Etiket arşivi: ateist

Ateist Aile Kur’an’ı Duydu Müslüman Oldu

ateist.aile.musluman.olduFredrikstad şehrinde yaşayan Linda Wastrup Nyman (34) ile Frode Sigvartsen (31) çifti, çocukları Tuva (9), Mathies (9) ve Frida (6) ile tatil için Marmaris’e geldi. Şehir turu attıkları sırada Merkez Camisi’nin avlusuna giren aile, okunan Kur’ân’dan etkilenerek caminin içine de girdi. 20 dakika boyunca müezzin Hamdullah Durdu’yu gözyaşları içinde dinleyen aile, ardından kendilerine İslamiyet’i anlatmasını istediler.

Müslüman olmaya o anda karar verdiğini söyleyen Linda Wastrup Nyman, “O kadar güzel okuyordu ki kendimizi caminin içinde bulduk. Ailece oturarak 20 dakika boyunca sadece dinledik ve gözlerimizden yaşlar akmaya başladı. Dinledikçe üzerimden bir ağırlığın kalktığını hissettim. Adeta hafifledim ve huzur buldum. Kendimi gerçekten çok özgür hissettim. İslâmiyet’i seçtiğim için çok mutluyum.” dedi.

Ailenin camide ağlayarak kendisine İslâmiyet’i öğrenmek istediğini söylediğini aktaran müezzin Durdu ise, “Kur’ân okuduğum esnada ailenin dinlediğine şahit olduk. Gözyaşları içindeydi, ellerini açıp dua ettiğini gördüm. Belki de neye dua ettiğini bilmiyordu. Eşiyle sarılıp ağladıklarına şahit oldum. Sonra bize gelerek ateist olduklarını ifade ettiler. Okunan Kur’ân-ı Kerîm’den etkilenerek İslâm dinini tercih ettiklerini söylediler.” şeklinde konuştu.

Norveçli ailenin talebi üzerine Muğla İl Müftülüğü’ne gittiklerini anlatan Marmaris İlçe Müftü Yardımcısı Hüseyin Küçük ise, “Marmaris’te tatil yapan aile, Merkez Camisi’ni ziyaret ettiği esnada Kur’ân sedasından etkilenerek İslâm dinini kabul etmeyi ve Müslüman olmayı istediklerini ifade ettiler. Müftülüğümüze gelerek İslâm dinini seçtiklerini söyleyerek, şehadet kelimesini getirmek suretiyle Müslümanlığı kabul ettiler.” dedi.

İhtida merasiminin ardından Linda Wastrup Nyman “Ayşe”, Frode Andre Sigvartsen “Ali”, Mathies “Ayhan”, Tuva ‘”Esma”, Frida ise “Elif” isimlerini aldı. Norveçli aileye, Müftü Yardımcısı Küçük tarafından mushaf hediye edildi.

Cihan

Ateist ile Mü’min’in Farkı!

Asrımıza damgasını vurmuş olan Bediüzzaman Hz.’nin şu “ÎMAN, insanı İnsan eder, belki de Sultan eder” sözünün de bir HAZİNE değerinde olduğunu geç yaşlarda anladım.

Dolayısıyla, ateist (yani, inanmayan) ile inanan arasında dağlar kadar fark olduğunu da geç öğrenmiş oldum. Sadece bu nedenle bile ben çok şey kaybettim, fakat şu genç neslin daha erken fark etmesi ve daha iyi idrak etmesi için, diğer konuları erteleyerek, bugün öncelikli olarak bu konuyu ele almak istiyorum.

Derin ve çok önemli mevzuların her seviyeye kolayca anlatılmasında, Kur’ânî bir prensip vardır. Bu da önce herkesin kolayca anlayacağı bir kıssa veya hikâye anlatmak, anlatılmak istenen ağır ve önemli konuyu da o kıssa ve hikâyeye bina etmektir. Şimdi; bu ilginç ve ciddi konuyu bina edeceğim hikâyeye, tam olarak odaklanmanızı istirham ediyorum.

