taharet alınabiliyorsa, üste necaset sıçratılmıyorsa klozetin üzerinde oturarak tuvalet yapmanın bir sakıncası yoktur. Ancak, alaturka denilen normal tuvaleti kullanmak, tıbbi yönden aha faydalı görülmüştür. Çünkü bu durumda necaset tam boşaldığı için, idrar kesesi ve bağırsaklar rahat etmektedir. (8)

Tuvaleti temiz bulabilmek için, temiz bırakmak gerekir. Nerde olursak olalım. Bu böyledir. Her insan temiz olmalı, temizliğe alışmalı ve alıştırılmalıdır. Çünkü temizliğe alışmamış ve alıştırılmamış insan kirli olur, kirli insan çevreyi de kirletir. Onun içindir ki Hadis-i Şerif’te, temizliğin imanın yarısı (9) olduğu söylenmiştir. İmanın altı esasına inanan mümin olur, mümin olan temiz olur. Temizlik, imanın esasları kadar pak, mukaddes ve mübarektir.

İnsanın en yakın çevresi kendisidir, kendi bedeni, kendi elbisesi, kendi evi ve kendi tuvaletidir. Yakın çevresini temiz tutan, uzak çevreye de hizmet vermiş olur. Tuvalet adabında bile en ince detaylarına varıncaya kadar çevreyi düşünen din, hak dindir. O da İslamiyet’ten başkası değildir.

15-Tuvaletten çıktıktan hemen sonra, insan,  kendisini rahatlatan Allah’a şükür ve hamd etmeli, hamdini de Peygamberimizin (s.a.v) şu duası ile dile getirmelidir:

Elhamdülillahillezi ezhebe annil eza ve afani“. manası: “Benden eziyeti gideren ve bana afiyet veren Allah’a hamd olsun.” (10)

16-Eller en az üç kere sabunla iyice yıkanmalı, yukarda anlattığımız istibra operasyonundan sonra abdest almaya başlanmalı, abdest alındıktan sonra eller ve ayaklar temizlenmiş olarak lavabo terk edilmelidir.

17-Tuvalete Yüce Allah’ın ve Peygamberimizin ismi veya Kur’an’dan ayetlerin yazılı olduğu herhangi bir şeyle girilmemeli. Ancak bunlar insanın cebinde, koynunda olursa, üstleri örtülü bulunursa sakıncası olmaz. En iyisi, tuvalete giderken bunları üstte bulundurmamak daha iyidir.

Sordular: İçinde Kuran yüklü cep telefonu ile tuvalete girilir mi?

-Girilir, dedim.

-Olur mu hocam, dedi, soran. Ben de:

-Niye olmasın? Sen Kur’an’ın tamamını ezberlemiş bir hafız olsan tuvalete gitmeyecek misin? deyince soruyu soran sevincinden:

-Hocam o kadar ikna edici bir cevap verdiniz ki itiraz edecek bir nokta kalmadı. Allah sizden razı olsun, dedi.

Vehbi Karakaş

DİPNOTLAR:

1-Bkz. Bilmen, Ömer Nasûhî, Büyük İslam İlmihali, s. 42

2-Bkz. Et-Tahtavî, Ahmed b. Muhammed b. İsmail, Haşiyetü ala merakı’l-Felah şerhu nuri’l-izah, s. 28-39; el-Halebî İbrahim b. Muhammed b. İbrahim, Halebi-i Sağır, s. 13-15

3-Bkz. Mehmet Dikmen, İslam İlmihali, Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Diyanet, İlmihal

4-Bilmen, a.e, s. 65; ayrıca bkz. Buhari, Vudu:9,

5-Bkz. Tahtavî, s.29

6-Bkz. Mumsema.com; Taharetrehberi.blogcu.com; sorularla İslamiyet.com

7-Buhari, Vudû, 55; İbn Mace, Taharet, 26; Darekutni, Sünen,1/128

8-Dinimiz İslam.com

9-Bkz. Müslim, Tahare, 1

10-İbni Mace, Taharet,10

Cömert ile cimrinin farkları!..

Cömert kimse, Allah’ın kendisine ihsan ettiği imkândan ikramda bulunup iyilik eden kimse demektir.

Cimri ise Allah’ın kendisine ihsan ettiği imkândan ikramda bulunmayıp hep kendi nefsini düşünen bencil kimse demektir.

İkisi arasında sadece kullar yanında değil, Allah indinde de Resûlullah yanında da büyük farklar vardır.

Efendimiz (sas) Hazretleri, cömertleri övüp cimrileri zemmettiği hadisindeki şu tarif fevkalade düşündürücüdür:

– Cömertlik kökü Cennet’te olan bir ağaçtır ki; onun dalına tutunanlar nihayetinde kökün bulunduğu Cennet’e ulaşırlar.

– Cimrilik de kökü Cehennem’de olan bir ağaçtır ki; onun dalına tutunanlar da nihayetinde kökün bulunduğu Cehennem’e ulaşırlar.

Efendimiz’in aziz torunu Hazreti Hasan (ra) da cömertlik konusunda şöyle hatırlatma yaparak der ki:

– Kul, cömertlik örneğini Allah’tan almalıdır. Allah kendisine ihsan ettikçe o da ihtiyaç sahiplerine ihsanda bulunmalı, kendisine gelen ikramı kendisi de yoksula ulaştırmayı görev bilmelidir.

Hz. Musa’nın ümmetinden olan Karun, çok zengindi. Ama çok da cimriydi. Cimriliğinin gerekçesini şöyle izah ediyordu:

– Ben bu serveti kendi kabiliyetim ve alın terimle kazandım, kimseye bir şeyler vermek zorunda değilim!.. Karun’un bu iddiasını Rabb’imiz Kur’an’ında, cimrilere örnek olarak anlattı da:

– Sakın siz de, servetiyle yerin dibine batan Karun gibi cimri olmayın, uyarısında bulunmuş oldu.

