Mehdiyyet Meselesi ve İttihad-ı İslâm

Bu meselenin medar-ı bahs edilmesi, başta Peygamber (s.a.v) olmak üzere Sahâbe-i kirâm, evliyâ-i izâm ve ulemâ-i İslâm’ın müjdelediği, maddî-mânevî cihâdı icra edecek, âlem-i İslâm’ın birliğini temin edip Şerîat-ı Garrayı hakkıyla tatbîk edecek bir zât-ı nûrâniyi ve O’nun cemâatini tebşîr etmek, bununla Ümmet-i Muhammediyye (a.s.m)’ın istikbâle ümitle bakmalarını temin etmek içindir.

Mehdî’nin üç mühim vazîfesi:

Birinci vazîfesi: Îmânı kurtarmak

İkinci vazîfesi: Şerîatın tatbîk ve icrâsıdır.

Üçüncü vazîfesi: Hilâfet-i Muhammediyye (asm) ünvânı ile şeâir-i İslâmiyyeyi ihyâ etmek ve âlem-i İslâm’ın vahdetini (ittihad-ı İslâm) istinâd noktası yapıp Îsevî rûhânîleriyle ittifak etmek ve Kur’ân’ı bütün dünyaya hâkim kılmaktır.

Üstad Bedîüzzaman bu üç vazîfeyi şöyle ifade etmektedir:

Ümmetin beklediği, âhir zamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymetdarı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalâletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risale-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki, sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek.

O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.

O zatın üçüncü vazifesi, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir.”(1)

İttihad-ı İslâm olmazsa, içtimai hayattaki ikinci ve üçüncü vazifelerin gerçekleşmesi mümkün olmaz. Bir başka ifade ile, sosyal hayata yapılacak yükleme ile bilhassa avamın ve herkesin İslâmî düşünme, İslâmî amel/hayat ve İslâmî hislere (şuurları olmadan olsa bile) sahip olmalarının teminatıdır. Yani geçmişten tevarüs eden güzel hasletler, ahlâkî güzellikler, toplumsal değerler darbelenerek tahrip edildi, sosyal hayattan soyutlanarak İslâm toplumu dinî değerlerden ve özellikle şeâir denilen İslâmî sembol ve hayat tarzlarından uzaklaştırıldı. O bakımdan İslâm içtimaiyâtı, İslâmî hayat tarzı, Sünneti yaşamadaki , avamın âhireti kazanma hususundaki teminatıdır, güvencesidir.

İşte bu güne kadar bilinçli ve plânlı bir biçimde gerçekleştirilen ve direkt olarak Müslümanları amelî, fikrî ve edebî (sanat adı altında sosyal hayatın her kademesinde uygulanan plânlı, kokuşmuş batı kaynaklı aktiviteler, Yunan kaynaklı, ene merkezli hastalıklı düşünce ile yazılı ve görsel basının bünyede açtığı yaralar, aile ve fertlere yönelik yozlaştırma faaliyetleri, v.b) açıdan darbe vuran inkılâpların tahribatının giderilmesi bu devrelerde gerçekleşecektir.

Gizli zındıka komitesi bu ve benzeri mektupları fasit yorumlarla ele almış, Ümmeti ve Nur câmiasını yanıltmaya çalışmışlardır.

İkinci vazîfeyi; İslâm’ın yeniden yorumlanması, demokrasi ve laikliğin yanlışlarının düzeltilmesi, böylece süfyaniyyetin zulmüne set çekilmesiyle İslâmla demokrasinin barıştırılması, orta bir yolun bulunarak bu ikinci vazîfenin şahıslar tarafından tatbikinin olabileceğini ileri sürmektedirler.

Üçüncü vazîfe; Avrupa Birliğine girmekle Hıristiyanlarla birleşmektir. Bedîüzzaman’ın haber verdiği İsevî rûhânîlerle ittifakın ve Hz. İsa (a.s)’ın nüzûlünün mânâsı budur. Hazret-i Îsâ, beşerî cismiyle nüzûl etmeyecektir.

Türkiye, Mehdî’nin şahs-ı mânevîsini temsil ediyor; Amerika ve Avrupa ise Hazret-i Îsâ (a.s)’ın şahs-ı mânevîsini temsil ediyor. Mehdiyyet cereyânının ikinci vazîfesi olan Âlem-i İslâmda, özellikle Türkiye’de İslâmiyeti yeniden yorumlamak ve demokrasiyi ta’dîl etmek, yani Avrupadaki gibi bir demokrasiyi getirmek vazîfesini ve Mehdiyyet cereyanının üçüncü vazîfesi olan Avrupa Birliğine girip, Hıristiyanlarla, hasseten Amerika ile ittifak etmek vazîfesini, Mehdiyyet cereyânını temsil eden Türkiye yapıyor”

Bu gizli komitenin amacı; İslâm dininde reform yapmak, cihad rûhunu öldürmek, müslümanların ümitlerini kırmak, Kur’ân ve Sünnetin yerine beşerî bir sistemi yerleştirmek ve Müslümanlara bu sistemi dayatmaktır.

