Etiket arşivi: Metin Karabaşoğlu

Risale Hizmetinin Dayandığı Esas Nokta!

Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî, hayatıyla ve eseriyle, ahir zaman mü’minleri için bir örnek niteliğindedir. Onun hayatına bakan ve eserini okuyan herkes, böyle bir zamanda Kur’ân’ın hakikatlerinin nasıl yaşanacağını gördüğü gibi, bu hakikatlerin nasıl tebliğ edileceği konusunda da yolunun aydınlandığını görecektir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin sergilediği bu örnekler, en temelde, onun Kur’ân ile kurduğu bağa dayalıdır. Âlemler Rabbinin Kelâm-ı Ezelî’si olarak Kur’ân, onun ifadesiyle “öyle bir Zâtın kelâmıdır ki, bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.” Madem öyledir; zamanın değişmesi ile, hakikat de değişmez. Bilakis, Kur’ân hakikatleri bütün o değişen zamanların üstünde yol gösterici bir güneş olarak öylece durmaktadır. Yeter ki, gözler açık olup o güneşten alacağı ışığı alabilsin…

Kur’ân’ı işte böyle gördüğü; devirlerin ve insanların gelip geçiciliğine karşılık onun bütün devirleri aydınlatan bir Kelâm-ı Ezelî olduğuna yürekten iman ettiği için, nazarları Kur’ân’a çevirmek, onun inşa etmiş olduğu iman hizmetinin esasını oluşturur. Bu çerçevede yazdığı Risaleleri Kur’ân’dan aldığı dersle ve bir bakıma ‘Kur’ân’a hazırlık okulu’ olarak yazan Bediüzzaman, Kur’ân’a yönelik olması gereken nazarların kendisine çevrilmesine ise asla müsaade etmez. Bu noktadaki duruşu, son derece açık ve nettir:

Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikate zulümdür. Her cihetle kemâlde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye mâruz ve müptelâ şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır.” (Emirdağ Lâhikası I, 39. Mektup)

Kur’ân’a yönelmesi gereken dikkatlerin kendi şahsına yönelmesi ve Kur’ân hakikatlerine bina edilmesi gereken bir hizmetin kendi şahsı üzerine bina edilmesi ihtimali karşısında bu uyarıyı yapan Bediüzzaman, diğer taraftan, Risale-i Nur’un ahir zaman şartlarında Kur’ân’ın anlaşılması ve yaşanması noktasındaki değerini ve önemini şöyle belirtir:

Lillâhilhamd, Risaletü’n-Nur, bu asrı, belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler ve vâkıalarla körlere de göstermiş. Ona ait medh ü senânız tam yerindedir; fakat bana verdiğinizden, binden birine de kendimi lâyık göremem.” (Kastamonu Lâhikası, 2. Mektup)

Bu iki mektup, Bediüzzaman’ın durduğu istikametli yeri net bir şekilde gösterir. Onun, Kur’ân’dan alınmış dersler ve devalar olarak Risale-i Nur’da yazılan esaslardan asla şüphesi yoktur. Ama bu esasların Kur’ân’dan alınmış dersler ve devalar olduğu; kendi şahsına mal edilemeyeceği konusunda da şüphesi yoktur. Dolayısıyla, hayatın akışı içerisinde ‘her cihetle kemâlde ve devamda’ bir hizmet, fani şahsı üzerine bina edilmemeli, Kur’ân hakikatleri üzerine bina edilmelidir.

Risale-i Nur ile şahsı arasında bu temel noktadan hareketle bir ayrım yapan ve talebelerinden de bu ayrıma uygun hareket etmelerini isteyen Bediüzzaman’ın yine Kastamonu Lâhikası’ndaki bir mektubu da bu bakımdan manidardır:

Aziz, sıddık kardeşlerim,
Onuncu Şuâ namında yazdığınız Fihristenin ikinci kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümit verdi ki: Risale-i Nur, benim gibi âciz ve ihtiyar ve zaif bir biçareye bedel, genç, kuvvetli çok Said’leri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için bundan sonra Risale-i Nur’un tekmil-i izahı ve haşiyelerle beyanı ve ispatı size tevdi edilmiş, tahmin ediyorum. Bir emaresi de şudur ki:

Bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettimse de çalıştırılamadım.

Evet, Risale-i Nur size mükemmel bir mehaz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, mesela Kur’ân kelâmullah olduğuna ve i’câzî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı burhanlar cem edilse ve hâkezâ, mükemmel bir izah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş; başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşaallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif ile ve Dokuzuncu Şuânın Dokuz Makamını tekmille ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle devam edecek.

Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı mânevî, size bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.” (Kastamonu Lâhikası, 35. Mektup)

Risale-i Nur’un temsil ettiği iman ve Kur’ân hizmetinin ‘her cihetle kemâl ve devamı’ için bir yol haritası niteliği de taşıyan bu mektupta, Bediüzzaman, talebelerinden Risale-i Nur’a tam bir bağlılık ile beraber şu beş vazifeyi yerine getirmelerini beklemektedir:

Her bir iman hakikatine dair, ayrı ayrı risalelerdeki bahislerin biraraya toplandığı müstakil derlemeler oluşturulması;

Risale-i Nur’daki izah ve tafsile muhtaç bahislerle ilgili olarak, ‘şerh ve izah; ve tekmil ve tahşiye; ve neşir ve tâlim’ çalışmalarının yapılması;

Risale-i Nur’un ‘tanzim ve tertip ve tefsir ve tashih’i;

Risale-i Nur’da kendisine bir yer ayrıldığı halde telif edilememiş “Yirmibeşinci Mektup” ve “Otuzikinci Mektup” gibi risalelerin Risale-i Nur’un talebelerince telif edilmesi;

Risale-i Nur’un hitama ermemiş, yarım kalmış “Dokuzuncu Şua” gibi risalelerinin ise yine Nur talebelerince tekmili.