***

İdamın henüz kaldırılmadığı yıllarda, bir idam mahkûmu Haydarpaşa’dan trene bindiriliyor. O günkü padişah, başkentte infâz edilecek olan o idam mahkûmunun, son gününü en güzel bir şekilde yaşaması için, trende ona özel kompartıman hazırlattırıyor. İçerisine de o mahkûmun en sevdiği şeylerden müteşekkil, mükellef bir sofra donatıyor. Etrafına da o mahkûmun emrinde çalışacak, hatta sıcak bastığında yelpazeleyecek görevliler bile tahsis ediyor. Kısacası bu kişinin, son gününün krallar gibi geçmesi için, âdeta seferber olunuyor.

Bu tren tam kalkmak üzere iken, pürtelâş bir yolcu daha geliyor. İstasyon şefine şöyle yalvarıyor. “Efendim ne olur, trenin kapılarını açtırın. Beni de mutlaka bu trene alın. Evet, tren tamamen dolu, hiç boş koltuk yok, ben de biliyorum. Olsun, ben 10-15 saat ayakta da giderim, bir köşeye çömelerek de giderim, yeter ki beni alınız. Çünkü, ben padişahın lütfuna mazhar oldum. Bir an evvel başkentte olmam lâzım. Şu elimdeki beraatı orada beni bekleyen görevlilere gösterdiğimde beni, ömür boyu bana tahsis edilmiş olan çiftliğime, o çiftliğin içindeki köşklerime, atlarıma ve arabalarıma kavuşacağım. Anamı, babamı ve tüm sevdiklerimi de oraya götürmüşler. Hepsine de kavuşacağım. N’olur, beni trene bindiriniz, ne olur efendim… v.s.” ..gibi yalvarmalarına dayanamayan istasyon şefi, o yolcuyu da o trene alıyor…

***

Saygıdeğer dostlarım, şimdi biraz daha dikkatli düşünelim:

Bu trende bizi, yani bugünkü konumuzu ilgilendiren iki önemli yolcu var.

Birincisi İDAM MAHKÛMU, fakat o trende krallar gibi ağırlanan bir yolcu.

İkincisi ise trende en çok müşkülâtla ve sıkıntılarla yolculuk eden, fakat Ankara’ya gittiği zaman, Padişahın görevlileri tarafından karşılanarak, kendisine tahsis edilmiş köşklere, çiftliklere, atlara, arabalara ve tüm sevdiklerine kavuşacak olan bir yolcu…

Şimdi sizlere can alıcı bir soru soracağım:

Bu upuzun tren yolculuğunda, acaba krallar gibi ağırlanan birinci yolcu mu daha huzurlu ve mutludur?

Yoksa, 10-15 saatlik upuzun bir yolculuk için numarasız biletle binen, ayakta ve çömelerek giden o ikinci yolcu mu daha huzurlu ve daha mutlu olur?…

CEVAP: Elbette ki “ayakta veya çömelerek seyahat eden İKİNCİ yolcu” çok daha mutludur, değil mi? Çünkü birinci yolcu, her ne kadar (geçici olarak) krallar gibi ağırlansa da, İDAM edilmeye gidiyor ve bunu da biliyor. Bu acı âkıbet onun beynini, her dakika kemirecektir. Kendisine yapılan hizmetlerden bile zevk alamayacaktır. Trenin yavaş gitmesini hatta durmasını arzu ettiğinden, hızlı gitmesi bile ona batacaktır…

O ikinci yolcu ise ömür boyu sürecek bir köşk ve çiftlik hayatına, hatta tüm sevdiklerine kavuşmaya gidiyor. Ayakta durmalar ve çömelmeler bile ona sıkıntı vermeyecek. Trenin hızlı gitmesi ise ona sürür katacaktır. Mutlak kavuşacağı güzel istikbalini bildiğinden, hayalleri ve rüyaları ile de mutlu ve huzurlu olacaktır…

Şimdi bu hikâyeden, GERÇEĞE dönelim:

Ateist yani inanmayan kişi, aynı o birinci yolcu gibidir. Ölümü; en iyimser bir düşünceyle “bir idam, bir adem, yani bir yok oluş” zannettiğinden, sevdiklerinin ölümleri de ona her zaman azâp olacak, kendi ölümü ile her şeyi kaybedeceğinden, sürekli bir ıstırap çekecek. Bunu unutmak için içkiden ve uyuşturucudan medet umacak. İçtikçe de daha kötü felâketlere sürüklenecektir. Hiçbir yönetimi beğenmeyecek, her şeye muhalefet edecek. Hele hele, ara sıra da olsa vicdanının sesi ona “..milyarlarca inanan insanların dedikleri gibi, yâ bir de Âhiret hayatı var ise Ebedî bir Cehennem azabına düşersem” endişesi de, onu büsbütün kahredecektir…

İNANAN ve inandığı şekilde, bu dünya yolculuğu sonrasına hazırlanan kişi ise burada (trendeki ikinci yolcu gibi) sıkıntılar ve zorluklar çekse bile, nasılsa ebedî Cennet saadetlerine ve tüm sevdiklerine, hattâ yüce Peygamberine kavuşacağına inandığı için, sıkıntı ve zorluklardan bile lezzet alacaktır. Ona yapılan zulüm ve haksızlıkların, Mahkeme-i Kübra’ya havale edileceğini bildiğinden, müsterih olacak, yani intikam ıstırabı çekmeyecektir.

Âhiret hayatlarına çok iyi hazırlanan maneviyat büyüklerinin, “ölümün bir düğün gecesi ve VUSLAT” yani güzelliklere kavuşmak olduğunu söylemeleri, işte bu sebeplerledir.

Yusuf AS’ın; dünyada mutluluğun en zirvesindeyken ölümünü istemesi de, işte bu sırdandır. İnancının da zirvesinde olduğundan, Âhiretteki Cennet hayatının, dünyanın sultanlığını bile gölgede bıraktığına, çok net inandığı içindir ki, ölümü tercih etmiş…

Bediüzzaman Hz.’ne sorulan; “..Üstadım, şu anda gerçekten kıyamet kopmaya başlasa, siz ne yapardınız?” sorusuna karşı. “Kardaşım Zübeyr, yap bir kahve de Yüce Rabbimizin Kudret ve Calâl esmâlarının tecellilerini seyredelim, derdim” cevabını vermesi de işte bu İNANCIN verdiği huzur ve mutluluktandır…

Şimdi tekrar yukarıdaki “ÎMAN, insanı İnsan eder, belki de Sultan eder” sözünü tekrar düşünelim.

Acaba, inançsız bir sultan mı daha huzurlu ve mutludur, yoksa İNANÇLI bir vatandaş mı daha huzurlu ve mutlu olur?…

Olay işte bu kadar nettir. Vesselâm…

 A. Raif Öztürk

Arafta Yaşamak!

Mutlu olamazlar, Arafta değil de gaflettedirler. Hepimiz gaflete düşer ya da Arafta kalabiliriz. Arafta kalanlar ya da bulunanlar üzülmeyebilirler, ama gaflette olanlar üzülebilirler.

Yaşadığımız çağın hastalığı olarak bilinen Arafta kalmak ya da bulunmak, cennet ya da cehennem aralığında yaşamak gibi tabir etsek yanılmış olmayız. Bu iki nokta arasındaki hayat çizgimizde bizim hangi aralıklarda ve nerede durduğumuzdur. Bu çizgi üzerindeki yerimizin hangi tarafa yakın olduğunun bilinmesidir. İman, Tevhid, teslim, tevekkül bir tarafta, ataistik yaşam-inançsızlık-körü körüne bağlanarak oluşan yaşam ise diğer tarafta. Toplum genelinde herkesin iman ettiği ve kendini Müslüman olarak tarif ettiği ortada dururken.

Hayat tarzımız ve yaşam şeklimizde dine bakış açımız bazen değişim gösterebilir. Kişiler Ateist olmamalarına rağmen yaşantısında ya da toplumda Ataistik bir tavır ve davranışlar manzumesi içinde olabilirler. Onları bu şekilde görmek çok doğalmış gibi lanse edilebilir. Buna gelişmişlik ya da çağdaşlık olarak yorum getirebilirler. Aslında düpedüz inançsızlık çizgisinde seyreden yaşantılarının dışa vurumundan başka bir şey değildir. Batı medeniyetini her yönü ve işleyişi ile kendilerine uygun görüp bir başka medeniyetin tarzını ise hor görme alışkanlıklarını devam ettirirler. Yeri gelince öcü, yeri gelince gerici olarak bu yaşam tarzını benimseyenleri yaftalarlar.