Bu sinsî ve bâtıl fikirlerini yerleştirmek için yaklaşık iki yüz seneden beri, İslâm âlemi içerisinde yaptıkları sistemli çalışmalarla bir takım mevkileri ve şahısları elde etmişlerdir.

Üstad Hazretleri eserlerinin değişik yerlerinde, Mehdîlik vazîfesinin ikinci ve üçüncü devrelerinde; Süfyâniyyet rejiminin İslâm Âleminde ilmî, amelî ve edebî felsefeyi yerleştirmesine karşılık; Hazret-i Mehdî’nin siyâsî, hukûkî ve ictimâî sahalarda inkılâb yapacağını, yani maarifte, devlet idaresi ve mahkemelerde ve basın-yayında Kur’ânî düsturları yerleştireceğini bildirmiştir.

Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir hâlife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş.

Madem âdeti öyle cereyan ediyor. Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenâb-ı Hak bir dakika zarfında beyne’s-semâ ve’l-arz Âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder. Ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin numunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelâl, Mehdî ile de Âlem-i İslâmın zulümatını dağıtabilir. Ve vaad etmiştir; vaadini elbette yapacaktır. “(2)

Tâ ahir zamanda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirtleri Cenab-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz.”(3)

Büyük Mehdînin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dâirelerde icraatları olduğu gibi…

Evet, yüzer kudsî kahramanları yetiştiren ve binler mânevî kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-i Kur’âniyenin mayasıyla ve imanın nuruyla ve İslâmiyetin şerefiyle beslenen, tekemmül eden Âl-i Beyt, elbette âhir zamanda, şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-ı Furkaniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ihya ile, ilân ile, icra ile, başkumandanları olan Büyük Mehdînin kemâl-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet mâkul olmakla beraber, gayet lâzım ve zarurî ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır.”(4)

Üstad Bedîüzzaman; “İstikbâl, yalnız ve yalnız İslâmiyyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniyye ve îmâniyye olacak.” Sözleriyle bir asır öncesinden Kur’ân’ın hâkimiyetini müjdelemektedir. (5)

…Ve hamiyet-i İslâmiyye’nin şiddetli feverânı..”(6) sözleriyle İslâm Âlemi’nin, özellikle seyyidler cemaatinin duyarlılığını nazara vermektedir.

Maddeten dahi İslâmiyet istikbâle hükmedecek.”(7) sözleriyle mehdiyyet devresinde maddî güç ve kuvvetin de Müslümanların elinde olacağı müjdelenmektedir.

Dar ölçekte sadece küresel barışı değil, tüm dünya ve âlemlerde de barışın tesisi, İttihad-ı İslâm sayesinde gerçekleşecektir. “…Zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umûmîyi de temin edecek.” (8)

Hakîkat-ı İslâmiyye’nin güneşi ile, sulh-u umûmî dairesinde hakîkî medeniyeti görmeyi, Rahmet-i İlâhiyyeden bekliyebilirsiniz.”(9)

Zemin yüzünü ve âfâkı şirk ve küfürle mânen kirletenlerin hak ettikleri cezayı bulacaklarını ifade etmektedir:

Elbette beşer bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve perişan ettikleri halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksûd-u hakîkîye mazhar olmadan dünyayı bırakıp ademe kaçamıyacak.”(10)

Son olarak; devrin iktidarına yaptığı “…ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır.” Tebliğinin tüm iktidarlara, özellikle dindar siyâsîlere yönelik bir teblîğ ve tavsiyesi olduğunu, ayrıca hürriyetin başında bazı dindar mebuslara verdiği cevap (11) ile Zeylin Zeylindeki “Yaşasın Şerîât-ı Garra” başlığıyla mebuslara hitabını (27) vurgulamayı önemli bir vazîfe addediyorum.

İsmail Aksoy

Dipnotlar:

1. Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, Risale-i Nur’dan parlak fıkralar ve bir kısım güzel mektuplar,11

2. Mektûbât, 29. Mektup, Yedinci kısım, Beşinci İşâret, İkinci suâl

3. Kastamonu Lâhikası, Birden İhtar Edilen Bir Mesele,76

4. Şuâlar, Beşinci Şuâ

5. Hutbe-i Şâmiye, s, 21

6. Hutbe-i Şâmiye, s, 28

7. Hutbe-i Şâmiye, s, 33

8. Hutbe-i Şâmiye, s,36

9. Hutbe-i Şâmiye, s, 38

10. Hutbe-i Şâmiye, s, 39

11. Hutbe-i Şâmiye, s,74-80

12. Hutbe-i Şâmiye, s, 81

Bedeli en yüksek para: İsraf

Bu zamanda israfta harcanan para çok pahalıdır. Karşılığında bazen haysiyet, namus rüşvet olarak alınabiliyor. Bazen de dinin kutsal değerleri alınıyor, sonra değersiz bir para veriliyor.