Bundan dolayı, ‘Kim cimrilik ederse Karun’a benzemiş olur; kim de cömertlik ederse Hazreti Resûlullah’a tabi olmuş sayılır’ sözü meşhur olmuştur.

Hacca giden bir zat, yolu üzerinde uğradığı İmam-ı Azam Hazretleri’ne bir çuval dolusu ayakkabı hediye etmişti. Ertesi gün onu çarşıda oğlu Hammad’a ayakkabı alırken görenler:

– Ya İmam dediler, daha dün size çuval dolusu ayakkabı hediye etmişlerdi, bugün oğlunuza ayakkabı alıyorsunuz?

– Hepsini de dağıttım, bir tane dahi kalmadı, dedikten sonra bu konudaki bir âdetini şöyle anlattı.

– Resûlullah Efendimiz, birine hediye verirken yanında bulunanları da mahrum bırakmaz, onlara da hediyeden hisse verirdi. Ben de o yüzden hediye verdiklerimin yanındakileri de mahrum bırakmayıp onlara da verdiğimden oğlum Hammad’a ayakkabı kalmadı.

İmam-ı Azam Hazretleri, bu âdetinin bir başka sebebini de şöyle açıklar.

– Biri bana ikramda bulunursa ben ona daha üstünüyle karşılık vermek isterim. Çünkü selam ayetinde, “Size biri selam verirse siz de o selama daha güzeliyle karşılık verin.” buyrulmaktadır. Ben de bize verilen hediyelere, daha fazlasıyla karşılık vermeyi kendime âdet edindim. Bu anlayışımdan dolayı da bana verilen bende kalmaz, daha fazlasıyla başkalarına da ulaştırmaya gayret ederim.

Yoksul bir hanım, Aişe validemize hediye göndermişti. Validemiz, bu hediyeyi kabul etmeyip sahibine geri iade etti. Durumu duyan Efendimiz sordu:

– Aişe neden hediyeyi kabul etmeyip sahibine geri iade ettin?

– Gönderen benden daha muhtaçtı da ondan, dedi Aişe validemiz. Bunun üzerine Efendimiz’in yol göstermesi şöyle oldu:

– Sen önce gönderilen hediyeyi kabul et, sonra daha fazlasıyla karşılık ver, yardımda bulun, sevgi, saygını böyle göster.

Çevremize iyilik edip ikramda bulunma konusunda yapılan bir tespit de şöyle ifade edilir:

– Rabb’imiz cömerttir, cömert insanda zatına mahsus cömertlik sıfatını görünce onu sever, ona cömertliğine layık ihsanda bulunur, malının bereketini çoğaltır, kazanma meşakkatini azaltır. Cimriyi ise Rabb’imiz sevmez, çünkü cimride zatına ait sıfattan işaret göremez, malının bereketini azaltır, kazanma meşakkatini de artırır.

Bundan dolayı maneviyat büyüklerinin tavsiyeleri hep aynı olmuştur:

– Ey Allah’ın kulları! Allah sizde kendine ait cömert sıfatını görsün de sizi sevsin, sevsin de kazancınızın meşakkatini azaltsın, bereketini artırsın. Cennet’te cömertlerle birlikte olmaya layık görsün…

Bu temenniye ancak ‘elf-ü elf-ü amin’ denir, başka değil.

Ahmed Şahin / Zaman

Sadeleştirme değil, tahrib!

Risâle-i Nurlar’ın dilini muhâfazanın ehemmiyetine dâir kaç yazı yazdığımı, kaç yerde bağrına alevden bir mızrak saplanmış gibi, haykırış ve yalvarışlarla Nurlar’ın diline dokunmanın Nurlara dokunmak olduğunu anlatmaya çalıştığımı, hatırlamıyorum. Bu hayatî bahse, tekrardan ictinâb düşüncesi ile –hiç değilse şimdilik- dönmek istemiyorum. Bu uzunca tedkîkâtın maksadı,  sadeleştirilerek neşredildiği müjdelenen Lem’alar’ın  sebebiyet verdiği elîm neticeyi âmme efkârına ve târihin alnına sökülmesi imkânsız bir şekilde çakmaktır.

Mühim ve büyük bir eser vermeye azmedenlerin bütün dikkat ve gayretlerini eserin mukaddemâtında teşhir ve sarfettikleri, bedihidir. İlerleyen safhalarda dikkat dağılır, şevk kaybolur, sabır zayıflar, bıkkınlık baş gösterir. Kısacası her san’atkâr eserine şevk, gayret ve dikkatle başlar; ama bunu çoğu zaman sonuna kadar korumaya muvaffak olamaz. Onun için eserin başlarındaki bedîîlik ileri safhalarda sönükleşir ve kaybolmaya yüz tutar.

Bu hakikatten hareketle, sadeleştirilmiş Lem’alar’ın en mükemmel kısmı olması tabiî olan “Birinci Lem’a”sından başladık. Ama ondan da önce eserin ismine baktık. Sadeleştirilen eser “Lem’alardiye neşredilmiş…

Bu işi yapanlardan beklediğimiz asgarî dürüstlük ve samimiyet, sadeleştirilmeye dâir kitabın ön kapağına bir ibâre koymaları olurdu.  “Risâle-i Nur Külliyatı’ndan –sadeleştirilmiş- Lem’alar” gibi küçücük bir dürüstlük alâmeti kâfi gelirdi. Ama daha da doğrusu, “anlamıyorlar” dedikleri gençler için soyundukları bu akîm ve abes teşebbüse kitabın ismini de dâhil etmeleri olurdu. Anlamıyor, dedikleri gençliğin “Risâle”, “külliyat” ve “lem’a” mefhumlarını anladıkları  kabulü ile başlarsanız dâvâyı baştan kaybedersiniz. Ama zararı yok, belki basit bir dalgınlık eseridir deyip devam edelim.

