Etiket arşivi: Metin Karabaşoğlu

Çocuk ‘DÖVMEMEK’ Sünnettir!

Hadis ve siyer kitaplarında, özellikle çocuklara dair, bütün ezberlerimizi bozan tablolar da çıkar karşımıza… ‘Âlemlere rahmet’ olarak gönderilmiş Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam, en çok da ‘çocuklara rahmet’ olarak gönderilmiş gibidir. Onun dünyasında çocuğun, çocukların apayrı bir yeri vardır.

Çocuklar, rahmeten li’l-âlemîn aleyhissalâtu vesselamın gözünde, ‘Allah’ın yeryüzündeki çiçekleri’dir. Çiçekler gibidir onlar; hayata lezzet ve değer katarlar. Yine, çiçekler gibidirler; incinmeleri, kırılmaları, ezilip solmaları çok ama çok kolaydır. Küçük ama merhametsiz bir fiskenin narin bir çiçeğin boynunu büküp kırması gibi, sıradan ama hoyratça bir muamele çocukları çok çabuk kırıp incitebilir.

Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın çocuklarla muamelesinde bu gerçeğin getirdiği hassasiyet hep görülür. Çocukları, torunları, ashabının çocukları… Hepsi için, sabır ve şefkat timsali bir sığınak, bir melce, bir kucaktır onunkisi. Mescidinde ashabına namaz kıldırırken sırtına binip ‘deh, deh!’ diyen torunu ‘hevesini alsın diye’ secdesini uzatan bir Resûlullah tablosu vardır karşımızda.

Yahut, ashabına hutbe verirken yanına gelen bir diğer torununu kucağına oturtup başını okşayan bir Resûlullah…

Yahut, mescidde ashabına namaz kıldırırken bir çocuk ağlamasını duyduğunda, annesi çocuğuna çabucak kavuşabilsin diye, okumaya niyet ettiği uzun sûre yerine kısa bir sûre ile namazını tamamlayan bir Resûlullah…

Yahut, evinde namazda iken ağlamaya başlayan bir torununa cevap vermekte gecikilmesi üzerine, namazını bitirdikten sonra ev ahalisine “Onların ağlamasının beni üzdüğünü bilmiyor musunuz?” diye sitem eden bir Resûlullah…

Yahut, namazdayken önünden geçmemeleri konusunda tenbihlediği halde namaza durmasının ardından seccadesinin o tarafından bu tarafına zıplayıp duran Ümmü Seleme validemizin küçük kızı Zeyneb’i azarlamak yerine, ‘kız çocuklarının kafalarına koyduklarını yapma konusunda daha mahir oldukları’ yönünde bir tesbitle yetinen bir Resûlullah…

Yahut, kucağında iken üzerine çiş yapıp elbisesini kirleten küçük torunu Hüseyin’i kucağından alan Ümmü Fadl’ın “Sen nasıl Resûlullah’ın üstüne çiş yaparsın?” diye hafiften vurmasına dahi razı olamayıp müdahale eden bir Resûlullah…

Yahut, on yıl yanında hizmet eden, bu on yıl içinde nice zamanlar kendisinden istediği şeyi unutan, istemediği şeyi yapan, kıran, döken Enes b. Mâlik’i bir kere bile “Niye böyle yaptın? Niye böyle yapmadın?” diye azarlamayan bir Resûlullah…

Yahut, kendisine alıştırdığı küçük kuşu ölünce içine ve evine kapanan bir çocuğun, Umeyr b. Mâlik’in haberini aldığında ölen kuşu için ona taziyede bulunan bir Resûlullah…

Yahut, Medineli çocuklara bir öğüt, bir nasihat verecekse, bunu ekseriya onları devesinin terkisine alarak, bir ikramda bulunarak yapan bir Resûlullah…

Resûlullah aleyhissalâtu vesselam ve çocuklar deyince akıllarda kalan, hadis ve siyer kitaplarından bir Asr-ı Saadet hatırası olarak aktarılan tablolar, işte hep böylesi tablolardır. Çocuklar, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın gözbebeğidir ve Resûlullah aleyhissalâtu vesselam o büyük iman, ahlâk ve insanlık dersini verirken ‘terbiye kasdıyla olsun’ ne diliyle, ne eliyle onları asla incitmemiştir.

Bugünün çocuklarının yahut bugünün büyükleri olan dünün çocuklarının hafıza arşivlerinde kocaman bir ‘camide amcalardan işittiğim azar’ sayfalık dosyasının yer almasına karşı, Asr-ı Saadet çocuklarının hâfıza arşivinde ‘Resûlullah’tan işittiğim azar’ başlıklı tek bir dosya dahi yoktur.

Bugünün çocuklarının hafıza arşivindeki kabarık ‘tekme, tokat ve dayak’ dosyalarına karşılık, Asr-ı Saadet çocuklarının hiçbirinin hâfıza arşivinde ‘Resûlullah’tan yediğim dayak’ başlıklı bir dosya da yoktur.

Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, ne evde, ne mescidde, ne çarşıda, ne sokakta hiçbir çocuğa vurmamış, hiçbir çocuğu dövmemiştir.

Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, çocuklarına, torunlarına, mü’minlerin çocuklarına bir kere bile tokat atmış da değildir. O, çocuklara aşama aşama tevhidi de, namazı da, Kur’ân’ı da öğretmiş; ama bunları ‘şiddet dili’ne ve ‘şiddet eli’ne asla başvurmadan gerçekleştirmiştir.

Gelin görün ki, bugün güya iman adına, güya namaz adına, güya Kur’ân adına dövülen, sövülen, tekme yiyen, tokat yiyen, kovulan veya azarlanan nice çocuk vardır.

Dahası, Resûlullah’tan asla görmediğimiz bütün bu hareketlere karşı, çocuklara döven veya söven büyükler ne hazindir ki bu davranışlarını Resûlullah’tan aktarılan bir hadise dayandırmaktadır. “Onlar yedi yaşına geldi mi, çocuklarınıza namazı emredin. On yaşına gelince de kılmadığı takdirde, onları dövün.”

Resûlullah’ın çocuklara yapmadığını yapmanın gerekçesi olarak Resûlullah’a atıfla aktarılan, budur.

