Etiket arşivi: Metin Karabaşoğlu

Bediüzzaman Sergisi Malatya’da açılıyor!

Bediüzzaman Sergisi Malatya’da açılıyor! Vefatının 52. yıldönümü münasebetiyle Niyazi-i Mısri Kültür Vakfı ve İstanbul İlim ve Kültür Vakfı‘nın ortaklaşa hazırlamış olduğu etkinlikte Prof. Dr. Kazım Yoldaş, Dr. Vehbi Karakaş ve Metin Karabaşoğlu 23 Mart 2012 Cuma Saat 19:30’da panelde konuşacaklar. Ayrıca Senai Demirci’nin “Şehrin Öte Yakasından Gelen Adam: Bediüzzaman” konferansını 26 Mart 2012 Pazartesi 19:30’da izleyebilirsiniz.

Sergi 23-26 Mart arasında ziyaretçilere açık olacaktır. Sergide Üstad’ın el yazması eserleri ve fotoğrafları sergilenecektir.

Etkinlikler Kongre ve Kültür Merkezi ve İstasyon Virajı’nda Malatya’da gerçekleşecektir.

Ahmet Can / Nurnet.Org

Akrebin Kıskacında geçen yıllar ve Said Nursi

Av. Yazar Ahmet Özkılınç, Bediüzzaman Said Nursi’nin türlü türlü işkence ve hukuksuzluklara maruz kalıp öfke ve teslimiyet çıkmazı karşısında sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yolu olarak izah edilen sırat-ı müstakimi (dosdoğru yol) seçtiğini söyledi. Av. Özkılınç, “Bediüzzaman sıkıntı döneminde öfkeye kapılmadan sırat-ı müstakim olan üçüncü yolu seçtiğini görüyoruz. Her türlü hukuksuzluğa karşı müspet hareketi tüm Müslümanlığa ve insanlığa sunuyor.” dedi.

Av. Yazar Ahmet Özkılınç, Nur İlim ve Eğitim Vakfı ile Nesil Yayınlarının ortaklaşa düzenlediği konferansta Bediüzzaman Said Nursi’nin Eskişehir Mahkemeleri müdafaa konularını işlediği Akrebin Kıskacında isimli kitabını anlattı. Moral FM Avukat Bekir Berk Toplantı Salonu’nda moderatörlüğü Risale-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi üzerine birçok eser veren yazar Metin Karabaşoğlu yaptı.

Eskişehir Mahkemeleri müdafaasında ders verdi

Özkılınç, Bediüzzaman’ın Eskişehir Mahkemeleri müdafaalarının çok önemli olduğunun altını çizerek “Burada yargıya nasıl bağımsız ve tarafsız olacağını, 163. Maddeyi ne şekilde yorumlaması gerektiğini gösteriyor. Ve sonuna kadar hukuki haksını yasal zeminde savunuyor.” diye konuştu. Özkılınç, sözlerine şöyle devam etti: “Bediüzzaman o dönmede türlü türlü komplo ve oyunların olduğunu bildiği için talebelerini korumak ve davasına zarar vermemek için müspet hareketi seçiyor. Bize verdiği mesaj meşruiyet ve tahammül oluyor. Başkalarının baskı ve kışkırtmalarına yönelik saldırgan tavırlarına karşı tahammülü gösteriyor. Oynanan oyunları görüyor.

Said Nursi bağımsız hizmet metodunu uyguladı

O dönemde yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin çok karışık bir yapıya sahip olduğunu belirten Özkılınç, Said Nursi’nin talebelerini bu oyun ve hileden uzak tutmak ve yazdığı eserlere zarar verilmemesi için “Siyesetle uğraşmayıp bağımsız bir hizmet metodunu uygulamıştır. Böylelikle oyun ve hilelere düşmemiştir.” ifadesini kullandı. Özkılınç, Akrebin Kıskacında kitabını yazarken yaptığı araştırmalarda yakın tarih konusunda birçok tarihçinin araştırmasından faydalandığını ama Bediüzzaman ve talebelerinin çektiği çile ve hukuk dışı davranışlara yer verilmediğini kaydederek şunları söyledi: “Yakın tarihi anlatan hukuk dışı uygulamalarla ilgili bir kitap yazmak isteyen her kişi Bedizzaman ve talebelerinin uğradığı hukuk dışılığı görmeden bir kitap yazamaz.