Birinci Lem’a’nın besmele ile başlayan mukaddemesinin besmelesini kâfi görmeyip büyük bir eksiklik veya Bediüzzaman’ın gafleti olarak telâkki etmiş olmalılar ki, aslında olmayan bir besmele ilâvesi ile metne giriş yapmışlar. Yersiz ve haksız tartışmaların önünü kesmek için asıl metin ile tercüme metni cümle cümle iktibas ve tahlil ile devam edeceğiz. İşte Birinci Cümle:

Asıl: “Hazret-i Yunus İbn-i Metta Alâ Nebiyyina ve Aleyhissalâtü Vesselâm’ın münacatı, en azîm bir münacattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır.”

Sadeleştirilmiş: “Hazreti Yunus İbni Metta’nın (alâ Nebiyyinâ ve aleyhiselâtü vesselam) münücatı, çok büyük bir yakarış ve duaların kabulüne çok mühim bir vesiledir.”

Sadeleştirme sevdalısı kardeşlerimizin göz yaşartıcı iddiası, genç nesillerin Üstad’ın dilini anlamamalarının sebebiyet verdiği büyük kaybı telâfi etmektir. Dolayısı ile beklediğimiz ilk şey, şefkat ve merhamet kahramanı kardeşlerimizin aslî iddiaları istikametinde davranıp gençlerin anlamayacağı bütün kelimeleri bu günkü sefil ve murdar dile çevirmeleridir. Ama öyle yapmamışlar. Hadi genç nesillerin “Hazret” kelimesini bir şekilde anlayabileceklerine hükmedelim, ama “İbn-i Mettâ” da olduğu yerde duruyor. Yâni inkılâbların hışmına uğramış, dilleri kuş diline çevrilmiş bu gençlerin, “İbni Mettâ”nın ne olduğunu bildiklerine inanmamız mı gerekiyor? Sadeleştirme iddiasının samimiyeti en azından “ibn”in oğul, “Mettâ”ın da Hazreti Yunus’un annesinin ismi olduğu tasrihâtını gerektirirdi. Onu da geçtik, hiç değilse “Mettâ’ın oğlu” diye sadeleştirmeleri gerekmez miydi?..

Cümledeki birinci “münacat”a dokunmayıp ikincisini “yakarış” diye sadeleştirmenin mantığını anlaşılan sormadan anlayamayacağız. Kardeşlerimizin bildiği mühim bir sır vardır deyip geçelim ama “en azîm”i, “çok büyük” diye sadeleştirmelerine ne diyeceğiz? Mâdem “ibn” gibi çok daha meçhulleri olması gereken bir kelimeyi bildiklerine hükmetiniz, bırakınız “azîm”i de bilsin veya öğrensinler. Yok, şefkat ve merhametiniz bu gençlerin ilim tahsilinde gayret sarfetmelerine râzı değilse “en azîm”in “çok büyük” değil, “en büyük” olduğunu bari söyleseydiniz. Yanlış öğretmekteki maksadınızı doğrusu anlayamadık.

Sonra “vesile-i icabe-i dua”  “duaların kabulüne çok mühim bir vesile” demek midir? “İcab” ile “kabul” arasındaki büyük farkı katleden bu fütursuzluğu hoş görebilir miyiz?..

Asıl: “Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın kıssa-i meşhuresinin hülâsası: Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş.”

Sadeleştirilmiş: Onun meşhur kıssasının özeti: Hazreti Yunus (aleyhisselam) denize atılmış ve büyük bir balık onu yutmuş.”

Cümlenin yapısı ile oynayıp “Hazreti Yunus”u kaldırıp “Onun” diye ifâde etmekte nasıl bir maslahat olabilir? Bunun sadeleştirme ile ne alâkası var?

Kıssa” kelimesini, “anlamazlar” dediğiniz gençler biliyorlarsa yapmak istediğiniz nedir. Bilmiyorlarsa niçin iğrenç bir “olay” veya hiç değilse “hikâye” ile sadeleştirmediniz?

Asıl: “Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümid kesik bir vaziyette (…..) münacatı, ona sür’aten vasıta-i necat olmuştur.”

Sadeleştirilmiş: “Deniz fırtınalı, gece dehşet verici ve karanlık, her şeyden ümit kesilmiş bir haldeyken (……) yakarışı, ona süratle kurtuluş vasıtası olmuştur.

Çok daha eski ve çok daha az kullanılan kelimelere dokunmayıp “vaziyet”i “hal” ile değiştirmek sadeleştirmek midir? “Lem’a, ibn, kıssa” gibi mefhumları bildikleri farzedilen gençeler “vaziyet”i bilmiyor olabilirler mi? Sonra “dağdağalı” “dehşet verici” demek midir? Zahmet edip bir lügata da mı bakamadınız?  Lügatlerin aşağı yukarı mefhuma verdikleri karşılık şöyle: “Gürültü patırtı, karışıklık, kararsızlık, ızdırab..” Peki fütursuzca verdiğiniz karşılık nerede? Kıssanın tasvirinden hareketle “dağdağa”ya “dehşet verici” demek gençlere yardım etmek midir?

Asıl: “Şu münacatın sırr-ı azîmi şudur ki:”

Sadeleştirilmişi: “Bu yakarışın büyük sırrı şudur:”

Hadi, “münacat”ı ecnebî telâkki ediyorsunuz; “dua” da mı yabancıdır, “yalvarma” da mı anlaşılmazdır ki onlardan geçip “yakarış” gibi tuhaf bir kelimeyi sade diye ortaya koyuyorsunuz? Sonra Üstad’ın cümle yapısı ile oynayarak rüçhaniyet mi kazanıyorsunuz? Bu tatsız tuzsuz cümlelerle Bediüzzaman’ın üstünde bir mevki ihraz ettiğinizi mi sanıyorsunuz?

