Namaz (Şiir)

Cin ve insanların en büyük işi

olan Namazımızı kılmayalım mı?

İster erkek olduk isterse dişi,

İbadetimizi yapmayalım mi?

Büyük imtihanı kazanmak için,

Var olduğumuzu bilmeyelim mi?

Geldik nimetlere şükretmek için,

Biz şükredenlerden olmayalım mi?

Bizi, şuurlu bir insan yapanı,

Kimdir o arayıp sormayalım mı?

Yaratıcımızı bulduktan sonra,

Şükrümüzü ifa etmeyelim mi?

Kur`ân’da mükerrer emir var iken,

O emre biz kulak asmayalım mi?

Uzun yolculuğumuza çıkar iken,

Seccade almadan yola çıkılır mi ?

Her yanda cenazeyi görür iken,

Bizde öleceğiz demeyelim mi?

Sonsuz dertlerimizi saymak için,

Rabbin Huzuruna çıkmayalım mı?

İhtiyaçlarımızı saymak için,

Allaha kıyama durmayayım mı?

Madde telâşından kurtulmak için,

Birazda manaya dalmayalım mı?

Kulluğun şuuruna ermek için,

Rükû ve secdeye varmayalım mı?

Sayısız nimetleri bahşedene,

Muhabbetle minnet etmeyelim mi?

Sonsuz bir mutluluk bize va’d Edene,

Severek ibadet yapmayalım mı?

Sorulacak ilk soru namaz iken,

Namazlı bir mümin olmayalım mi?

Namazsızın hesabi zor olacak,

Biz bunu nazara almayalım mı?,

Cehennemde insan la taş yanacak,

Bundan dersimizi almayalım mı.?

Abdülkadir Haktanır / 25. 06. 1985

En sıra dışı rahatsızlıklar

Vücudumuzda görülen bazı garip hastalıklar ve belirtiler kimi zaman ciddi bir hastalığın habercisi olabiliyor. Bu nedenle hangi belirtinin hangi hastalığın ön takibi olduğunu bilmek önemlidir.

Web MD isimli internet sitesinde yer alan habere göre işte birçok insanda görülebilen ve hayatı olumsuz etkileyen bazı garip hastalıklar :

Beyin donması: Dondurma gibi soğuk bir şeyler üst damağınızla temas ettiğinde başınızın ön bölümündeki kan damarları şişer. Bu hızlı şişme de beynin donma hissine bağlı olarak ağrıya yol açar. Baş ağrısından kaçınmak için dondurma veya dolaptan yeni çıkardığınız soğuk yoğurt gibi yiyecekleri yavaş yavaş yemeyi deneyin.

Aşırı terleme (hiperhidroz): Aşırı terleme problemi oldukça yaygındır ve tümüyle sağlıklı insanlarda oluşur ve ruhsal durumunuzu da bozar. Terleme yüzünüzde oluşabileceği gibi avuç içlerinde, koltuk altında ve ayak tabanlarınızda da meydana gelebilir. Terlemenin tedavisinde alüminyum klorür içeren ter önleyiciler, botox enjeksiyonu, ağızdan alınan ilaçlar hatta ameliyat yer alabiliyor.

Vertigo: Odanın hareket ettiğini hissediyorsanız, yer ayağınızın altından kayıyorsa vertigo hastalığına yakalanmış olabilirsiniz. Bu duruma bazen iç kulak problemleri ya da sinir hasarı yol açabiliyor. Vertigo dakikalarca ve hatta saatlerce devam edebiliyor. Vertigoyu baş dönmesinden ayıran en önemli özellik, hareket etme hissidir. Diğer belirtiler arasında ise işitme kaybı, kulak rahatsızlığı ve olağandışı göz hareketleri bulunuyor. Hastalığın tedavisi ise sebebe bağlı olarak değişiyor.

Hıçkırık: Diyaframın kontrol edilemeyen kasılmasıdır. Çok fazla ya da çok hızlı yemek yemek, hava yutmak hıçkırığa yol açabiliyor. Hıçkırık çoğunlukla kendiliğinden kaybolur. Fakat nefesinizi tutmak, hızlı hızlı su içmek veya bir kese kağıdının içinde nefes alıp vermek gibi yöntemler de hıçkırığın kesilmesinde yardımcı olabilir.

Bademcik taşı: Bu kötü kokan parçalar rahatsız edici olmasına rağmen, genellikle zararsızdır. Bademciğin üzerindeki cebe benzer oyuklardan sarkan bu taşlar, yiyecek artıklarının ağzımızın içinde var olan mikroplarla karşılaşmasıyla ortaya çıkar. Bunlar zararsızdır, ancak ağzınızda kötü bir kokuya neden olur. Bu küçük taşları küçük bir pamuklu çubukla temizleyebilirsiniz. Ancak bunlar sizi rahatsız etmiyorsa, tedaviye gerek yoktur.