Sözlerin telif sırasında bile strateji vardır

Özkılınç, Bediüzzaman’ın yaptığı her şeyin devlet yöneticileri tarafından gün ve gün Mustafa Kemal’e rapor halinde bildirildiğinin belgeleri olduğunun altını çizerek risalelerin çok zor şartlarda yazıldığını söyledi. Barla’da Said Nursi’nin yaptıklarını devlet görevlilerinin sürekli takip edip rapor halinde sunduğu için sözlerin telif sırasında bile bir strateji uygulandığını vurgulayarak şunları anlattı: “Mesela haşir ve ahireti anlatan 10. Söz Meclise kadar gitmiştir. Yine aynı şekilde iman ve küfür muvazenelerini anlatan 25. Sözde böyle bir şey yaşanmıştır. Bunları gören devletin üst makamındaki kişiler burada 10. Söz ve 25. Söz var. Siz sadece bunları mı gördünüz? 10. ve 25. Söz olduğuna göre diğerleri vardır, diye yöneticileri değiştirmişlerdir. Bir nevi psikolojik baskı olmuştur.

Dursun Kabaktepe / Moral Haber

Peygamber(ASM)’a Uzaklık

BEREKET, İNSANLARA, imkânlara, ortamlara bakışımı belirleyen anahtar kelimelerden biri. Rabbimizin Kevser sûresiyle bize hediye ettiği kevser-ebter denklemini de zihnimde tutarak, bu kelimeyle değerlendirmeye gayret ediyorum kişileri, ortamları, olayları…

Meselâ, bir kişiyle olan teşrik-i mesai benim ibadetime, tefekkürüme, tezekkürüme olumlu bir tesir ediyorsa; onun hatırası namazımı daha dikkatle kılmama, zihnimi daha hayırlı işlerle meşgul etmeme, ahlâkımı daha güzel eyleme çabası içine girmeme, zikrullahta daha dikkatli olmama vesile oluyorsa, diyorum ki, bir ‘bereket’le karşı karşıyasın, karşında hayırlı bir insan var.

Aynı şekilde, bir ortam bana maneviyat noktasında kuvvet veriyor, kalbimi, aklımı, ruhumu hayır ve hak üzere ihtizaza getiriyorsa, diyorum ki, bereketli bir ortamdasın.

Meselâ davet edildiğim bir toplantıda, bir konuşmada sadece ‘veren’ değil aynı zamanda alan, yalnızca ‘öğreten’ değil aynı zamanda öğrenen durumunda oluyorsam (ki ‘alma’nın ve ‘öğrenme’nin yegâne yolu zihinden ve dimağdan geçmiyor), bunu, ilgili ortamda ve bu ortamda bulunan insanlarda bir bereket halinin varlığına yoruyorum.

Aynısı bir kitap, bir haber, bir olay, bir yazı.. için de geçerli.

‘Bereket’i bu nazarla ölçünce, insan bereketsiz kişi, ortam ve olayların da çetelesini zorlanmadan çıkarabiliyor. Nasıl bizi O’na yaklaştıran kişi ve ortamlar bir ‘bereket’in habercisi ise, bizi O’ndan uzaklaştıran kişi ve ortamlar da manevî havada bir kuraklığın, manevî zeminde bir çoraklığın habercisi…

Durum bu olunca, kuralını kendisini iman dairesinde tanımlıyor olsa dahi mü’minâne bir hayatın uzağında yaşayan insanların koyduğu, şartlarını onların belirlediği sosyal ortamlardan kalbim uzak durmayı yeğliyor. Çünkü böylesi ortamlarda nefsimizin dünyaya nazır pencereleri açılırken, ruhumuzun ahirete nazır pencerelerine kalın perdeler iniyor nedense. Böylesi ortamlara, velev ki ‘tebliğ’ kasdıyla olsun, ziyadesiyle dahil olmuş mü’minlere baktığımda, dile, hale, hareketlere, düşüncelere yansıyan bir gevşeme tablosu çıkıyor karşımıza. ‘Selamün aleyküm’den ‘merhaba’ya, ‘hayırlı günler’den ‘iyi günler’e geçiş, bunun en aşikâr misallerinden biri… Bir iç derinlikten yoksun ‘seküler’ kelimelerin havalarda uçuştuğu, Batı dillerinden ithal kelimelerin özel iltifat gördüğü bu ortamlarda, ‘mübarek’lerimiz ‘kutlu,’ ‘mukaddes’lerimiz ‘kutsal’ hale geliyorsa, varın kıyas edin gerisini… Dilimize bile gem vuran; Kur’ân’dan, hadisten dilimize taşınmış en mübarek kelimeleri bile içimize hapseden bir bereketsizlik…

Bugün sözümona siyasette, ekonomide ve akademyada hatırı sayılır bir güce eriştiği halde ehl-i dini bu derece edilgen, zayıf ve kırılgan halde tutan da, bu bereketsiz ortamlara râm oluşu, o ortamlara kendi rengini ikram edecek yerde o ortamların rengiyle ruhunu boyaması olsa gerek. Kimliğinden feragat ederek, bir mü’min olarak kişiliğinin ‘olmazsa olmaz’larını örtüp gizleyerek bir ‘birarada yaşama’ bereketsizliği.