Asıl: “O vaziyette esbâb bilkülliye sukut etti.”

Sadeleştirilmiş: “O vaziyette sebebler tamamen âciz kalmıştı.”

Az önce “vaziyet”i “hal” diye sadeleştirip gençlerinize büyük bir lütufda bulunmuşken niçin dönüp “vaziyet”te karar kıldınız ? Diyelim ki, gençleriniz çok zekiler ve tek seferde “vaziyet”in “hal” demek olduğunu bir daha unutmamak üzere öğrenip hıfzettiler. El insaf be kardeşim, o zaman bu zeki gençlerin ihtiyacı bu hiçbir metoda dayanmayan “sadeleştirme” değil iyisinden bir lügat tavsiye etmektir. Yoksa maksadınız başka da biz mi anlamıyoruz?

Sukut etti”yi “âciz kalmıştı” diye sadeleştirirken hiç mi tereddüd etmediniz? “Sukut etme”nin “âciz kalmak” demek olduğundan emin misiniz? Bir lügat karıştırmak da mı aklınıza gelmedi?

Sonra Üstad hangi zamanı kullanacağını size sormadığı için intikam mı alıyorsunuz ki, şimdiki hal ile ifâde ettiğini “etti”, geçmiş zaman “kalmıştı” ile değiştiriyorsunuz?. Bu selâhiyeti nereden ve kimden alıyorsunuz? Şu bir kaç satırlık metninizde bile bu işin asla va asla ehli olmadığınız güneş gibi ortada iken bu teşebbüs cür’etini nereden alıyorsunuz? Sadece “câhil cesur olur” hakîkatini hatırlamakla teselli bulabilir miyiz, yoksa başka şeyler mi hükümfermâ?

Asıl: “Çünki o halde ona necat verecek öyle bir zât lâzım ki; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semaya geçebilsin. Çünki onun aleyhinde “gece, deniz ve hut” ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine müsahhar eden bir zât onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsa idiler, yine beş para faideleri olmazdı.”

Sadeleştirilmiş: “Onu bu halden kurtaracak öyle bir Zât olmalıydı ki, hükmü hem balığa hem denize, hem geceye, hem de gökyüzne geçsin. Çünkü “gece, deniz ve balık” Hazreti Yunus’un aleyhinde birleşmişti. Ancak bu üçüne birden sözü geçen bir Zât onu kurtuluş sahiline çıkarabilirdi. Bütün insanlar onun hizmetkârı ve yardımcısı olsalar bile beş paralık faydaları dokunmazdı.”

Üstâd’ın muhteşem, mutantan ve tefekküre kanatlandıran üslûbunu bozmakta nasıl bir maslahat gördünüz ki, sadeleştirme ihtiyacı duymadığınız yerde bile metnin derisini yüzüyor, kaşını gözünü parçalayıp tanınmaz hale getiriyorsunuz? Hiç mi aklınıza gelmiyor ki, bu fütürsuzca yaptığınız tahribkârlık Üstad’a Denizli veya Eskişehir hapisphanesinin işkenceli hayatından daha büyük acılar vermektedir? Yoksa ölmeyi câmidleşmek mi sanıyorsunuz?..

Peki “emre musahhar”, “sözü geçmek” kadar cılız, sönük ve zayıf mıdır? Emre musahhar olan bütünüyle sizin irâdenize bağlıdır, ne emrederseniz onu yapar, nasıl isterseniz öyle hareket eder. “Sözü geçmek” bu kat’iyyeti taşıyor mu? Benim de sözüm oğluma geçiyor, ama emrime musahhar değildir. Sizin de eşlerinize muhtemelen sözünüz geçiyordur, ama emrinize musahhar olduklarını söyleyebilir misiniz?..

Asıl: “Demek esbâbın tesiri yok.”

Sadeleştirilmiş: “Demek ki sebeblerin hakiki tesiri yoktur.”

Bu kısacık cümledeki derin ifâde kaybını nasıl izah edeceğiz? Üstad, “Demek esbâbın tesiri yok.” derken Hazreti Yunus’un içinde bulunduğu şartlarda sebeblerin “sukut” ettigini ifâde ediyor. Yoksa sebeblerin tesirini büsbütün inkâr kastı bu cümleden çıkmaz. Çünkü, Cenab-ı Hak her şeyi bir sebeb tahtında vücud sahasına çıkarıp sevk ve idare ediyor. Şüphesiz sebeblerin bir tesiri vardır.

Halbuki siz, “Demek ki sebeblerin hakiki tesiri yoktur.” deyip “hakikî” ilâvesi ile hükmü bütün şart ve zamanlar için umumîleştirip Hazreti Yunus’un vaziyeti gibi hallere münhasır olmaktan çıkarıyorsunuz. Halbuki Hazreti Yunus’a o müessir duayı yaptırıp mutlak tevekküle sevkeden esbâbın sukut etmiş olmasıdır. Yoksa elinde içine düştüğü balığın karnını yarıp çıkmasına sebeb olacak bir bıçak olsa idi, o sebebe sarılıp dua yerine mücâdeleye devam edecekti. Demek ki, sebebler tesirsiz değil. Maksadınız sebeblerin mahiyeti ile ilgili bir hakîkat ve tasavvuf dersi vermekse onun da ne makamı burasıdır, ne de Üstad’ın kastına hizmet eder.

Asıl: “Müsebbib-ül Esbâb’dan başka bir melce’ olamadığını aynelyakîn gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için şu münacat birdenbire geceyi, denizi ve hutu müsahhar etmiştir.”

Sadeleştirilmiş: “Hazreti Yunus, bütün sebeblerin gerçek sahibi ve yaratıcısı olan Cena-ı Hak’tan başka bir sığınak bulunmadığını bizzat yaşayarak görmüş, tevhid nuru içinde ehadiyet sırrı açığa çıkmış ve bu yakarış birden bire geceyi, denizi ve balığı ona boyun eğdirmiş.”