Kulakların basınçtan patlaması hissi: Uçak veya otomobil yolculuklarında kulaklarımızın açılması için esneriz. Ortam basıncındaki değişiklik yaşandığında kulak zarının içindeki ile dışındaki basıncı eşitlemek için bunu yaparız. “Patlama” hissi, basınç nedeniyle orta kulağınızı boğazınıza bağlayan tüpün açıldığı anlamına geliyor. Bu duruma yardım etmek için ağzınızı ve burnunuzu kapatıp hafifçe nefes verebilirsiniz ya da sakız çiğnemeyi ve esnemeyi deneyebilirsiniz.

Kramp, adale kasılması: Bu ani adale kasılması birkaç saniye ya da birkaç dakika sürebiliyor. Dehidrasyon, kasların aşırı kullanımı, sinir irritasyonu ve potasyum ve kalsiyum gibi belirli minerallerin vücutta az seviye bulunması bu kasılmalara yol açabiliyor. Ağrıyı hafifletmek için dolaşın ya da ayağınızı sallayın ve kası gergin tutun. Eğer kramplar geçmezse doktorunuza gidin.

Kulak kiri oluşumu: Parmaklarınızı ve pamuk çubuklarını kulak kanalınızdan uzak tutun. Kulak kiri enfeksiyonla savaşmaya yardım eder, kulaklarınızı temiz tutar ve vücudumuz kulak kirinin fazlasını doğal olarak dışarı atar. Ancak kulaklarımızı kulak pamuklarıyla ya da başka objelerle temizlemeye çalışırsak impaksiyon başlar. İmpaksiyon belirtileri arasında ağrı, kaşınma, kulak çınlaması ya da işitme kaybı bulunuyor. Doktorunuz aşırı kulak kirini kulağınızı yıkayıp dışarı atabilir.

Kara dil: Dilinizin üzerinde küçük şişlikler, pütürcükler geliştiğinde ve bunların üzerinde bakteriler yerleştiğinde ortaya çıkıyor. Kötü ağız temizliği, sigara, bazı ağız gargaraları, başınıza ya da boynunuza uygulanan radyasyon tedavisi ve bazı ilaçlar bu hastalıkta rol oynayabiliyor. Bu tür bir problemi önlemek için dişlerinizi ve dilinizi günde 2 kez fırçalayın, dil spatulası kullanın ve hastalığı kötüleştiren faktörlerden uzak durun.

Gözün tiki: Göz kapağı spazmları kararsızdır, zararsızdır ve rahatsız edicidir. Stres, yorgunluk, kafein, kuru göz ya da göz yorgunluğu gözünüzün seyremesine neden olabilir. Bunun yanı sıra Tourette sendromu gibi ciddi nörolojik hastalıklarda gözde seyremeye yol açabiliyor. Göz kapağı spazmları genellikle kendiliğinden geçer. Uzun süre geçmeyen rahatsızlıklarda doktorunuza danışabilirsiniz.

Erkek göğsünün aşırı büyümesi:Gynecomastia” olarak bilinen bu sorun doğumda, ergenlik çağında veya ilerleyen yıllarda erkeklerin hormon seviyesindeki normal değişiklikler nedeniyle oluşuyor. Yaş ilerledikçe karaciğer ile böbrek sorunları, tümörler ya da bazı ilaç tedavileri hormonların dengesini bozabiliyor. Bu durum genellikle zararsızdır.

Gözlerin altında koyu renkli halkalar: Genellikle insanlar bu siyah halkalardan yaşlanmayı ya da yorgunluğu sorumlu tutarlar ve bu konuda haklılar. Uykusuzluk cildinizi solgunlaştırır, koyu renkli halkaları belirginleştirir. Aynı şekilde yaşlandıkça gözlerinizin çevresindeki deri incelir ve göz çevrenizin rengi soluklaşır. Alerjiler de koyu renkli halkalara yol açabilir. Soyaçekim de burada rol oynar.

Aşırı kıllanma: Kadınlar yüzündeki ya da vücudundaki aşırı kıllardan rahatsız olurlar, bu aşırı kıllanma genellikle zararsız olsa da utanç verici olabilir. Bu durum kadınların yaklaşık yüzde 5’ini etkiliyor. Genetik olabiliyor ya da yumurtalık kisti nedeniyle oluşabiliyor. Hastalığın tedavisi ise sebebe bağlı olarak değişiyor.