Hazindir ki, eğitim için bula bula ‘eğmek’ kökünden türetilmiş bir fiili bulan, dayağı ise ‘cennetten çıkma’ gören bir sosyo-kültürel ortam, rahmeten li’l-âlemîn aleyhissalâtu vesselamın hadislerine bakışa ve hatta hadislerini tercüme edişe de sirayet etmiş; algıdaki yanlış seçicilik bir hadisi nazarlardan gizlerken, bir diğer hadise yanlış mânâ verdirmiştir.

Resûlullah aleyhissalâtu vesselama atıfta aktarılan “On yaşına gelince onları dövün” sözüne karşılık, sahih kaynaklarda “Çocukları dövmeyin” 65 emrini içeren bir hadis de vardır. Ama bu ikinci hadis nedense nazarlardan gizli kalmış, dolayısıyla diğer hadise verilen mânânın sıhhatini bu hadisle test etme imkânı da bulunamamıştır.

Evet, “Çocukları dövmeyin” buyuran bir Resûldür o. Nitekim kendisi hiç çocuk dövmemiştir.

O halde, ‘sünnet’ Peygamber aleyhissalâtu vesselamın yaptığı şeylerin ifadesi ise eğer, çocuk dövmemek de bir Peygamber sünnetidir.

Onun “Çocukları dövmeyin” hadisinin ümmete mal olamamasına karşılık, çokça dillerde gezen ve ellerde uygulanan “On yaşına gelince onları dövün” rivayeti ise, bu Peygamber sünnetini gözardı ederek verilen bir mânâ niteliğindedir. Ve burada, dili iyi bilenlerin tesbit ettiği üzere, özensiz ve dikkatsiz bir çeviri ve aktarım vardır.

Her dilde, bir kelime çok anlamlar içerir; ve İngilizce gibi, Arapça gibi bazı dillerde, bir kelimenin anlamı, aldığı eklerle değişmektedir. Meselâ İngilizce’de ‘to give’ fiili ‘vermek’ anlamına geldiği halde, bu fiilin sonuna eklenen ‘in’ veya ‘up’ veya ‘on’ anlamı tamamen değiştirmektedir: “to give in: boyun eğmek; to give up: vazgeçmek; to give up on: ümidi kesmek.”

Benzer bir durum, hadisteki ‘onları (yani: on yaşına gelmiş çocukları) dövün’ diye mânâ verilen, “fadribûhu aleyhâ” ifadesinin özünü teşkil eden Arapça’daki darabe fiili için de geçerlidir. Nitekim, din eğitimi üzerine ihtisas kesbetmiş bir isim şöyle demektedir:

“Günümüz din eğitimcilerini en rahatlatan şu durumdur ki; hadis-i şerifte geçen ‘on yaşına geldikleri zaman kılmaz iseler’ ‘fadribu aleyhâ.’ (…) Darabe fiili, bazı harf-i cerlerle farklı manalar kazanır. Arapça’nın özelliğidir bu. Mesela ‘dua’ kelimesi lam harf-i cerriyle bir kişi için dua etmek olur. Aynı dua kelimesi alâ harf-i cerriyle bir kişi için beddua etmek olur. Bu kadar değiştirir yani.

Şimdi hadis-i şerife bu şekilde baktığımız zaman darb fiili alâ harf-i cerriyle incelendiğinde ortaya ne çıkıyor biliyor musunuz? Çeşitli metodlar, çeşitli usuller kullanarak o namazı kılmasını sağlayınız. Bu bakımdan, on yaşına basınca da kılmaları noktasında yardımcı olun, farklı usuller uygulayın, misaller verin şeklinde anlayabiliriz. Hadis-i şerif böyledir, çünkü hadisin sonu dövmeyle alâkası olmayan bir şekilde bitiyor. Diyor ki: ‘Kız ve erkek çocuklarınızın arasını artık bu yaştan sonra ayırın.’ Ne kadar anlamlı bir hadis-i şerif olarak neticelenmiş oluyor! Fakat dövme işinden bahsedince, biz hadisin metninde bile bir çelişkiye düşebiliyoruz. Çünkü Peygamber Efendimizin ifadeleri belagat açısından son derece yüksektir; dilcilerin de uyarısıyla hadisi böyle anlamamız gerekiyor.”

Sözün kısası, ‘algının seçiciliği’ bir kez daha çıkıyor karşımıza. ‘Eğmek’ten terbiye anlamında ‘eğitim’ kelimesi türeten bir sosyal-kültürel zeminde dayak da ‘eğerek terbiye’nin bir nişanesi olarak bilinince; hayatında hiçbir çocuğu dövmemiş Peygamber aleyhissalâtu vesselamın “Çocukları dövmeyin” hadisi nazarlardan gizli kaldığı gibi, ‘alâ’ harf-i cer’iyle birlikte kullanıldığında ‘namaz kılmasında ısrarcı olun; ısrarla namaz kılmaya teşvik eden’ mânâsı verilmesi gelen bir söz ‘onları dövün’ diye tercüme edilebiliyor. Üstelik, yine Hz. Peygamberin mübarek dilinden duydukları, “Büluğa erinceye kadar çocuktan kalem kaldırılmıştır”67 sözüne rağmen…

Bu hal, büyük bir ders veriyor bize. Kendi algımızın ve kendi düşünüş biçimimizin bakışımızı gölgelememesi için, Hz. Peygamberin hayatını, sünnetini ve sözlerini ‘bütünüyle’ kavramamız gerekiyor; bütünden kopararak, hele bir de dikkatsizce mânâ vererek değil…

Metin Karabaşoğlu

Bu yazı Metin Karabaşoğlu’nun Nesil Yayınlarından çıkan Hakikatin Dengesi isimli kitabından alınmıştır.

Aşk Evliliği Kurtarmaya Yeter mi? Neden Şefkat?

Bir işin gerek şartı aynı zamanda yeter şart olmadığı gibi, parça da bütün değildir. Gelin görün ki, insanoğlu çoğu kez gerek şartı yeter şart zanneder ve çoğunlukla parçayı bütünle özdeşleştirir. Zira, bir iş gerek şart olmaksızın gerçekleşmez ve bir bütün parça tamam olmadan bütün olmaz. Ve bu durum, dikkatlerin kendisi olmadan sonucun gerçekleşmediği ‘gerek şart’ ile kendisi olmadan bütünün yarım kaldığı ‘parça’ üzerinde yoğunlaştırır. Bu yoğunluk–parça-bütün ilişkisi gözden kaçtığı ve gerek şartın yeter şart olmadığı unutulduğu takdirde sair şartlara ve sair parçalara, hatta işin ve bütünün tamamına dair bir algı körlüğünü getirir. Bu körlük, idraki daraltır. Sonuç parçanın bütünün tamamı imiş gibi muamele görmesi, ‘gerek şart’ın ise ‘yeter şart’ makamına terfi etmesidir.

