Etiket arşivi: ilim

Reçete

İslam coğrafyası paramparça olmuş, kan ve gözyaşı eksik olmamaktadır, çevremizdeki muhalifler bizlerin zaaflarından istifade ederek Allah’ın hoşuna gitmeyen uygulamalarla bizleri ve gelecek neslimizi heder etmekte, geleceğimizi karartmaya devam etmektedirler.
Asrın müceddidi Bediüzzaman bu yarayı, bu hastalığı görmüş, kaleme aldığı Risale-i Nurlarda bunun reçetesini sunmuştur, bizler hala bu düşüncelere uzak ve bi gayrı kalarak ecnebiye yardım ettiğimizin farkında bile değiliz. Bunun sonucunda ülkelerimiz geri kalmakta milletimiz fakrı zaruret içine düşmekte bizlerin ve çoluk çocuğumuzun her iki dünyası da mahf olmaktadır.
Hâsılı kelam, içine düştüğümüz bütün bu olumsuzlukların sebebi, bize sunulmuş olan reçeteyi istimal etmemekten kaynaklanmaktadır.
Meselesinin önemini kavrayabilmek için, Batı hayatında büyük bir ameliyat icra etmiş olan Kalvin’le (Calvin 1509-1564) kısa bir mukayese yapmak istiyoruz. 
Herkesin bildiği üzere, Kalvin Hıristiyan dünyasında ciddi bir reform yapmıştır. Bugün kapitalizm diye ifade ettiğimiz Batı teknolojisi de varlığını Kalvin’e borçludur. Çünkü o, Batı hayatına üç temel fikir vermiş, bu fikirlerin hayata geçmesi ile Batıda ilim, fen ve teknoloji gelişmiştir. Bu üç temel fikir şunlardır:
İlim, çalışmak ve züht (dünyaya ehemmiyet vermemek).
Bediüzzaman’da  “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” diyerek İslam âlemine, Müslümanlara kurtuluş reçetesini özetlemiştir.
Bediüzzaman, her kötülüğümüzün temelinde cehalet vardır der, kurtuluşun da ilimde olduğunu söyler.
“Ben Vilâyet-i Şarkiyyede aşiretlerin hâl-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevi bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak.”
“Elbette nev’i beşer âhir vakitte ülûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetlerini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.”
Ayrıca kuvvete dayanan hükümetlerin çabuk ihtiyarlayacağını, ilme dayanan hükümetlerin ebedi bir ömre mazhar olacaklarını” belirtir.
Bediüzzaman cehaletin izalesini, medreselerin yaygınlaştırılmasında görmüştür. 
“Bunlar gâvur okuludur, çocuklarınızı buralarda okutmayın” sloganı, dindar çevrelerde müessir olduğu devrelerde bile Bediüzzaman “Bütün fenler, kendi lisan-ı mahsuslarıyla mütemadiyen Allah’tan bahseder, siz muallimleri değil, onları dinleyin” diyerek çocukların okullara gönderilmesini tavsiye eder. 
Zaruret; Yani, Müslümanların maddi ve teknik yönden geri kalmışlığı.
Buna fakirlik, gerilik, ihtiyaç sahipliği de diyebiliriz.
İstikbalde, Müslümanlar atalet ve yeisten kurtularak, tekrar terakki edip fen ve teknikte Batılılara yetişip, hatta onların önüne geçeceklerine dair kuvvetli kanaatler vardır.
“ihtiyaç medeniyetin üstadıdır.” Yeter ki ihtiyacımızı hissedelim.
Bediüzzaman, fakr ve ihtiyacın insanları gayrete sevk ettiğini, böylece fıtratlarında mevcut olan meylü’t-terakkinin kuvveden fiile geçtiğini, teşebbüs ve çalışma sonunda terakkinin geldiğini belirtir.
“Hayat bir faaliyet ve harekettir, şevk ise onun matiyyesi (yani bineği) dir.” der.
Bütün faaliyet ve gayretin temelinde şevk yattığını söyler. Dine hizmet gibi yüce maksatlar taşıyan insanın himmetinin de yücelerek, değerinin artacağına dikkat çeker:
“Kimin himmeti milleti ise o tek başına küçük bir millettir.” der.
 
Batı terakkisinin üssü’l-esası milliyetçilik duygusudur. Bu duygunun bizde de uyandırılması lâzımdır. Ancak, milliyetçilikten kasıt İslâmcılılıktır.
 