Soluk tırnaklar: Tırnak problemlerinin yaklaşık yüzde 50’si mantar enfeksiyonundan kaynaklanıyor. Yeşilimsi tırnaklar pseudomonas isimli bakteri nedeniyle oluşuyor ve antibiyotik ile kolayca tedavi edilebiliyor. Sarımsı tırnaklar mantar hastalığının belirtisidir. Tırnakların altındaki kırmızı, mor ve siyah lekeler ise yaralanmadan oluşan kan oturması olabiliyor. Tırnaklarınızdaki bu değişimler tıbbi tedaviyle ilgili olabilir ya da ciddi bir hastalığın belirtisi de olabilir.

Rosacea (Akne roze): Yüzün hassas bölümlerinde oluşan kırmızı lekelerdir. Nadir vakalarda burun kalınlaşabilir ve eğrilebilir. Bu durum genetik nedenlerden dolayı kadınlara oranla erkeklerde daha yaygındır. Bu aşamada tedavisi lazer ile diğer ışık tedavileri, dermabrazyon ve elektrokoter’dir.

Zaman Online

Risale-i Nur’un Genleriyle Oynamayın!

Sadeleştirme adı altında öteden beri yürütülen kampanyalar yeni değil. Üstadımız Bediüzzaman (r.a) daha hayatta iken bu kabil teşebbüsler vukû’ bulmuş, ama gereken cevâbı Müellif bizzat kendisi vermiştir.

Dinin tağyîr, tahrîb ve tahrîfine dâir girişilen çabalar, yürütülen kampanyalar tarih boyunca hep devam ede gelmiştir.

Zındıka komitesi, özellikle son 200 senedir, Kur’ân ve Hadîs’i bozmak, tahrîf etmek için envâi türlü entrika ve sinsî oyunların peşini bırakmamıştır. Bu iki kaynaktan netice alamayan kökü dışarıda bu ecnebi komite, Kur’ân ve Hadîs’in son tefsîr-i mâneviyesi ve zâhir bir mu’cizesi olan Risale-i Nurları, insanların ve özellikle Ümmetin nazarlarından düşürmek, parlak kıymetini ve nurlu hakîkatlerini iskat etmek için, muhtelif metod ve ayak oyunlarına baş vurmuş, ama bir türlü bu menhûs emellerine ulaşamamışlardır.

Nereden ve kimlerden kaynakladığı konusunda şahsen henüz yeterli bilgiye sahip bulunmadığım son sadeleştirme hamlesi, hedeflerine ulaşma yolunda zındıka komitesinin ümitlerini yeniden canlandırsa bile, biiznillah hevesleri kursaklarında kalacak, Kur’ân’a ve O’nun i’câzının âhir meyvesinin genlerini değiştirmeye kader-i İlâhî izin vermeyecektir inşâallah…

Müellif-i muhtereminin izin vermediği bir girişim,  Allah’ın izniyle akîm kalacaktır. Yeter ki, umûm Nur talebeleri bu konudaki hassasiyetlerini kararlılıkla ortaya koysunlar ve Üstadlarının emir ve tavsiyelerinden zerre miktar ta’vîz vermesinler!

Zâten hayattaki muhterem sekiz hizmetkâr ağabeyimiz, kesin tavırlarını efkâr-ı ammeye deklare etmişlerdir.

Şimdi Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin temcid pilavı gibi ıstılıp ısıtılıp gündeme getirilen bu tür çalışmalara verdiği cevaplardan birkaç nümûneyi nazarlarınıza sunmak istiyorum.

1948-1949’da Afyon hapsinde Ahmed Feyzi KUL Ağabeyin Hazret-i Üstad’a gençler için risalelerin biraz sadeleştirilmesine dair mektubuna, Hazret-i Üstadımızın verdiği cevaptır:

Saniyen: Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda hâşiyecikler yazılsa daha münasiptir. Çünkü metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lazım gelir. Hem sû-i isti’male kapı açılır, muârızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik, müdakkik olmaz, yanlış ma’na verir, bir kelime ilave eder, ehemmiyetli bir hakikati kaybetmeye sebep olur. Ben tashîhatımda böyle zararlı ilaveleri çok gördüm.

Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var…” (Emirdağ Lâhikası Elyazma sh:661)

Kaynağın kudsiyetini göz ardı edenlere Üstad’dan  cevap:

“Me’hazın kudsiyeti, cok burhanlar kuvvetinde tesirat gösteriyor (Mektubat, 26. Mektup, 319)

Müellifinin bile me’zûn olmadığı bir konuda, bu izni o yayıncılar nerden aldılar acaba?

“Onlar ne hal ile yazılmıs ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashîh ve tanzîm etmeye me’zun degiliz. “(Mektubat, 11. Mektup, 488)

Her bir ta’bîr ve kelime bulunduğu yerde ayrı ayrı mânalar taşıması sebebiyle, bunların değiştirilmesi, tüm insicam ve mânanın da değişmesine sebep olacaktır. Bu ise küllî bir cinayettir.

