Etiket arşivi: Feraset

Allah’ın Nuruyla Bakmak: “Feraset” Ne Demektir? Nasıl Olur?

Ey iman edenler! Allah’tan korkarak hareket eder de takva dairesinde bulunursanız, Allah size hakkı batıldan ve doğruyu eğriden ayıracak bir kabiliyet, bir nur verir.” (Enfal, 29)

Mü’minin ferasetinin kaynağı, Allah’ın kalbine ilka ettiği iman nurudur. İman nuru bir kez mü’minin kalbine düşünce, artık o andan itibaren “dünyayı aydınlatan büyük bir elektrik lambasının düğmesine dokunulmuş gibi” her şey aydınlanmaya başlar. Yirmi Üçüncü Söz’de bahsedildiği şekilde, zayıf ve karanlıklı bir ışık veren “kafa feneri”nin yerine, her şeyin hakikatini gösteren bir Güneş devreye girmiş olur.

Olayları dar açıdan değerlendirenlere “At gözlüğüyle bakma!” deriz. Bu deyim o kadar sık kullanılıyor ki, atların mükemmel bir görüş yeteneği olduğunu bize unutturuyor. Halbuki atlara takılan “at gözlüğü”, onların bu üstün yeteneğine set çekmek içindir.

Gerçekten de, ata gözlerini birbirinden bağımsız kullanabilme kabiliyeti bahşedilmiştir. Yani atlarda her göz, bağımsız olarak ayrı cisimleri görebilir. Bu durum atlara, yanlardan, önden ve arkadan görüntü sağlar. Göz merceği kafa yapısının dışına yerleştirilmiş atın gözlerinin her biri, etrafı 160-170 derecelik açıyla görür. Dolayısıyla toplam 320-340 dereceyi bulan görüş açısıyla at, insanlara kıyasla çok daha geniş bir sahayı aynı anda görme imkânına sahip olur.

İşte atların bu özelliği, Kur’an coğrafyasının önemli bir kavramı olan “feraset”i izah etmektedir. Normalde derin bakış sahibi olmaya basiret dendiği halde, Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) hadis-i şeriflerinde “Müminin ferasetinden sakınınız” diye buyurması elbette boşuna değildir. Feraset kelimesinin kökü olan feras, at demektir; dolayısıyla feraset, atın üstün görüş gücü anlamını içinde barındırır.

OLAY VE KİŞİYE YÖNELİK FERASET 

Feraset kavramının atın görüş gücüyle ilişkisini mü’mine uyguladığımızda, bakılmakta olan şey bir olaysa bu olayın önünü, arkasını (zahirini ve perde arkasındaki sebeplerini) görebilme anlamı kadar; geçmiş, şimdi ve geleceği aynı anda görüp değerlendirebilme anlamı da çıkar. Dolayısıyla feraset dendiği zaman, hem “derinlikli” hem de “kuşatıcı” bir bakışla bakabilme kastedilmiş olur.

Mesela, feraset sahibi biri, herhangi bir olaya baktığında daha sürecin başlangıcında olayın nasıl bir sonla neticeleneceğini görüp sezebilir. Said Nursî’nin “Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de (ücretli işçilik) parçalayacaktır” veya daha 1908 yılında söylediği, “Avrupa, bir İslam devletine hamiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hamiledir, o da onu doğuracak” gibi sözleri, ferasetin ne derece keskin olabileceğine dair verilebilecek çarpıcı örneklerdir. Bu derece feraset sahibi olabilmek için mazi, şimdi ve istikbalin çok derin bir kavrayışla aynı anda kuşatılabilmesi şarttır. Ayrıca, fıtrat ve tekamül kanunlarına da çok derin bir şekilde vakıf olmak gerekir.