“Milliyet bir bedendir, ruhu dindir.”
“Din milliyetin hayatı ve ruhudur” der.
Batının fen ve ilmini alalım, ama bunu yaparken kendi millî âdetlerimizden fedakârlık etmeyelim. Japon modeli buna örnektir.
 Bediüzzaman ”Maddi terakki için çalışmak Müslümanlara dinî bir vecibedir “
“Her bir Mü’min, i’la’yıkelimetullahla mükelleftir, bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir.”
Çalışmak, Cenab-ı Hakkın tekvînî (tabiata hakim) şeriatındandır. Bu şeriatın emirlerine uymanın veya uymamanın mükâfat veya cezası dünyada peşindir. Örneğin zehir içen ölür, elektriğe dokunan ölür, yüksekten atlayanın bir yerleri kırılır, soğukta kalan üşür, sıcakta oturan terler gibi, bunları yapanın kâfir veya Mü’min olması hatta insan ve hayvan olmasının bile hiçbir önemi yoktur.
Yine aynı şekilde “Çalışmanın sevabı servettir, ataletin cezası sefalettir.” Yani çalışan insan zengin olur malı mülkü artar, çalışmayanında sefaleti artar bunlar daha dünyada karşılık bulur.
 
Allah’ın emirlerini yerine getirip getirmemenin cezası veya mükâfatı ise ahrette verilecektir. Bazen hem dünyada hem ahrette verildiği de olmaktadır mesela içki içmek;
 
İçki içen insan dünyada bazı cezalara çarptırıldığı gibi, af edilmemesi halinde ahrette de cezaya müstahak olacaktır.  
Verimli bir çalışmanın olması için fıtrî meyle uygun meslek tavsiye edilmeli. Oysa günümüzde öylemi? Çok kazandıran mesleklere yönelttiğimiz çocuklarımızın o mesleği sevip sevmediğine bakmadığımız gibi kabiliyetini de sorgulamıyoruz.
Gayr-ı müslimin sanatından istifade edilebilir, kâfirin küfrü veya fasıkın fıskı maharete ve sanata zarar getirmez. 
Yerli olarak imal edilen mallar kullanılmalı. Okullarımızda kutladığımız yerli malı haftaları bunları gelecek neslimize de öğretmenin güzel bir yoludur.
Batı mamulâtı hayat boyu boykot edilmeli. Bediüzzaman bunu hayatında tatbik etmiştir. Gandi’de buna örnektir.
Bediüzzaman’a göre Osmanlı Devletindeki azınlıklar zenginleşirken Müslümanların fakirleşmesinin bir sebebi de meslek seçimi ile ilgilidir. 
“Biz gayr-ı tabii ve tembelliğe müsait ve gururu okşayan amirlik maişetine el atıp belamızı bulduk” der.
 
Maişet ve geçimin “tabii” ve “meşru” ve “hayattar” yollarının: “ziraat”, “ticaret” ve “san’at” olduğunu belirtir. “Bence” der, “memuriyete ve imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir, yoksa maişet ve menfaat için girse bir nevi Çingenelik eder.
İhtilaf; Bunun zıddı ittifaktır.
Müslümanlar arasındaki ihtilaf, hem dini gruplar arasındaki ihtilaf, Medrese, mektep ve tekke  arasındaki ihtilaflar mutlaka son bulmalı. Hayat İttihattadır.
 
“İttifakta kuvvet var, ittihatta hayat var, uhuvvette saadet var”.
İslâm âlemi, aralarında tam bir birlik yapabilseler, hiçbir dünyevi güç bunun önünde duramaz.
Nasıl, dört elif ayrı ayrı oldukları takdirde dört kıymetinde olur, yan yana gelmeleri halinde bin yüz on bir kuvvetine ulaşır, keza dört tane dört ayrı ayrı iken on altı ettikleri halde omuz omuza verince dört bin dört yüz kırk dört kuvvetine ulaşır. İttifakta da böyle bir güç meydana gelir. 
Bediüzzaman, Müslümanlar arasındaki ihtilafların, iman zaafı, bencillik, en doğruyu aramak gibi bir kısım eksikliklerden ve yanlış davranışlardan ileri geldiğini belirtir. Ona göre, Müslümanları geri bırakan altı hastalıktan dördüncüsü “ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları” bilmemektir.
“Ehl-i imanı bir birine bağlayan bağları” iki kategoride değerlendirebiliriz. Bunlardan birisi inanç birliği, diğer ise amel ve ibadet birlikteliğidir.
Evet, aynı Allah’a aynı peygambere, aynı kitaba, aynı ahirete, aynı meleklere, aynı kadere aynı dini değerlere inanmak, Müminleri birbirine bağlayan en sağlam ve en kopmaz çelikten bir halat gibidir. Üstad’ın ifadesi ile bu bağlar iki gezegeni bile birbirine raptedebilir.
Yine aynı namazı kılmak, aynı hacca gitmek, aynı zekâtı vermek, aynı orucu tutmak, aynı kıbleye yönelmek gibi onlarca amel ve ibadetler de müminleri birbirine bağlayan fiili ve ameli bağlardır. Her dilden her renkten her iklimden milyonlarca insanın, aynı ihramı giyip aynı Kâbe’de tavaf edip, aynı Arafat’ta vakfeye durması, bu bağların en güzeli ve en somut olanıdır.
 Bu imânî ve dinî bağları harekete geçirmek gerekmektedir. 
“İttifak hüdadadır, heva ve heveste değil” .
Din dışı, beşerî formüllerle birlik sağlanamaz.
Birliğin sağlanmasında, korku ve baskı hiçbir fayda sağlamayıp, bilakis aradaki nifak ve tefrikayı daha da artırır.
Mü’minler arasında birliği gerektiren bağların Uhud Dağı azametinde ve Kâbe hürmetinde, aralarında ihtilafa ve ayrılığa götüren sebeplerin ise çakıl taşı hükmünde olduğunu ve dini değerleri düşünmeden Mü’mine küsüp darılmanın çakıl taşlarını Uhud Dağından büyük, Kâbe’den daha hürmetli tutmak kadar bir divanelik olduğunu bilmeliyiz. 
“Âlem-i İslâmdaki ihtilafı, tadil edecek çare nedir?” sorusuna Bediüzzaman şu cevabı verir “Evvela herkesin ittifakla kabul ettiği yüce maksadlara nazar etmektir. Çünkü Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’ânımız bir, zaruriyat-ı diniyyede umumumuz müttefik” der. 
Eşitlik:
Bediüzzaman bilhassa millî birliği sağlayacak hususlardan biri olan eşitliğe ehemmiyet verir.
 