Kur’ân’ın en tatlı, en şirin, son devrin en güzel meyvesinin genleriyle oynamaya, fıtratını değiştirip, kendi hevâ ve hevesine göre kelimeleri değiştirmeye ne hakkı var?

“Risale-i Nur’un mesâili, ilimle, fikirle, niyetle ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlakayla sünûhat, zuhûrat, ihtarat ile oluyor.” (Kastamonu Lahikası, R. Nur şakirdleri tarafından sorulan suâle cevaptır, 210)

“Kalbe fıtri bir surette gelen hatıratı san’atla ve dikkatle bozmamak için, yeniden tetkikata lüzum görmedik.” (Lem’alar, 25. Lem’a, 205)

Risale-i Nurlardaki Kur’âna ait olan hüner, zerâfet ve meziyeti tağyîr ve tebdîl yetkisini kimden aldınız? Madem, Üstad’a saygıdan bahsediyorsunuz, aşağıdaki sözünü bile nasıl görmezlikten geldiniz?

“Bundan anlasılıyor ki, Kur’ân’ın bir nev’i tefsiri olan Sözlerdeki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil, belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’âniyenin mübarek kametlerine yakısacak mevzun, muntazam üslup libasları, kimsenin ihtiyar ve suuruyla bicilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki öyle ister; ve bir dest-i gaybidir ki o kamete göre keser, bicer, giydirir. Biz ise, icinde bir tercüman, bir hizmetkârız.” (Mektubat 28. Mekktup,383)

Üstad Hazretleri’nin birinci talebesi, mümtaz şahsiyet merhûm Hacı Hulûsî ağabeyin şu mektubunu hiç okumadılar mı? Bir harfine dokunmayı azîm bir günah olarak telakkî eden bu Zât-ı mübârekin elinden yakalarını nasıl kurtaracaklar? Onun hem hayattaki talebeleri, hem de mânevî vârisleri, bu hak gasbının hesabını, hem bu dünyada, hem de mahkeme-i kübrâda onlardan sormayacaklarını mı zannediyorlar? Ama zanlarında da yanılıyorlar.

Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünkü edebiyat satılmıyor, Kur’ân’dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözler’i okuduğum zaman Üstadımı temsil eder bir hal alıyorum. Tabiratınızla, sivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem. Onun için bir harfe dokunmayı azim bir günah işliyor telakki ediyorum. Bazan verdiğiniz salahiyetin mânevi kuvvetiyle namınıza olarak bir harfin yerini değiştiriyor veya kaldırabiliyorum. İste bendeki telakki ve tesir bu mahiyettedir. (Barla Lahikası, ikinci zeyl, 62)

Üstadı’nın verdiği yetki ile sadece bir harfin yerini değiştirebilen bu hasların hassı ve mânevî vârisi bu kadar titiz davranırken, sizler bu yetkiyi kimden aldınız?

Bu çevreler, söz konusu teşebbüşle, insanın latîfelerini ve mânevî duygularını devre dışı bırakmış oluyorlar.

 “Risale-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Cünkü ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve maâriflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır. (Emirdağ Lahikası, İkramı İzhar Mektubunun Tetimmesi,65)

Acaba bu işi yapanlar da aşağıdaki serzenişe mâsadak mı olmak istiyorlar?

“Bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, temsîlât vasıtasıyla, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu, büyük alimler Tefhim edilmez deyip, değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar. (Mektubat, 28. Mektup, 372)

Risalelerde geçen ta’bîrât ve kelimelerin her biri ayrı bir rûhun, mânânın Kur’ânca dokunuşu ve münâsip yerlerine mahâret ve basîretle yerleştirilerek okunuşudur.

Yaklaşık yirmi beş bin kelime ağıyla örülmüş Nurların, bu günkü Türkçe ile iki bin kelimeye indirilmesi, kısırlaştırılması, kısıtlanması, İslâm kültürü ve Medeniyetinin mücessem inci taşları ve tuğlaları hükmündeki mâna derinliğini kaldırıp yerine ruhsuz, anlamsız, donuk, estetikten ve akustik özelliklerden uzak kelimelerle Kur’ânî hakîkatlerin anlaşılması, zevk edilmesi, ruhların doyurulması, nesillerin kurtarılması mümkün değildir.