Nasıl ki, içki ve uyuşturucu gibi haram olan israflara girmek beden sağlığını bozuyorsa, ihtiyaç fazlası tüketim de kainatın dengesinin bozulmasına sebep oluyor. Gereksiz yere tüketilen her litre su, alınan fazladan her kıyafet, küremizi daha fazla ısıtıyor ve hem onda yaşayanlara hem de o yaşayanları Yaratan’a karşı büyük bir zulüm oluyor. Efendimiz’in (a.s.m.) lüks içinde yaşadığı için bir sahabenin namazını kılmayacak kadar önem verdiği israf hem Kur’an’da hem de hadislerde katî bir şekilde yasaklanmıştır.

İsraf, “yeme, içme, giyim kuşam, alış veriş, uyku ve istirahat, hatta konuşup yazmak gibi her türlü hâl ve davranışta sınırı aşmaktır” diye tarif ediliyor. Âyet ve hadislere baktığımızda, bütün israfların yasaklandığını, bazılarının haram, bazılarının da mekruh sayıldığını görüyoruz.

Peki, israf neden yasaklanmış ve bu yasağın hikmetleri nelerdir? Başta Üstad Bediüzzaman’ın İktisat Risalesi olmak üzere İslâmî kaynaklarda özetle şu cevaplara rastlıyoruz:

İsraf, öncelikle kâinattaki hikmete zıttır. Çünkü kâinat tam bir hikmetle yaratılmış ve hiçbir şeyde asla israfa yer verilmemiştir. Meselâ, kafamıza o kadar çok organ ve parça yerleştirilmiş ki, sayısız görevleri başarıyla görüyorlar. Şayet her birine tırnak kadar bir yer verilseydi, kafamız Ağrı Dağı gibi büyük olurdu. Hâlbuki öyle olmamış, her biri maksada ne kadar yarayacaksa, ona o ölçüde yer verilmiş. Hiçbir şekilde israfa gidilmemiştir.

İşte bizden istenen de, kâinata konan bu hikmete uymak. Meşru maksatlarımızı görecek ölçü ne kadarsa, o ölçüde tüketmek ve sınırı aşmamak.

İsraf nimeti küçümsemektir

İsraf, şükre de zıttır. Bunu vicdanımızla da hissedebiliriz. Meselâ, birine bir hediye verilse, o da verenin gözü önünde onu çöpe atsa; hiç şüphesiz o hediyeyi küçümsemiş olur. Hatta diliyle teşekkür etse bile, bu tavrıyla teşekküre zıt bir davranış sergilemiş olur.

Cenâb-ı Hakkın sonsuz rahmetiyle verdiği nimetleri israf etmek de, o nimetleri küçümsemek anlamını taşır. Hem israf kanaatsizliği doğurduğu için çalışma şevkini kırar. İnsanı tembelliğe atar. Şükredeceği yerde devamlı şikâyetçi olur.

Ayrıca israf, Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği nimeti küçümseme anlamını taşıdığı için de, o nimetten mahrum olmaya sebep olur.

Sonra israf, nimetlerdeki İlâhî rahmete karşı bir saygısızlıktır. Çünkü insanlar bile, acıdığı muhtaç birisine bir miktar para verse, o da o parayı kumara verse, elbette onlar bundan hoşlanmazlar. “Acıdık, para verdik. O da bizim merhametimizi kötüye kullandı, saygısızlık etti” derler.

İsraf, aynı zamanda bereketsizliğin de sebebidir.

Manevî bir dilencilik

Ayrıca israf, beden ve çevre sağlığını da bozan sebeptir. Nasıl ki, fazla yiyip içmek, içki ve uyuşturucu gibi haram olan israflara girmek beden sağlığını bozuyorsa, ihtiyaç fazlası tüketim de çevre dengesinin bozulmasına sebep olur (Aşırı tüketimin çevre dengesini ne kadar bozduğunu, artık ilim adamlarından sıradan insanlara kadar herkes tartışıyor).

Hem israf, manevî dilencilik zilletine düşüren bir sebeptir. Yani insan, gelenek görenek gibi sebeplerle zorunlu ihtiyaç olmayan şeyleri alıp tüketmeye başlarsa, gelir gider dengesi bozulur. Başkalarından borç para almaya kendini mecbur hisseder ve manevî dilenciliğe ve sefalete düşer.

Efendimiz müsrifin namazını kılmadı;

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir süre, zorunlu ihtiyaçların üstüne çıkarak tereffüh (lüks) için borç alan ve bu borçla ölen kimselerin cenaze namazlarını kılmamış, Sahabelere “onun namazını siz kılın” buyurmuştur.

Özellikle bu zamanda israfta harcanan para çok pahalıdır. Karşılığında bazen haysiyet, namus rüşvet olarak alınabiliyor. Bazen de dinin kutsal değerleri alınıyor, sonra değersiz bir para veriliyor.