Evliliğe ve aile hayatına dair yazılan, çizilen, konuşulan, düşünülen ve paylaşılan şeylere baktığında, insan bu yanılgı zincirinin bir yansımasını rahatlıkla görüyor. Birçok zihinde, evlilik ile aşk, aile hayatı ile birbirine aşık iki insan neredeyse eş-anlamlı hale gelmiş bulunuyor. Evliliğin ‘gerek şart’larından biri olarak aşk, genelde, ‘yeter şart’ olarak algılanıyor. Ve, sıhhatli bir aile hayatının ayrılmaz bir parçası olarak birbirine aşık iki kalb, bu aile tablosunun tamamı gibi muamele görüyor.

Evliliğe ve aile hayatına dair ‘aşk’ üzerinde yoğunlaşan bu vurgu, birçok alanda çok farklı tezahürleriyle çıkıyor karşımıza. Nikah davetiyelerinin çoğunda, olan-bitenin birleşik iki kalb figürüyle özetlendiğini görüyoruz. Düğün pastalarını kalb suretinde yaptırıyor kimileri. Düğün arabalarına bir çift kalb yapıştırılıyor ve her birinin içine hanımın ve erkeğin isminin ilk harfi yerleştiriliyor. Öte yandan, binlerce film, onbinlerce roman, yüzbinlerce şiir ‘beraberlik’ ile ‘aşk’ı âdeta özdeş tutuyor. ‘Aşkın gücü’ne dair filmler yapılıyor, mutlu evliliğin biricik formülü olarak ömür boyu aşkı öneren kitaplar hazırlanıyor, “Sevmek ne güzel şey/Sevgiyle düzelir herşey” türünden şiirler yazılıyor.

Ve, aşka dair bu vurguyla birlikte, bir evliliği başlatmak veya yaşatmak, bir aile hayatını kurmak veya kurtarmak için aşkın yeterli olduğunu zanneder hale geliniyor.

Ama öte yandan, hüsranla sonuçlanmış, mahkeme kapısına dayanmış, önemli kısmı bir seneye varmadan tükenmiş evliliklerle karşılaşıyor. Aşk, evlilik için yeterli görülüyor; ama aşklar evliliği kurtarmaya yetmiyor. ‘Aşk evlilikleri’nin ciddi bir oranının yaşadığı akıbet, gerek şart olarak aşkın evliliğin yeter şartı olmadığını apaçık gösteriyor.

Bu vâkıa, aşkın kötü birşey olduğunu göstermiyor elbette. Rabb-ı Rahîm’in insan kalbine yerleştiği, insanı heyecana ve harekete sevkeden, insan gayrete ve cevelana yönelten bir duygu olarak aşk, elbette hayatlara bir renk, bir anlam katıyor; ve açılmamış birçok duygu aşk ile açılıp olgunlaşıyor. İnsan aşkla gelişiyor, farketmediği bir dizi nüansın anlamını ve önemini aşkla farkediyor, pek çok insanî özellik aşk sayesinde inkişaf kaydediyor. Aşk insanı yontuyor, törpülüyor, inceltiyor, olgunlaştırıyor ve ‘mükemmel’e uzanan yolda adımlar attırıyor. Bütün bu yönleriyle, aşk, evliliği anlam katıyor, renk katıyor, neşe ve lezzet kazandırıyor.

Ne ki, evlilik denen şey, aşkla başlayıp bitmiyor. Bir aile hayatının kurulmasında ‘gerek şart’ olarak kesinlikle önem taşıyan aşk, ‘yeter şart’ da olamıyor. Zira, yetmiyor! Bu bakımdan, hem ‘gerek şart’ olarak aşkı vurgulamak, hem de aşkın ‘yeter şart’ olarak sunumuna açık bir muhalefet şerhi koymak gerekiyor. Aşka dair bu iki sunumun arasını açıkça ayırmak gerekiyor.

Bu noktada, öncelikli olarak, sevmenin çok bilinen ve çok vurgulanan bir yansıması olarak aşkın, sevmenin ta kendisi ve yegâne yansıması olmadığını farketmek gerekiyor öncelikle. Sevmenin, şefkat gibi, hürmet gibi, acımak gibi başkaca tezahürlerinin de olduğunu bilmek gerekiyor. Meselâ, anne çocuğunu sever, ama âşık değildir ona. Çocuğun anneye olan sevgisi de aşk değildir. Birincisi şefkat sınıfından, ikincisi ise hürmet cinsinden bir sevgidir.

Hem, sevmenin yegâne türü değil, bir türü olduğunu bildikten sonra, bir sevgi türü olarak aşkın tarifini doğru yapmak da gerekiyor.

Nedir aşk, nasıl bir sevmektir? Karşılıklı sevmektir. Karşılık bekleyerek sevmedir. Karşılıklık görmediği halde dahi, karşılık beklemektir. Bir başka insanı aşkla seven, ondan mukabele bekler, karşılık görmek ister. Ve, tatlı başlayan bütün aşklar, karşılık görmeyince yahut karşılık görmez duruma gelince veyahut karşılık görme ümidi dahi tükenince, biter. Karşılık görmeyeceğini kesinkes bilerek, karşılık göreceğine dair zerre miskal bir ümit hissetmeyerek devam eden tek bir aşk yoktur. Bütün aşklarda ya bir ‘hemen şimdi’ boyutu vardır, veya ‘bir gün mutlaka’ boyutu.

Sözün kısası, aşk karşılık ister. Aşk, karşılıklı sevmektir. Aşk, karşılık bekleyerek sevmektir.

Dolayısıyla, yalnızca aşk üzerine kurulan bir evlilik, bir açıdan, pamuk ipliğine bağlı bir evliliktir. Ömrü ve sıhhati, karşılığa endekslenmiş bir evliliktir. Karşılık görme yüzdesi yükselince sağlamlaşan, karşılık görme yüzdesi düştükçe zayıflayan ve hatta çöken bir evliliktir. Aşk, bir evliliği ömür boyu taşımak, bir aile hayatının aslî ve yegâne direği olmak için asla yeterli değildir.