Bunun kanun hâkimiyetini tam olarak sağlamakla gerçekleşeceğini söyler, aksi takdirde, her bir idarecinin müstakil bir müstebit olacağına, araya komiteciliğin girerek istibdadı artıracağına dikkat çeker. 
Maarif:
Bediüzzaman bugün Doğu bölgelerimizi kasıp kavuran anarşiyi bu asrın başlarında sezmiş, bunun maarif yoluyla önlenebileceğini söyleyerek, Doğunun ismen saydığı belli başlı merkezlerinde medreseler açılarak, devlet eliyle talebeler yetiştirilmesini teklif etmiştir.
Ehakkı Aramak:
Bilhassa mezhep ihtilaflarını ve dini gruplar arasındaki ihtilafları bertaraf edecek bir formül, budur.
“Hakta ittifak ehakta ihtilaf olduğundan bazan hak, ehaktan ehaktır.”der.
 
Herkesin kendi mesleğini “hak” bilmeye, daha güzel bilmeye hakkı olduğunu, amma başkalarının mesleğini batıl ve çirkin bilmeye hakkı olmadığını söyler. Kişinin sadece kendi mesleğine hak demesini zihniyet-i inhisar olarak tavsif eder, bunun bencillikten, “hubb-u nefs”ten geldiğini belirtir. 
 
Muhabbete Muhabbet, Adavete Adavet:
İhtilafın giderilmesinde, Mü’minlere karşı muhabbetin yaygınlaştırılmasını, husumetin yok edilmesini tavsiye eder.
“Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yok.
 
“Medeniyette geri kalışımızın en büyük sebebinin, istibdaddan sonra, mürşid-i umumi üç büyük şube olan ehl-i medrese, ehl-i mekteb ve ehl-i tekkenin tebayün-ü efkârıve tehalüf-ü meşaribi” olduğunu söyler.
 
Tebayün-üefkâr,(fikir ayrılığı)ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış, ittihad-ı milleti çatallaştırmıştır. 
Medreselerde fen ilimlerinin okutulmasının, mekteplerde de din ilimlerinin okutulmasının şart olduğunu söyler.
Dini Cemaatlerin İttifakı:
 
Her şeyden önce o farklı cemaatlerin varlığını gerekli ve faydalı görür. Cemaatlerin gayede bir olmalarını arar. Elbette bu gaye müspet ve yapıcı olacak. Dine, millete hizmet etmek olacak. Bu varsa, metodda ve meşrebde birlik aranmaz.
(Din sevgisinin sevkiyle) teşekkül eden cemaatlerin, iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
“Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmek.
“İkinci şart: Muhabbet üzerine hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeye çalışmamak. 
 Bediüzzaman ihtilalci cemiyetlere karşıdır.
 
Bediüzzaman İslam âleminin şu ana kadar tahlil ettiğimiz her üç düşmanı da yenip, gelecekte maddi cihette  de insanlığa önderlik edip, sulh-u umumi getireceğini söylemektedir.
“Akıl ve ilim fen hükmettiği istikbalde elbette, burhan-ı akliye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.” der.
“İstikbal yalnız ve yalnız İslamiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacaktır.” Der.
“Yakinim var ki, istikbal semavatı ve zemini Asya,
Bahem olur teslim yed-i beyza-yı İslâma!”  der.
“İ’lay-ı Kelimetullahın bayrağı olan hilâl-yıldız bayrağı teâli edecek, eski şevketini bulacak inşaallah.” Der.
Derleyen: Çetin KILIÇ
Kaynaklar:
Risale-i Nur Külliyatı
Bediüzzamansaidnursi.org
Prof. Dr. İbrahim CANAN
sorularlaislamiyet
 
 
 
 
 

Okumayı nasıl unuttuk?