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur talebelerinden, Risale-i Nur’u ‘hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla ihata etmiş’ ‘mükemmel bir me’haz,’ ‘bir kuvvet-i zahr’ ve bir ‘rehber’ bilerek ifa etmelerini istediği bu hizmetlerin dördüncüsü ve beşincisi için yine Kastamonu Lâhikası’ndaki başka mektuplarda dile getirdiği düşünceler de manidardır. Bir talebesinin ‘iki üç senedir’ yeni risaleler telif edilmemesinin hikmetini sorduğu 96. Mektupta, Bediüzzaman, “Bunun cevabı uzundur” dedikten sonra, bu durumun bir hikmetini “Hem, Risale-i Nur şakirtlerinin teliften hisseleri kalmak için” diye açıklamaktadır. Bir diğer mektupta ise, haşre dair, tamamlanmamış Dokuzuncu Şua’dan bahis ile, şu dikkate değer ifadeleri serdetmektedir:

İnşaallah bir zaman, Risale-i Nur’un şakirtlerinden birisi veya birkaç tanesi, o dokuz makamı ve berahini telif edecek ve Mukaddeme-i Haşriyenin başındaki âyât-ı âzamın dokuz fıkrasının hazinelerini, Risale-i Nur’da münteşir haşr-i cismanî berahiniyle ve kalblerine gelen sünuhat ve ilhamat ile açıp, Dokuzuncu Şua’yı Onuncu Söz’den daha parlak, daha kuvvetli bir tarzda tekmil edecek.” (Kastamonu Lâhikası, 131. Mektup)

Bu ve benzeri mektuplar, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur hizmetinin ‘kemâliyle devam’ edebilmesi için nasıl bir yol ve yön gösterdiğini ortaya koymaktadır. Bu mektuplar, bir açıdan, onun Risale-i Nur talebelerine bir vasiyeti niteliği de taşır.

Bu hizmetin salimen yürümesi için ise, Bediüzzaman’ın Mektubat’ta ortaya koyduğu şu ölçünün akılda tutulması gerekmektedir:

Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer.” (Mektubat, Yirmidokuzuncu Mektup, Altıncı Kısım)

Bütün bu mektupların ortaya koyduğu istikamet, ifrat ve tefritten azade olarak şöyle özetlenebilir: (1) Bediüzzaman, Risale-i Nur talebelerinden, ‘allâme ve müctehid de olsalar’ Risale-i Nur’u esas bilmelerini, bütün hizmetlerini Risale-i Nur üzerine bina etmelerini istemektedir. Risale-i Nur’u ‘ulûm-u imaniyede’ yetersiz gören bir anlayış, Risale-i Nur talebeliği ile bağdaşmaz. (2) Ama bu noktadaki sadakat, Risale-i Nur üzerine hiçbir çalışma yapmamak anlamına da gelmez. Bilakis, Risale-i Nur’daki hakikatlerin inkişafı için, ‘şerh, izah ve tanzim’ çalışmalarına da ihtiyaç olduğunu Bediüzzaman bizzat ifade etmekte; ve birçok mektubuyla talebelerinden bu noktada gayret göstermelerini istemektedir.

Nitekim, Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu bu ölçüler mucibince, Risale-i Nur talebeleri daha Bediüzzaman hayatta iken risaleler için fihristeler telif ettikleri gibi, ihtiyaca binaen, Zülfikâr, Asâ-yı Musa, İman ve Küfür Muvazeneleri gibi derlemeler de yapmışlardır.

Bediüzzaman’ın vefatından sonra ise, yine ihtiyaç karşısında, Risale-i Nur talebeleri Risale-i Nur’daki değişik bahisleri ‘tanzim ve tertip’ ederek Hizmet Rehberi, Beyanat ve Tenvirler gibi başlıklar altında biraraya toplamışlardır.

Gündemde olan ve ihtiyacı duyulan meselelere dair Risale-i Nur’un vermiş olduğu cevapları bir bütün halinde ortaya koymak adına, genel yayın danışmanı görevini sürdürdüğüm Nesil Yayın Grubu bünyesinde oluşturulmuş bir heyetle, bu meyanda bir derleme çalışması gerçekleştirdik. Uzun zamandır Risale-i Nur müntesiplerinin yanında farklı toplum kesimlerinden insanların da dile getirdiği ihtiyaçları gözönüne alarak, Risale-i Nur’daki Namaz, Aile, Kader, Dua, Ehl-i Beyt ve Tasavvuf ile ilgili bahisler sistemli bir bütün halinde biraraya topladık. Bunun yanısıra, insanların en ziyade manevî desteğe ve imanî yardıma muhtaç olduğu şartları dikkate alınarak hapis musibetine düşenler için Medrese-i Yusufiye, bir yakını vefat etmiş olanlar için Taziye, vesvese musibetine duçar olanlar için Vesvese, sabra medar herhangi bir musibetle yüzyüze olanlar için ise Sabır bahisleri birer risale halinde biraraya toplandı. Yanısıra, mü’minlerin bütün namazların bütün rekatlarında okudukları Fatiha’ya dair Bediüzzaman’ın yapmış olduğu tefsirleri Fatiha Tefsiri başlığı altında topladığımız gibi, hac ve umre ziyaretleri için bir manevî hazırlık ve inkişaf olarak yine Risale-i Nur’un ibadet ve hac hakkında söylediklerini de Haccın Hikmetleri başlığı altında biraraya getirdik.

