Etiket arşivi: risaleleri sadeleştirmek

Risaleleri sadeleştirme konusunda kim haklı?

Muhyiddin ibnü’l -Arabi Hazretleri, özellikle Futuhat-ı Mekkiye’de sık sık “Fekad evhallahu ileyye” (Allah bana vahyetti) der. Sonra da “Lestu ene nebiyyen’ (Ben Nebi değilim) diye ikazda bulunur.

O zaman insanın aklına şu soru geliyor. “Sen nebi değilsen neden ‘Allah bana vahyetti!’ ” diyorsun. Bu mesele uzun süre zihnimi aklımı meşgul etti. Sonra birden fark ettim ki, o mübarek zat, esasında Kur’an’ı  ve hadisi yüceltiyor.

Çünkü kendisine gelen ilhamın veya sunuhatın hak ve hakikat olduğunda zerre kadar şüphesi yok. Yani kendisine gelen bilgilerin de Kuran’ın vahyedildiği kaynaktan geldiğini biliyor. Anacak, kendisinin ‘sadrı’, Nebi’nin sadrı gibi mücella, pak ve berrak değil. Oraya düşen hikmet, aynı paklık ve berraklıkla dışarıya taşmıyor. Bilgi, nefsinin arızalarını da yüklenip dışarı çıkıyor. O yüzden de kendisine gelen bilginin saf ve hakikat olduğunu biliyor ama onu aktarırken kullandığı lisan ve manalara giydirdiği elbiselerin, tam da uygun düşmediğini görüyor. O yüzden de ‘Bana Allah vahyetti’ derken kendisine verilen bilgiye saygı gösteriyor, ‘Ama ben peygamber değilim’ diyerek de, o bilgeleri aktarırken hata etmiş olabileceğini beyan etmiş oluyor. Bunu, not edelim şimdilik ve zihnimizde tutalım.

* * *

Bilindiği gibi nübüvvetin iki ayağı vardır. Yani bir peygamber hem velidir hem nebi. Ama nübüvvet vazifesi velayet hakikatiyle kıyas kabul etmeyecek kadar yüksektir. Nübüvvet-i Ahmediye açısından Hz. Muhammed bir peygamberdir ama aynı zat, Velayet-i Muhammediye adıyla da bir velidir. Nübüvvet bir tensib-i ilahidir. Velayette kesp de vardır. Nebinin vazifesi irşat ve tebliğdir. Velinin vazifesi ise ıslah! Bazen mürşîd ve mühdî de olabilir. Bu yönüyle ‘Nebinin varisi’ olur.

Peygamberimiz, Alimler, nebilerin varisleridirler buyurmuş. Vukuat bize göstermiş ki âlimler dahi iki sınıftır. Birisi eşyanın ve hadiselerin hakikatini anlamamıza yarayan ama mürşit olmayan müspet ilim erbabı. Diğerleri ise, onların bulgularından da yararlanarak, tevhidi anlatan ve insanları Allah’a çağıran, mürşid vazifesi de yapan âlimlerdir. Zaman içinde toplum, ilkine alim demiş, diğerine şeyh, meşayih demiş.

Pekâlâ, büyük âlimler gelmiş ama bir tane bile ‘müritleri’ olmamış. Onların ilimlerinden herkes istifade etmiş ama onların üslup ve meşreplerini yaşayıp yaşatacak cemaatleri olmamış. İmam Gazali ve benzeri birçok âlim böyledir. O zatların çabası, aklın ihyasıydı. Meşayih dediklerimiz ise, insanın gönlünü imar ve ihya etmişler…

İlk sınıf medreselerde kümelenmiş, diğerleri ise tekke adı altında teşkilatlanıp insanları aydınlatmaya devam etmişler.  Ve insanlara kainattan, âfâktan ve enfüsten deliller getirerek onları  Artık dileyen Rabbisine varacak bir yol bulsun ayetinin emri çerçevesinde Hakka vardırmaya uğraşmışlar….