Çamaşırı, bulaşığı ve daha nice zorlu işleri makinelere yükleyeli epey zaman oldu. Fakat okuma işini bizim adımıza yapacak bir makine henüz icad edilmedi. Biz her zamanki eğlencelerimize dalıp gitmişken, bir makine bizim yerimize kitap okuyup da bilgilerini bluetooth gibi bir mekanizma ile bizim beynimize yüklese, böylece her hafta bir kitabı, her sene ortalama 50 kitabı okuma zahmetini çekmeden okumuş olsak fena mı olurdu?

Gerçi kitap okuma makinesini icad edemedik, ama kitap okumayı mekanik bir işe haline çeviren yöntemler icad ettik. Bunlara da “kolay okuma,” “basit okuma” gibi isimler taktık.

Bu yöntemlerin işleyişi son derece basit:

Biz olduğumuz yerde duruyoruz. Kitabı kendi seviyemize indiriyoruz. Ve okur gibi yapıyoruz. Sonunda da, Woody Allen’ın meşhur nüktesinde olduğu gibi, meselâ Savaş ve Barış’ı okuduktan sonra, olayın Rusya’da geçtiğini anlayabiliyoruz!

***

Biz bu tuzağa yeni düşmüş sayılmayız. Latin alfabesini de bize kolaylık vaad ederek kabul ettirmişlerdi. Anlatıldığına göre, zor olan alfabeyi terk edip kolay olana geçince okumayı da, yazmayı da çok kolay öğrenecek ve çok okuyup çok yazan bir toplum olacaktık.

Bu vaadlerle okumayı bir gecede unuttuk. Yüzyılların ilim ve irfan birikimini sırtımızdan atıverdik. Bu suretle, kolaylık denen şeyin “ilim ve irfan yükünden kurtulmak” mânâsına geldiği anlaşılmış oldu. Bunu takip eden diğer kolaylıklardan sonra ulaştığımız “okuma-yazma-anlama-anlatma” seviyesi, halihazırdaki resimde görüldüğü gibidir.

***

“Kolay okuma” merakının, bizden çok önce Batı toplumlarında başgösterdiğini anlıyoruz. Ünlü düşünür Thoreau, on dokuzuncu yüzyılda, “kolay okumalar” ve “küçük okumalar” şeklindeki uygulamalardan yakınıyordu:

Kim olursa olsun, yere düşmüş bir gümüş doları kapmak için yolunu değiştirir. Ama, eskilerin en üstün akıllı adamları tarafından söylenmiş altın değerindeki sözler orada dururken, biz, ancak kolay okuma, başlangıç ve sınıf kitapları seviyesindeki kitapları okumayı öğreniyoruz. Okulu bitirdikten sonra da, ancak ‘küçük okumalar’ ile çocuklara hitap eden başlangıç seviyesindeki hikâye kitaplarını okuyoruz. Ve okuma, konuşma ve düşüncelerimiz, ancak pigmelere ve cücelere yaraşan pek düşük seviyelerde kalıyor.

Ünlü düşünür, sözlerinin devamında, hiç okuma yazma bilmeyen köylüler ile kolay okuyucular arasında ciddî bir fark göremediğini söylüyor.

***

Okumak bir kafa işidir; kafa yormak da dünyanın en zor işidir. Bunu anlamak bize zor gelmiyor. Anlamakta zorlandığımız şey şu:

Okumak, aynı zamanda, dünyanın en zevkli işidir. Zordur, ama zevklidir. Göz için bakmak, dil için tatmak ne ise, zihin için öğrenmek ve yeni ufuklara açılmak da odur. Zihnin iştahına ilim ve irfanla cevap vermek, midenin açlığına bir ziyafet sofrasıyla cevap vermekten çok daha haz verici bir iştir. Yoksa, insanı bulunduğu yerden daha yukarıya çıkarmayan bir okumadan kim ne bekleyebilir?

Gel gelelim, dildeki çoraklaşma kelime dağarcığımızı sürekli olarak daralttığı için, okunmaya değer birşeyler arayanlar, aradıklarını buldukları zaman, ekseriyetle onun yanında bir de problem buluyorlar:

Dil problemi.