Feraset ehli, olaylar kadar kişileri de keskin bir nazarla etüt edebilirler. Kişilere yönelik feraset, onların yüzlerine, konuşma üsluplarına ve hallerine bakarak kalpleri hakkında güçlü sezgilere ulaşabilme yeteneğidir. Bu durum ferasetin aynı maksada hizmet eden üç vasıtasının da (göz, kulak ve kalp) en üst düzeyde kullanıldığını ifade eder. Eğer bunlardan biri ya da ikisi eksik olsa, mesela sadece kafa gözüyle bakılsa, bundan feraset çıkmaz; bakılan kişiye yönelik değerlendirme, sadece onun cismi ve zahirî görünümüyle sınırlı kalır. Bu da gösterir ki, ferasetin asıl mahalli kalptir. Mü’min ancak “kalp gözü”yle bakarak, karşısındaki insanın içindeki (kalbindeki) asıl manayı görebilir. Dolayısıyla, feraset dediğimiz şey, özü itibariyle “kalpten kalbe” gerçekleşen bir olgudur. Olayların da bir nevi kalbi (ruhu) olduğunu düşünürsek, burada da yine bir çeşit kalpten kalbe bir kavrayışın söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Ne de olsa kâinat(ın olayları) ile insan(ın hareketleri) arasında bir benzerlik bulunmaktadır.

“MÜ’MİNİN FERASETİ” NE DEMEKTİR? 

Öncelikle belirtmek gerekir ki, her insanın kendine göre bir feraseti olabilir. Bu noktada tecrübe, önemli bir açılım sağlar. Örneğin, tecrübeli bir öğretmen, yıllar içinde kazandığı marifetle öğrencinin ne diyeceğini ve ne yapacağını bilebilir. Ya da tecrübeli bir esnaf, hangi müşterinin malı satın alacağını, hangisinin uzun bir pazarlıktan sonra bile hiçbir şey satın almadan dükkândan çıkıp gideceğini sezebilir. Veya tecrübeli bir devlet adamı, toplum içinde ne tür gelişmelerin ülkenin geleceği açısından sıkıntı oluşturacağını önceden görüp tedbir almayı düşünebilir.

Bununla birlikte, ferasetin maddi âleme ve manevî âleme bakan iki boyutu vardır. Eğer kişi gözünü ve kulağını dört açtığı kadar kalbini de devreye sokarsa, bu her iki boyutta da mesafe kateder ve nazarı keskinleşir. Burada göz, kulak ve kalbin ne kadar ortaklaşa çalıştığı ve aktif biçimde birbirlerine destek verdiği önemlidir. Bunların beraberce çalışması, maddî ve manevî âlemlerin aynı anda algılanması ve birbirleri üzerindeki etkilerinin daha iyi fark edilmesini sağlar.

Bu anlattığım husus, mü’minler kadar, bir dereceye kadar mü’min olmayanlar için de geçerlidir. Özellikle dünyevî meselelerde. Bir örnek vermek gerekirse, hâlâ çözümlenmemiş bir sorun olan başörtüsü sorununda, ehl-i dünyanın başörtünün üniversiteye girmesi halinde bu ülkede bir şeylerin daha geri dönülemez biçimde değişeceğini hissetmeleri, onlar açısından bir tür “feraset” olarak görülebilir. Veya, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Meclis’e davet edilen ama daha sonra kendisine önerilen görevi kabul etmeyip Şark’ta kendi halinde inzivaya çekilen Said Nursi’nin bir türlü rahat bırakılmaması ve ardından ana gövde itibariyle “iman hakikatleri” hakkında masum kitaplar yazdığı halde, bu kitapların onların yapmak istediklerine ve kurmak istedikleri hayat tarzına en büyük engeli teşkil edeceğini görmeleri de bir tür feraset olarak değerlendirilebilir.