Özü, ‘Allah’ın var olduğunu, insanın öldükten sonra dirilip hesaba çekileceğini ve hayatın onun otoritesi altında cereyan ettiğini bilip hayatını ona göre şekillendirmek’ olan hikmeti inşa etmişler.

Kimisi ‘kalben seyr u sülüku olan’ ‘tarikat yoluyla menzil almış, kimisi kudret yolunu seçip afakî putları kırarak (huzura mani olan halleri dağıtarak) devran geçmiş.  Kimisi ‘üveysi’ takılmış. Bu üç sınıfın da bariz vasfı ‘Rabbin hesabına mevcudu yok saymak’ olmuştur… Mevcudu, maddeyi, zihnen aşamadıkları için onu yok saymayı yeğlemişlerdir.

Bu yüzden de uzun yıllar medrese erbabı olan âlimler, velayetin meyvelerinden istifade etmek için Tarikat erbabına müracaat etmişler, en büyük bir medrese âlimi, en küçük bir tarikat şeyhinin elini öpmeye kendini mecbur bilmiştir, iman hakikatlerinin hazzını almak için. Her meşrebin kendine göre bir hakikati ve her yolun milyonlarca yolcusu olmuş. Her yoldan da hakka varanların haddi hesabı yok.

Sonra bir dönem gelmiş ki insanlık, ilk defa bir yaratıcının olmayabileceği fikrini bile tartışmaya başlamış. İnsanı, Allaha vardırması gereken bilgi ve eşya, O’nu yok saymanın vasıtası yapılmış.

Ve insan müşriklikten daha beter olan ‘ate’ (Yaratıcısızlık) olabilmiştir. Müşrik, münkir değil, Yaratıcıya ortak koşandır. ‘Ate’ ise onu yok saymaktır. Bu yeniçağ/ bu yeni anlayış (18. Yüz yıldan itibaren), maddeyi ezeli sayıyor ve ‘Tanrıyı’ inansın bir tasarımı kabul ediyordu. Ve hızla insanlığı sarıyordu. Nitekim 19. Yüzyıla gelindiğinde nerede ise tüm dünyada bütün dinler ve kutsal savunmaya çekilmiş durumdalardı bu düşünce karşında.

Tam da ahir zamanda olacağı haber verildiği gibi… İnsanlar kendiliğinden ve bir icbar olmadan dinlerinden, mukaddeslerinden ve ahlaklarından soyutlanabiliyor, küçücük bir dünya menfaati için dininden diyanetinden vaz geçebiliyordu.

Bu bir deccaliyet haliydi. Yaşananlar da Deccal’e atfedilmiş hallerdi… Artık İslam dahil eski tüm inanışlar tehlikedeydi. Tüm kutsallar sarsılmış, tüm dinler çaresiz kalmış ve insanlık hızla inkâr-ı ulûhiyetin pençesine sürükleniyordu. Eski tevhid delileri ve tevhide götürme yolları artık etkili olamıyordu. Yeni bir yol bulmak, yeni bir anlatı getirmek gerekiyordu insanı uyandırmak ve yeniden Rabbi ile buluşturmak için…

İşte Bediüzzaman, tam da böyle bir ortamda ortaya çıktı. ‘La mevcude ilahu diyerek’ varlığı Allah hesabına yok sayan eski anlayışları bırakarak, Varlığın kendisinden Allah’a giden bir yol olduğunu insanlara göstermeye koyuldu. Kuran’ın sadefinden doğrudan hakka varan bir tünel bularak en safi, en kestirme, en halisane yoldan hakikat bilgisine ulaşmış ve bunları insanlarla paylaşmaya başlamıştı.

Geçmişin aksine, sürekli kainattan ve ilimden örnekler getirerek, kalbinin ulaştığı benzillere aklını da götürerek, ispat ve ikna yolunu kullanıyordu. Bu çıkış medrese (yani ilim) adına da önemli bir çıkıştı.