Sarsılan, sallantıda olan, hatta yıkılan evliliklere bakalım. Karı ve kocadan her ikisi veya en azından biri, eşinden lâyık olduğu ilgiyi ve karşılığı görmediğini düşünmektedir. Ki, ya gerçekten karşılık görmemekte veya görüldüğü halde görülmediği düşünülmektedir. Aşka dair onca filme ve romana kırılma veya kopma anlarının cümleleri olarak yazılan, gündelik hayatta da sıklıkla duyulan “Eskiden böyle miydi?,” “Sen o eski sen değilsin,” “Seni tanımakta zorlanıyorum,” “Bazan benim evlendiğim adam bu muydu diye düşündüğüm oluyor” kabilinden bin türlü söz yalnız aşka dayanan bir evliliğin karşılık görülmediği zaman nasıl çökebildiğini belgelemektedir.

Açıkçası, aşk karşılıklı sevmektir; ve, karşılık beklediği için, aşk asla fedakâr değildir. Fedakâr bir sevgi olmadığı için de, bir evliliğin devamı için aşk asla yeterli değildir.

Zira, Rabb-ı Rahîm, ehadiyet sırrıyla, her insanı ayrı bir âlem olarak yaratmış, her insanı sonsuz sayıda duygu ve arzuyla donatmıştır. Bu sonsuz çeşitlilik içinde, her insanın sair insanlardan ayrıldığı bir yön, ayrıştığı bir özellik muhakkak vardır. Hâlik-ı Zülcelâl, birbirinin tıpatıp aynısı iki insan yaratmamıştır. Dolayısıyla, iki ayrı âlem olarak iki insanın evlilik sûretinde beraberliği–akrabalıktan iş hayatına, okul arkadaşlığından yol arkadaşlığına başka tüm beraberliklerde de olduğu gibi–içinde bir dizi ayrışma ve çatışma noktasını gizlemektedir.

Meselâ, eşlerden biri maviyi çok severken, öbürü pembeye bayılıyor olabilir; ve evi boyamak sözkonusuysa, bu pekâlâ bir problem üretebilir. Hatta aynı rengi seven iki insan, bu rengin tonları konusunda çatışabilir. Patlıcanı imambayıldı suretinde seven bir koca ile kendisi öyle sevdiği için karnıyarık suretinde yapan bir hanım, sırf bu sebepten dolayı birbiriyle tartışabilir ve en azından biri diğerine darılabilir. Her evliliği, böylesi küçük meselelerden hayata ve dünyaya dair daha derinlikli tercihlere uzanan uzun bir çizgide çok sayıda gerilim ve çatışma beklemektedir.

İşte bütün bu çatışma noktalarında, aşk çözümü garanti etmez. Zira, aşk fedakâr değildir, karşılık istemektedir, “Ben şunu yaptım, ondan da bunu beklerim” demektedir.

Oysa, hayatın kıvrımlarında yaşanan nice mesele, taraflar “Ya o ya bu!” noktasında kilitlendiğinde, ancak feragatla çözülebilmektedir. Feragat yoksa, kilit çözülmez. O yüzden, birbirini gerçek bir aşkla seven iki insanın, birbirine aşık olduğu halde birbirine küstüğü, darıldığı çokça görülmektedir. Herkesin kendi tercihinde direttiği bir kilitlenme hali, taraflardan en az biri feragata yönelmez ise, ciddi bir kopmayı getirebilmektedir. Sonradan, “Onu hâlâ seviyorum,” “Şimdiki aklım olsaydı” diye ağıtlar yakılıyor olsa bile…

Kısacası, feragat temininde aşkın yetersiz kaldığı bir özelliktir, ama yine feragat bir evliliğin sıhhati ve devamı için kesinlikle gereklidir. Birbirini sevdiği halde sürekli çatışan ve çözümü hep karşıdan bekleyen insanların bir evliliği sürdürmeleri mümkün değildir.

Ve bu noktada, ‘karşılıklı sevgi’ olarak aşkın yanısıra, ‘karşılıksız sevgi’ olarak şefkat gündemimize girmektedir. Edgar Allen Poe’nun en güzel aşk şiirlerinden biri olarak hafızalara yer eden Annabel Lee’sinde söylediği “We loved with love that was more than love” dizesinde kasdettiği şey şefkat midir, yoksa Türkçe müterciminin yazdığı üzere karasevda mıdır bilinmez; ama bilinen, şefkatin ‘aşktan da üstün bir sevgi’ anlamına geldiğidir. Zira, karşılık görerek veya en azından karşılık bekleyerek sevmenin adı olarak aşka mukabil, şefkatin en temel özelliği karşılık beklememesidir.

Yolda gördüğü bir kedi yavrusuna, günün birinde evime giren fareleri yakalar beklentisiyle süt vermez insan. Yahut, bir anne, otuz-kırk sene sonra belki bana yardım ederler beklentisiyle hayatî tehlikeyi de göze alıp hamileliğe yönelmez. Çocuğu ezilmesin diye kendisini arabanın önüne atan bir annenin, yavrularını yemesin derken kendi başını köpeğe kaptıran tavuğun, kuzusunu kurtarmak isterken kurda yem olan koyunun veya koçun davranışı ‘beklenti’yle izah edilebilir türden değildir. Bütün bu davranışların muharriki şefkattir; ve bu davranışların gösterdiği üzere, şefkat karşılıksız sevmektir, beklentisiz sevmektir. Aşkta olmayan bir özellik, şefkatin en belirgin özelliğidir. Aşk fedakâr değildir, ama şefkatin meyvesi feragattir.

Bu bakımdan, aile hayatı içinde aşkın çözemediği gerilim noktalarında şefkatle gelen bir feragat ve fedakârlık kesinlikle işgörmekte; aşkın kurtaramadığı birçok evlilik, eğer aşk o evliliğin ‘yeter şart’ı değilse, şefkatle kurtulmaktadır. Ki, birçok problemli evlilikle çocuğun bir ‘kurtarıcı’ olması bu sırdandır.