  • İsraf, sefahatin, sefahat de sefaletin kapısıdır.
  • İsraf, nimet içindeki lezzetleri hissedememenin sebebidir.
  • İsraf, nimetlerdeki lezzetin tadını alamamanın da sebebidir.

Daha bunlar gibi pek çok sebep ve hikmet sıralanmıştır ki, bunlardan israfın ne kadar şer olduğu ve insanı şerre götürücü önemli bir sebep olduğu açıkça anlaşılıyor. Kur’ân ve Sünnet her türlü şerri yasakladığı gibi şeytanların at kişnettiği israf alanını da yasaklamıştır.

İsraf şeytanların kardeşidir

Kur’ân şöyle buyuruyor:

Ey âdemoğulları! Yiyin için fakat israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez.” Çünkü “israf edenler şeytanların kardeşleridir.

Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) şu sözlerle israfı, ihtiyaç fazlası tüketimi yasaklamıştır:

Yiyiniz, sadaka veriniz, giyiniz. Fakat bunları yaparken israfa ve tekebbüre kaçmayınız.

Bu hadis-i şerifte sadakada bile israf olabileceği belirtilmiştir. Şayet insan başkasına muhtaç olacak ve sefalete düşecek kadar sadaka verirse, bunun da israf olabileceği belirtilmiştir.

İnsan ne kadar zengin olursa olsun ve ne kadar bol nimetler içinde bulunursa bulunsun, yine de ihtiyacını giderecek kadar harcama yapmalıdır. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şu uyarısı, israf alanının ne kadar geniş olduğu konusunda oldukça dikkat çekicidir:

Resulullah (a.s.m.), abdest almakta olan Sa’d’a uğramıştı. ‘Bu israf da ne?’ buyurdular. Sa’d, ‘Abdestte de israf olur mu?’ dedi. Aleyhissalâtu vesselâm, ‘Evet! Akan bir nehir üzerinde olsan bile!’ cevabını verdi

İsraf hem candan hem maldan ediyor

İmam Nevevi’nin de ifade ettiği üzere, İslâm âlimleri bu ve benzeri hadislerden hareketle, abdest alırken fazla su kullanılmasını, deniz kenarında bile olsa “mekruh” saymışlar ve bu konuda görüş birliğine varmışlardır.

Hanefî mezhebinde, kişinin kendisine ait olan veya kullanılması mubah olan suda israfın tahrimen mekruh, mescitlere vakfedilen sularda ise, israfın haram olduğuna hükmetmişlerdir. Bu yasakta İslâmiyet’in başka maksatları bulunduğu için, suyun nehirde bedava akması gibi fevkalâde bolluğu, ondan ihtiyaç fazlası harcamanın mekruh olmasını ortadan kaldırmıyor. Buradaki İlâhî maksatlardan biri, kişiye, günde beş defa israfın kötülüğünü hatırlatmak, bir değeri de tabiata olan saygıyı gönüllere yerleştirmektir diyebiliriz.

Günümüzde bu saygının gönüllerden silinmesi sebebiyle çevreye ne kadar zarar verildiğini, yaşanan çevre felâketleriyle artık daha iyi anlıyoruz. İhtiyaç fazlası tükettiğimiz her şey bize bütün zararlarıyla geri dönüyor. İklim değişikliğinden hava ve toprağa karışan zehirlere kadar birçok şey hayatı olumsuz etkiliyor. Bazen de hem candan hem de maldan oluyoruz.

Hem varlığa hem de Allah’a karşı zulüm

Şu hadis-i şerif de, israfın bir kötülük, bir haddi aşma ve bir zulüm olduğunu belirtmesi bakımından ibretlidir:

“Hz. Peygamber (a.s.m.), kendisine abdest hususunda soru soran bir bedeviye, organlarını üçer defa yıkamak suretiyle abdest almayı fiilen gösterdikten sonra, ekler, ‘Abdest böyle alınır. Kim buna ilâvede bulunursa kötü yapmış, haddi aşmış ve zulmetmiş olur.’”

Hadiste geçen “zulmetmiş olur” tabiri düşündürücüdür. Bu hadisi açıklayanlar “sevaptan mahrum kalmakla kendine zulmetmiş olur” anlamını çıkarırlar. Bizim de, israfa girdiği için varlığa zulmetmiş, emanete ihanet ettiği için de mülkün gerçek sahibi olan Allah’a karşı bir zulüm işlemiş olur anlamını çıkartmamız mümkündür.

Evet, abdest alırken bile suyu israf etmek kötülük, haddi aşmak ve zulüm olursa, başka şeylerde yaptığımız harcamalar, elbette daha fazla dikkat gerektiren hususlardır.

Kenan DEMİRTAŞ

Allah rızası için attım bir Tweet!