Burada ferasetin hangi kulvarda keskinleştiğini belirleyen husus, kalpte taşınan “kaygı”dır. İnsan neyin kaygısını çekiyorsa, kalbinde ona dair sezgileri güçlenir. Eğer ehl-i dünya gibi bu dünya hayatında nefsin haz ve lezzet anlayışına göre laik bir hayat kurmayı planlamışsanız, kaygı, korku ve hassasiyetlerinizin —dolayısıyla ferasetinizin— bu kulvarda gelişmesi de gayet doğaldır. İşte bu nedenle, ehl-i dünyanın feraseti esas olarak dünyevî meselelerde ama özellikle kendi nefsî arzu ve heveslerine yönelecek maniaların bertaraf edilmesine yönelik olarak keskinleşmiştir.

“ALLAH’IN NURUYLA BAKMAK” 

Mü’minin ferasetine gelince, burada apayrı ve asıl olan ferasetten bahsediyoruz. Çünkü mü’minin ferasetinin kaynağı, Allah’ın kalbine ilka ettiği iman nurudur. İman nuru bir kez mü’minin kalbine düşünce, artık o andan itibaren “dünyayı aydınlatan büyük bir elektrik lambasının düğmesine dokunulmuş gibi” her şey aydınlanmaya başlar. Yirmi Üçüncü Söz’de bahsedildiği şekilde, zayıf ve karanlıklı bir ışık veren “kafa feneri”nin yerine, her şeyin hakikatini gösteren bir Güneş devreye girmiş olur.

Böylece mü’min geçmişi karanlıklar içinde büyük bir mezarlık, geleceği de fırtınalar içinde derin uçurumlar gibi görmekten; etrafının da müthiş canavarlar ve ejderhalarla çevrili olduğu vehminden kurtulur. Geçmişin nuranî insanların taht-ı riyasetinde olan ibadet, hizmet, sohbet ve zikir meclisleri olduğunu, geleceğin de yüksek dağların ardında büyük bir ziyafet ve seyir yerine açıldığını, etrafında canavar ve ejderha zannettiği mahlukların ise insanın hizmetine verilmiş uysal hayvanlar olduğunu anlar.

Bu açıdan bakıldığında, mü’minler olaylara, eşyaya ve insanlara “gündüz gözü”yle bakarken, ehl-i inkâr gece gözüyle bakan kimselere benzerler. Mü’min açısından ortamı gündüz yapan sebep, kalbindeki iman nuru sayesinde hem kendisi ile hem de mahlukat ile Sâni-i Zülcelal arasındaki nispetleri (intisapları) fark ederek, bu bağlantıları okuyabilir hale gelmesidir.

Mesela, bu okuma yeteneği sayesinde mü’min, yeryüzünde görünen temizlik ile Allah’ın Mütahhir ismi arasındaki bağlantıyı okur. Annelerin şefkatinde O’nun merhametini görür. Canlıların rızıklarının hiç şaşmadan kendilerine ulaştırılmasından rezzakiyetin boyutlarını kavrar. Atomun ve gezegenlerin direksiz duruşlarından, Kayyum ismini idrak eder. Böylece, dünyada meydana gelen olayların aslında manevî âlemden maddî âleme doğru yansıyan neticeler olduğunu anlayarak, bütün işlerin başı ve sonunun kendisine bağlandığı bir Allah tasavvuruna kavuşur. Özellikle O’nun sünnetullahı (âdeti) hakkındaki kavrayışı derinleştikçe de, olaylara dair feraseti artar.

Bu okumada Müslümanların elinden tutup onları ferasetin zirvelerine taşıyan vasıta ise, Kur’an-ı Kerim’den başkası değildir: “Bu (Kur’an), Rabbinizden gelen basiretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır).” (A’raf, 203) Bir örnek vermek gerekirse, tarihin seyri konusunda mü’minlerin feraseti Kur’an’daki kıssalar sayesinde keskinleşir. Örneğin, ehl-i dünya için bir toplumun rahat ve konfora erişmiş olması hiç de tedbirli olunması gereken bir vakti hatırlatmaz. Çünkü keyif ve eğlence zamanıdır. Ama vahye muhatap olan bir mü’min, şükretmeyen toplumların en rahat ve konfora eriştikleri dönemde ilahî gazabı üstlerine çekerek helak edildiklerini bildiği için —eğer toplum bu özellikleri taşıyorsa— derin bir endişeye kapılır.