Ateizmin getirdiği serbestiyeti farklı manalar yükleyerek, çağdaşlık ve yenidünya düzeni kelimelerinin arkasına sığınırlar. Diledikleri ölçüde pervasızca ve gayri ahlaki tüm şeytani oyunlarını ortaya koyarlar. Diğerleri ise onların gözünde yobaz ve gerici profilinde hapsolurlar.

Döngüsel hayatın içinde kendilerini hiçbir zaman Ateist olarak adlandırmazlar, fakat ALLAH (c.c) haşa yokmuş gibi tavır içinde yaşamlarını sürdürmekten de geri durmazlar. ’’Kadına hürriyet’’ bayrağı altında, kadına sahip olmanın provalarını yaparlar. Kadehlerini tokuştururken Blues dinlemeyi marifet sayarlar. Puro tüttürmek ise Havana’dan(Küba) daha dün geldim işaretidir. Birçok akla hayale gelmeyen olayları yaşamak için nefis ve akıl oyunlarını çağdaşlık fikri düşüncesi perdesi arkasına gizleyerek ya da saklayarak ortaya koymaya çalışırlar. Bir nevi akıl, kalp ve ruh üçlüsünü uyuştururlar. Kalplerindeki hisleri Ramazan’da ortaya çıkmaya çalışsa da, ne hikmetse ortaya çıkmadan kaybolurlar. Yani Araf da kalırlar ve yaşarlar. Cennet ya da cehennem arasında mutsuz bir şekilde ortada kalırlar. Mutlulukları zehirli bir bal hükmünde olan geçici hevesatları olmaktan öteye gitmez.

Ateist değilim Müslümanım deyip, Ataistik şekilde bir hayat döngüsü içinde yaşam standartlarını en tepeye çıkarmaya çalışırlar. Kimi zaman birilerinin sırtına kimi zaman ise başkalarının omuzuna basarak yükselirler. Ama hiçbir zaman bu kurgunun içinden çıkma gayreti içinde olmayı düşünmezler. Gaflette olduklarını inanmazlar.

Bediüzzaman eserlerinde bu durumu taklidi iman içinde olanlar olarak tarif eder. İmanın en ilkel ve en basit şeklidir aslında. Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu gibi gözükür. Ehl-i sünnet alimlerinin çoğuna göre bu tür iman geçerli olmakla beraber, kişinin imanını aklî ve dinî delillerle güçlendirmekle sorumludur. Arafta kalmak bu nedenle mümkün görünmemektedir.

Asıl olan tahkiki imanı elde etmek ve elde ettiği ölçüde yaşam döngüsünü buna göre sürüklemek ve yapabilmek olmalıdır. İmanı kuvvetli hale getirmek, bu zamanın birinci vazifesi olmalıdır ki, taklidi imandan tahkiki imana geçiş olsun. Ta ki Fen ve Felsefeden gelen inkâr hücumlarına karşı dimdik ayakta durabilmek ve dayanabilmek için. Taklidi ve zahiri bir imanla kalırsa, inkârcı fikirler karşısında imanını muhafaza etmekte zorlanabilir ve dalalet karşısında mukavemet edecek gücü de kendisinde bulamaz.

Tahkiki imandan bahsedersek, Allah’ın isim ve sıfatlarını, kâinattaki yansımalarını okuyarak, her şeyde ve her yerde Allah’ı görerek, varlığına ve birliğine iman ederek inanmak olmalıdır.

Bunu örneklersek, Cuma namazında okunan hutbenin sonundaki ayetin meali, manası sözlü olarak cemaate anlatılır. Adaletten, akrabaya bakmaktan, yardımdan, fuhşiyattan kaçınmaktan, kumardan, faizden, krediden yani haram kılınmış olanlardan çekinilmesi öğüt olarak ifade edilir. Yıllarca bu söylem her Cuma ifade edilmesine karşın, gaflet olarak niteleyebileceğimiz Arafta kalanları hiç mi hiç etkilemez.