Risale-i Nur’daki ilgili bahislerin birbirini takip eden, birbirine bakan ve birbirini açıp şerheden sistemli bir bütün halinde biraraya topladığımız bu çalışmaların yenileri, Nesil Yayın Grubu bünyesinde, ihtiyaç dahilinde biiznillah devam edecek.

Bu çalışmalarla, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur talebelerinden istediği beş vazifenin yalnızca birini bir derece ifa edebildiğimizin de farkındayız.

Ümidimiz ve temennimiz odur ki, bu çalışmalar ahir zaman mü’minlerinin şiddetli ihtiyaç duydukları meselelerde Risale-i Nur’un ortaya koyduğu imanî derinliği ve Kur’ânî ufku keşfetme ve hayata taşıma noktasında yeni bir vesile teşkil etsin.

Yine ümit ve temenni ediyoruz ki, Risale-i Nur talebeleri, Risale-i Nur’dan aldıkları dersle Bediüzzaman’ın onlardan beklediği tefsir ve izah, telif ve tekmil vazifelerini de ifa edebilmelerini mümkün kılacak bir cehd, gayret ve cesaretle kuşansınlar…

Metin Karabaşoğlu / Moral Haber

Cemaati terketmek

HADİSLERİN, İSLÂMÎ hayatın her zaman ve zeminde yeniden inşasında oynadıkları tartışmasız rol ortada. Bir mü’min şaire “İşte yeni bir dünya, peygamber sözlerinden” dedirten bu gerçeği İslâm’ın düşmanları da görüyor olmalı ki, İslâm ile Müslümanların arasını açmaya adanmış oryantalist teşebbüslerin ana saldırı noktalarından birini ‘hadis’in oluşturduğunu görüyoruz.

Schacht ve Goldziher gibi isimlerden başlayarak bugünlere gelen bir çizgide, ‘hadis’ler konusunda mü’minleri şüpheye düşürmeye adanmış çalışmaların ardı arkası kesilmiyor.

Ve ne yazık ki, İslâm toprakları içinde, bu çalışmalardan etkilenmiş insanların, özellikle de ‘ilahiyat’ camiasında hatırı sayılır bir yekûn teşkil ettiği görülüyor.

Bugün ‘mütevatir’ hadislere dahi ilişen böylesi bir yaklaşıma karşılık, dünün âlimlerinin ince ve kademeli bir süzgeçle hadis rivayetlerini elemeye tâbi tutarken, fıkhî bir hüküm verirken çok daha ince bir elek kullanırken, siyere ve ahlâka dair konuşurken daha esnek davrandıklarını görüyoruz.

Ebu Talib el-Mekkî’den İmam Gazalî’ye, Mevlânâ’dan İmam-ı Rabbanî’ye, İslâmî düşünce ve yaşayışın yeniden inşasında kritik bir görev üstlenmiş bütün mürşidlerde bu ayrımı görebiliyoruz.

Zaten işte bu yüzden, oryantalistlerin baktığı yerden hadislere yaklaşan zamane isimler, meselâ İhyâu Ulûmi’d-dîn’in siyaset, İsrailiyat, Yunan felsefesi ve Bâtınîliğin İslâmî düşünce ve hayata darbe vurduğu bir zeminde sünnet-merkezli bir ihyayı nasıl mümkün kıldığına odaklanacak yerde, ilm-i hadis kriterlerine göre ‘zayıf’ hadislerin de varlığına atıfla bu büyük eseri gözden düşürmeye teşebbüs edebiliyorlar.

Aynı isimler için, dünün Gazalî’si de, bugünün Bediüzzaman’ı da bu açıdan ‘sorunlu.’ Habuki, bu âlimlerin, bir hadis rivayeti Kur’ân’ın ve mütevatir hadislerin sahih çizgisine muvafık olduktan sonra ‘isnad’ zincirindeki zayıflığı—fıkhî bir hüküm sözkonusu değil ise eğer—‘gözardı edilebilir’ görmekle İslâmî edeb, ahlâk ve yaşayışa nebevî bir soluk verdiklerini görüyoruz.

Bunca sözü niye söyledik?

Yakınlarda, sünnet-merkezli bir tasavvufun öncü isimlerinden Ebu Talib el-Mekkî’nin Kûtu’l-Kulûb’unu okurken, böyle bir hadisle karşılaştım da, ondan.

Ebu Talib el-Mekkî’nin aktardığı rivayet, özetle şöyle:

Bir gün, bir adam, Mescid-i Nebevî’ye gelir ve cemaati yara yara en ön safa geçer. Mâlûm, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın mescide en ön safta namaz kılınan namazın faziletine dair sözleri vardır. Namazdan sonra, Peygamber aleyhissalâtu vesselam bu kişiye neden cemaati terk ettiğini sorar. Adam şaşkın haldedir. “Yâ Rasûlallah!” der. “Ben namazda sizinle beraberdim. En ön saftaydım.” Bunun üzerine, Efendimiz aleyhissalâtu vesselam kendisine şunu der: “Cemaate eziyet vere vere en ön safa geçen sen değil miydin?”

Kûtu’l-Kulûb’da okuduğum bu rivayet, ‘cemaati terketme’nin, bildiğimiz yollardan farklı, hatta bildiğimiz yolların tam zıddı bir yolunun da pekâlâ vâki olduğunu göstermesi bakımından çok öğretici gözüküyor bana.

Görüldüğü üzere, sadece alıp başını giderek, dağ başında veya çöllerde yapayalnız kalarak değil, mü’minler topluluğunun arasında ‘en önde’ olma gayretiyle de ‘cemaati terketmek’ mümkün. Sadece cemaati bırakarak yalnız başına kalanlar değil, cemaati ‘aşarak’ en önde olmaya çalışanlar da, cemaati terk etmiş oluyor!