“Elfâz-ı Kur’âniye ve tesbihat-ı Nebeviyenin lafızları câmid libas değil, cesedin hayattar cildi gibidir; belki mürur-u zamanla cilt olmuştur. Libas değiştirilir; fakat cilt değişse vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfaz-ı mübarekeler, mana-yı örfilerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez. (Mektubat, 26. Mektup, 340)

Bu teşebbüsle neye ve kime hizmet edildiğinin  farkında olmak için allâme olmaya gerek yok sanırım. İşte fikri karışık, şuuru kısa olanlara Müellif-i muhteremin cevâbı:

“Zihni cüz’î, şuuru kısa, fikri müşevveş, kalbi karanlıklı bazı insanların kelimat-ı tercümiyesi nasıl o mukaddes kelimat yerini tutabilir? (Mektubat, 29. Mektup, 393)

Merhûm Mustafa Türkmenoğlu’nun kaydettiği not oldukça mânidardır:

“Şamlı Hafız Tevfik ile görüşmemizde bana dedi ki; “Üstad sanki bir yere bakıp okuyormuş gibi gayet süratle söylerdi, bende gayr-ı ihtiyari süratle yazardım.”

Elhâsıl diyeceğim odur ki; Sunûhât-ı kalbiye olan bu kelimelere dokunmak gazab-ı İlâhî’nin celbine sebeptir. . İyilik yapıyorum zannıyla pek çok fenalıkların işlendiği bir gerçektir.

İleride inşâallah İttihâd-ı İslâmın ortak dillerinden biri olma özelliğine sahip Risale-i Nur dilinin dejenarasyonu, bu birliğe vurulmaya çalışılan bir darbedir. Teemmel!..

Bırakın ihsan ve ikrâmı da, bu eserlerin önünde gölge olunmaması bile en asgariden iyilik hanesine geçer.

Tercüme başka,  sadeleştirme ise bütün bütün başkadır. Böyle bir teşebbüs, iyi niyetle dahi olsa (ki, bu da bir aldatmaca ve Hizbüş-Şeytanın bir oyunudur), zındıka çevreleri bundan istifadeye çalışacaktır.

Bütün dünya Nur talebelerinin ve Kur’ân şakirdlerinin bu tür içi boş heveslere aldanmayacağı kanaatini taşıyorum.

Zira hiçbir güç, Kur’ân’ın bu asra emânet-i kudsiyyesi olan Risale-i Nurları tahrîf sûretiyle Anadolu ve dünya gençliğinin elinden almaya muktedir olamayacaktır.

Önü/arkası karanlıklı, tehlikeli, hizmetle alakası olmayan, sâdece bir takım hevâ ve heveslerin/enâniyetlerin tatminine yönelik bu teşebbüsten derhal,  âcilen vaz geçilmeli, tövbe ve istiğfar ile, öncelikle Bediüzzaman Hazretlerinden ve talebelerinden helallık istenmelidir.

 Şurası da unutulmamalıdır ki, Kur’ân talebeleri olarak akîde dünyamızda ılımlı İslâm saçmalığına yer olmadığı gibi; ‘ılımlı Risale-i Nur’ hezeyânına da aslâ yer olmayacaktır vesselâm.

İsmail Aksoy

Kutlu Doğum sahibinden ‘mal senin, borç benim’ örneği!

O, hayatı boyunca hep yoksulu, zayıfı, kimsesizi kollamış, bu uğurda verdiği fedakârlık örnekleri de muhteşem bir misal olarak tarihin şeref levhalarına geçmiştir.

Nitekim yardım edemediği yoksulun borcunu üzerine alma gibi hiçbir yöneticide görülmeyen emsalsiz bir muhteşem örneği de siyere böyle geçmiştir. Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle hazırladığımız ‘Peygamberimizle Yaşamak’ kitabından arz ediyorum bu tarihî ‘mal senin, borç benim’ sünnetini.

O’nun ideali insanlığa hizmet etmekti. Yoksa insanlığı kendisine hizmet ettirmek değildi. O sebeple eline geçeni yemez yedirir, içmez içirir, yönettiği insanların mutluluğuyla mutlu olur, üzüntüsüyle de üzülürdü.

‘Müslümanların derdiyle dertlenemeyen bizden değildir!’ sözünü de O söylemişti.

Nitekim bir müddetten beri biriktirdiği imkânını yine dağıtmak istiyordu miskin derecesindeki yoksullara. Çevresine münadiler göndermiş, sesleniyorlardı Medine sokaklarında miskin derecesindeki yoksullara:

-Resulüllah, mescidinde miskinleri beklemektedir. Acil ihtiyaç içinde olanlar gelip hisselerine düşeni alsınlar!..

Az sonra mescidin önünde en alt derecedeki yoksullar toplanmış, kasıp kavuran ihtiyaçlarını bir ölçüde karşılayacak imkâna kavuşacak olmanın sevincini yaşıyorlardı.

Nitekim düşündükleri gibi de oldu. Efendimiz gelenleri şöyle bir gözden geçirdikten sonra elindeki mevcudu da hesap ederek önünden geçenlere hisselerini verirken şefkat dolu tebessümlerle mutluluğunu açıkça belli ediyordu. Mutluydu. Çünkü en büyük sevincini yoksula yardım ederken duyuyordu. İşte o anda da ihtiyaç sahiplerinin sıkıntılarını gideriyordu. Nihayet elindeki imkân bitti, mevcut ihtiyaç sahiplerine de yetti. Demek ki hesap iyi yapılmıştı.