Aşkın çözmediği birçok düğüm şefkatle çözmekte; nice karı-koca, aralarındaki sorunları çocuklarına olan şefkatlerinden dolayı–nefislerini ve incinen gururlarını bir kenara atıp–feragatle bir çözüm arama yoluna gitmektedir. Şefkatin aşka olan üstünlüğünün bir diğer göstergesi, evladını terkin eşini terkten çok daha zor olmasıdır. Çocuklu ailelerin boşanmaya karşı daha dirençli olduğu; birçok evliliğin çocukların hatırına ayakta durduğu bir vâkıadır. Hem, çocukların olduğu ve şefkatin açıkça devreye girdiği evliliklerde insanlar gerginlik anlarında ‘yutkunarak konuşma’ ve iki kere düşünme tavrı sergilemekte; meseleyi kestirip atmaktansa söyleyeceği son sözü söylemeyi ertelemekte; ve hadise bu yüzden ani ve fevrî bir karara yol açmadan soğuduğunda, mesele zaten makul biçimde çözülmektedir. Böylesi durumlarda da, karşılık görmediğinde yitip gidiveren aşkın kurtaramayacağı beraberlikler şefkatin hatırına yürümektedir.

Bu noktada, vurgulanması gereken, ama en ziyade ihmal gören bir nokta, eşlerin birbirine karşı da şefkatle muamele etmesidir. Çünkü karı ve koca, karşı cinsten biri olarak yekdiğerine eştir; ve ‘eş’ olma açısından, aşk sözkonusu olmaktadır. Ama eşinin zaafları ve faziletleriyle, artıları ve eksileriyle bir insan olduğunu; eşinin ‘çocuklarının annesi’ olduğunu; eşinin kayınvalide ve kayınpederinin çocuğu olduğunu.. dikkate aldığında insanın eşine karşı şefkat hissi de galeyana gelmektedir. Yaşanan gerilimde onun sergilediği tavrın ‘kendisine karşı’ olmaktan öte olduğu; bunun, ehadiyet sırrı gereği ayrı bir ailede ayrı bir donanımla apayrı şartlarda yetişmiş ayrı bir âlem olmasından kaynaklandığını dikkate aldığında da, şefkat hissi uyanmakta; anlayışlı olmayı, empatiyi ve feragati besleyerek, gerginliği çözmektedir.

Velhasıl, aşkın çözemediği gerilim durumlarının ilacı feragattir; feragatin olabilmesi için ise, şefkatin işletilmesi gerekir. Karşılıklı sevgi olarak birbirine duyulan aşkın yetmediği yerde, karşılıksız sevgi olarak sevgi pekâlâ imdada yetişebilir.

O halde, şefkat, hayatın sair alanlarında olduğu kadar, evlilik hayatında da daha bir dikkati ve vurguyu hak etmektedir.

Umulur ki, ‘ömür boyu aşk’ gibi güzel ama yetersiz formüller ‘ömür boyu şefkat’le tamamlandığı takdirde, aile içi gerginliklerin ömrü kısalırken evliliklerin ömür boyu olma şansı ve ömür boyu evliliklerin sayısı yükselecektir.

Metin Karabaşoğlu

Bediüzzaman laik ezberleri bozdu

Nur İlim ve Kültür Vakfı ile Nesil Yayın Grubu tarafından “Aydınlar Bediüzzaman’ı konuşuyor” kitabı bağlamında Moral FM Av. Bekir Berk Toplantı Salonu’nda bir panel düzenlendi. Moderatörlüğünü Nesil Yayın Grubu Yayın Kurulu Başkanı Safa Mürsel’in yaptığı panele konuşmacı olarak yazar Mustafa Akyol, Sadık Yalsızuçanlar ve Metin Karabaşoğlu katıldı. Programda “Gelenek ile Gelecek Arasında Bediüzzaman Said Nursi ve Risale-i Nur’un bugün için anlamı” konuşuldu.

-İman zemininde yükselen bir medeniyet tasavvuru sundu-

Av. Safa Mürsel, “1990’lı yıllara kadar Risale-i Nur’u hep savunma refleksi içindeydik. Zaman içinde bu savunma pozisyonu değişmeye başladı.” ifadesini kullanarak yazar Metin Karabaşoğlu’nun “Gelenekle Gelecek Arasında Bediüzzaman” söyleşi kitabını değerlendirip 1970’li yılların Türkiye’sinde hazırlanan “Aydınlar Bediüzzaman’ı Konuşuyor “ kitabının hikâyesini anlattı: “1976 yılında Risale-i Nur’un telifinin üzerinden elli yıl geçmişti. O dönemde ilim adamları, bürokratlar ve siyasetçiler üzerinde Risale-i Nur’un nasıl bir etki bırakmış olduğunu öğrenmek istedik. Türkiye’de o gün var olsan sağdan sola doğru bütün yelpazede olan ilim adamlarını dolaşıp Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında fikir almak çok zordu. Çünkü Risale-i Nur konusu bugünkü kadar kolay ifade edilemiyordur. Ayrıca aydın kesiminin henüz kabullenemediği bir gerçekti. Ama tüm bu zorluklara rağmen önemli bir çalışmaydı bizim için. Bugün ise Bediüzzaman ve Risale-i Nur konusu rahatlıkla konuşulabiliyor.”

Av. Mürsel, Bediüzzaman’ın yaptıklarını anlatırken onun iman zemininde yükselen bir medeniyet tasavvuru sunduğunu belirterek “Bugün bazılarının gülmek değiştirmesinde Bediüzzaman’ın katkısı vardır.” dedi.

-Bediüzzaman laik ezberleri bozmuştur-

Yazar Mustafa Akyol ise “Türkiye’de din düşmanı olan bir damar vardı. O damar dine karşı olduğu için Bediüzzaman’a da karşıydı. “ şeklinde konuşarak İslam dünyasında yaşanan krizler ve Bediüzzaman Said Nursi’nin yöntemi hakkında şunları kaydetti: “Bediüzzaman’ın çizgisi çok doğruydu. Çünkü Osmanlı’da Batı’dan gelen bir maddileşme, geçmişini unutan Frenk meşrep bir aydın kitlesi vardı. O da ilim konusunda Batı’nın bilimini görür alır. Ama bu bilimi dini haline dönüştürmez. Ve asrın kazanımlarını alıp imanı bir vizyon geliştirir. İslam dünyasındaki hürriyet ihtiyacını görür. Bu yüzden Bediüzzaman’ın istibdada karşı çıkıp hürriyetleri savunması o dönem için çok önemli bir vizyondur. Bu yaklaşımı sayesinde kendi çizgisi dışına da etki ederek laik ezberleri bozmuştur. “

– Nefsini ıslah etmeyen başkalarını ıslah edemez-

Yazar Sadık Yalsızuçanlar, “Bediüzzaman’ın hayatına baktığımızda nefsini ıslah ettiğini görüyoruz.” diyerek “İslam nefsin teslim olmasıdır. Nefsini ıslah etmeyen başkalarını ıslah edemez. O da bunu yapmıştır “ diye konuştu.