“ALLAH’TAN KORKARAK HAREKET ETMEK”

Bu yola girmiş olan en avamî mü’minin bile feraseti, ehl-i dünyanın en havassı olanlardan daha keskin ve daha isabetlidir. Namaz kılmayan insanın nursuzluğu (güvenilmezliği ve istikrarsızlığı), haram yiyen birinin uğrayacağı akıbet ya da zevke sefaya dalan bir topluluğun akıbeti hususunda, en avamî mü’min bile feraset gösterir. Belki buna dair enteresan tarihî örnekleri ya da bilimsel bulguları söyleyemez ama sezgilerinde çok büyük olasılıkla haklı çıkar. Buna karşın, inançsız biri bilgiçliğiyle baskın çıksa da, iddialarının boşa çıktığına zaman içinde kendisi de şahit olur. Çünkü biri Allah’ın nuruyla, ötekisi nefsinin zulmetiyle bakmaktadır.

FERASET VE HÜKÜM 

Peki ferasetin bir sınırı yok mudur? Örneğin, feraset bir ilim gibi görülüp onun üzerine hüküm bina edilebilir mi?

Hemen ifade etmek gerekirse, feraset delil sayılamayacağı için feraset üzerine bir hüküm de bina edilemez. Mesela, mü’min de olsa “Ben ferasetimle şu kişinin kalbinde inkar tohumları taşıdığını görüyorum” diyerek o kişiyi tekfir etmeye yönelemez. Bu konuda Hz. Peygamber’in Üsame’yi “Kalbini yarıp baktın mı?” (es-Sira, VI, 34) diye azarlaması oldukça manidardır. Ayrıca, kendisi de “Ben insanların kalbini açıp bakmak için gönderilmedim” diye buyurmuştur.

O halde, feraset ehli, karşısındaki kimsenin duruşundan, konuşması ve üslubundan nasıl bir insan olduğunu çıkarsa (sezse) bile, bu doğru zanlarını kesin bir delil olarak öne sürme hakkına sahip değillerdir.

Bu konuda icraatta bulunabilmek için Hızır Aleyhisselam gibi gaybî hakikatlere tam bir vukufiyet sahibi olmak gerekir ki, onun bu ilmi de ferasetten ziyade vahyî bir nitelik arz etmektedir. Nitekim, Kehf Suresi’nde Hazreti Musa’ya yaptıklarının izahını yaparken, “Ben bunları kendiliğimden değil, Allah’ın emriyle yaptım” (Kehf, 82) demesi, onun ilminin feraset-üstü bir noktada olduğunu ve âdeta kaderin hükmî tecellileri doğrultusunda istihdam edildiğini göstermesi bakımından oldukça ilginçtir.

Her şeye rağmen, Allah korkusuyla hareket ederek takva dairesi içinde bulunan bir mü’mine Allah’ın hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayırt edecek bir (sezgi) kabiliyeti vermesi, inananlar açısından çokça şükredilmesi gereken bir husustur.

Mü’minin ferasetinin sakınılacak bir noktaya ulaşmasında iman nuru ve vahiyle birlikte üçüncü önemli unsur ise, takvadır. Nasıl ki ehl-i dünya kalbinde dünyevî ve nefsî menfaatlerinin kaygısını taşıyorsa, mü’minler de kalplerinde Allah korkusu taşırlar. Bu korku ya da kaygı, onları Allah’ın razı olacağı şekilde hareket etmeye, haram ve şüpheli şeylerden sakınmaya, nefsinin arzularını meşru sınırlar içinde tatmin etmeye, maddî ve manevî temizliğe dikkat etmeye, ibadet ve zikirle meşgul olmaya, Peygamber’in (a.s.m.) sünnetine göre yaşamaya yönlendirir. Böylece mü’min, hem nefsinin firavniyetini kırar hem de Allah’ın emir ve yasaklarını kendi nefsi üzerinde tatbik etmekle duygu ve düşünce olarak O’na daha fazla yakınlaşır. Bu mücahede sonucunda mü’minin kalbi, şüphe ve tereddütlerden kurtularak pürüzsüz bir ayna halini alır; ve olaylara ve insanlara Allah’ın baktığı gibi bakmaya başlar ki, “Allah’ın nuruyla bakmak” ifadesinde kastedilen mana budur.