Yasaklarla ve günahlarla iç içe geçmiş bir yaşam tarzını benimseyenler sadece namazda bir an düşünürler ya da ramazanda bu yaklaşım içine girerler. Namaz ve Ramazan biter bitmez ise yine aynı serencamda hayatlar devam eder gider.

İmanı elde etmek ve bunu yaşamınızın vazgeçilmez bir parçası haline getirmek kolay değil. Ama Arafta kalmayı devam eden bir yapımız olmaması için de dikkat etmeliyiz. Kısa ve ahireti kazanmak adına geldiğimiz şu dünya hayatı, bize ebedi hayatımızın kaybedilmesi meydanı olur ki bu da istenilmeyen bir durum olur. Ebedi hayatını kim kaybetmek ister ki?

Ebedi ve daim olan hayatı kazanmanın yolu yaşantısını Ateistik bir durumdan çıkarmak ya da gafletten uyanmak olmalıdır. Maalesef hepimiz şeytanın desiselerine uyup, zaman zaman gaflete düşebiliriz. Ama arafta kalmak için çaba sarf etmek ise farklı.

Allah hepimizi arafta değil, iman ettiği ölçüde, hakiki imanı yaşam döngüsüne sunduğu oranda yüksek bir ubudiyet içinde olmayı ve bu dünyayı Ahiret tarlası olarak görüp, gerekli hazırlığı yapan bir kul olmayı nasip etsin. Kalbin hayatı iman ile ölümü küfürledir. Sıhhati ibadet ve taat iledir. Hastalığı ise günahla meşgul olmak iledir. Ancak Allaha zikretmekle bundan kurtulunabilir.

08.11.2012

Aytekin COŞKUN

www.NurNet.Org

Vicdanlı ateistler iyi insan olmayı kime borçlu?

Akıllarının penceresi olan vicdanlarının şahitliğinde, Mutlak Varlığın “iyi” dediklerine iyi, “kötü” dediklerine kötü diyerek O’na teslim olan müminlerin aksine, bir yazarın belirttiği üzere, “Ben ateistim” diyen kişi kendi etik sistemini de, gene düşünerek, taşınarak, kendisi kurmak zorunda.

Mutlak Varlığı ret ve inkâr eden bir ateist kendi etik sistemini nasıl kuracaktır? Bilebildiğim kadarıyla verilen cevap, vicdan. Bir ateiste, niçin yalan söylemezsin, diye sorarsınız alacağınız “yalan söylemek kötüdür” şeklinde akli bir cevaptan ziyade, vicdana dayalı cevap olacaktır: “Bana yalan söylenmesinden hoşlanmam, vicdanım yalan söylemekten rahatsızlık duyar, hoşlanmayacağım şeyi başkasına da yapmam.” “Bir köpeğe eziyet edemem, onun üzülmesine üzülürüm, bu bana eziyet etmenin kötü bir şey olduğunu anlatır.” Örnekler çoğaltılabilir.

Görünen o ki, ateistler, iyi, erdemli, ahlaklı davranışlar sergilerken bunu, ne Mutlak Varlık’ın ahirette vereceği cezanın (cehennem) korkusuyla ne de vaat ettiği ödülün (cennet) karşılığında yaptıkları argümanı kendilerine dayanak alıyorlar. Güya hiçbir dünyevi karşılık beklentisi de yok bu davranışın temelinde. Sırf vicdanlarının sesini dinleyerek yaptıkları için de, davranışlarının daha içten olduğu iddiasındalar.