Hele ki, bu çaba içinde abanarak, iterek, çekerek sair mü’minlere eziyet veriyorsa…

Bediüzzaman’ın İhlas Risalesi’nde ‘sevab hırsı’nı dahi ihlasın kalbde yerleşmesi için bir problem olarak kaydetmesi, bir hakikati anlatmaya en lâyık kişi olarak ‘istemeyen bir arkadaş’a işaret etmesi, dahası ‘mürşid vaziyetini takınma’ya karşı uyarısı da bu sırdan olsa gerek…

Dikkat etmeli. Cemaatin içinde ve en önündeyim derken de, gerçekte ‘cemaati terketmiş’ olma riski var çünkü…

Metin Karabaşoğlu

Cennet ne zaman kılıçların gölgesi altındadır?

HADİSLER ARASINDA dolaşırken, iki husus beni bilhassa hayrete sevkeder. ‘Algının seçiciliği’ ile doğrudan ilgili iki husus.

İlki, biri diğerini açıklayan veya çerçeve çizen hadislerle ilgilidir. Bu durumda, bir hadis diğeriyle birlikte anlaşıldığında gerçek yerini bulur. Bu hadisi diğer hadis görmezden gelerek ele aldığımızda ise, hadisi ait olduğu asıl çerçeveden uzaklaştırma gibi bir riske kapı aralanır. Bizi çift kanatlı halde hakikatin dengesine kavuşturup melekût semalarında özgürce dolaşmaktan alıkoyan, bir kanadımızı kırık hale getirip tek kanatla yere mıhlayan bir durumdur sonuç.

Diğer halde ise, belli bir zamanda söylenmiş ve bir bütün ifade eden hadis cümlelerinden yalnızca biri seçilir; ve böylece Peygamber aleyhissalâtu vesselamın beliğ bir cümlesi eskilerin tabiriyle ‘siyak ve sibak’ından, yeni tabirle bağlamından, öncesi ve sonrasından, hangi şartlarda ve hangi kayıtlar altında söylendiği gerçeğinden koparılmış olur. Bunun da kaçınılmaz sonucu, tıpkı diğer durumda sözkonusu olduğu gibi, hadisin özünde var olan ‘hakikatler dengesi’nin yitip gitmesidir.

Nitekim, en ziyade şöhret bulmuş, hafızalara yerleşmiş hadislerden biri olarak “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” hadisi için durum, tam da budur.

Bu hadis, zihinlere tek cümleden ibaret bir hadis olarak yerleşmiş haldedir. Hadis, bu tek cümleyle, mü’minlerin zihnini ve kalbini doğrudan ve bizzat cihada odaklamakta; tek başına bu cümleden, her hal ve şartta maddî, yani kılıçla cihada bir övgü çıkmaktadır.

Halbuki, hem bu cümlenin söylendiği ortam ve vakit dikkat gerektirmektedir; hem de bu cümle uzunca bir hadisin en son cümlesi niteliğindedir.

Ashâbdan Abdullah b. Ebî Evfâ’nın rivayet ettiği bu hadis, tahmin edileceği üzere, Peygamber aleyhissalâtu vesselam tarafından, bir sefer esnasında söylenmiştir. Ama, zamanlaması manidardır. Bir müşrik güruhuyla mücahede uğruna ashabıyla yola çıkan Peygamber aleyhissalâtu vesselam, karşılaşılacak mahalle ulaşıldığında doğruca saldırıya geçmeyi emretmek yerine, ‘güneşin meyletmesini’ beklemiştir. Yani, doğruca savaşmak yerine, savaşsız bir çözüme, yani barışa bir zaman tanımayı tercih etmiştir.

Bunun böyle olduğunu, son sözü “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” olan hadisin önceki cümleleri zaten açıkça belgelemektedir. Kudsî nebî, doğrudan savaşa girişmek yerine ‘güneşin meyletmesini’ beklerken, niye böyle yaptığına şu hadisle açıklık getirmiştir:

“Ey insanlar, düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin! Allah’tan afiyet dileyin. Ancak karşılaşacak olursanız sabredin, bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.” (Buharî, Cihâd 156, 22, 32,112, Temennî 8; Müslim, Cihâd 20; Ebu Dâvûd, Cihâd 98)

Son cümlesi herkesçe bilinen hadisin hangi şartlarda ve hangi vakitte söylendiği pek bilinmediği gibi, önceki cümlelerinin de pek bilinmiyor olması herhalde dikkat çekicidir.

Halbuki, hem söylendiği zaman ve zemin, hem kendisinden önce gelen cümleler, “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” hadisine ve dolayısıyla cihad idrakine bir çerçeve çizerek asıl kıvamını vermektedir.

Demek ki, Peygamber aleyhissalâtu vesselam için bir gerilimi çözmenin öncelikli yolu, savaş değildir. Bilakis savaş, yani kılıçla cihad, barışçı çözüm içeren bütün seçenekler tükendikten sonra başvurulacak en son çaredir.

Nitekim, onun, komutan olarak bir sefere yollarken Hz. Ali’ye verdiği emir de, bu gerçeği bir kez daha teyid etmektedir. Orada da, Peygamber aleyhissalâtu vesselam Hz. Ali’ye, karşılaşacağı müşriklere önce imanı tebliğ ederek İslâm’a davet etmesini emretmiştir. Bu davet reddedildiğinde Hz. Ali’nin komutan olarak yapacağı, yine, savaşa girişmek değildir. Bu durumda, onlar bir barış anlaşmasına davet edilecek; yani kendileri müşrik kalmakla birlikte İslâm’a karşı savaş halinde olmamaları ve yaşadıkları diyarda İslâm’ın tebliğine engel olunmaması istenecektir. Ancak İslâm’ın tebliğine dahi izin vermeyen bir katılık ve karşıtlıkla yüz yüze gelindiğindedir ki, son çare olarak cihad emredilmiştir.