 Ömer Baldık / Moral Dünyası Dergisi

Kurt, Gövdenin İçine Girdi! Demokrasi Eşkiyaları

“Mü’minin ferasetinden korkunuz. Zira o Allah’ın nuruyla nazar eder.” demişti peygamberler zincirinin en son ve en büyük halkası (s.a.v)…

Öyle bir Nur ki, zamandan ve mekândan münezzeh; çağları aşan ve bütün zamanları bir kitabın tek bir sayfası gibi gözü önünde müşahede ve mütalaa ettiren bir nazara sahip kılar; müttaki, ihlaslı ve muhsin kullarını…

Bir tarafta yaptıkları hesap kitaplarla, çevirdikleri dolaplarla, beşeriyet âleminde yaktıkları fitne ateşleriyle insanlığı fesada veren hayvanat-ı muzırra nev’indeki birer firavuncuk olan insancıklar ve bunlara ait plan ve programları

Diğer taraftan “Bizim uğrumuzda mücahede edenlere, mutlaka yollarımızı gösteririz.” buyurarak iman ve kur’an uğrunda candan ve cihandan geçen mücahitlere hakikat ve hidayet yollarını göstereceğini vaat eden büyük Allah ve bütün zamanları içine alan ezeli kader plan ve programı…

Allah’ın nuru ile nurlanmış gönüller “Bildirilirse, bilirler.”  kaidesince Cenab-ı Hakk’ın hıfz ve himayesinde ilhama mazhar olmakla, o ilahi nurun billur ışığı altında kader programının en ince çizgilerini ve en hassas noktalarını görüp sezebilme nimetine kavuşmuşlardır.

İşte Bediüzzaman böyle harikalar harikası bir inayete mazhar olan mübarek bir şahsiyettir.

Zira o, ruhundaki Şecaat-i imaniye ile kat’i inanıyordu ki, dava ettiği hakikat bir gün milletçe benimsenecek…

İnsanlık camiasında neşrettiği hakaik-i imaniyenin fütuhatı başlayacak…

Afakı İslam’ı saran zulmet bulutları, Kur’andan eline verilen bu meş’ale-i hidayet olan Nur Risaleleriyle dağılacak…

Ölmeye yüz tutmuş zannedilen iman ruhu yeniden canlanacak; canlara can katacak, manen ölmeye yüz tutan millet-i islamiyeyi ihya edip diriltecek…

Ve âleme efendi olan İslamiyet’in –Biiznillah- cihana efendiliğinin maddi manevi mübeşşiri, müjdecisi olacaktı.

Haşa, Cenab-ı Hak va’dinde hulfetmez; yeter ki, bu azim va’di ilahiyi icap ettirecek şartlar tahakkuk etsin.

Çünkü dünya dar-ül hikmettir. Bir şeyin vücud bulması sebeplere bağlanmıştı kader programında.

Evet, Bediüzzaman kaderden bildirilen bu müjdelerin tahakkuku için cebbar kumandanlara boyun eğmemiş, kudsi davasından dönmemiş, dağlar gibi hadiselerden dalgalarından yılmamış, şarkın yalçın dağ ve derelerinde milletini irşat etmekten ve Kur’an nuruyla nurlandırmaktan bir an dahi geri durmamıştı.