Bu oldukça yaldızlı iddianın altı kazındığında karşımıza çıkan şey bambaşka. Bir ateistin vicdani bir mülahazayla yalan söylemekten kaçındığını düşünelim. Bu güzel, hayırlı eylemin ceza ve ödülün dışında olduğunu kim iddia edebilir? Yalan söyleyince vicdanlı bir inkâr ehli vicdan azabı çekmez mi? Yalan söyleyerek arkadaşını kandıran vicdanlı bir ateistin vicdanı sızlamaz mı? Bu vicdandan geldiği apaçık belli olan ceza değil midir, yalanın ona kötü olduğunu düşündürerek ondan uzaklaştıran? Ve pişmanlık denen şey değil mi, ona bunu bir daha yapmamasını defalarca söyleyen? Bir insanı haksız yere öldüren vicdanlı bir ateist için, def edilemeyen bir suçluluk hissi kadar ağır bir ceza var mıdır? Bu cezanın cehennemden nasıl bir farkı vardır? İster ateist olalım ister mümin, biz insanları kötülüklerden alıkoyan unsurlardan biri bu vicdan azabı değil midir?

İyi ve güzel bir iş yapan, mesela bir yaşlıyı karşıdan karşıya geçiren, fakire fukaraya yardım eden, insanlık için gayret eden bir ateistin vicdanı huzura gark olmaz mı? Hangi ateist bu huzur ödülünü yakalamak için erdeme sarılmaz? Bu mükafatın cennette müminlere verilecek olan mükafattan farkı nedir?

Vicdana yaslanarak bir etik sistemi kurma iddiasındaki inkâr ehlinin içine düştükleri başka bir çıkmaz daha var. Buna geçmeden önce yazmak zorundayım ki; kimi ateistler neredeyse vicdanı “insana ait verili bir durum” olmaktan çıkarıp ateistlere has kılacaklar. Sanki müminlerin hayatında vicdana hiç yer yok. Gerçekten öyle mi?

Zamanın Bedii, “Mesnevi-i Nuriye-Nokta Risalesi”nde mealen, “Allah Teala ki, O’ndan başka ibadete layık hiçbir İlah yoktur. O Hayy’dır, Kayyum’dur (Bakara Sûresi: 2:255)” ayetinin tefsirini yaparken, O’nun tekliğinin dört kuvvetli bürhanı, delili olduğunu söyler. Bunlardan ilki, Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’dır. ? İkinci bürhan, “Kitab-ı kebir ve insan-ı ekber (büyük bir kitap ve büyük bir insan) olan kainattır.” Üçüncü bürhansa, Kur’an’dır. Zamanın Bedii, dördüncü delilde bir sürpriz yapar. Vicdanı inkar ehlinin tasallutundan kurtararak onun bizzat O’nun vahid ve ehad oluşunun delili olduğunu vurgularken çok enfes bir vicdan tarifi de yapar. Ona göre vicdan, görünen ve görünmeyen alemin kesişim yeri ve berzahı, iki alemden birbirine gelip gidenlerin buluşma yeridir. Vicdan, şuurlu varlıkların fıtratıdır aynı zamanda. “Fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuasını neşrederler.

Bu tanımdan yola çıkarak vicdanın Mutlak Varlık’ın ayetlerinden olduğu sonucuna rahatlıkla varabiliriz. Kimse vicdanını kendi üretmez. Vicdan da insan gibi yaratılır. İnsan gibi gelişir, kemale erer.

Bu noktadan bakıldığında inkâr ehlinin vicdanla ilgili bir açmazına daha ulaşırız. “Vicdanımı dinleyerek aç bir köpeğe yiyecek verdim, ben çok iyi bir insanım,” diyen bir inkar ehli, bu iyilik dolu eylemi Mutlak Varlık’tan tabiri caizse “çalarak” kendine mal eder. İster mümin olsun, ister inkâr ehli olsun, kişinin, aç bir köpek gördüğünde vicdanında uyanan merhamet hissi, Mutlak Varlık tarafından yaratılan bir histir. İnsan bu his istikametinde iyi bir davranış sergiler, gider köpeğin önüne yarım kilo eti koyar. Köpeğe merhamet etmeyen bir insansa, ister mümin olsun ister ateist, Mutlak Varlık’ın “merhamet et” emrine karşı çıkmış olur. Erdemli, iyi davranışların Yaratıc’ıyla bağını koparan insan, onu hakiki sahibinden gasbeder. İnkâr ehlinde, her iyi eylemi Mutlak Varlık’tan koparıp kendine mal etme yapısal bir sorun olduğu halde, müminde bu geçici bir gaflet halidir. Fark ettiğinde tövbe ve istiğfar etmekle yükümlüdür.