Sözün kısası, ilgili hadiste Peygamber aleyhissalâtu vesselam kılıçla cihadı ancak ‘en son çare’ olarak başvurulması kaydıyla övmektedir. Cennet, barışa fırsat tanındığı halde savaştan başka bir yol kalmadığı durumda kılıçların gölgesi altındadır; barışa asla fırsat vermeden doğrudan kılıçlara sarılma durumunda değil…

Hadis, diğer taraftan, mü’minlerin sahip olması gereken asıl ruh halinin ne olması gerektiğini de açıkça göstermektedir. Bir savaş ortamında, üstelik cihad için yola koyulup düşmanla karşılaşılacak mahalle gelindiğinde ‘güneşin meyletmesini’ bekleyerek barışa zaman tanıyan, sonra da “Ey insanlar! Düşmanlar karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah’tan afiyet dileyin” buyuran kudsî nebî, böylece, mü’minlerden çatışmacı değil barışçı bir ruh haline sahip olmalarını istemekte; onları gerilimden değil afiyetten yana bir duygu durumuna davet etmektedir.

Barışa fırsat tanınmalı; savaş için yola çıkılırken dahi, savaşsız bir çözüm temenni edilmeli; kalbler ve zihinler bu yönde çalışmalıdır. Savaş, barışçı çözüm seçenekleri tükendiği durumda kullanılacak son çaredir. Bu durumda dahi, mü’minleri yöneten ana duygu, öfke değil, sabır olmalıdır.

Ve ancak bu takdirde, cennet kılıçların gölgesi altındadır.1

1. Hadisin tam metni şu şekildedir:

Resûlullah düşmanla karşılaştığı günlerden birinde, güneşin meyletmesini bekledi. Sonra kalkıp yanındakilere şöyle dedi: ‘Ey insanlar, düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin! Allah’tan afiyet dileyin. Ancak karşılaşacak olursanız sabredin, bilin ki cennet kılıçların gölgesindedir.’

Resûlullah sözlerini şöyle tamamladı:

‘Ey Kitab’ı indiren, bulutları yürüten, Ahzâb’ı hezimete uğratan Rabbimiz! Bunları da hezimete uğrat ve onlar karşısında bize yardım et.’”

(Buharî, Cihâd 156, 22, 32,112, Temennî 8; Müslim, Cihâd 20; Ebu Dâvûd, Cihâd 98)

Metin Karabaşoğlu

www.karakalem.net

Ümide Çağrı

Araf sûresinden öğrendiğimize göre, şeytanın insanlar için hazırladığı tuzaklar tek tip değildir. Taşıdığı kibir dolayısıyla emr-i ilâhiye isyan eden ve bu yüzden cennetten kovulan şeytan, kendisine mahşer gününe kadar verilen mühleti, Rabbinin doğru yolunda durup insanları yoldan alıkoyma yönünde kullanmaya azmetmiştir. Şeytanın ahdi, sapa yollara sapmaları için, insanlara ‘önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından yanaşma’ şeklindedir..

Bu bakımdan, insan tek tip tuzakla karşılaşmaz. Aksine, karmaşık ve çetrefilli tuzaklar çıkar karşısına.

İşte bu karmaşık şeytanî tuzakların belki en etkili örneği, insanın bile bile günaha düşmesinin peşisıra yaşadığı sorgulama hengâmında sergilenir.

Şeytan, reklamcıların piri olarak, insanı ve özellikle müminleri binbir allama-pullama, binbir katıp katıştırma ile, adeta ağzının suyunu akıtıp imrendirerek günaha çağırır. İnsan bu çağrıyı bir kez savsa, peşinden ikincisi gelir. Onu da savsa, üçüncüsü gelir. Hülasa, bu günah çağrısı, insan bilfiil günaha düşünceye kadar değişik renklere ve suretlere bürünerek durmaksızın yinelenir. Sonunda bile bile günaha düşer, göz göre göre şeytanın davetine icabet eder, kalb ve vicdanının uyarılarına rağmen şeytanın tuzağına düşeriz.

Bu tuzakların ilkidir.

Bu meyanda davet edildiğimiz günahtan elde edeceğimiz vaad edilen lezzet ile o günahı bilfiil işlemekle elde ettiklerimiz arasındaki muazzam uçurum, ‘aldatıldığımızı’ geç de olsa farketmemizi sağlayacaktır. Ancak olan olmuştur ve bizim dünyamızda, böylesi bir günaha nasıl düşebildiğimiz sorgulaması doldurmuştur.

Bu sorgulama, kalp ve vicdanın yardımıyla, Rabbin doğru yolundan sapıp girdiğimiz şeytanî günah yolunun çirkinliğini derketmemiz sonucunu getirecektir. Bu ise, istiğfar ve tevbeye yöneltir bizi. Yaptığımızın, bir insan ve bilhassa bir mümin olarak bize yakışmadığını anladığımızda, işlediğimiz bu fiile karşı Rabbimizden utanır ve onun rızasına uygun bir hayata yeniden dönüşün adımları olarak istiğfar ve tevbe surecini başlatırız. Bu ise şeytanın bir kez ısırdığı mü’mini ikinci kez ısıramaması demektir. Bir kez ağına düşürdüğü insanın ikinci kez tuzağa düşmekten kurtulması demektir.