Sosyal medyada dinî konularda açılan sayfalar, gruplar ve hesaplar gün geçtikçe çoğalıyor. Bu sayfalar kim tarafından neden açılıyor? Paylaşımlar hangi konular üzerinde şekilleniyor? Uzmanlar, bunu nasıl değerlendiriyor? cevaplar, ‘din sörfü‘nde saklı!

Facebook, Twitter hayatımıza girdiğinden bu yana, tartışacağımız konulara her geçen gün bir yenisi ekleniyor. Bunlardan biri de sosyal medya ve din ilişkisi… Birkaç yıl önce tanışmamıza rağmen, insanî pek çok ihtiyaçta olduğu gibi dini anlatma ve öğrenme vazifeleri sosyal medyaya da kaydı. Bayramlar da, kutsal gün ve geceler de insanların kendi sayfaları üzerinden o günlere özel din içerikli video, fotoğraf, ayet, dua, hadis-i şerif gibi kısa vadeli paylaşımlarının alaka görmesi; sadece bu yönde paylaşımların yapıldığı sayfalar oluşturulmasına, hesaplar açılmasına ortam hazırladı sosyal medyada… Dinin internette görünmesi yeni değil elbette. İnternetin kitleler tarafından kabul görmesiyle yaşıt!

Ancak iki hafta önce, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in, ‘DIB Mehmet Görmez‘ adlı Twitter hesabından hadis hocası olarak her cuma, hadisler paylaşacağını duyurması ve ardından sadaka üzerine birkaç hadis-i şerîf paylaşması, sosyal paylaşım sitelerinden bağımsız düşünemediğimiz modern toplumun dinî ihtiyaçlarını ne ile sağladığı sorusunu düşürdü aklımıza. Görmez, Diyanet’in aylık dergisinde kaleme aldığı başyazısında da aslında bizim aklımıza gelen sorunun cevabını veriyor yetkili bir mercî olarak. Her şeyin internetten yürüdüğü bir devirde, dinin de internet ve sosyal medyadan geri olmaması kanaatinde olduğunu söylüyor. Ve sosyal medyadan din içerikli paylaşımlar yapılmasının kaçınılmaz olduğunu belirtiyor.

Peki, sosyal medyada din, Diyanet İşleri Başkanı’nı bile içine sürükleyecek kadar etkili mi?

Daha çok insana ulaşmamızı sağlıyor!

Soruların cevabını, sosyal paylaşım sitelerinde dinî içerikli paylaşımlar yapan hesaplar ve sayfalar üzerinden almak mümkün. O yüzden; sosyologların ‘din sörfçüleri‘ adını verdiği ekibe kısa süreli de olsa biz de katıldık. Ayetlerden hadîslere pek çok konunun yer aldığı sayısız hesap çıktı karşımıza. Sayfaların takipçileri ise oldukça çok… Bir milyon üyesi olan çok dini sayfa var. Mesela Twitter ve Facebook olmak üzere her iki paylaşım sitesinde bulunan ‘Namaz‘ sayfasının 1 milyon 800 bin üyesi var. Burada namazla ilgili ayetler, hadisler ve gerekli diğer bilgiler paylaşılıyor. Üyelerle konular üzerine tartışmalar gerçekleştiriliyor. Sayfanın kurucusu Kafkas Üniversitesi’nde okuyan Selahattin Günay, hesabı, 2 yıl önce namaz ibadetini sevdirmek, bilmeyenlere anlatmak, insanlara neden farz olduğunu göstermek için açtığını söylüyor ve ekliyor: “Böylece, normalde ulaşamayacağımız insanlara ulaşıyoruz.

Facebook’ta açılan ‘5 Vakit Namaz‘ sayfası ise şimdilik yeni olduğu için üye sayısı 15 bin civarında. Ancak sayfa kurucusu Ahmet Yasin Karakaplan’a göre bu sayı, gün geçtikçe artacak. Çünkü insanlar dinî konuları öğrenmeye meyilli.

‘Risale-i Nur Şakirdleri‘ sayfasında da Risale-i Nurlardan paylaşımlar yapılıyor, dinî konular Risale-i Nur referansıyla anlatılıyor. Site yöneticisi, neden böyle bir şeye ihtiyaç duyduğunu, “Sosyal medyadan güzel şeyler yapılabileceğini göstermek istedim.” cümlesiyle ifade ediyor. “Benim için tebliğ yapmaya, dinimizi anlatmaya aracı oldu.” diyor.

166 bin üyesi olan bir başka sayfa ‘Son Peygamber Hz. Muhammed’in yöneticisi Alparslan Aksu ise diğer iki kullanıcıyla hemfikir. “Peygamberimiz’in nasıl biri olduğunu herkese anlatabiliyorum Facebook’ta kurduğum grupla.” diyor. Açılan diğer gruplara baktığımızda ise aktif ve üye sayısı çok olanlar günlük hadis, ayet ve dua paylaşımı için açılmış hesaplar. Bunlardan ‘Günün Hadisi‘ sayfasının 37 bin takipçisi var ve hadislere yapılan yorumlara bakılırsa üyeler, her gün hangi hadisin paylaşılacağını merakla bekliyor. Bu siteler içinde güvenilir olmayanlara da rastlamak mümkün… Din adı altında propagandalar yapıldığını gözlemlemek zor değil.