İltica, mülteci” kelimeleri günlük hayatta yaşarken âile efradından “melce”i ademe mahkûm etmek, irfân fukaralığını teşvik etmek değilse, nedir?. . Temel hareket noktasını teşkil eden “anlamıyorlar” iddiasını doğru kabul edeceksek “tevhid” ile “ehadiyet”i de sadeleştirmeniz gerekmiyor mu? Yoksa genç nesiller, tuhaf bir şekilde daha zor ve daha eski mefhumları biliyorlar da, daha basitlerini mi bir türlü öğrenemiyorlar?..

Sonra “aynelyakîn”in lügatlerdeki müşterek mânâsı “gözle görmek”tir. Evet, gözle görmek de yaşamanın bir cüz’üdür ama daha doğrudan mânâdan sarfı nazar ile umumiye kaçış tedkik ve dikkatin önünü kesmekten başka neye hizmet eder?

Ve bir kaç satır öncesinde “emre musahhariyet”e “söz geçirmek” gibi cılız bir mânâ vermişken, tahşidât ve tahsisatsız “musaharriyet”ı niçin “boyun eğdirmek” olarak ifâde ediyorsunuz? Mufhumlardaki muayyeniyeti göz ardı ederek yapılan sadeleştirmeden doğru dersler çıkarmak kabil mi?

Asıl: “O nur-u tevhid ile hutun karnını bir taht-el bahr gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağ-vari emvac dehşeti içinde; denizi, o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahra, bir meydan-ı cevelan ve tenezzühgâhı olarak o nur ile sema yüzünü bulutlardan süpürüp, Kamer’i bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu.”

Sadeleştirilmiş: “O tevhid nuru ile Cenab-ı Hak balığın karnını bir denizaltı hükmüne geçirmiş, dağ gibi yükselen dalgaların dehşeti içinde denizi emniyetli bir ova ve üzerinde gezilen bir meydan kılmış. O nur ile gökyüzünden bulutları süpürüp ayı bir lamba gibi Hazreti Yunus’un başının üstüne yerleştirmiş.”

Zelzeleli” kelimesini niye yediniz? “Zelzeleli dağ-vari emvac”, “dağ gibi yükselen dalga” gibi ruhsuz, kuru ve sıradan mıdır? İki ifâdenin zihinde uyandırdığı tasavuratın şiddet ve cesameti aynı mı? Muhayyilenin bu iki ifâdeden hissesinin müsavi olduğuna emin misiniz? Tahayyül etmek çok mu zor geldi?

Meydan-ı cevelan ve tenezzühgâh”ın; gezinti meydanı; dinlenme, gam ve keder giderme diyârı olarak hayâle uçsuz bucaksız yemyeşil yayla ve ovaları getiren; kulağa bin türlü kuş cıvıltıları ve su şırıltılarını işittiren zengin ve hayatdâr mânâsını “üzerinde gezilen bir meydan” diyerek kurutup öldürmekten hiç mi korkmadınız?

Cümlenin detayları da içinden çıkılmaz vaziyette ama daha fazlası ile okuyucuyu ızdıraba sevketmeyelim.

Asıl: “Her taraftan onu tehdid ve tazyik eden o mahlukat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktîn altında o lütf-u Rabbanîyi müşahede etti.”

Sadeleştirilmiş: “Her taraftan kendisini tehdit ve rahatsız eden varlıkların dost yüzlerini ona göstermiş. Ve Hazreti Yunus selâmetle sahile çıkıp yaktin ağacı altında o Rabbanî lütufları görmüş.”

Zaman ile oynanmış olması başından beri neye hizmet ettiği anlaşılmayan bir fütursuzluk, aynıyla devam ediyor.  “Her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler.” i, “varlıkların dost yüzlerini ona göstermiş” olarak katletmek kasdî bir cinâyet değilse, şuursuzca bir cinnettir. Üstad’ın ifâdesindeki “her cihet” varlıkların her cihetle dost olduklarını idrak etmeyi anlatır. Yerine ikâme edilen ise o an sadece dost yüzlerinin göründüğünü ifâde ile zihinde düşman yüzlerinin varlığını da bâki tutar.

Mevzuun başlarında “sahil-i selâmet”i “kurtuluş sahili” olarak müjdelemiştiniz!. Şimdi ise sadece terkibin yapısını bozarak “sahil ve selâmet”i aynıyla kullanıyorsunuz. Mâdem tek seferde gençleriniz öğrenecek kadar zeki idiler ne olurdu bir sefer lügata baksalardı?..

Asıl: “İşte Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın birinci vaziyetinden yüz derece daha müdhiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz, istikbâldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur.”

Sadeleştirilmiş: “İşte biz, Hazreti Yunus’un (aleyhisselam) birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir haldeyiz. Gecemiz İstikbaldir. İstikbalimiz, gaflet nazarıyla bakıldığında onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu başıboş dönen, şaşkın yerküremizdir. Her dalgasında binlerce cenaze bulunan bu deniz, onun denizinden bin derece daha korkunçtur.”

Daha önce de “vaziyet”i “hal” diye değiştirmiştiniz… Lütfedip bu cümlede birinci “vaziyet”e hayat hakkı tanıyarak sadece ikincisini katletmişsiniz. “İstikbâl”e dokunmadığınıza bakılırsa “vaziyet”e yabancı gençlerinizin bu mefhumla kanka olduğunu düşünmüşsünüz!.. Halbuki insafla bakan herkes teslim eder ki, “vaziyet” “istikbâl”e kıyasla günlük hayatımızda çok daha fazla yaşamaktadır; “vaziyet”i bilmeyenlerin “istikbâl”i bilmelerine imkân var mı?