Şeytan, bu ihtimali yeni bir hileyi devreye sokarak aşmaya çalışır. Günah sonrası sorgulamalar içinde vicdandan gelen, “senin aslın bu değil!” dir. Vicdan “sen ‘ahsen-i takvim’de yaratılmış arza halife kılınmış en şerefli mahluksun. Bunun hakkını ver.” çağrısında bulunacaktır. Bu vicdanî teşvik, insanın iç dünyasında hayra yönelme iştiyak ve ümidini uyandırır. İşte bu ümid ve iştiyakı kırmak için, şeytan benzersiz bir tuzak kurar. kandırıp aldatarak; akıl, kalp ve vicdanını tesirsiz kılarak insanı günaha sevk eden kendisi değilmiş gibi, çelmelediği aynı insana şu telkinleri vermeye başlar;

İşte senin gerçeğin bu.Sen böylesin işte.Kendini iyi biri mi sanıyorsun? Sen bu’sun işte; sen adam olamazsın.” Peşi sıra, bu iddialarına delil olarak, bizi işlemeye sevk ettiği günahı gösterecektir şeytan: “Çirkinliği bu kadar bariz bir günaha nasıl da kapılıp gidiverdin. Hâlâ daha, kendini iyi bir kul olabilir mi sanıyorsun? Allah’ın kapısına hangi yüzle gideceksin ki? Bu günah la mı O’nun kapısından içeri kabul edileceksin? Boş yere umutlanma!

Açıkçası, insan Rabbinin rızası dahilinde, karınca kararınca yürürken, şeytan ilk önce günaha sevk ve teşvik ederek ve peşi sıra günah işleterek onun yolunu keser. İlk tuzak budur. Bundan sonra ise işlenenin günah olduğunu bilip tevbe ve istiğfarla tekrar Rabbinin yoluna dönme çabamızı, ‘artık herşeyin bittiği’ kabilinden bir ümitsizlik aşılayarak engellemeye çalışır. Bu da ikinci tuzağıdır.

Maamafih, bu çabasında başarısız olduğuda söylenemez.Her birimizin tecrübe ettiği üzere şeytanın hazırladığı günah tuzaklarına düşen pek çok insan ardı sıra gelen ümidsizlik tuzağına da düşmüş durumdadır.

Üstelik tuzaklar bununla bitecek değildir.Zira, kendini hayra yarayacak her hangi bir meziyetten mahrum olarak müflis bir halde görmek, insanın iç dünyasında müthiş bir bunalım ve çatışma yaşaması demektir. İnsan, ancak ‘İslâm’ ile yani iç dünyasında barışın temini ile yaşayabilir. ‘Kendisiyle barışık’ olabilmesi için ise, insanın Rabbi ile barışık olabilmesi icab eder. Bu barışıklık, Rabbinin emrine teslimiyet, ve itaat halinde zaten mevcut olduğu gibi, günah ve isyan halinin akabinde, istiğfar ve tevbeyi kuşanmakla yeniden tesis olunabilir. Mü’minin “kendisiyle barışık” olmak için baş vuracağı yegâne formül budur: (1) tâat ve teslimiyet; (2) masiyet halinde, istiğfar ve tevbe ile yeniden tâat ve teslimiyet haline dönüş.

İşte tâatte ve ibadete muvaffak olamamış, günaha düşmüş, lakin peşi sıra yeis ve ümitsizlik ağına düşerek istiğfar ve tevbeden uzak kalmış bir insan vicdanının ikazı ve nefsin itirazı ekseninde gelişen ‘iç savaş’tan sıyrılabilmiş değildir. Lakin, bu ‘iç savaş’ ı sürekli tecrübe ederek, yaşaması da imkânsızdır. Bu yüzden karşısında, ya intihar (kelimenin tam anlamıyla ölüm) yahut sefahat (aklını uyuşturmak suretiyle manen ölüm) gibi bir ikilemle yüz yüze gelir insan. Az bir zümre ilkine, çoğu insan ikincisine yeltenir.

Bunlar deyim yerindeyse, “iç savaş”ı aşmak için baş vurulacak ‘radikal tedbirler’dir. Şeytan ise, hem kolay hem de keyif verici üçünçü bir formül daha öğretecektir: ucb. Yani önce günaha, sonra günah karşısında ümitsizliğe düşürdüğü insanı bu ümitsizlik halinin davet ettiği iç çatışmadan“ameline güvendirerek” çıkarır şeytan. Ona, kendisini kurtarabileceğini umacağı bir takım iyiliklerini gösterir. Bunları öylesine köpürtür ve öyle büyütür ki, kişi kendisinin başkalarından daha iyi, hem de çok daha iyi olduğunu düşünür hale gelir.“Kalbi herkesten temiz” olanların, günaha ziyadesiyle batmış kişiler olması manidar değil midir? Görüldüğü üzere, günah -yeis-ucb sürecinde, gurur durağında da kalınmayacak; gururuyla kabaran insan kendinden başka kimseyi beğenmez hale gelerek müthiş bir suizannı kuşanacaktır.

Şeytanın günaha karşı yaşanan sorgulama karşısında gündemimize taşıdığı dördüncü bir formül ‘rasyanolizasyon’dur. İşlediği günaha karşı rahatsız olan ve de kendisiyle barışıklık halinden uzak düşen insana aslında işlediğinin hiç de günah olmadığını fısıldar şeytan.Bu şartlarda der, “yapılacak olanı yaptın sen. Doğrusu buydu.” Bunun için ‘şartlar’, ‘niyetler’, ‘zaruret’, ‘maslahat’ gibi kalıplar üzerinde, işlenilen günahı, günah olmaktan çıkaran bir dizi kalıbı sıraya dizer. Böylece, haramı helal, helalı haram gibi görecek ve gösterecek feci bir vaziyete düşürür insanı.