Twitter, günlük dinî paylaşımında aktif!

Twitter’da dinî paylaşımlar ise Facebook’a göre daha anlık ilerliyor. Daha çok günün ayetini, hadisini, sünnetini, günün duasını paylaşmak üzerine açılmış sayfalar. Hesapları açanlar ise kendini tanımlama kısmında muhakkak, hangi doğrultuda hesap açtıklarını ve neler yapacaklarını paylaşmış. Bunlardan ‘@hadis_i_şerif‘ hesabının 18 bin takipçisi var. Her gün saat 19’da bir hadis paylaşılacağı belirtilmiş. Ayrıca hesap sahibi, kendisi gibi dinî paylaşımları olan hesapları takip ediyor ve onlarla fikir alışverişinde bulunuyor. Bu durumu, Twitter’daki din sörfçüleri için kurulmuş diğer hesaplarda da görmek mümkün. 26 bin 218 takipçisi bulunan @hadis-i şerif sayfası, @islamisorularRT ile daima paylaşımlar hakkında twitleşiyor! Takipçilerse hesap sahipleri kadar aktif. İçlerinde @hergunhadis, @sünnet-iseniyye, @duahayattır sayfalarının da bulunduğu pek çok hesap, Twitter kullanan herkese o gün dini hatırlatmak için açıldıklarını ifade ediyor profillerinde. Takipçileri ise hemen hemen hepsinde bu durumdan memnun. Hatta onlar da zaman zaman bu sayfalara ayet ve hadis twitleri atıyor!

Peki, Haşmet Babaoğlu’nun 3 Şubat Cuma günü çıkan yazısının başlığında sorduğu gibi “Facebook ve Twitter tünelinin ucunda bir ışık var mı?” Sosyal medya dini, insanlara anlatmada ne kadar aracı olur? Orada yapılan paylaşımlar tebliğ olarak algılanabilir mi? Yoksa tebliğ düşüncesiyle yapılanlar sadece, insanların paylaşım ağında geçirdikleri vakte karşılık, ‘güzel işlerde bulunuyoruz‘ demek için vicdanî bir rahatlama şekli mi? Bundan sonra, sosyal medya kullanıcılarının hayatının içinde hep olacak din için, bakalım ilahiyatçılar ne diyor?

Din, sosyal medyanın tutsağı haline gelmemeli!

Prof. Dr. Talip Küçükcan (Marmara Üniversitesi-Din Sosyoloğu): Dini tebliğ açısından bakıldığında sosyal medya iyi bir imkân gibi. Bu açıdan sosyal medya, dinî bilgilendirme konjonktürel olarak yararlı bir enstrüman olarak görülebilir. Ancak geleneksel dinî bilgi üretimi, paylaşımı, dinî eğitim ve yayın faaliyetlerinin yerini alacak şekilde planlanamaz. Eğer böyle bir misyon yüklenirse ilk planda yenilik olarak görülen bu girişim, bir süre sonra modaya ayak uydurmaya dönüşür. İslamî eğitim ve tebliğ söz konusu olduğunda ‘insan’ unsurunun her şeyin temeli olduğunu hatırlamakta yarar var. Âlim-talebe ve mürşit-mürit ilişkilerini sanal ortama taşıdığınız andan itibaren popüler kültürün tutsağı olursunuz. Eğer yenilik ve sanal âlemde var olma adına sosyal medyayı kullanıyorsanız bilin ki o sizden çok daha güçlüdür. Sosyal medyanın etkisi göz ardı edilmemeli; ancak geleneksel din tebliğ yöntemleri onun tutsağı haline gelmemeli.

Bir şeyler öğrenmeye vesile olabilir

Prof. Dr. Muhit Mert (Fatih Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı): Eskiden telefon mesajlarıyla ayet, hadis gönderirdi insanlar… Bu da çok memnun ederdi gönderilen kişiyi. Facebook ve Twitter’dan dinî paylaşımlar bu mesajların mecra değiştirmiş hali. O yüzden; sosyal paylaşım sitelerinden dinî konular anlatılabilir. Hatta bu, birçok insana güzel şeyler öğretmeye vesile olabilir. Çünkü artık çoğu kişi vaktini buralarda geçiriyor. Onlara boşa vakit harcıyorsun diyemezsiniz ama o harcadıkları vakti hayra çevirmelerini sağlayabilirsiniz. Buna da tebliğ denebilir.

Dengeyi kaçırmamalı!