Gençleriniz, eminim ki “gaflet”i de bilmezler ama “gaflet”i değiştirmekten gaflet etmişsiniz. Himmet, şefkat ve merhametinize yakışmamış. Gençler “gaflet”in ne olduğunu şimdi nasıl öğrenecekler, yazık değil mi?

Üstelik sadece “gaflet” değil, “nazar”a da kıyamamışsınız… Babanızın çocuğu değilse, gençlere yardım maksadı ile onu da katletmenizde fayda vardı. Çünkü gençlerinizin “nazar”ı bilmelerine de imkân yok… Ha, her birisinin boynuna birer “nazar boncuğu” taktıysanız, bilebilirler tabiî..

Asıl: “Bizim heva-yı nefsimiz, hutumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hutundan bin derece daha muzırdır. Çünki onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hutumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.”

Sadeleştirilmiş: “Bizi yutan balık ise nefsimizin arzularıdır, ebedî hayatımızı mahvetmeye çalışıyor. Bu balık, Hazreti Yunus’unkinden bin kat daha zararlıdır. Çünkü onun balığı en fazla yüz senelik bir hayata son verir. Bizimki ise yüz milyonlarca senelik, sonsuz bir hayatı mahvetmeye çalışıyor.”

Heva-yi nefs”, “nefsin arzuları” demek mi? Nefsin bütün arzularını günâh ve kötü telâkki eden bu sadeleştirme doğru mu? Kuvve-i Şehevviyenin vasat mertebesini görmezlikten gelip toptan kötüleyen bu anlayış kabul edilebilir mi? En sade şekli ile “hevâ-yı nefs”; nefsin günâh  ve kötü arzuları, demektir.

Hayatı mahveder” ile “hayata son verir” aynı derecede ifâdeler midir? Birincisindeki tehlikeye dikkat çekme gayretinin ikincisinde kaybolduğunu görmemek için budala olmak gerekmez mi?..

Asıl: “Mâdem hakikî vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’a iktidaen, umum esbâbdan yüzümüzü çevirip doğrudan doğruya Müsebbib-ül Esbâb olan Rabbimize iltica edip (…..)  demeliyiz ve aynelyakîn anlamalıyız ki; gaflet ve ddalâletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbâl, dünya ve heva-yı nefsin zararlarını def’edecek yalnız o zât olabilir ki; istikbâl taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir.”

Sadeleştirilmiş: Mâdem gerçek vaziyetimiz budur. Biz de Hazreti Yunus’a (aleyhisselam) uyarak bütün sebeblerden yüz çevirip doğrudan doğruya sebeblerin asıl sahibi olan Rabbimize sığınmalı, (…..) demeli ve aynelyakin anlamalıyız ki, gaflet ve ddalâletimiz sebebiyle aleyhimizde birleşen istikbâl, dünya ve nefsin arzularının vereceği zarardan bizi yalnız; istikbâl emri altında, dünya hükmü altında, nefsimiz idaresi altında olan bir Zât koruyabilir.”

Bir kere metnin altını üstüne getirmenin sadeleştirme ile uzaktan yakından bir alâkası yok! Bu, doğrudan doğruya Bediüzzaman’ın mülküne destursuz girip yağmalamak ve halt etmektir. Sadeleştirme iddiasına gelince:

Nihâyet gençlerin “aynelyakin”i öğrenmiş olacaklarına hükmedilmiş ki dokunulmamış. Meğerse “gaflet” ve “dalâlet”i ise zâten biliyorlarmış. Haksız da sayılmazlar, bu iki kelime M. Kemâl’in Gençliğe Hitabesi’nde de geçtikleri için gençler çok yabancı olmayabilirler!.. Hüsn-ü zanla bakmalıyız, değil mi ya?..

Asıl: “Acaba Hâlık-ı Semavat ve Arz’dan başka hangi sebeb var ki, en ince ve en gizli hatırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim için istikbâli, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüzbin boğucu emvacından kurtaracak, hâşâ, Zât-ı Vâcib-ül Vücud’dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette onun izni ve irâdesi olmadan imdad edemez ve halaskâr olamaz.”

Sadeleştirilmiş: “Acaba göklerin ve yerin Halık’ından başka kim kalbimizdeki en ince ve gizli hisleri bilir, ahireti yaratarak bizim için geleceği kim aydınlatabilir ve bizi dünyanın yüz binlerce boğucu dalgasından kim kurtarabilir? Haşa, o Vacibü’l Vücud Zât’tan başka kimse, hiçbir şekilde, O’nun izni ve irâdesi dışında bize yardım edemez ve kurtarıcımız olamaz.”

Cenab-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatlarını fütursuzca “Yaratıcı” diye kestirip atmakta beis görmüyordunuz da, en muvafık olan Hâlık’a niçin kıyamadınız ki, “Yaratıcı” diye değiştirmediniz? Yoksa gençleriniz günlük hayatta “Hâlık” kelimesiyle çok sık mı burun buruna geliyorlar?

Hatırat-ı kalb”e  “kalb hisleri” deyip işin içinden çıkmışsınız ya, pes doğrusu… Aslında burada kesmem lâzım ama Birinci Lem’a’yı olsun bitirmeye niyetlenmiştim bir kere…

Allah Allah!.. Demek ki, hatırlarına sadeleştirme adı altında Nurları söndürmeyi göze aldığınız gençler “Zât-ı Vâcib-ül Vücud“un ne demek olduğunu biliyorlar ki, babanızın hayrına sadeleştirmemişsiniz… Peki bu gençlerin anlamadıkları kelimeler hangileri?..

Asıl: “Mâdem hakîkat-ı hal böyledir. Nasılki Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’a o münacatın neticesinde hutu ona bir merkûb, bir taht-el bahr ve denizi bir güzel sahra ve gece mehtablı bir latif suret aldı. Biz dahi o münacatın sırrıyla (……) demeliyiz. (……)cümlesiyle istikbâlimize, (……) kelimesiyle dünyamıza, (……) fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz.”