Ümitsizliğin içimizde yeniden hayat bulup dirilmesi üzerine de yılgınlık göstermeyerek asırdaşlarıyla konuşmayı terkedip; yüz sene sonra gelecek olan müstakbeldeki nesl-i ati ile yani bizlerle konuşmuştu.

“Feraset” nimetine nail olmakla birlikte Cenab-ı Hakkın hususi inayetine de mazhar olan bu zat-ı şahane, sadece bulunduğu zamandaşlarıyla alakadar olmamış, belki kıyamete kadar kader programında mevcut olan ve bildirilen çok ehemmiyetli gaybi haber ve müjdeler vermiştir, yüz sene sonraki asr-ı hazır insanlarına…

Evet, 1911’de Münazarat adlı bir eser neşreder. Şark seyahatleri esnasında sorulan sualleri ve cevaplarını içeren bu eserde, Bediüzzaman gayb aşina bir nazarla gördüğü gelecekteki bazı hadiseleri haber veriyordu.

Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarını “manasız bir isim ve resim” olarak değil de, hakiki manasını izah ettikten sonra, şöyle ilginç bir soru ile karşılaşır;

“Tarif ettiğin demokratik hak ve özgürlüklerin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?”

Bediüzzaman, Cumhuriyet ve Demokrasinin coğrafyamızdaki gelişim serüvenini ve önündeki engelleri tahlil ederek; Şu anda yaşadığımız hadiselere ışık tutup perde arkasında yaşanılanları anlatan şöylece bir ders verip, bizleri ihtar ederek uyarıyor:

“Demokratik hak ve özgürlüklerin ancak on kısmından bir kısmı size gelebilmiş. 

Zira sizin şu vahşet-engiz, cehalet-perver, husumet-efza olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehalet ejderhalarından, husumet kurtlarından biçare “demokrasi” korkar. Kolaylıkla gelmeğe cesaret edemez. 

Eğer siz tembel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz.  

Zîrâ sizinle İstanbul arasındaki mesâfe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet arasındaki mesâfe bin aydan fazladır.  

Zîrâ eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nâzik meşrûtiyet, İstanbul havâlisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesâfeden geçmekle, cehâlet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gâyet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast gelecektir.  

Ezcümle, bâzı cezâ-i sezâsını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bâzı bir meşhur bektâşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve gâret ediyorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bâzı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar.

Helaket ve felaket asrının adamı, verdiği bu cevapta şu an yaşadığımız hadiselere temas eden çok ilginç noktalar vardır.

Demokrasinin Vahşet ayıları, cehalet ejderhaları ve husumet kurtları gibi çok sayıda düşmanı olduğundan bahisle, bu düşmanların demokrasinin gelişme gösterip hayatımızın bir parçası haline gelmemesi için büyük gayret gösterdiklerini de ayrıca belirtmiştir.

Bu olağanüstü gayret ise maalesef birçok cephede artarak devam etmektedir.

Özellikle şark bölgesinde yaşayan insanlar üzerinde büyük oyunlar oynanmaktadır.

Şahsi Menfaatleri icabı, Bölge insanları siyasi bir rant kapısı olarak kullanılmakta bir beis görülmemektedir.

Bu oyunların hepsinin ortak noktası, bu insanları, bu bölgeyi, bu kültürü bahane ederek demokrasinin bu ülke için lüks olduğunun her fırsatta ifade edilmesiyle; bu topraklarda yaşayan insanlarımızın, insanlık şerefine yaraşır bir hayat sürmesine, özgürce düşünüp karar vermesini engellemek çabalarıdır.

Baskı, Zulüm ve şiddetten beslenen ve varlıklarının devamiyeti buna bağlı olan bir avuç zavallı; demokratik hak ve özgürlüklerin hayatımızın her alanında yaşanır hale gelmesinden elbette rahatsız olacaklardır.

Zira Türk ve Kürt ırkçıları bu rant kapısını asla kaybetmek istemiyorlar.