Dün karşıma çıkan bir hadis, böylesi ortamlara dair kalbî çekincelerimin teyidi niteliğindeydi benim için. Peygamber aleyhissalâtu vesselam, Ebu Davud ve Tirmizî’de geçen ve Cerîr b. Abdullah’ın rivayet ettiği hadisinde, “Ben müşriklerle iç içe yaşayan bir müslümandan uzağım” diye buyurmuştu sahabilerine.

Kalbimin ‘bereket’ bulamadığı ‘seküler’ ortamların da, bu ‘uzak’lığın kapsama alanı içinde düşünüyorum. Çünkü, kudsî nebînin sünnet-i seniyyesi bizim için bir yol haritası ise eğer, vâkıa o ki, bu ortamlarda değil sünnet, farzlardan bile uzaklaşma riski taşıyor insan. “Başkaları gibi düşünürsek, sonra başkalarına benzeriz” diyen düşünürün dikkat çektiği üzere, dilimiz, üslubumuz, halimiz, şekil ve şemailimiz ve hatta düşüncemiz değişiyor.

Hz. Peygamberin bu ‘uzak’lık uyarısının kapsama alanında olmak istemeyen, bir manevî bereketin hasıl olmadığı kişi ve ortamlarda, en fazla, ‘zarurete binaen’ ve ‘zaruret miktarınca’ bulunmalı. Ümmetin ifsada uğradığı bir zamanda sığınağımız, böylesi bir zamanda ona yapışana ‘yüz şehit sevabı’nın verildiği sünnet-i nebeviye olmalı…

Metin KARABAŞOĞLU

Arzunun Halleri…

GÜNDÜZ VAKTİ herhangi bir dost ziyaretinde, dost sohbetlerinin vazgeçilmez ortak paydası çay teklifine hayır dediğim durumlarda, “Niyetli misin?” diye bir soru sorulur hep. Bir hüsnüzannın tetiklediği bu soruya verdiğim mutad cevap ise, “Niyetim var, ama iradem yetersiz” şeklindedir. Kudsî nebînin sünnetine muvafık şekilde gün aşırı oruç tutmak, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutmak veya en azından her ayın üç gününü oruçlu geçirmek hep bir arzu olarak yüreğimde vardır; ama bu arzunun fiiliyata geçtiği zamanlar ne yazık ki zikre değmeyecek kadar az sayıdadır.

Niyetlenmek ile gerçekten niyet etmek, arzu etmek ile bilfiil yapmak arasındaki bu mesafe, hayatıma baktığımda, nafile oruçlar ile ilgili durumumdan daha geniş bir yelpazede karşıma çıkmaktadır. Dahası, gördüğüm üzere, benim yaşadığım bu hali nice iman kardeşim ya aynen veya benzer şekilde yaşamaktadır.

Hayatımıza hükmetmesini arzu ettiğimiz nice güzelliğin, nice faziletin, nice salih amelin, nice hayırlı fiilin ‘arzu’ düzeyinde kalıp ‘bilfiil’ hayatlarımızda görünemeyişi gerçeği, Risale-i Nur müellifinin kurduğu ihtiyaç-iştiyak-aşk denklemiyle beraber düşünüldüğünde, beni ‘arzunun dört hali’ne götürür. Arzu ediyor olmak, içinde o yönde bir temayül hissetmek, öyle olsun istiyor olmak, arzu ettiğimiz o halin bilfiil tahakkuk etmesi yolunda birinci basamaktır yalnızca. Sadece bu basamakta kaldığımız içindir ki, ötesi gelmemekte; bu yüzden iç dünyamız, hep ‘keşke’ler etrafında dönmektedir.