Bu problem, aslında, insanın zihnini yeni âlemlere açacak ve onu yeni mânâlarla tanıştıracak bir fırsat iken, kolay okumalara alıştırılan ve sahilden uzaklaşmaya cesaret edemeyen ürkek ve tembel beyinler, bu fırsatın değerini takdir edemiyor.Orada bir pazar bulunduğunu keşfeden tüccarlar ise, en değerli eserleri mânâ zenginliğinden soyutlayarak, kimi zaman da “sadeleştirme” gibi etiketler altında “kolay okuma” versiyonları üretmekte gecikmiyorlar.

Netice:

Biz yerimizde sayıyoruz; okur gibi yaptığımız kitaplar geriliyor.

***

Kolay okumalarımızın en kötüsü, Kur’ân söz konusu olduğunda karşımıza çıkıyor. Gerçi onun metni üzerinde oynamak ve “kolay okuma” versiyonlarını üretmek kimsenin aklından geçen birşey değil. Fakat muhtelif ilimlerin ve on dört asırlık irfan birikiminin yardımıyla onu anlamaya çalışmak ve onun üzerinde ciddî şekilde kafa yormak bize zor geliyor. Bu defa Kur’ân’ı mânâ derinliğinden ve zenginliğinden soyutlayarak sıradan bir metin olarak ele alıyor ve onu en basit ve tembel zihinlerin seviyesinde incelemeye başlıyoruz.

İşte, kolay okuma hevesinin bizi getireceği yer bundan başkası değildir. Merhum Muhammed Gazalî’nin bizi bir şokla kendimize getirmesi gereken şu tesbiti, bu konuda başka söze hacet bırakmıyor:

“Öncekiler Kur’ân’ı okuduklarında onun seviyesine yükseliyorlardı. Biz ise Kur’ân’ı okuyup kendi seviyemize indirmeye çalışıyoruz.”

ÜMİT ŞİMŞEK

Kemalin Kemali Devam İledir!

Risale-i Nur’dan aldığımız ders bize; her türlü musibet, şer, zulüm, fitne ve nifak gibi ortam ve şartlarda dahi dik durmayı, inancımızı, metanetimizi ve şevkimizi kaybetmemeyi, ümitsizliğe ve karamsarlığa kapılmamayı öğütlemektedir. Risale-i Nur; Kur’an hükümlerinin ve Peygamber efendimizin (S.A.V) sünnetinin nasıl anlaşılacağını ve yaşanacağını, 20. asrın ve gelecek yüzyılların insanlarına anlatmaktadır. Nasıl ki Hz. MEVLANA döneminde tebliğ ve irşad, İslam aleminin önemli merkezlerinde Mesnevi ile yapılıyordu ise, zamanımız da da bu vazife Risale-i Nurlar ile yapılmaktadır. Bu zamanda, Risale-i Nur’un başka eserlerle ikamesi mümkün değildir.

Risale-i Nur’a sadece kalben ve gönül ile değil akıl, mantık, şuur, muhakeme ve izan ile bağlanmak önemlidir. İtikadı ve ilmi olan; akaid, keramet, velayet, şeriat, fıkıh, siyer, sünnet v.b. gibi konulara vakıf insanlar Risale-i Nur’u daha iyi anlamaktadırlar.

Üstad hazretleri, Risale-i Nur’a talebe olacakların bağnaz ve fanatikler gibi değil de, ilmen, aklen, kalben, bilinçle bağlanmasını, delilleri ve ispatları vesile yapmasını istemektedir. Üstadımız,  “Biz Kur’an Şakirtleri olan Müslümanlar, bürhana tabi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz.”  demekte, Risale-i Nur’a bağlanırken ilim ve izanı esas tutmamızı istemektedir. Bizleri ilim, tetkik, mantık ve tefekküre sevk etmektedir. İslam ülkelerinin geri kalmasının sebebinin “CEHALET” olduğu tespitini yapmıştır.

Risale-i Nur hizmetinde akıl ve muhakeme esastır. Üstad’ın ne kadar gerçekçi, mevcut şartlara ve esbaba uygun hareket ettiğini bir çok vakıada görmekteyiz. Her fırsatta kendisine kurulan tuzak ve pusulardan basiretli ve müdebbirane davranarak kurtulduğuna tarihçe-i hayatı şahittir.

Hazret-i Üstad, neşrettiği mektuplarının çoğunda prensiplere bağlı kalınmasını ve her şeyin istişare ile yapılmasını istemektedir. Bediüzzaman’ın yaşantısında ve yazdıklarında “akla kapı açıp ihtiyarı (iradeyi) elden almadığı”görülmektedir. İstişareye çok önem verdiği ve insanlara emir vermekten ziyade öneri de bulunduğu, ikna yolunu kullandığı da bilinen bir özelliğidir.