Evet demokratikleşme adımları, uzunca bir süreden beridir Ankara havalisindeki yılanlardan kurtulmanın kavgasını vermektedir.

Hayatları boyunca kendi vatanlarına çakılı bir çivisi olmayan; Sürekli olarak tertip ve kaos planları yaparak ve bunları uygulayarak saltanatlarını devam ettiren bu bedbaht zındıka komitesi; yıllardır sürdürdükleri hakimiyetlerinin yıkılmaya başlamasının şaşkınlık ve bu şaşkınlığın beraberinde getirdiği hırçınlık ile ne yapacaklarını bilemez bir haldedirler.

En büyük baş düşmanımız olan cehaletin esiri olarak, hak ve hukukumuzun farkında olmadan onurlu ve hür vatandaşlar olarak insanlık şerefine yaraşır bir yaşam sürmemiz mümkün değildir.

Milletçe, Fakirlik gibi, insanları dehşete düşüren kıraçlara benzeyen dünyamızı yeşillendirmeden ve canlandırmadan medeni dünyanın onurlu ve değerli bir üyesi olarak kendimize yer bulamayız.

Düşmanlık gibi, aramıza kin ve nefret tohumları eken büyük bir manevi hastalığı tedavi edip “Bütün mü’minler, ancak kardeştir.” İlahi mesajına kulak verip muhabbet bağlarını kuvvetlendirmeden, yeryüzünde bir ailenin fertleri gibi huzurlu ve mutlu bir hayat sürdürme şansımız yoktur.

Bütün bu engelleri aşsak bile, bu sefer de karşımıza çıkacak eşkıya ile de mücadele etmek ve bunları da alt etmemiz gerekir.

Demokratik hak ve Özgürlüklerden bütün bir milletin istifade etmesini engellemek için her yolu mübah gören ve bu uğurda canlarını, mallarını ve mukaddesatlarını bile feda etmekten geri durmayan Demokrasi eşkıyaları, Bediüzzaman’ın ifadesi ile dört ana gruba ayrılmakla birlikte dört farklı cephede demokrasiyle savaş verecektir.

Bunlardan birincisi, demokrasinin cezâ-i sezâsını hazmetmeyenlerdir.

Bu, herkesin hak ettiği bir şekilde yaşaması, sahip olması gereken haklarını elde etmesi ve bu konuda herhangi bir engel ile karşılaşmamasıdır.

Bu durumun bazı kesim insanları rahatsız ettiği açıktır.

Zira bu bedbaht güruh, kendi insanlarının mallarını ceplerine indirdikleri gibi bunların akıllarını da ceplerine indirerek, bunları güdülecek bir koyun sürüsü olarak görüp, bu milletin demokratik hak ve özgürlüklerine kavuşup uyanmalarını hazmetmeyecekleri aşikârdır.

Bunu engellemek için de ellerinden gelen bütün yalan, hile, tertip ve oyunların içinde olacaklardır.

 

İkinci grup eşkıya ise, başkasının etini yemekten dişi çıkarılan hunhar ve yamyamlardır.

Bu grup insanlar, kendi kurulu düzenlerini bozmamak ve saltanatlarını kaybetmemek için, hak hukuk tanımadan nice mazlumun ahını alıp, nice ocakları ateşe vermekten geri durmamışlardır.

Tam demokrasinin yerleşmesi ile birlikte, böyle bir imkandan, rant ve sömürü düzeninden mahrum kalacak olan bu komiteler, demokrasinin önünde bir büyük engel olarak durmaya devam etmektedirler.

 

Üçüncü grup eşkıya ise, bâzı bir meşhur bektâşi gibi mânâ vererek, demokrasiyi hem yanlış  anlamakta ve hem de yanlış anlatarak engellemeye devam etmektedir.

Demokrasinin bütününe karşı olan insanların, bazı değişiklikleri onaylamaları veya bu konuda atılacak adımlara destek vermeleri beklenmemelidir.