Prof. Dr. Abdullah Kahraman (Cumhuriyet Üniversitesi): İslamiyet, tebliğle gelişen bir din. Tebliğin üslubu doğru olduktan sonra yeri ve zamanı yoktur… Sadece, üslubu doğru tutturmak gerekir. Şunu unutmamak lazım; İslam bizimle çirkinleşiyor. İslam’la aramızdaki çirkinlikleri kaldırdığımız her hareket tebliğdir. İlla bunun sözlü olması gerekmiyor. Sosyal medya da bu anlamda bir fırsat. Eğer içinde bulunuyorsak gereksiz şeylerle oyalanmak ve vakit kaybetmek yerine Allah kelâmı paylaşabiliriz. Bu da tebliğ olur. Tabii bütün bunları yaparken dengeyi elde tutmak gerekir… Abartıya kaçarsak insanlar nefret eder.

Yanlış bilgiler de paylaşılabilir

Prof. Dr. Suat Cebeci (Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi): Sosyal medyadaki dinî paylaşımları tebliğ yapmak olarak görmemeli. Bu, tebliğ değil dinin öğretimidir. Dine davet de denebilir belki. Ya da insanları günlük uyarmak anlamına da gelebilir. Dinî bilgilendirmedir. Ama tebliğ değildir. Sosyal medyada dinin anlatılmasında ise mahsur yoktur. Dinin öğretilmesi, anlatılması için bir araç vazifesi taşıyabiliyorsa, bu aracı kullanabilir meraklılar. Yanlış fikirler paylaşılması dinî bilgilerin paylaşılmasına mani değildir. Ayet ve hadisler sahihse paylaşılabilir. Ancak dinî konular işin erbabına bırakılmalı. Bu konuda herkes bir söz söylememeli.

Yaygınlaştırma ve dönüştürme iç içe

Prof. Dr. Celaleddin Çelik (Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi-Din Sosyolojisi: Sosyal ağlar artık sadece boş zamanları geçirmek amacına matuf kalmayacak gibi. Elbette internetin mahremiyet temelinde geleneksel anlayış, tasavvur ve inanç dünyamıza etkilerinin bir dinî otorite tarafından değerlendirilmesi lazım. Sosyal ağlar, modern dünyada giderek bireycileşen ve yalnızlaşan insanların iletişim ihtiyaçlarını gidermeye yönelik bir elektronik muhit. Mahremiyetin ifşa edilmesi yönündeki geleneksel itirazlara rağmen dinî gruplar, hareketler ve eğilimler de bundan kendini uzak tutamayacaktır. Modern hayatı dönüştürmek üzere istifade edilen medya gibi kitle iletişim araçlarının, dinî anlayış, tasavvur ve faaliyetleri yaygınlaştırmakta büyük etkisi olduğu açıktır; ancak bu araçlar aynı zamanda onlardaki geleneksel kodları, algı ve yorumları da modernleştirme yönünde dönüştürmektedir.

Sevim Şentürk / Zaman Gazetesi

Kadınlar için cemaatle namaz kılmanın incelikleri!

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yürüttüğü projeler sayesinde kadınlar camilere artık daha çok gidiyor. Farz namazlara iştirak ediyor. Ancak kadınlar cemaatle namaz kılmaya alışkın olmadığı için cemaate uyma konusunda bazı sıkıntılar yaşanabiliyor. Peki, nelere dikkat edilmeli?

Diyanet İşleri Başkanlığı, geçtiğimiz yıl kadınların camilerdeki yerini artırmak amacıyla birtakım projelere imza attı. Kadınları cuma namazına davet etti, ibadetlerini daha rahat yerine getirmeleri için mekân düzenlemesine gitti. Bazı şadırvanlar yeniden inşa edildi. Kadınlar camiye davet edildi ancak bu durum başka soruları beraberinde getirdi. Öyle ya kadınlar cemaatle namaz kılmaya alışkın değil. Oysa cemaate uymanın adapları var. Mesela cemaatle kılınan bir namaza sonradan yetişilirse ne yapılmalı, namaz nasıl tamamlanmalı, saf tutarken nelere dikkat edilmeli, en önemlisi de cami adabına dair bilinmeyenler…

Sorularla cemaatle namaz kılmanın usulü

Camiye ya da mescide girdiğinizde cemaat, farz kılıyorsa ne yapılmalı?

Farz namazına iştirak edilmesi gerekiyor. Eğer öğle namazının farzı kılınıyorsa siz de katılmalısınız. Selam verdikten sonra öğlenin ilk ve son sünnetini kılabilirsiniz. Yatsı için de aynı durum geçerli. Sadece sabah ve ikindi namazlarında eğer sünnete yetişemediyseniz farzdan sonra sünnet kılınmıyor. Bu nedenle kaçırmamaya özen gösterilmeli.

Cemaate, ikinci, üçüncü ya da dördüncü rekatta dahil olduysanız namazınızı nasıl tamamlamanız gerekiyor?