Said Nursi’nin hizmetkar, varis, naşir ve talebeleri olan has ve erkan ağabeylerin meşveret toplantılarından biliniyor ki; kendi görüş ve düşüncelerini, Risale-i Nurlardan, Hazret-i Üstadımızın hayatından misaller ve delillerle besleyerek, destekleyerek, açıklayarak sırf Allah rızası ve hizmet mülahazasıyla karar alıyorlar. Bediüzzaman hazretlerinin, asli ve temel prensiplerini belirlediği hizmet tarzından farklı yola sapanların veya niyetlerini bozan kişi ve grupların da marjinalleştiği, istikametlerini kaybettikleri ve tükendikleri herkesin malumudur.

İlk başlarda Risale-i Nur’un ve Risale-i Nur mesleğinin kıymetini anlamayan devlet adamları, sosyologlar, yazarlar, feylesoflar, din adamları ve bu gibi aydın kesimler şimdi Risale-i Nur ve müsbet hareket mesleğine hayranlığını dile getirmektedirler. Risale-i Nur’lar da yazılanların haklılığı, kıymeti ve isabetliliği her geçen gün daha fazla anlaşılmakta, Hazret-i Üstad’ın hizmet metodunun mükemmelliği ve vazgeçilmezliği konuşulmaktadır.

Ülkemizin yeniden bir karmaşa, bunalım, savaş ve felaket ortamına sürüklenmeye çalışıldığı şu günlerde görmekteyiz ki, hakperest ve samimi olan; sosyalistinden liberaline, milliyetçisinden muhafazakarına, demokratından dindarına, kapitalistinden tarikat ehline, ilahiyatçısından feylosofuna en aydın ve entelektüel kimseler, Risale-i Nur’dan ve Bediüzzaman hazretlerinin hayatı ve davranışlarından örnekler vererek, onun hizmet metodu ve prensiplerini hatırlatarak, şerlerin, sıkıntıların, sorunların üstesinden gelmeye çalışmaktadırlar.

Her kesimden insanlar Hazret-i Üstad’ın, basiret, feraset ve müdebbirane tavır ve tutumunu araştırıp öğrenerek, kendince onun cesaretinden, metanetinden, faziletli duruşundan ve meselelere çözüm odaklı ve hak namına tavizsiz yaklaşımından dersler çıkarmaya başlamışlardır.

Hükümetin talimatıyla, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Risale-i Nur Külliyatının basımına başlanması ve bu eserlerin özellikle Milli Eğitim, Adalet ve Diyanet camiasına ulaşması ve yaygınlaşması konusunda gösterilen gayretler bu tespit ve gözlemimin bir ispatıdır diyebilirim.

Aynı zaman da, Bediüzzaman Said Nursi’nin dünyevi nimet ve imkanlardan, rütbe ve makamlardan, siyasetten ve maddiyattan uzak durma düsturu, Nur talebelerinin yolunu ve istikbalini aydınlatmaktadır. Risale-i Nur talebelerinin hizmet gaye ve hedeflerinin; Cenab-ı Allah’ın izni ile iman kurtarma ve kuvvetlendirme olduğunu söyleyen Üstad hazretleri, kendisi gibi tüm Nur talebelerinin de özellikle siyasetten uzak durmasını ve müspet hareket etmelerini vasiyet etmiştir.

Üstadımız bedenen, maddeten bizlerden ayrılmış olabilir ama her zaman prensipleriyle, düsturlarıyla, yazdıklarıyla, davasıyla bizlerle beraberdir. İnanıyorum ki; kim mesaisini ihlas, sadakat, muhabbet ve uhuvvet ile en fazla şerlerin def’i, hakka hizmet ve ittihad-ı İSLAM yolunda harcıyorsa en çok onunla beraberdir.

Bediüzzaman; Kemalin kemali devam iledir.”  diyor.

Tahkiki iman sahibi olmak ve bu durumu muhafaza edebilmek, ibadet ve ilim öğrenmede kararlılık ve istikameti, ihlası, çok çalışmayı, fedakarlığı, sadakat ve hamiyeti gerektirmektedir. Her bir Risale-i Nur talebesi, her zaman, her yerde ve her koşulda kendini yenilemeli, geliştirmeli; tefekkür, zikir, fikir, hamd ve şükrü zihninden, elinden ve dilinden bırakmamalıdır.

Yazımı, Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle “Nur’un birinci talebesi” Hulusi Yahyagil’in bir anekdotu ile noktalayalım:

-Hulusi ağabey derse gelmeyen birisini merak etmiş. Derse niçin gelmediğini sormuş. Demişler ki; “işi var, işi olduğu için derse gelmedi.”

Hulusi abi de demiş ki:  “İşi derse katılmak olmayanın, ders zamanında başka işi olur. Bu zamanda takvanın ve kendini muhafazanın yolu, kesin tecrübemle söylüyorum ki; derse devam ve Risaleleri mütefekkirane okumakla olur.”