Ne var ki çok geçmeden koşar adımla uzaktan gelen bir bedevi görüldü. Adam ufkuna doğru bakarak gelirken nefes nefese söyleniyordu:

-Yardım dağıttığınızı duydum, onun için koştum, ama yine de yetişemedim. Zaten ben hep böyle şanssızın biriyim. Şefkat ve merhamet menbaı sordu:

-İhtiyacın çok mu fazlaydı?

Saymaya başladı ihtiyaçlarını. Hepsi de zaruri ihtiyaçtı. Ama Resulüllah’ın da imkânı bitmiş, elinde avucunda olanı tümüyle vermiş, tek dirhemi bile kalmamıştı. Efendimiz dikkatle baktı yoksul adamın üzgün yüzüne. Sonra beklenmeyen açıklamasını yaptı:

-Üzülme, ihtiyaçlarını yine alacaksın, hem de hiçbirini eksik bırakmadan!

– Nasıl olacak bu diyerek heyecanlandı yoksul adam. Efendimiz kelimelere basarak konuştu:

-Şimdi buradan dükkânların bulunduğu yere doğru yürü, ihtiyaçlarını nerelerde bulursan al, satıcılara da de ki:

– Mal benim, borç Resulüllah’ındır! Ödemeyi Resulüllah yapacaktır.

Adam önce şaşırdı. Sonra Efendimiz’in ısrarı karşısında toparlanarak sevinçle çarşının yolunu tuttu. Alacaklarının hesabını yaparak sevinçle gidiyordu..

Olayın şahidi olan Hazreti Ömer, fedakârlığın bu kadarını fazla buldu. Düşüncesini dile getirmekten kendini alamayarak dedi ki:

-Ya Resulallah! Sen gücünün yettiğiyle mükellefsin. Elinde olanı tümüyle verdin, geriye bir şey kalmadı, neden bu sefer de yardım edemediğin yoksulun borçlarını yükleniyorsun? Bu kadarı da fazla değil mi?.

Bu sözlerden hiç de memnun olmayan Resulüllah’ın yüzündeki tebessümün kaybolduğu görüldü. Halbuki o ana kadar çok mutluydu. Sanki güller açmıştı mübarek yüzünde. Tebessümü hiç eksik olmuyordu. Yoksula yardım etmenin tarif edilemez mutluluğunu yaşıyordu. Bunun üzerine oradaki masum bakışlı bir sahabe söze karıştı:

-Ya Resulallah, dedi, Sen Ömer’e bakma! Ver, ver, arşın sahibi Allah Sana yine verir, Seni boş bırakmaz!.

Bu sırada ‘ver ver’ sözünden o kadar memnun oldu ki, tebessümü tekrar yüzünde belirdi.

Verme konusundaki ölçüsünü de şöyle dile getirdi:

-Hiçbir şeyi olmayan, çorbasının suyunu çoğaltsın, onu da bulamayanların imdadına bir tas sulu çorba ile koşsun, yine yoksullara ilgisiz kalmasın!

1441. Kutlu Doğum yıldönümünde bu muhteşem olayı bir daha hatırlayarak diyoruz ki:

-Fa’tebirû ya ülil ebsar! (Düşünün ey basiret sahipleri!)

Yarın: Cömertle cimrinin farkları!

Ahmed Şahin / Zaman

Sergey Michailof kadar samimi ve yürekli olamayacak mıyız?

Sergey bir Rus genci… Yaşı 28 civarlarında. Aslen Moskova’nın güneyinde tarihi bir şehir olan Serpukhov’dan Sergey. Moskova’da bir yandan sosyoloji doktorası diğer taraftan polis olarak görev yaparken, Risale-i Nurla tanışır. Onun aşkıyla yanıp tutuşur. Gündelik ve sıradan değildir bu aşk. Ya da ara sıra yanıp tutuşup sonra sönen… Damlasını içtiği okyanusu bulmalıdır ve o ummana dalmalıdır. Bu niyetle beraber, başta içindeki nefis ve şeytanı sonra çevresiyle başlar mücadeleye.

Leyla’nın Mecnu’nu diyar diyar dolaştırdığı gibi Risale-i Nur da Sergey’i peşine takar ve deryanın kaynağına çeker. Evet, Sergey Türkiye’ye gelmeli, Türkçe öğrenmeli, zemzemi kaynağından yudumlamalıdır…

***

Telefonum-olmadık saatlerde- çalınca arayan genellikle Behram’dır. Behram hayatını nur hizmetine adamış bir nur mücahidi… Gecesi gündüzü hep hizmet içerisinde birbirine karışık olduğundan aklına gelen her müşkilde günün hangi vakti olursa olsun telefon etmekten çekinmez… Yine böyle telefonlardan birinde Rusya’dan gençlerin geldiğini söyleyerek ona Türkçe öğretmek için beni dershaneye davet etti.