Namaza imamla beraber başlayamayan, imama sonradan uyan kimseye mesbuk deniyor. Mesbuk, kılamadığı rekât veya rekâtları şu şekilde tamamlamalı: Cemaat sağa dönüp ilk selamı verirken, siz selam vermiyorsunuz, oturuşunuzu bozmadan beklemeli, cemaat ikinci selam için sola döndüğünde ‘Allahu Ekber’ deyip ayağa kalkıp kalan rekatlarınızı tamamlamalısınız. Tek başına namaz kılarken ilk rekatta neler okunuyorsa, imam selam verdikten sonra kılınacak rekâtlarda da ona göre okuma yapılmalı. Sübhaneke, ardından Fatiha ve zammı sure okunarak eksik rekatlar tamamlanır ve selam verilir.

Cemaatle namaz kılınırken, Fatiha ve diğer surelere biz de içimizden okumalı mıyız yoksa imamın okumasını mı beklemeliyiz?

Hanefilere göre okumaya gerek yok. Çünkü “Uydum imama” diye niyet ediliyor. Sadece Sübhaneke, Ettehiyyatü, Salli Barik ve Rabbena duaları okunur.

Kadınlar nasıl saf tutmalı?

Kadınlar, erkeklerle arada en az bir saf boşluk bulunacak şekilde arkada saf tutmalı. Bu mesafede başka kimse olmamalı.

Cemaate rükuda dahil olduysanız, o rekatı kılmış olur musunuz?

Cemaatle namaza sonradan yetişmede, herhangi bir rekât için rükû yapılıp yapılmaması esas alınıyor. İmama rükûdan kalkmadan önce yetiştiyseniz en az bir defa ‘sübhane rabbiyel azim‘ demek o rekatın edası için yeterli. Yani o rekâta yetişmiş oluyorsunuz. İmam rükûdan kalktıktan sonra cemaate yetiştiyseniz, o rekâtı ya da rekatları namaz bitiminde tamamlamalısınız.

Kadınlar cuma namazına katılmalı mı?

Kadınların cuma namazı kılması farz değil. Ama cuma saati İslam dinine göre önemli ve çok değerli bir vakit. Duaların kabul edildiği, bütün müminlerin bir arada el açtığı bir an. Böyle bir zaman dilimine kalben ve fiziken iştirak etmeli, feyzinden nasiplenilmeli.

Cuma namazını kılmak isteyenler için…

Cuma namazına şu şekilde katılabilirsiniz. Öğle ezanını duyduktan sonra ilk sünnet kılınır. Dört rekat sünnete, “Cuma namazının sünnetine” diyerek niyet edilir (Tıpkı öğle namazının sünneti gibi kılınır). Hutbe dinlenir. Bitince cemaatle birlikte cuma namazının farzı kılınır. Son olarak da dört rekat son sünnet kılınır. Yine aynı şekilde niyet edilerek cuma namazı tamamlanır.

Cuma namazında hutbe okunurken neden konuşulmaz?

Cuma namazında imam hutbeye çıktığı andan cuma namazının bitimine kadar konuşulmaz. Peygamberimiz (sas), “Hatîb konuşmaya başlayınca susulur. Hatîb konuşurken yanındakine ‘sus’ demek hatalıdır. Namazda haram olan hutbede de haramdır.” buyuruyor.

***

Camide mutlaka sükunet korunmalı

Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Orhan Çeker, cami adabında sükûneti muhafaza etmenin önemine dikkat çekiyor: “Camide yüksek sesle muhabbet etmek hem ibadet edenleri rahatsız ediyor hem de cami adabına uyulmuyor. Bu adaba sadece kadınlar değil, erkekler de dikkat etmeli.

Çeker, cemaat adaplarından birinin safları düz tutmak olduğunu söylüyor. “Saflarınızı düz tutunuz. Zira safların düz olması namazın tamam olmasını sağlayan hususlardan biridir.” hadisini hatırlatıyor. Saf tutarken de bulunan safın önemini hadis-i şerifle açıklıyor: “Erkeklerin en çok sevap kazanacağı saf ilk saftır. Kadınların en çok sevap kazanacağı saf ise arka saftır.” Çeker, sadece kadınlardan meydana gelen bir cemaatte ise kadınların ilk safta yer almak için gayret etmeleri gerektiğini söylüyor.

Cemaatle namaz kılmak neden önemli?

Cemaatle namaz kılmanın önemi bir hadis-i şerifte şöyle açıklanıyor: “Kişinin cemaatle kıldığı namaz, evinde kıldığı namazdan yirmi yedi derece daha faziletli. Bu fazilet şu şekilde gerçekleşir: Biriniz güzelce abdest alır, sırf namaz kılmak için camiye gelirse, camiye varıncaya kadar attığı her adım için bir sevap verilir, bir günahı silinir. Camiye girdiği zaman, namaz için beklediği sürece namaz kılıyormuş gibi sevap kazanır. Melekler bu kimseye dua eder. Kimseye eziyet etmediği ve abdesti bozulmadığı sürece ‘Allah’ım! Bu kulunu bağışla, ona merhamet et ve tövbesini kabul et’ diye dua ederler.

Fatma Turan / Zaman Gazetesi

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version