Bir bütün olarak harikulâde bir imanî talim yüklü “Otuzikinci Söz”ün “İkinci Mevkıf”ında geçen az önce sözünü ettiğimiz denkleme ait cümle, işte bu noktada, bize yaşadığımız bu ketlenme halini nasıl aşacağımızın ipucunu veriyor gibidir. Bediüzzaman’ın söylediği üzere, “Muzaaf ihtiyaç iştiyaktır; muzaaf iştiyak aşktır” diye ifade ettiği ilgili denklemin öğrettiği üzere, ihtiyacın cidden hissedildiği bir durum, bizi ihtiyacın katmerlenmiş hali olarak ‘iştiyak’ düzeyine götürecek; ‘iştiyak’ın ziyadesiyle hissedildiği bir durum ise, bizi ‘aşk’ haline eriştirecektir.

Bu üçlüyü ‘arzu’yla birleştirdiğimizde ise, arzunun dört hali ve ‘istediğimiz’i ‘yapabilir’ hale gelmenin dört basamağı çıkmaktadır karşımıza.

Arzu etmek, ilk basamaktır. Arzu ettiğimiz şeyin tahakkukuna tam bir ihtiyaç hissettiğimizde, ilk basamak aşılmış, ikinciye ulaşılmış haldedir. Üçüncü basamakta ‘iştiyak,’ dördüncüde ise ‘aşk’ vardır. Birinci basamakta duranın henüz ‘arzu ediyor’ olduğu şey, dördüncü basamakta duran kişi için artık hayatının ‘olmazsa olmaz’ıdır.

Tam da burada, Bediüzzaman’ın daha yirmibir yaşında bir delikanlı iken İngiliz müstemlekât nazırının Kur’ân’la mü’minlerin arasını ayırmaya yönelik sözünü okuduğunda kendi iç dünyasına hissettiği “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu gösterme” kararlılığını; ve yine Bediüzzaman’ın bu kez yaşı seksene varmış bir ihtiyar olarak, “Kur’ân yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, cenneti de istemem, orası da bana zindan olur” sözünü hatırlayalım. Kur’ân’a hizmetin ‘arzu’ düzeyinde kalmadığı gibi, ‘ihtiyaç’ düzeyinde, hatta ‘iştiyak’ düzeyinde dahi kalmayıp ‘aşk’ düzeyine çıkmış olduğu bir durumdur onun yaşadığı. Kur’ân’ın hakikatini gösterme arzusunu aşk düzeyinde hissettiği içindir ki, koskoca bir ömrü bu yolda yaşamış; âlemler Rabbinin ona verdiği bütün kabiliyetleri bu uğurda kullanmıştır. Bu bakımdan, Risale-i Nur, Kur’ân’a intisabı ve Kur’ân’ın hakkaniyetini gösterme azmi ‘aşk’ düzeyine çıkmış bir insana Allah’ın bir ihsanıdır.

Ama Bediüzzaman’da ‘aşk’ düzeyine çıkmış bu ihtiyaç iştiyak düzeyinde dahi kalmış olsa, ihtimal ki araya başkaca meşgaleler girecek; ve bir sadık rüyada Peygamber aleyhissalâtu vesselamdan aldığı emir uyarınca ‘İ’caz-ı Kur’ân’ı beyan et!”meye adanmış bir ömür, ‘değil bu asrı, belki gelecek asrı da tenvir edebilir bir mucize-i Kur’âniye’ hükmündeki harikulâde bir eserle sonuçlanmayacaktı.

Bediüzzaman aynasında hayatlarımıza baktığımda, arzu ettiklerimiz ile fiilen gerçekleşenler arasındaki geniş mesafe, ‘arzunun dört hali’nin henüz birinci basamağında kalakalışımızı düşündürür bana. Bediüzzaman gibi, Kur’ân’a hizmetle şereflenmiş ve Kur’ân’ın hakkaniyetine adanmış bir hayat arzu ediyoruz hepimiz; ama arzular şelâle olup ihtiyaç nehrine akmadığı, ihtiyaç şiddetlenip iştiyak denizine dönüşmediği, iştiyak şiddetlenip bütün varlığımızı kuşatan bir aşk okyanusuna inkılab etmediği için ‘arzu ettiğimiz’le kalıyoruz.

Haydi, Bediüzzaman’ın hayatını ‘çok özel’ görüyoruz diyelim; onun bir talebesi olarak Zübeyr Gündüzalp’in şahsında dile gelen “Teessür ve ızdırap karşısında kalbden bir parça kopsa idi, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında, o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir” sözüne ne demeli?