Yalsızuçanlar, Said Nursi’nin kendisine bir vebalı, cüzamlı gibi muamele edip türlü türlü işkenceler yapanlara bile beddua etmemiş olup hakkını helal ettiğini söyleyerek “Bunu ancak âlimler ve arifler yapar. Bediüzzaman kendisini Hak’ka tasadduk etmiştir. Kendini tasadduk etmeksizin insanın Hak’ka yaklaşması mümkün olmaz.” dedi ve sözlerine şöyle devam etti: “Onun hediye almaması seyit oluşu ile ilişkilendirilir. Rızık konusunda da şunu söyler: Rızkını helal yolla kazan ve kazandığından azını ye. Bu yaklaşımı da bütün âlim ve ariflerde görüyoruz. “

-Bediüzzaman’a göre sabır, tevafuk, merhamet ve şefkatin anlamı-

Yazar Metin Karabaşoğlu, “Gelenekle Gelecek Arasında Bediüzzaman” kitabının 1976’da çıkan Aydınlar Bediüzzaman’ı Konuşuyor’dan farklı olduğunu söyleyerek “Bu kitap entelektüel damarı ortaya çıkarıp Risale-i Nur’a dışarıdan değil de içeriden bakıp yorum yapanların kitabıdır.” vurgusu yaptı. Karabaşoğlu, Bediüzzaman’ın bir köprü olmadığını kaydederek “Köprü üstünden geçilendir. Bediüzzaman ise kalınacak yerdir. Bir arı gibi gelenek ile gelecek arasındaki özü alıp bu zamanının insanına sunmuştur.” mesajı verdi.

Karabaşoğlu, Said Nursi’nin nasıl mümin olunması gerektiğinin yolunu gösterdiğini belirterek sabır, tevafuk,merhamet ve şefkat kelimelerinin onun hayatındaki anlamına değindi: “Bediüzzaman’ın hayatında ve Risale-i Nur’da bir tevafuk gözüküyor. Çünkü tevafuk kelimesi öyle rastgele tesadüfî olarak kullanılmaz. Birisi tesadüf yerine tevafuk kelimesini kullandığında neden kullandığı anlaşılır. Bir de Bediüzzaman’a göre sabır demek ‘başına gelenlere razı olmak’ anlamında değildir. Ona göre sabır ‘direnç ve ayakta durmak’ demektir. Merhamet ve şefkat duygusu ise; bize karşı hücum edenler varsa duygu ve düşüncelerimizi onların yönlendirmesine izin vermeden kullanmak içindir. Yani onlar tarafından yönetilmiyoruz ve onları da yönlendiriyoruz. Eski Said’den yeni Said’e doğru geldiğinde neler yaptığını görüyoruz. Bediüzzaman’ın İslam dünyasında bin yıldır çeşitli silahlarla zedelenen sorunların çözümü konusunda bir yol gösterip çözümü yeniden inşa ederek hikmetle rahmeti buluşturduğunu görüyoruz.

Dursun Kabaktepe / Moral Haber

Yaşanmayan bilgi

Asr-ı Saadetin büyük simaları arasında Huzeyfe b. Yeman, en ziyade kendisi gibi olmak istediklerimdendir. Hz. Peygambere ‘sırdaş’ olma gibi, Hz. Peygamberin münafıkların isimlerini bildirdiği yegâne insan olma gibi bir vasfa sahiptir Huzeyfe. Ve elbette, bu vasfa durduk yerde sahip değildir.

Onun babasıyla birlikte Hz. Peygamber’e kavuşmak üzere Yemen taraflarından Medine’ye doğru yola çıktığında tam da Bedir savaşının arefesinde aldığı nebevî terbiye, görülen o ki, fıtratındaki mertlik, ahde vefa, cesaret ve ferasetin tohum olmaktan ağaç olmaya doğru yol aldığı andır. Müşrikler tarafından tutulan, ancak Hz. Peygambere katılmayıp Medine’ye doğru yol almaları şartıyla salıverilen Huzeyfe, babasıyla birlikte Hz. Peygamberin karargâhına geldiğinde, iki ordu arasındaki Müslümanlar aleyhine 1’e 3’lük muvazenesizliği görünce verdiği sözden caymaya meyletmiş; ama Hz. Peygamber buna müsaade etmemiştir. En zor anda dahi ‘özü sözü bir’ olmanın, ahde vefanın, söylem-eylem uyumunun dersini veren bu nebevî tavır, Huzeyfe’nin sonraki hayatının tümüne yayılan bir vefa iksiri olur âdeta. Huzeyfe, Hz. Peygambere ‘sırdaş’ olacak derecede özü sözü bir, ahde vefasızlığın zirve hali olan nifaka ise asla müsamaha etmeyecek kadar da bakışı ve duruşu keskin biri olur.

Asr-ı Saadet hatıratı içinde, Huzeyfe b. Yeman’ın ‘emanet’ hadisinin ravisi olması da manidar değil midir? “Emanet insanların kalblerinin derinliklerine konulmuştur. Sonra Kur’ân-ı Kerîm indi” hadisi, onun dilinden yayılmamış mıdır sonraki kuşaklara. Bu uzun hadis, sadece bu ilk kısmıyla bile, yeterince büyük bir ders veriyor değil midir? İnsanların kalblerinin derinliğine ‘emanet’ konulmamış olduktan sonra, Kur’ân-ı Kerîm inse ne olacak, neye yarayacaktır ki? Emanet hissi dumura uğramış, vefasızlığı şiar edinmiş, hakikatin kökleşip yerleşmeye zemin bulamadığı bir kalb, sözlerin en güzel, en ulvî, en derin ve en hakikatlisini duysa bile ne yazar? Önce emanet kalblerin derinliğinde olacaktır ki, kalbinin derinliğinde emanet yerleşmiş olan insan ‘sonra’ indirilen Kur’ân’ı göz baş üstüne diyerek alsın, tohumu sinesinde tutan toprak misali âyetin mânâlarının kalbinde kökleşmesine müsaade etsin ve sonra da bu mânâların ‘mucibince’ amel edebilsin.