Davete icabet edip dershaneye geldiğimde Risale-i Nur okuyarak hidayete eren Rus gençlerinin Türkçe öğrenmek gayesi ile Erzurum’a geldiklerini gördüm. Sergey (Selehaddin), Roman (Ramazan), Andrei (Ali), Petry (İslam), Yevgeny, (Cebrail) ve daha başkaları… Karşımda müthiş bir tablo duruyordu. 80’li yıllarda daha küçük bir çocuk iken babamın omuzlarında katıldığım Afgan mitinglerinde “Komünistler Moskova’ya!!!” şeklinde attığım sloganlar beynimde çok derin izler bırakmıştı. Kaderin sevki değişmiş, Moskova’dan “Komünistler” yerine “Nurcular” geliyordu, hem de Risale-i Nur’u orijinal dilinden öğrenmek ve onun hizmet modelini anlamak, kavramak, yaşamak, yaşatmak için…

Bu gençlerle yaklaşık üç aylık bir beraberliğimiz oldu. Çalışma ve azimleri, gayretleri, takvaları kısaca her hal ve hareketleri, İnsaniyet-i Kübra olan İslamiyet’in somut örnekleriydi. Mescidin arka tarafında, onların o adeta melekiyet kesb etmiş bir şekilde namaz kılmalarını, içime akıttığım göz yaşları içinde seyrederdim. Ve hemen hepsi çok kısa bir sürede Türkçe öğrenerek nurları asli formatında okuyup anlamaya başladılar…

Evet, cennet ucuz değildi. İngiliz ve Alman kadar serveti ve kuvveti yanında aklı da olan herkes, o davayı kazanmak için bütününü sarf etmeliydi. Bu gençler bu idealin en güzel temsiliydiler…

Şimdi bu güzel tabloları zihnimizin bir köşesinde, tekrar kullanmak üzere mahfuz bırakarak bir diğer tabloya geçelim.

***

Ara ara nükseden sara nöbetleri gibi “sadeleştirme” furyası yeniden nur hizmetinin gündemine otur(tul)muş durumda…

Bu konuda başta “vâris” vasfını taşıyan saf-ı evvel abiler olmak üzere, Nur hizmetine gönül vermiş hemen her akl-ı selim ve zevk-i selim sahibinin ifadesiyle, üstadın bile “parmak karıştırmadığı” bir metinde hiçbir kişisel tasarruf asla söz konusu olamayacağı aşikâr. Zira eserin muhterem müellifinin ifadesiyle yapılacak olan sadece ve sadece “Sözlerin şerhleri, izahları ve tanzimleridir.” Hal böyle iken ve nurların maddi manevi vârisleri hayatta iken onların tamamen hilafına olarak yapılan “sadeleştirme” hareketleri, hangi “makuliyet” hangi “konuma saygı”, hangi “meşveret” prensibiyle açıklanabilir?

Aslında “sadeleştirme”nin bir anlamda “tahrifat” olacağı ve bu işin manevi sorumluluğunun hem dünyada hem ahirette “faillerinin” başına “bela” olacağı birçok yazar tarafından gerek nakli bilgi gerekse ilmi izahlarla ispat edildi. Bu vadide daha fazla söz söylemenin “gereksiz” olacağını sözün “kararının” insana söyleneceği prensibinden yola çıkarak, birkaç meseleye vurgu yapmak isterim.

Erbab-ı ilimin tasdik edeceği üzere bilimde silsile ve tertip esastır. Kolaydan zora, somuttan soyuta, bilinenden bilinmeyene doğru bir sıra takip edilir. Hiçbir zaman ileri ve üst düzey konular “basitleştirme, sadeleştirme” mantığıyla ele alınmaz… Mesela medreseye yeni başlayan bir talebe için Şerh-i Mevâkıf ve Mekâsıd gibi ileri seviye kitaplar, “sadeleştirilsin”, “basite indirgensin” diye bir yol asla takip edilmez. Talebe sarf ve nahvin kaidelerini okur, zamanla bir gelişim seyri içinde, bu yüce bilimlerin seviyesine ulaşır. Burada gaye, ilmin seviyesini düşürmek değil talebenin seviyesini yüceltmektir… Bu durum dünyevi ya da uhrevi tüm ilim-bilim dalları için genel geçer bir kaidedir.