Beşincisi işlediği günahı meleklerin görüp bildiği ve yazdığı ve Kadir-i Zülcelal’in hesap günü bunun hesabını sorarak kendisini cehenneme atacağı düşüncesini takiben bunları düşünmenin getirdiği tedirginlikten kurtulmak üzere insanı âdeta, Allah’ın, meleklerin, ahiretin yokluğunu arzular hale getirmesidir. İnsan hele böyle bir arzuya yatkın hale gelsin, peşi sıra inkar ve küfür telkinleri sökûn edecektir.

Günah karşısında, affedilme ümidinden mahrumiyet hali, işte böyle bir dizi şeytanî oyunun düğümü hükmündedir.Zümer suresinin 53. âyeti, işte bu şeytanî oyunu kökünden bozup atar. Rabb-i Rahim :“De ki: Ey nefislerine karşı haddi aşan kullarım!” Hitabıyla başlayan bu ümid âyetinde, Nebi-i Zişan’a Rabbi adına şu tebligatta bulunmasını emreder: “Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin!” Zira, âyetin devamında bilirtildiği üzere, onun katında, işlenmesinden dolayı samimi ve ciddi bir istiğfar ve tevbenin edilmesi kaydı ile, affedilemeyecek günah yoktur. Zira O Gafûr’dur; gufranı ve bağışlaması sonsuzdur. Hem, Rahim’dir de; rahmet ve merhametine nihayet yoktur.

Ümit âyeti insan için istiğfar kapısını her hâl ve şartta açık tutarak kendisini affedilemeyecek günahların sahibi bilenlerin istiğfarsızlıkla girecekleri dehşetli şeytanî kapılara işte böyle kilit vurmaktadır!

Bu âyetten anlaşıldığı üzere, aslolan istiğfardır. Hiç günah işlememek, ancak Nebilerin kârıdır. Bizim için aslolan, işlemişse dahi, günahından geri dönmektir. İşlediğinin günah olduğunu itiraf ile, af ve bağışlanma dileyip (istiğfar) tekrar onun yoluna yöneldikten (tevbe) sonra, Allah bütün günahları affedicidir.

Madem hakikat budur, ey nefisleri konusunda haddi aşan kullar, günahlarınız hangi düzeyde olursa olsun, hepsinin Ezel ve Ebed sultanının Gafur ve Rahim isminin “kapsama alanı” içinde bulunduğunu bilin, ve bunun idrakiyle kendinize hayra doğru bir fırsat daha verin. İtiraf edin. İstiğfar edin.

Bilin ki, bu fırsatı kullanıp, Rahmet-i İlahiye karşı ümid içinde istiğfarı dile getirebildiğimiz ve de tevbeyi becerebildiğimiz zaman, şeytan tezgâh ve tuzağını üzerimizde kolaylıkla icra edemeyecektir.

Metin Karabaşoğlu /

Mü’minler nasıl kardeş olur?

‘SOSYAL HAYAT’ denildiğinde aklıma ilk gelen sure, tereddütsüz, ‘˜Hucurat’tır. Bu kısa sure, yalnızca ikibuçuk sayfa ve onsekiz âyetten ibaret olmakla birlikte, sosyal hayatta yüzyüze gelinen en temel problemlere temelli çözüm getiren ölçüler içermektedir; ve bu bakımdan, mü’minâne bir sosyal hayatın belkemiği hükmündedir. Gıybet, suizan, alaycılık, tecessüs, milliyetçilik, yargısız infaz.. gibi sosyal hayatı zehirleyen bir dizi probleme çözüm getiren surenin, hepimizin ezberine kazınmış ‘Mü’minler ancak kardeştirler’ mealindeki âyeti de içermesi, elbette bir rastlantı değildir. ‘˜Mü’minlerin ancak kardeş olduğunu’ bildiren bu sure, getirdiği emirler ile, mü’minler arasında kardeşliğin nasıl tesis olunacağını da bilfiil gösterir.

Kendi hayatımızda bizatihî tecrübe ettiğimiz üzere, bir kardeşlik ikliminin canlanması ve de canlı kalması, gıybetin, suizannın, birbirimizin özel hayatına tecessüs yoluyla müdahalenin uzağında durmayı gerektirir. Keza, ait olduğumuz alt-kimliklere üstünlük atfetmek suretiyle üretilmiş her türden milliyetçiliğin, yahut söylentilere kapılıp insanlar hakkında olumsuz ve haksız yargılar verme gibi tavırların da uzağında olmayı iktiza eder. Bu açıdan, ‘Mü’minler ancak kardeştirler’ buyuran bu surenin diğer bütün âyetlerini, ‘˜mü’minlerin nasıl kardeş olacağının’ yolunu gösteren âyetler olarak okumak mümkündür, hatta gereklidir.

Bu noktada Kur’ân’daki her bir âyetin birbiri ardısıra gelişinde bir hikmet, bir anlam, bir ‘nazm-ı mâânî’ olduğunu gözönünde tuttuğumuzda ise, bu surenin ‘Mü’minler ancak kardeştirler’ buyuran 10. âyetinden bir önceki âyet, özel bir anlam taşımaktadır. Bu dokuzuncu âyet, mü’minlere, mü’minlerden iki topluluk ihtilafa düştüğünde ‘hemen aralarını bulup onları barıştırma’yı emretmektedir. Dahası, eğer ‘aralarını bulmak’ mümkün olmuyor ve haksız olan taraf hakkı sahibine iade etmemekte ısrar ediyorsa, âyet, hakkı teslim edinceye kadar bu tarafla mücadele emrini vermektedir. Bir ihtilaf vuku bulduğunda mü’minlerin arasını bulmayı ve hakkı sahibine iade edilmesini sağlamayı mü’minler topluluğunun boynunun borcu kılan bu âyetin, mü’minlerin ‘ancak kardeş olduğunu’ bildiren âyetten hemen önce gelmesi, elbette, derin bir hikmeti barındırır. Ki insan bizatihî kendi yaşadıklarına veya hayat seyri içinde gözlemlediği olaylara bakarak bu hikmeti bir ucundan kavrayabilir.