Arzunun ihtiyaç, iştiyak ve aşk halini, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’un ‘dost, kardeş ve talebe’ halkaları ile karşılaştırmaya sevkediyor bu tablo beni… ‘Talebe’ olmak için, Risale-i Nur’un yol göstericiliğinde Kur’ân’a hizmete arzu ve ihtiyaç duymanın, hatta iştiyak duymanın ötesinde bir ‘aşk’ halini yaşamamız; hizmet-i Kur’âniyeyi hayatımızın ‘olmazsa olmaz’ına dönüştürmüş olmamız; hayatımızı bu şekilde tanzim etmemiş isek, ömrümüzü, yılımızı ve günümüzü bu minvalde yaşamıyor isek kendimizi yaşamış saymaz derecede bulunmamız gerekiyor diye düşünüyorum.

Bediüzzaman, Kur’ân karşısında böyle bir noktada durmuş; Hâfız Ali’den Zübeyr Gündüzalp’e Nur’un talebeleri böyle yaşamışlardı…

Metin KARABAŞOĞLU

Zilzal (Deprem) Suresinin Sırlarıyla Yaşamak

Bütün duyguların merkezi, başı ve padişahı hangisidir gibi bir soruya verilecek en doğru cevap, herhalde, ‘beka arzusu’ olacaktır. Bu arzu, duyguların merkezi ve zenbereğidir. Açlığını bastırmaktan evlat sahibi olma arzusuna, mal-mülk edinme tutkusundan tanınıp bilinme hevesine, cinsellikten ölüm korkusuna… Hangi duyguyu ele alırsak alalım, derinine inildiğinde, ‘beka arzusu’ çıkar karşımıza.

Beka talebi, duygularımızın temelidir. Dünya fanidir; ama hiçlik, insanın kabul edebileceği türden bir son değildir. O yüzden, ancak hayatını ölümün ötesine uzatarak ahireti dünyasına alabilenler şu dünyada dengeli ve huzurlu bir hayat yaşar. Yine bu yüzden, ölümü mutlak bir son olarak görenler, bu dünyada varlığını yahut ölümünü bir şekilde unutarak yaşamak zorundadırki, uyuşturucular, sefahet, alkolizm, işkoliklik, eğlence.. bütün bunların ucu bu noktaya dayanmaktadır.

Beka arzusunu doyurabilmek için ölümden öte bir ölümsüz hayat ülkesine muhtaç olan insan, öte yandan, yine bu arzunun bir uzantısı olarak şu dünyada dahi sağlam bir zemine basmak ister. İstatistiğe vurulduğunda karşımıza en güvenli yol olarak çıktığı halde havayolu ulaşımının bize olabildiğine ürkütücü gelmesi bundandır. Çünkü, bir uçağın içinde, “Her an herşey olabilir” halet-i ruhiyesi içindedir insan. İstatistiklerin gösterdiği, “Uçak yere çakılacak olsa?” diye düşünen insanlara hiçbir teselli vermemektedir. Çünkü, uçak düşecek olsa, sakat kalarak dahi yaşamasının pek mümkün olmadığını düşünmektedir.

Aynı şekilde, denizin de insana güven verdiği pek söylenemez. Hava gibi, su da insanı taşımaz çünkü. Vapur bir şekilde su alacak ve insan dayanacağı bir zeminden mahrum kalacak olsa, denizin yapacağı iş, bir müddet sonra onu yutmak olacaktır. O da beka talebinin sağlam bir zemini değildir kısacası.

Yeryüzü ise, insana güven verir. Zira, doğduğu andan itibaren onun üzerindedir. İnsana, ona atılan temel üzerinde bina kurma imkânı tanır. Ektiği tohumu biçmesini temin eder.

Bunun için, insanın şu dünya hayatında kendini rahat hissedeceği zemin, gökyüzü yahut deniz değil, yerdir. insana dost gelen unsur, hava veya su değil, topraktır. Yeryüzü ve toprak, insanın beka arzusunu bir derece karşılamaktadır. Eh, insan, ölse bile, en azından toprak olur. Kendisinin bıraktığı mal-mülk, evladına kalır. Kendisi yerin altına da girse, namı veya soyu yürür.

Dolayısıyla, bir Bâki-i Zülcelâl’in varlığına imandan beslenmesi ve asıl olan âhiret yurduna yönelmesi gereken beka arzusunun dünyaya kilitlenip kalmasında toprak unsurunun ciddi bir rolü vardır. İnsan, gafletli bir nazarla, Rabb-ı Rahîm’in çok rahmetler ve hikmetler taşıyan bu unsurunu beka talebinin doğru adresinin mezarı kılmaktadır.