Demokrat görünüp, esas yapıları itibariyle demokrasiye karşı olan, maddi makamlarını bazı imtiyazlar ile sürdüren insanlar ile dinde kavi ve muhakeme-i akliyede nakıs bazı insanları da bu kategori içinde değerlendirmek mümkündür.

 

Dördüncü grup eşkıya ise, bir kısım gevezelerdir ki; hiç yoktan bahaneler ile  demokrasiyi parça parça etmek istiyorlar.

Bunlar esas itibariyle herhangi bir görüşe ve düşünceye dayanarak değil, kendilerini göstermek ve dikkatleri üzerlerine çekmeye devam etmek için laf salatası yaparak ve hezeyan dolu bazı bahaneler ileri sürerek demokrasiye karşı çıkan insanlardır.

Bu bahaneler çok farklı şeyler olabilir.

Tam demokrasinin yerleşmesi ile kabiliyetsizlikleri ortaya çıkıp geri planda kalacak insanlardan tutun, demagoji ile her şeye muhalefet edip karşı çıkmayı meslek edinen bazı insanlara kadar, çok kişi bu grup içinde mütalaa edilebilir.

Esasında, bu konuda, bunlar çok fazla dikkate alınması gereken insanlar değildir.

Ankara havalisindeki yılanlar ile yolda tuzaklar kurmuş eşkıyadan kurtulmak için gayret gösteren demokrasi cananına, yol açmak ve gelişmesini tamamlamak için gayret göstermek, her vatandaşın görevi olmalıdır.

Bütün bir insanlığın geleceğini alakadar eden demokratikleşme yolunda atılan adımların, yapılan çalışmaların ve gösterilen gayretlerin her kimden ve nereden gelirse gelsin hoşamedi ile karşılayıp sahiplenmek gerekir.

Zira demokrasinin dili, dini, ırkı yoktur ve olamazda.

Artık tembellik yaparak, atılan adımları görmezden gelme gibi bir lüksümüz olmadığı gibi lakayt kalma gibi bir şansımız ve sabrımız kalmamıştır.

Belirli bir zümrenin yahut komitenin, derinden derine yıllardır sürdürdüğü baskı ve zulümlerin bedeli çok ağır bir şekilde ödenmiştir.

Dünya, büyük bir maddi ve ma’nevî buhran geçiriyor.

Dünyanın her yerinde insanlar, insanlık şerefine layık bir yaşam sürmek ve yıllardır gasp edilmiş doğuştan yaratıcımızın bizlere hediye ettiği demokratik hak ve özgürlüklere yeniden kavuşmanın canları pahasına kavgasını vermektedirler.

Ne zaman ki tahribat, zulüm ve baskılar haddini aştı, uçurum kendini gösteriyor.

Büyük felaketler güler yüzlü uyanışlar doğurur.

En büyük saadetler büyük ve acı felaketlerin neticesidir.

Hazreti Yusuf, mısır azizliği gibi bir saadete; ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nail olmuştur.

Pürşer beşer, türlü oyun ve kaos planlarını yapıp bunları devreye sokarak bütün bir milletin huzurunu bozmaya çalışadursun; Cenab-ı Hakkın kader plan ve programı yürürlüktedir ve “Allah nurunu tamamlayacaktır. Kafirler istemese bile” va’dini yerine getirmeye muktedirdir.

Evet, evet.. eğer sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa; sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz.

Zîra, kâinatı nağamatiyle raksa getiren ve hakâikın esrarını ihtizaza veren mûsika-i İlâhîyye hiç durmuyor, mütemadiyen güm güm eder.

 

Hal aldatıyor… Aldanmayınız. İstikbal hesabına konuşuyor… Öyle dinleyiniz.

Zira İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.

Evet ümitvar olunuz.. Şu istikbâl inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır!.

İstikbâl, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak; ve hâkim, hakâik-ı Kur’âniye ve îmaniye olacak.

Vesselam

kuraneczanesi.com