Ama Huzeyfe’nin zikrettiği aynı hadisin devamı, hüzün doludur: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselam bize emanetin kalblerden kaldırılışından da bahsetti ve buyurdu ki: ‘Kişi uykuda imiş gibi farkında olmadan kalbinden emanet alınır. Geride, benek izi gibi bir iz kalır. Sonra ikinci sefer, yine uykuda imişcesine, kişi farkında olmadan kalbindeki emanet duygusundan bir miktar daha alınır. Bunun da, kalbde bir kabarcık izi kadar bir izi kalır; şöyle ki, ayağının üzerinden bir kor parçasını yuvarlayacak olsan, değdiği yerleri kabarmış görürsün. Ama içinde işe yarar birşey yoktur.”

Hadis, emanetin giderek daha da kaybedildiği günleri anlatır ve şöyle son bulur: “Hatta dürüstler ‘Filan kabilede dürüst insanlar varmış’ diye parmakla gösterilir. Bazen de, kalbinde zerre miktar iman olmayan bir kimsenin ‘Ne civanmerd, ne kibar, ne akıllı kişi!’ diye övüldüğü olur.”

Sonra, Huzeyfe’nin sözleri gelir:

“Ben öyle günler gördüm ki, hanginizle alışveriş yaptığıma aldırmazdım. Muhatabım Müslüman idiyse, bana karşı hile yapmasına, dindarlığı mani olurdu.”

Bunun da sonrasında, isim vererek, filana, falana ve falana güvenirim; ondan gerisinden emin değilim de der Huzeyfe.

Aynı Huzeyfe, işte bu şekilde dertlendiği ahir ömründe, günün birinde, hayranı olduğum bir hiddet sergiler etrafındakilere. Hayranı olduğum bir hiddet, evet! Huzeyfe ki, haftalar, belki günler önce onlara Hz. Peygamberin gümüş kaplarda yemek yemeyi, su içmeyi mü’minlere yasakladığı haberini vermiştir. Ama işte o gün, susadığını belirtip su istediğinde, gümüş bir kabın içinde su sunulur kendisine. Kabın gümüş olduğunu anladığında, Huzeyfe suyu içmeden kabı hiddetle fırlatır atar ve onlara bu hadisi kendilerine rivayet ettiği halde nasıl bunu yapabildiklerinin hesabını sorar. Hakikat hatırına, emanet hatırına bir hiddettir bu. Hz. Peygamber gümüş kapta yemek yemeyi yahut su içmeyi mü’minlere yasak etmişse, bu, mü’minler için bağlayıcı bir emir hükmündedir. Böyle bir hadisi Hz. Peygamber’in sırdaşı bir sahabiden duyduktan sonra mü’minlere düşen, “Biliyor musun, Peygamber şöyle demiş” deyip sonra kendi kafasına göre ve alıştığı şekilde yaşayıp gitmek değildir. Bilgi, emanettir; kalblerde kökleşmek ve yaşanmak içindir. Peygamber aleyhissalâtu vesselamdan gelen bir bilgi, asla ve asla salt bir ‘bilgi’ düzeyinde bırakılamaz, böylesi bir bilginin karşısında ‘teflon tabiatlı’ bir duruşla durulamaz; bilgi alınır, içselleştirilir ve yaşanır.

Bilgi, yaşamak içindir.

Bedir günü arefesinde aldığı dürüstlük ve ahde vefa bilgisinden dürüstlük ve ahde vefa timsali bir hayat çıkaran Huzeyfe, Asr-ı Saadet ikliminde özellikle bu yönüyle bize ışık ve selam göndermektedir.

Metin KARABAŞOĞLU

Mü’minin Değeri

Kolay okunan, zihinden hızla akıveren ve kolayca hafızaya yerleşen cümleler beni korkutur.

Böylesi cümlelerin okunduğu ve hatırlandığı anda insanda bir duygu yoğunluğuna yol açmakla birlikte zihinden hızla akıverdikleri için üzerinde yeterince durulmama, hakkında yeterince düşünülmeme gibi bir talihsizlikleri vardır.

Risale-i Nur müellifinin böyle nice güzel sözü, hikmetli cümlesi vardır ki, sırf bu sebepten dolayı, hafızalara yerleşmiş olmakla birlikte üzerinde yeterince düşünülmemiş haldedir.

Uhuvvet Risalesi’nde yer alan :

Mü’minin şe’ni kerîm olmaktır. Zâhiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir” sözü, benim açımdan işte böylesi sözler arasındadır.

Öyledir; çünkü bu sözle neredeyse otuz yıldır Risale-i Nur’la hemhal olagelen biri olarak, bu hemhal oluşun daha ilk yıllarında hafızama yer etmiştir; ama bu sözün gerçek içeriğiyle tanışmam ancak bu yılın içerisinde olabilmiştir.

Gerçekten, ne demektir bu?

Mü’minin şe’ni kerîm olmaktır. Zahiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir,” ne demeye gelir?

İMANIN ÖZELLİĞİ

Yıllar yılı bir şiir mısraı gibi okuyup tekrar edegeldiğim bu söz, gerçekte, gündelik hayatın tam ortasında bin türlü yılgınlık ve kırgınlık yaşayan bizlere, Kur’ân’ın ‘ancak kardeştirler’ buyurduğu mü’minler arasındaki her türlü kalbî kırıklık ve kopukluğu nihaî planda izale edecek bir özelliği farkettirmektedir. ‘İman’dır bu özelliğin adı. Ve bu söz, imanın gücünü, yüksekliğini, değerini bize bildirmektedir gerçekte.