Bu durumda hakikat ilmi olan Risale-i Nur için de aynı mantık geçerlidir. Yani bizim okuma, anlama, tefekkür etme, tefeyyüz etme seviyemizi artırmamız gerekir. Yoksa o yüksek hakikatleri basite indirgemeye çalışmak “sadeleştirmek” işi “sulandırmanın ve tahrifatın” ötesinde hiçbir şeye yaramaz.

Bir diğer mesele ise, gerçek muhibleri ve hakiki okurları tarafından malumdur ki, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da oluşturduğu kendine mahsus kelime ve kavram dünyası vardır. Üstad çok yerde kelime ve kavramları, mevcut sözlük karşılığı ile değil kendisinin ona yüklediği özel anlamlarla zenginleştirir ve tamamen orijinal bir kavram dünyası oluşturur… Bu kelime ve kavramlarla oluşturduğu tamamen orijinal düşünce ve tefekkür dünyası içerisinde okurlarını bir üst bilinç düzeyine taşıma gayreti amaçlar.

Mesela şu cümleye bir bakalım: “Celal vahidiyetin tecellisinden, cemal dahi ehadiyetin tecellisinden zahir olur. Bazan da cemal, celalden tecelli eder. Evet cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir.’’

Faraza kendinizi çok zorlayıp “abesle iştigal” ederek buradaki kelime ve kavramların yerine Türkçe karşılık bulduğunuzu/uydurduğunuzu varsayalım. Peki zevk-i selime hitap eden ve metnin “ruhu hükmünde olan” edebi/manevi yönünü nasıl ifade edeceksiniz? Ahengi nasıl sağlayacaksınız? Armoniyi nasıl oluşturacaksınız? Geometriyi nasıl temin edeceksiniz? Kısaca tüm bu aldıklarınızın/çaldıklarınızın yerine ‘NE’ koyacaksınız? Yerine ne koyacağınızı bilmiyorum ama en azından dilinize pelesenk ettiğiniz “konuma saygı” gereği bunun adını “sade ya da kaymaklı- Risale-i Nur” koymayın… Allah rızası için…

Pek tabi, metinden çaldıklarınız bununla da sınırlı kalmayacak. Genellikle usta-çırak ilişkisiyle öğrenilen, “bilenlerin” izah ettiği, akabinde “cemaatle” çayların içilip mütalaa ile tefekkür ve tezekkürlerin yapıldığı ortamları da yavaş yavaş kaldırma sürecine gireceksiniz. Hâlbuki “Risale-i nur sohbetleri” geçmişte “mesnevi-hanların”, “gazel-hanların” topluca bir araya geldiği ve her tür faydalı sosyal öğrenmelerin sağlandığı nurani meclislerdir. “sadeleştirme yoluyla” yapılacak olan sulandırmalar sonucunda bu meclislerin de önü kapanmış olacaktır.

Özetle, “Uslub-ı beyan ayniyle insandır.” Risale-i nur Bediüzzüman’ca ve semavi bir üsluba sahiptir. Kör inatla “halen daha sadeleştirmeye devam edenler ya da edecekler olanlar, yeni oluşan metnin adını “Risale-i Nur” koymamalı ve yazarı kısmına “Said Nursi” yazmamalılar… Bu tavır, belki işledikleri cinayetin dozunu bir miktar düşürebilir…

Bir diğer mesele ise, Nurlar’ın sadece akla hitap etmediği gerçeğidir. Üstadın ifadesiyle: “Hem iman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlimle gelen mesâil-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır.” Şu durumda, hazırlanan “sadeleştirilmiş metin” hangi manevi duygumuza ve nasıl hitap edecektir?

Üstad bugün hayatta olsa acaba sadeleştirme failleri bu kadar rahat davranabilir miydi? Yoksa yiyecekleri “zılgıt”ın korkusuyla en azından bir “istişare” mekanizmasına başvururlar mıydı? Unutulmamalı ki o hayatta olmasa da vârisleri onun namına iş görmektedir. Onun verasetine tecavüz Hukukullaha dokunabilir. Bu durumda asla göz ardı edilmemelidir.

Evet, Goethe’nin Hafız Divanı’nı aslından okumak için Farsça öğrendiği söylenir. Ve bu ilhamla West-östlicher diwan’ı yazmıştır. Yine benzer şekilde Thomas Mann, Yusuf ile Kardeşleri adlı romanı yazarken Farsça öğrendiği anlatılır.

Yine, Doğulu-Batılı birçok kimsenin Kur’an’ı nazil olduğu Arapçadan öğrenmek için Arapça öğrendiği bilinen bir gerçektir… Ve yazının başında belirttiğim, Selehaddinler, İslamlar, Ramazanlar… Bu davanın en sadık şahitleridir…

 

Dr.  Halim ULAŞ

 ahalimulas@hotmail.com

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version