İster mümin olalım, ister ateist; iyi, güzel, hayırlı eylemlerimizi, vicdanlarımızı yaratıp bize veren O’na borçluyuz.

Mustafa Ulusoy / Zaman Gazetesi

Singapur Kitap Fuarı’ndan Notlar 2012 (Hizmet Haberi)

Bismihi Subhanehu.

Es Selamu Aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatuhu.

Muhterem Ağabeyler,

Malezya-Türkiye Kültür Derneği ismiyle 27. Singapur Kitap Fuarına (26 Mayis-3 Haziran) katılmayı Cenab-ı Hak nasib eyledi.

İngilizce, Çince ve Malayca eserler Singapurlulara tanıtıldı. Yüzde 15’i Müslüman olan 4 milyon nüfuslu bu küçük ülkede ilanat yapılmaya çalışıldı. Mevla-yı Müteal kabul buyursun, amin.

Bizlerin yanı sıra Kuran ve tercümelerini ücretsiz dağıtan Suudi Arabistan konsolosluğu, İslam’a hizmet eden Singapur İhtida Merkezi de stantlarıyla faaliyet gösteriyordu.

On günlük fuar boyunca materyalizmin insanları ne hale getirdiğini müşahede ettik.

Müslüman olmayanlar “Bir bülbülü yaratan, bütün kuşları yaratan olabilir ve bir insanı halk eden, ancak kainatı icad eden zattır.” sözünü okumuş ve Nurları hiç olmazsa duymuş oldular.

Singapurlu Malay, Bosnalı, Hintli, Filipino, Çinli ve Arap Müslüman ziyaretçilerimizin ekserisi Nurları ilk defa duyuyordu. Eserlerden aldılar; güzel hizmetler ve irtibatlar oldu.

Hatta Filipinlerden Rico isimli Hıristiyan iken ihtida etmiş kardeşimiz Sözler (Words) eserini ve İngilizce tercümeli Cevşen’i satın aldı. Bir hafta sonra standımıza tekrar geldi ve Risale-i Nur’dan çok etkilendiğini ve artık bu eserleri okuyacağını söyledi.

Yeni tanışmamıza rağmen aramızda öyle samimi bir muhabbet oluşmuştu ki bizi alıp bir Türk restoranına götürmüştü.

Katolik bir Hıristiyan olan Edward ise samimane stantta durup bizlere yardim etti ve nihayet bütün küçük boy eserleri satın aldı !

Singapur’da Nurlarla alakadar Prof. Dr. Syed Farid Alatas da bizi ziyaret etti ve kendisiyle Singapur’da bir konferans düzenleme kararı aldık.

Ayrıca, Arap Caddesindeki meşhur İslami Kitabevi Wardah (www.wardahbooks.com) ise standımıza gelerek yüklü miktarda Risaleleri ve Hizmet Vakfının bastığı Tevafuklu Kuran’ları satın alarak sevinçle ayrıldı; Tevafuklu Kuran ve Nurlar için özel raflar ayırıp satmaya başlayacağını ifade etti. InşaAllah irtibatımız devam edecek.

Ayrıca Singapur’da aktif bir dernek olan Darul Arqam İhtida Merkezi’de Nurlar’dan çokça satın aldılar ve çevrelerine vereceklerini ve kütüphanelerine koyacaklarını söylediler.

Standımıza gelen bazı Budist, Hindu ve ateistler sorular sorup eserleri incelediler. Bazı cevaplar karşısında şaşırdılar…

www.MalaysiaNur.com sitemizi daha sonra inceleyeceklerini ifade ettiler.

Sadece yüzde on beş Müslüman nüfusa sahip, refah seviyesi yüksek, materyalist bir atmosfere sahip Asya’nın bu küçük Amerika’sında Nurları tanıtmak ilginç bir tecrübe olmuştu.

Cenab-ı Erhamürrahimin cümle Nur Talebeleri’nin ve Ehl-i Sünnet çizgisinde yürüyen bütün kardeşlerimizin halisane hizmetlerini kabul buyursun ve bütün dünyada İslam’ın Nurunu parlatsın, Âmin.

Malezya Nur Talebeleri