Sadeleştirilmiş: “Mâdem hakîkat böyledir. Nasıl ki Hazreti Yunus (aleyhisselam) için o yakarışın neticesinde balık bir bineğe, bir denizaltına ve deniz güzel bir ovaya dönüştü, gece mehtaplı, tatlı bir suret aldı. Biz de o yakarışın sırrı ile (……) demeliyiz. Cenab-ı Hakk’ın merhamet nazarını , (……) cümlesiyle istikbâlimize, (……) kelimesiyle dünyamıza, (……) ifâdesiyle nefsimize çekmeliyiz.

Hakîkat-ı hal” sizce sadece hakîkat demek, öyle mi? Yâni sadece “hakîkat” diyerek maksada vâsıl olabilecek iken Bediüzzaman, israf-ı kelâm ile uzun bir yolda yürümüş, öyle mi? İsterseniz bir daha okuyup yeniden düşününüz, olmaz mı?

Hutu ona bir merkûb oldu” ifâdesindeki aidiyet hasrını görmeyip  “balık bir bineğe dönüştü” buyuruyorsunuz… O binek Hazreti Yunus’a musahhar olmaz ve taşımaya yanaşmazsa ne halt edeceksiniz?.. Üstad, “ona bir binek oldu” diyor, “bir binek” değil…

Asıl: “Tâ ki, nur-u iman ile ve Kur’anın mehtabıyla istikbâlimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet ve tenezzühe inkılab etsin.”

Sadeleştirilmiş: “Ta ki, iman nuru ve Kur’an’ın mehtabı ile istikbâlimiz aydınlansın, gecemizin dehşet ve vahşeti bize dost varlıklar arasında bir gezintiye dönüşsün.”

Demek gençlerinizin bütün güçlüğü “nur-u iman” terkibinin “iman nuru” demek olduğunu bir türlü anlayamamaları idi ki yardımcı oldunuz, öyle mi? Göz yaşartıcı bir merhamet, aferin!..

Ünsiyet ve tenezzüh”e, “dost varlıklar arasında bir gezinti” diyebilmek için çok uğraştınız mı? Yazık olmuş!

Asıl: “Ve mütemadiyen mevt ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvacı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur’an-ı Hakîm’in tezgâhında yapılan bir sefine-i maneviye hükmüne geçen hakîkat-ı İslâmiyet içine girip selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin.”

Sadeleştirilmiş: “Devamlı ölümlerle ve hayatın değişmesiyle, senelerin ve asırların dalgaları üstünde, sayısız cenaze içinde yokluğa atılan dünyamızda, hayat vazifemiz, Kur’an-ı Hakim’in tezgahında yapılan manevi bir gemi hükmündeki  İslamiyet hakikatının içine girip selametle o denizen üstünden geçerek kurtuluş sahiline çıkmakla sona ersin.”

Seneler ve karnlar emvacı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız” ifâdesini “senelerin ve asırların dalgaları üstünde, sayısız cenaze içinde yokluğa atılan dünyamız” diye gevelemek için nasıl bir ilim tehsil etmek, nasıl bir kamet sahibi olmak gerektiğini, cidden anlayamıyorum. Mâdem anlamadınız, bari dokunmayınız…

Asıl: “O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o sırr-ı Kur’anla, o terbiye-i Furkaniye ile; nefsimiz bize binmeyecek, merkûbumuz olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin kazanmasına kuvvetli bir vasıtamız olsun.”

Sadeleştirilmiş: “O denizen fırtınaları ve çalkantıları, seyir manzaralarını sinema perdesi gibi yenileyerek vahşet ve dehşet vermek yerine ibret ve tefekkür nazarını keyiflendirsin, okşayıp aydınlatsın. Ve o Kur’an sırrıyla, o Furkanî terbiye ile nefsimiz bize yük olmak yerine bineğimiz olup bizi sırtına bindirsin, ebedi hayatımızı kazanma yolunda kuvvetli bir vasıta haline gelsin.”

Neresinden başlayayım, neresini düzelteyim?.. “Zelzele” kelimesini bile bilmeyen gençleriniz bırakınız koyu karanlıklarında kalsınlar desem, çok mu ağır olur?.. Bu, gençleri falan düşünmek meselesi olmaktan çıkmış, başka bir maksat bu tahribkârlığı netice veriyor… Sanki birileri, Bediüzzaman’da da sandığınız gibi bir keramet yok, diyebilmek için uğraşıp durmuş.

Hadi gençleriniz “Kur’an” kelimesini duymuşlardır, sadeleştirmeniz gerekmez ama kalıbımı basarım ki, “Furkan“ı bilmezler; niçin sadeleştirmediniz? Hani az önce “zelzele”ye “çalkantı” demek gibi tuhaf bir zekâvet sergilemiştiniz ya, “Furkan”ın da kaşını gözünü dağıtmakta niçin tereddüt gösterdiniz?

Sonra, “”nefsizmiz bize binmeyecek“de bir fiil var, bir kast var, bir irâde var…Nasıl keskin bir zekâ tecellisiyle “yük” diye değiştirdiniz?

Ya, Hazreti Yunus’a binek olup Üstad’ın tahtelbahir tabir ettiği yunus, Hazreti Nebiyyi sırtında değil karnında taşımaktadır. Siz denizaltı tahayyülünü hangi hakla kuyruğu tüysüz basit bir “eşek” gibi tahayyül ettirip Hazreti Yunus’u “sırt”ına bindiriyorsunuz?

Asıl: “Elhasıl: Mâdem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibariyle sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizazatından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrasından müteellim oluyor. Ve nasılki hurdebînî bir mikrobdan korkar; ecram-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasılki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasılki küçük bahçesini sever, öyle de hadsiz ebedî Cennet’i dahi müştakane sever. Elbette böyle bir insanın Mabudu, Rabbi, melcei, halaskârı, maksudu öyle bir zât olabilir ki, umum kâinat onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyarat dahi taht-ı emrindedir. Elbette öyle bir insan daima Yunusvari (A.S.)(…..) demeye muhtaçtır.