Hepimiz, hayatın içinde, bir yığın münasebet yaşarız. Bir kısmını isteyerek, bir kısmını ister istemez. Bu münasebetler içerisinde bin türlü insanla karşılaşır; kimiyle uzlaşır, kimiyle ayrışır ve hatta çatışırız. Bütün bunlardan geriye, ‘hayat-ı içtimaiye’ diye birşey kalır; ve o şeyle birlikte gelen dostluklar, yardımlaşmalar, dayanışmalar, ama bir o kadar da kırgınlıklar, yılgınlıklar, üzüntüler… Bu hayat-ı içtimaiye içinde bize yanlış hareketinden dolayı bir mü’minle aramıza mesafe koyduğumuz olur; kimileri de, onlara göre yanlış bir hareketimiz dolayısıyla, bize bir mesafe koyarlar, hatta içlerinden üstümüzü çizenler bile çıkar.

Baktığımızda, ehl-i imanın hayat-ı içtimaiye karnesinde, bu şekilde ortaya çıkan nice kırık notlar görürüz her birimiz. Çokça yakındığımız üzere, ehl-i imanın birbirine karşı duruşu, Fetih sûresinde özelde sahabileri övgüyle tarif eden ‘mü’minlere karşı şiddetli, aralarında merhametli’ olmanın; bir başka sûrede beyan buyurulduğu üzere, ‘kâfirlere karşı izzetli, mü’minlere karşı mütevazi’ durmanın hayli uzağındadır. İş mü’minin mü’minle temasına gelince, gıybet peynir-ekmek yeme kolaylığında bir fiil olduğu gibi, iftira dahi yeri geldiğinde kolaylıkla istimal olunan bir fiil niteliğindedir. Mü’minler ‘ancak kardeş’ oldukları halde, kardeşin kardeşi kırdığı nice zamanlar vardır. Nitekim, kırmışızdır ve kırılmışızdır. Ve içimizden bazıları, özellikle bir şekilde maddî veya manevî iktidar peşinde koşanlar veya böylesi iktidar odaklarından maddî veya manevî rant elde etmeye çalışanlar, kırıcılık konusunda neredeyse uzmanlaşmış haldedir. (Sözün burasında, Guénon merhumdan ilhamla ‘iktidar’ ve ‘otorite’ arasındaki nüansa da işaret edelim ki, ‘iktidar’ düşkünlerini eleştirirken ‘iktidar’ âletine dönüştürmedikleri manevî otoriteleri ve yetkinlikleri ile nice mü’mine rehberlik etmiş müstakim mürşidleri incitmeyelim.) Genel olarak, tablo budur.

Bilgisine ve hikmetine ve bu ikisine eşlik eden tevazusuna imrendiğim aziz dostum, kardeşim Ahmet Yıldız’ın İktidar Herşey Değildir adlı kitabında belirttiği gibi,

“Tarih boyunca Müslümanların temel problemleri hep kendileriyle olmuştur. ‘Kâfirlere karşı şiddetli, mü’minlere karşı merhametli olma’ ölçüsü, genelde ne yazık ki mü’minlere karşı zemm, gıybet, dedikodu ve şefkatsizlik şeklinde yansımıştır” demektedir bu kitabında. “Taraflar ‘biz’den olduğunda, her türlü gayriahlâkîlik ‘Hak’ adına revaç bulmakta zorlanmıyor. ‘Allah için’ işlenen manevî cinayetlerin haddi hesabı yok. İnsan gerçekten inanamıyor.”

Sevgili Ahmet’in yüzdeyüz katıldığım tesbitiyle,

“Müslümanların fikrî problemleri, ahlâkî problemleri kadar öncelik arzetmiyor.” Oysa, “Tam ihlası yansıtan bir ahlâkî bütünlük ortaya koymadıkça, ne mütehayyirlere, ne de muannidlere emniyet vermemiz mümkün değil. Emniyet duygusu olmadan da diyalog, dolayısıyla da tebliğ zemininin oluşması mümkün değil.”

İşte bu hâl-i pürmelâlin bir şahidi olarak Bediüzzaman’ın bir Kur’ânî deva ümidiyle yazdığı Uhuvvet Risalesi’ndeki o kolayca ezbere yerleşen ama zihinde yeterince tartılmayan güzelim sözü, meselenin hayatî noktasını işaretliyor: Mü’minin şe’ni kerîm olmaktır. Zahiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir.”

Yani, bir mü’minin ‘zahirinde’ kınanmaya, ayıplanmaya, kötülenmeye lâyık bir keyfiyet görebiliriz. Öyle ki, duruşuyla, haliyle, düşünceleriyle bizi sinir ediyor olabilir, onunla aynı ortamda bulunmaya bile katlanamıyor olabiliriz, bizi ‘gıcık ediyor’ dahi olabilir. Sözüyle veya tavrıyla eleştiriyi yüzde yüz hak ediyor olabilir. Ama bütün bunlar, o mü’minin sözünü veya tavrını eleştirme hakkıyla birlikte, onun şahsını da zemmetme hakkını asla bize vermez. Şahsına karşı hele gıybet ve iftira, Bediüzzaman’ın belirttiği üzere, “ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silahtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silaha tenezzül edip istimal etmez.”

YÜCE BİR HASİYET : İMAN

Çünkü herşeye rağmen, bütün kabalığına, fiilindeki veya fikrindeki yanlışına rağmen, o insan, ezelî doğruya şehadet etmiş biridir. Allah’ın varlığına, Kur’ân’ın Kelâmullah oluşuna, Hz. Peygamberin risaletine, cennet ve cehennemin hak oluşuna iman etmesi öylesi yüce bir hâsiyettir ki, bu büyük doğrunun yanında başka bütün yanlışlar küçülüp gitmektedir. Mü’min, bütün kusuruyla, eksiğiyle, zaafıyla, fikrî veya fiilî eksiği veya yanlışıyla ‘leîm’ bir hal sergiliyor ve bu özelliklere mahsus kalma kaydıyla eleştiriyi hak ediyor olsa bile; imanı cihetiyle ‘kerîm’dir ve imanı cihetiyle kazandığı değer bizi onun şahsını bir bütün olarak zemmetme gibi bir keyfiyetten alıkoymalıdır.
Alıkoymuyorsa, bu, imanın değerini ve büyüklüğünü anlayamadığımızın göstergesidir.

Oysa, iman öyle bir hâsiyettir ki, Hz. Peygamber, “Kim Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına, Muhammed’in de O’nun resulü olduğuna şehadet ederse, Allah ona ateşi haram kılar” demektedir.

Pazar günü, hadisler ekseninde bir müzakereyle, bu bahsi hitama erdirelim.

Metin Karabaşoğlu