Zilzâl sûresi, onu ilk kez keşfettiğim günden beri, bu bakımdan manidar gelir bana. Bilhassa, bütün bir günü uğrunda harcadığımız şu dünyada artık gönül huzuruyla uyku âlemine girmeye hazırlandığımız gece vakti okumaya gayret ettiğim bir sûredir Zilzâl. Kendimden ve Rabbimden gafil olmadığım zamanlarda bu sûreyi kendime tekrarlarken öncelikle düşündüğüm, bu sûreyi gerçekten kavrayacak olsak, dünyanın bizi aldatamayacağıdır. Çünkü, güvendiğimiz, beka yatırımını üzerine yaptığımız yeryüzünün hiç de güvenli ve güvenilir olmadığını bildirir sûre-i Zilzâl.

Bu sûreden öğrendiğimize göre, gün gelecek, yeryüzü deprenecektir. Zaten, zeminin tamamının depreneceği o kıyamet ânına bedel, parça bölük depremler ile el’an bunun nümuneleri sergilenmektedir. Yer sarsılır; yıkar, mahveder, ezip geçer. Beka yatırımının arsası olarak, uygun bir seçim değildir kısacası.

Hem, öyle bir deprem sûretinde deprenir ki, ona yüklediğimiz bütün ağırlıkları dışarı atar. Ne ‘biz gitsek de arkamızda kalacak’ dediğimiz malı mülkü arkamızda bırakır; ne de neslimize daimî bir hayat zemini olarak hizmet verir. Üzerine yaptığımız yatırımları ve kendisine yüklediğimiz hesapları reddedip atıverir. Böylece, celâl yüklü bir hal lisanıyla, “Arzu ettiğiniz bekanın mercii ve zemini ben değilim” der gibidir.

Ve, yeryüzü müthiş bir deprenme ile sarsılıp bütün ağırlıklarını dışarı attığında, havada korkan, suda korkan, lâkin ayağı yere basıyorsa huzur duyan insan şaşırıp kalacaktır. Âdeta, ummadığı birinden ihanet gören ve güvendiği biri tarafından aldatılan birinin şaşkınlığı içinde olacaktır. Gerçi, her an o incecik kabuğunun altında kaynayıp duran cehennem-misâl magma tabakasıyla; üstelik, o tabakanın varlığını bildiren yanar veya sönmüş dağlarıyla veya deprem adlı sarsıntılarıyla yeryüzü bize diyeceğini demiştir durmaksızın. Lâkin, beka arzusunu bir Bâkî-i Zülcelâl’in varlığına imanlı besleyip âhirete imanla doyurmanın bazı vazgeçilmez uzantıları nefsinin hesabına gelmediği için, insan bu arzunun adresini ‘yeryüzü’ sûretinde saptırmıştır. Lâkin, yer müthiş bir sarsıntıyla deprenip sarsıldığında, kendi eliyle ördüğü aldanışların kofluğuyla yüzyüze gelip, “Ne oluyor buna?” şaşkınlığına dûçar olacaktır. Onun anlamadığı ve anlamlandıramadığı bu sarsıntı hengâmında, arz, Rabbinin vahyetmesiyle, haberlerini anlatacaktır. İşte o an, zerre miskâl hayrın ve zerre miskal şerrin karşılığının görüleceği bir günün başlangıcıdır.

Kabiliyetimiz nisbetinde, en azından bu derece anlayabildiğimiz Zilzâl sûresi, işte ‘yerin sarsılması’ ekseninde, Kıyameti ve Hesap Gününü anlatır bize. Bilvesile, Bâki-i Zülcelâl’e bedel kendisine sığındığımız yerin, bekanın arsası olarak çürük ve adresi olarak yanlış olduğunu bildirir. Dolayısıyla, bizi, son tahlilde dünyada kalan beka teşebbüsleri yerine, zerre-miskâl hayrın da, zerre-miskâl şerrin de karşılığının görüleceği bir âhiret âlemine yönlendirir.

Bu derslerini hatırda tutabilsek ve her gün Zilzâl sûresiyle yaşamayı bilebilsek, içindeki herşeyin yanında kendisi de fâni olan dünya bizi bu kadar oyalayıp boğar mı; anlamıyorum.

O yüzden de, mü’minâne bir hâl ve gidiş için, bizi Zilzâl sûresini çokça okumaya teşvik eden hadisleri, hayatımıza yansıtmamız gerektiğine inanıyorum.

Metin Karabaşoğlu