En başta, âyetin sözünü ettiği ‘ihtilâf‘ hâli, bir duygusal-zihinsel kilitlenme durumuna işaret eder. Bir tarafta haksızlığa uğradığını düşünen bir mü’min veya mü’minler topluluğu vardır, öte yanda yapılanın haksızlık olmadığını düşünen bir mü’min veya mü’minler topluluğu. Bir taraf, uğradığı haksızlığın giderilmesi konusunda ısrarlıdır, öte taraf ortada haksızlık diye bir durumun olmadığı konusunda. Âyet, böyle bir durumda, olayın doğrudan tarafı olmayan diğer mü’minleri ˜bizi ilgilendirmez, kendileri halletsinler, ne halleri varsa görsünler’ gibi bir tavırdan uzak durup ‘taraf olmaya’ çağırmaktadır. Olayın doğrudan tarafı olmayan mü’minler, ille de o tarafa veya bu tarafa meyledecek değillerdir; ama ‘çözümden taraf’ olacaklardır: ‘Hemen aralarını bulun, barıştırın.’

Ara bulup barıştırma deyince akla gelen en kolay çözüm ise, kendi hayatımızda defalarca tecrübe ettiğimiz üzere, bellidir. Böyle bir durumda, olayın doğrudan tarafı olmayan üçüncü kişiler, arabuluculuk gibi bir görev üstlenseler bile, maalesef bunu daha ziyade ‘güçlü’den yana kullanırlar. Genelde, haksız da olsa güçlüye karşı pek ses yükseltilmez ve haklı da olsa zayıftan olanları ‘sineye çekmesi’ rica edilir. Âyetin istediği ‘ara bulup barıştırma’ hâli ise bu değildir. Zira bu, hakikat-ı halde, bir ‘barış hâli‘ değildir. Böyle bir durumda, haklı olduğu halde uğradığı haksızlık telafi edilmeyen mü’min, içten içe tepkisini ve rahatsızlığını sürdürecektir. Üstelik, yalnız doğrudan kendisini haksızlığa maruz bırakanlara karşı değil, uğradığı haksızlığı sineye çeken ve ona da sineye çekmesini öneren üçüncü kişilere karşı da bu tepkisi genişleyecektir.

Öte yandan, böyle bir durum, haksız tarafta ‘yapılanın yapanın yanına kâr kaldığı’ duygusu uyandırarak, yeni haksızlıklara, yeni mağduriyetlere, ve bir bütün olarak toplum içinde adalet-eksenli yeni incinmelere zemin ihzar edecektir. Mağdurun haksızlığa uğradığı ama buna seyirci kalındığı duygusuyla yaşadığı, haksızın yaptığının yanına kâr kaldığı duygusu edindiği ve yeni haksızlıklara yeltenebildiği, böylece ‘haksızlığa talip’ olanların cesaret bulduğu ve yeni mağduriyetlerin zuhur ettiği bir ortamda ‘kardeşliğin’ tesisi ve tahakkuku ise kesinlikle mümkün değildir. İşte bu bakımdan, ‘Mü’minler ancak kardeştirler’ buyuran Rabb-ı Rahîm, bir önceki âyette, bu kardeşliğin gerçekten tezahür ve tahakkuk etmesi için, mü’minlere ara bulma ve haksızlığı giderme emrini vermektedir.

İki mü’min veya iki mü’minler topluluğu arasında bir çatışma varsa, mü’minler arabulucu olacaklardır. Ve eğer gerilim taraflardan birinin diğerine karşı haksızlığından kaynaklanıyorsa, hak yerini buluncaya kadar, haksız tarafa karşı mücadele edecek ve ancak haksız taraf haksızlıktan rücu ettiğinde yine adaletle aralarını bulacaklardır. Ve bütün bunları yaparken ‘kıst’ı, yani hak olanı, makul olanı, insaf ve adaletin gereğini gözeteceklerdir.

Rabb-ı Rahîm’in meselâ ‘Haksızlığa uğrayandan anlayış göstermesini rica edin, tahammül tavsiye edin, durumu idare etmesini isteyin’ demeyip, ‘haksızlık çözülünceye kadar’ haklı tarafla birlikte ve onun lehine mücadeleyi niye emrettiğini ise, âyetin devamından son cümlesi bildirmektedir: ‘Çünkü Allah muksıt’ları [adaleti gözetip zulmü giderenleri] sever.’ ‘Mü’minler ancak kardeştirler ‘hükmü, işte bu âyetten sonra gelmektedir: ‘Mü’minler ancak kardeştirler. Onun için, iki kardeşinizin aralarını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, rahmet olunasınız.’

Velhasıl, kardeşliğin aramızda kök salmasını istiyorsak, adaleti aramızda bir esas yapmamız; ve gördüğümüz bir haksızlığı suskunlukla karşılamamamız gerekiyor. Gerçekten ‘˜kardeşler’ olmak istiyorsak, öncelikle ‘˜adaletle işgörüp zulmü giderenler’den olmamız gerekiyor. Haksızlık karşısında suskunluk ise, hem mağdurun suskunlara karşı incinmesi, hem de haksızın haksızlığa devamına imkân vermesi suretinde, kardeşâne bir hayat-ı içtimaiyeyi yıpratıyor ve zedeliyor.

Metin Karabaşoğlu / Zafer Dergisi