Erdoğan Esenkal

nurdanhaber.com

Ahir Zamanda Mücahide Olmak

Çok değerli mücahide kardeşlerim.. Mücahide dememe şaştınız mı yoksa? Benim için İslam’ı kabul eden ben Müslümanlardanım diyen bütün kadınlar içlerinde çıkmayı bekleyen o cihat ruhunu saklayanlardır..

İman etmek öyle basit bir şey mi? La ilahe illallah davası uğruna nice kutlu insanlar şehit olmadı mı? Hem siz sadece cihat savaş meydanlarında silahla yapılır mı zannediyorsunuz?..

Ahir zamanı bir savaş meydanı olarak görelim. Etrafta dinimizle , kutsal kitabımızla , anamızdan babamızdan üstün tuttuğumuz Peygamberimizle(sav) savaşan insanlar yok mu?.. Hani bazen deriz ya ; keşke asrı saadette yaşasaydık Uhud da Bedir de düşman ile bilek bileğe savaşsaydık diye.. O zamanlara gitmene gerek yok kardeşim düşmanlar kıyamete kadar var. HAK ile BATIL savaşı devam ediyor. Peki nefislerimize sormamız gerekmiyor mu sen bu savaşın hangi tarafındasın? diye.. Tuhafınıza gitmesin çünkü bazen bilerek bazen bilmeyerek karşı taraftan taraf olabiliyoruz maalesef..
Kaçımız MODA denilen cehennem odası uğruna hakiki tesettürü kurban ettik bir düşünün.. Allah cc. kadının evde oturmasını cihat kabul ederken şeytana uyup kendimizi sokaklara atmadık mı.. Marka takıntılarımız yüzünden Deccalin bir özelliği olan İSRAFI düstur edinmedik mi.. Aman ayıp olmasın diye o elmas eli namahreme uzatmadık mı.. Namazı eğlenceye , müziği kur’an okumaya , tv izlemeyi zikire tercih etmedik mi?..
Vuruyorum sana ey nefsim! duyuyor musun? bakıyorum da hiç üstüne alınır değilsin!

Sana diyorum sana! Bak bu tarafa.. HAKİKAT TOKADINI yüzüne bir bir çarpıyorum.. Ama biliyorum seni , dünyaya sevdalısın! Ahiret umurunda değil , mesele ölüm , kabir , hesap , ahiret deyince arkana bakmadan kaçıyorsun.. Ne zor dimi senin için namahreme gözükmemek? Tabi biliyorum ; her cemal ve kemal sahibi güzelliğini görmek ve göstermek ister. Ama şunu bil ey nefsim! Sen o cemalini haramlardan saklamadıkça cennette CEMAL’i hayalinde bile göremezsin.. İlahi! Sanki cennete gitsem seni götürmeyeceğim?Yapışmışsın Dünyaya bırakmıyorsun. Dünya tuzlu su gibi ey nefsim!  içtikçe susuzluğun daha da artacak , doymayacaksın , yorulacaksın , bir lezzet alsan bin elem çekeceksin bunu bile bile hala İNAT ediyorsun!.. Rabbime koşacağım ayağıma çelmeyi takıyorsun..