Sadeleştirilmiş: “Kısacası: Mâdem insan, mahiyetinin kuşatıcılığı itibarı ile sıtmadan elem duyduğu gibi yeryüzündeki depremlerden, sarsıntılardan ve kâinatın kıyamet anındaki büyük zelzelesinden de endişe eder. Gözle görülmeyecek kadar küçük bir mikroptan korktuğu gibi, büyük gökcisimleri arasında görünen bir kuyruklu yıldızdan da korkar. Evini sevdiği gibi koca dünyayı da sever. Küçük bahçesini nasıl severse ebedi cenneti de öyle arzuyla sever. Elbette, mahiyeti böyle olan insanın Mâbudu, Rabbi, sığınağı, kurtarıcısı, maksudu ancak bütün kâinatı idaresinde tutan, zerreleri ve gezegenleri emir altında bulunduran bir Zât olabilir. Şu halde insan daima Hazreti Yunus (aleyhisselam) gibi (…..) demeye muhtaçtır.”

Demek onca çetin mefhumu bilen gençleriniz “Elhasıl“da boğulurlar endişesi ile “Kısacası” diye sadeleştirdiniz, öyle mi? Göz yaşartıcı bir merhamet, yüksek bir âlicenablık bu!..

Nihâyet sadeleştirme hamlesini taçlandıran elîm noktalardan birine daha geldik: “Ecram-ı ulviyeden, zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar.” İfâdesini hadi gençleriniz için ben anlayabilecekleri kelimelere aktarayım: “Büyük cirimlerden kuyruklu yıldızın görünmesinden (görünecek kadar yaklaşmasından)  dahi korkar…” Peki siz gençlerinize nasıl rehberlik yapmışsınız? Görelim mi?:

“Büyük  gökcisimleri arasında görünen bir kuyruklu yıldızdan da korkar.”

El insaf be kardeşim, el insaf… Üstad’ın “ecramı ulviyeden” dediği, kuyruklu yıldızın ta kendisi. Yâni kuyruklu yıldız da ecram-ı ulviyeden biri olarak zikrediliyor.  Siz ne diyorsunuz kuyruklu yıldız için? “Büyük  gökcisimleri arasında görünen..”  “Görünen” ile “sayılan” demek istemiş olsanız, “zuhur”u ne yaptınız?.. Hani “arasında” kelimesini kullanmamış olsanız “görünen”in belki tevile bir parça mecali olurdu, ama maalesef ona da imkân bırakmamışsınız. Kısacası anlamaya bile muvaffak olamadığınız bir metni sadeleştirmek için yola çıkmışsınız. Heyhat!..

Sonra,  yardımına çalıştığnız gençler “Mâbud”, “Rab” ve “maksud”u hergün konuştukları için biliyorlar ama “melce” ve “halaskâr”ı asla bilemezler, öyle mi?!

Hulâsa, ya iyi niyetle hareket etmemişsiniz ki, bu kadar tahribkârlığa imza atmışsınız. Ya da Nurlar bir hıfz altında ki, onlara uzandığınız için maskara durumuna düşürülmüşsünüz.

Netice-i kelâm: Bu mukayeseli tahlil ve tenkid işine teşebbüs ederken hiç değilse bir kaç Lem’a üzerinde çalışma niyetinde idim. Ne var ki, Lem’alar’ın en sâde ve en basiti olan Birinci Lem’a’da sadeleştiricilerin yaşadıkları hüsrânı görünce gerisine ihtiyaç kalmadı. Halbuki işin tabiatı icabı başlangıç çok mükemmel olmalı idi. Yaptıkları işin en mükemmeli bu ise, gerisini takdir edersiniz.

Allah, bu kardeşlerimiz ve onları bu yolda teşvik edenlere şuur, iz’an ve ferâset versin! Bizlere de Nurlar’ın diline sahip çıkma şuuru ve yaşatma gayreti ihsan etsin!..

Hüseyin Yılmaz

Namaz (Şiir)

Cin ve insanların en büyük işi

olan Namazımızı kılmayalım mı?

İster erkek olduk isterse dişi,

İbadetimizi yapmayalım mi?

Büyük imtihanı kazanmak için,

Var olduğumuzu bilmeyelim mi?

Geldik nimetlere şükretmek için,

Biz şükredenlerden olmayalım mi?

Bizi, şuurlu bir insan yapanı,

Kimdir o arayıp sormayalım mı?

Yaratıcımızı bulduktan sonra,

Şükrümüzü ifa etmeyelim mi?

Kur`ân’da mükerrer emir var iken,

O emre biz kulak asmayalım mi?

Uzun yolculuğumuza çıkar iken,

Seccade almadan yola çıkılır mi ?

Her yanda cenazeyi görür iken,

Bizde öleceğiz demeyelim mi?

Sonsuz dertlerimizi saymak için,

Rabbin Huzuruna çıkmayalım mı?

İhtiyaçlarımızı saymak için,

Allaha kıyama durmayayım mı?

Madde telâşından kurtulmak için,

Birazda manaya dalmayalım mı?

Kulluğun şuuruna ermek için,

Rükû ve secdeye varmayalım mı?

Sayısız nimetleri bahşedene,

Muhabbetle minnet etmeyelim mi?

Sonsuz bir mutluluk bize va’d Edene,

Severek ibadet yapmayalım mı?

Sorulacak ilk soru namaz iken,

Namazlı bir mümin olmayalım mi?

Namazsızın hesabi zor olacak,

Biz bunu nazara almayalım mı?,

Cehennemde insan la taş yanacak,

Bundan dersimizi almayalım mı.?

Abdülkadir Haktanır / 25. 06. 1985

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version