Az önce Rabbine gitmek isteyen ama nefsin arzularını bastırmaya çalışan bir insanın nefsi ile SAVAŞ’ını okudunuz.. Sizce bu da cihat değil midir? Burnunun ucunu göstermeye haya eden bayan kardeşlerim mücahide değil de nedirler?..
”En büyük cihat nefse karşı yapılandır..” buyurmuş Yaveri Ekrem (sav)..
Hanım kardeşim bu sözüm kendi nefsim ile sanadır. Senin cihadın ; Evinde oturmak , çocuklarına ninni söylemek , eşinle iyi geçinmek , Allah için ilim öğrenmek , tesettüre riayet etmek ve farz ibadetlerini yapmandır.. Allah bu şartlarda sana cennetine hangi kapıdan istersen girme GARANTİSİ veriyor..
Ahh bir bilsen ne kadar değerlisin.. Değerli bir Mücevher gibisin.. Hassas , narin , korunmaya muhtaç , nazenin bir çiçek gibi.. O yüzden din düşmanları hep kadınlar üzerine oynuyor. Tesettüre moda denilen illeti sokup seni ”hem dinime uyarım , hem de nefsimin istediğini, yaparım” saçmalığına sürüklüyor! UYANALIM ARTIK!..
Bir kadın öğrenirse çocuğuna da öğretir!
Bir Hadice bir Fatıma , Zeynep yetiştirir
Bir Hacer , tam teslim bir İsmail büyütür..
Bunu biliyorlar kardeşlerim , işte bundan ÇOK KORKUYORLAR..
Sen Mücahidesin! İslam hanım efendisisin.. Ayağının altında cennet , başının üstünde AYET taşıyorsun.. Senin yerin cennette Hz. Meryem , Hz. Asiye ile hasbıhal etmektir.. Ahirette akranlarını bu mübarek hanımların yanında gördüğün de iç çekmeyecek misin? Herkes 6. kattan Cemalullah’ı seyrederken sen mahrum kalmaya dayanabilecek misin?  Herkes Resulullahın (sav) elinden Kevser suyu içerken sen uzaktan izlesen çok koymaz mı insana?..Cehennem çok büyük bir ceza ama en büyük ceza bu RAHMET deryasından nasiplenememek değil midir aslında..
Eğer simdi dualar düştüyse diline , vicdanında bir sızı hissettiysen okuyunca, senden benden neden MÜCAHİDE olmasın.. Şimdiye kadar nefsini dinledin şimdiden sonra o seni dinlesin! Savaş et nefsinle , cihat et! İnanıyorum , yapabilirsin!..Uhud da Bedir de değildin ama bak ahir zaman meydanındasın. Tavırların , mümine duruşun , vakur  , dininden taviz vermeyen yönünle safını gösterebilirsin..
Senin kalen İMANIN , kalkanın ÖRTÜN , cihadın ise İLMİN olsun.. Sen farklısın dostum çok farklı! Sen değişirsen dünya değişir. Bir nesil senin imanınla yeşerir ve yetişir..
Senin saçların bir şiire konu olamayacak kadar değerli
Mahremin, haram sofralarda konu olamayacak kadar mukaddes..
Senin Ruhun dünyaya meyletmeyecek kadar yüce ,Sanki  ötelere kanat çırpan bir kuş..
Sen ki , heveslerini gül kokulu bir çeyiz sandığında cennete saklamışsın,
İndir dünyayı sırtından, hadi durma Rahman’a koş..
Son sözü Kur’an-ı Kerime bırakıp , mücahide olmayı bekleyen ruhunuzu Allah’a emanet ediyorum..
  • ”İster erkek ister kadın olsun, benim yolumda çaba gösterenlerden kimsenin çabasını boşa çıkarmayacağım..” (Al-i İmran ,195)
  • ”Davamız uğrunda CİHAT EDENLERİ bize varan yollara yönlendiririz..”(Ankebut, 69)
  • ”Erkek veya kadın , kim mü’min olarak iyi amel işlerse biz ona hoş ve huzurlu bir hayat yaşatırız ve yine böylelerini yapageldikleri en güzel şey ne ise ona göre ödüllendireceğiz..” (Nahl,97)
  • ”Allah’ın rahmeti, iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlara muhakkak ki pek yakındır..” (Araf,56)

Burcu Ercivan – Risale Ajans

İlim Ve Vicdan

Bir bedevi adam, kızını sağ olarak defnedecek bir kasavet-i vahşiyanede bulunduğu halde, gelip bir saat sohbeti Nebeviye’ye müşerref olur; daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şevkat-i rahimaneyi kesbederdi.

Hem cahil vahşi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviye’ye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi. Mütemeddin kavimlere muallimi hakaik ve rehberi kemalat olurdu.

Bediüzzaman Hazretleri’nin yirmiyedinci sözde bahsettiği gibi vicdan sahibi olmak için vahşilikten medeniyete geçmek için bir saat sohbeti Nebeviye’de bulunmak yeterli iken muallim olmak ilim sahibi olabilmek için sohbeti Nebeviye’de bir saat değil bir gün olmakla o mertebeye geliniyor, muallim ve ilim sahibi olunabiliyor.

Bediüzzaman Hazretleri bu zamanda da Risale-i Nurlarla bir yıl ciddi meşguliyet ve esaslı okumakla ilim sahibi olabileceğinin yolunu açmıştır. İbadet ve zevk kaynağı olan.

Tam terbiye, iman hakikatleriyle kendimizi techiz etmemizi sağlayan.

Bizleri vatan ve millete hizmet edecek vaziyete getiren.

Gençlerin manevi kurtarıcısı olan.

Hakiki saadete erdiren.

Dünya ikbal ve heveslerin peşinde koşmadıkça peygamberlere en emin varis eden.

İrfan ve kemalat menbağı.

Ebedi hapisten kurtaran.

Vahşet ve dehşetin sebebi olan dinsizliği kaldıracak olan.

Bu mubarek vatan ve milletin ve alemi İslamın ebedi saadetine ve kurtuluşuna vesile olan.

Yer yüzünün sulh ve selametinin temini

Risale-i Nurları ihlasla okumalı.

Dünya yepyeni bir oluşumun eşiğindedir

Mehmet Akif’in dediği gibi diyelim.

O nuru gönder İlahi asırlar oldu yeter.

Bunaldı milletin afakı bir sabah ister.

Çetin Kılıç (Lüleburgaz)
Kaynak: Risale-i nur külliyatı