Sadece kalp yoluyla değil, aklı da beraberinde götürmeyi esas alan ilim ayağıyla hakikate varmanın muazzam bir kapısını açmıştı.  Öyle ki günümüz felsefesinin ve tanrı tanımaz pozitivist düşüncesinin ‘Tanrı tanımazlığına’ vasıta yaptığı ‘maddeyi’; alıp tevhid delilleri haline getiriyordu. Her bir yerde ve her bir şeyde doğrudan Zat-ı Akdes’e varacak pencereler, menziller, menfezler ve koridorlar açmıştı.

Eşyadaki tevhidi; yani Allah’ın var ve tek olduğunu o kadar ikna edici delillerle gösteriyordu ki hiçbir akla kaçış yolu bırakmıyordu. Bilimi, tanrı tanımazlıklarına dayanak yapmaya çalışanları kendi yuvalarında vuruyor, dayandıkları noktaları yıkıyor, en son ve geniş nokta-i istinatları ve medâr-ı gafletleri olan perdelerde, tevhid nurunu gösteriyordu…  Kainatın her âleminde; atomda, hücrede, gezgen sistemlerinde, kuazarlarda, toprakta, yerde ve insan nefsinde, tabiatta ve zerratta, inkâr-ı ulûhiyet fikrini savunanları takip ederek, en uzak sığınaklarını dahi bozuyordu. Her yerde, huzura (Rabbin var ve tek olduğuna dair) bir yol gösteriyordu.

Hiçbir şeye, Rabbin varlığını perdeleme;  ‘huzura’ (Allahın her yerde hazır ve nazır olduğuna) mâni olma imkânı bırakmamıştı. Ehl-i tarikat ve hakikat gibi huzur-u daimî kazanmak için kâinatı ve eşyayı yok saymaya (La mevcude illa hu demeye) gerek duymamış, aksine kâinatı O’nun varlığını temaşa etmek için bir ayna, geniş bir huzur dairesi yapmıştı ki hakka gitmeye çalışan sâlik, hangi yöne bakarsa orada onu Rabbine vardıracak deliller görsün diye…

Tabii kendine has bir lisan kendine has bir üslup ile…

Bediuzzaman, evet tarikat ve tekke mensubu değildi. Kendisini hoca olarak diye nitelendiriyordu ama en az eski meşayihler kadar etkili ve etkileyici –hatta daha da fazla- bir lisan kullanıyordu. Kelimelerinin içinde ışık, karışıkmış gibi görünen cümlelerinin içinde bir bedahet, uzunmuş gibi görünen kalıplarının içinde bir fesahat vardı. İlk anda tam anlaşılmasa da gönüllerde derin ve içe huzur veren bir tad bırakıyordu.  Rahmani ve mucizevî bir üslup içinde hiçbir kelimesini atamayacağınız ve değiştiremeyeceğiniz icazlı bir metin inşa etmişti.

Muhyiddin İbnü’l-Arabi gibi ‘bana vahyedildi’ demiyordu ama onu dinleyenler, eserlerini okuyanlar, bu diziliş ve anlatışın hiç de aklın ve karihanın eseri olamayacağını hemen anlıyorlardı. O, gönlüne damlayanları  ‘katre’, ‘şemme’ ‘reşha’ vs gibi isimlerle ‘sünuhât’ diye niteliyordu onların hak canibinden geldiğini göstermek için. Ama kendisini sürekli hiç ender hiç mesabesinde tutarak… “Ben dellalım’  -Kürtçede delal güzel anlamın ada gelir tıpkı Bedi gibi- diyerek kendisini, ‘Kur’an eczanesinin çırağı’ diye niteliyordu.

Yazdıkları, adeta ‘ayetin ayeti’ oldular. Çünkü o, ‘üç külli ayet’ dediği Kainat, Kuran ve konuşan delil olarak nitelediği Resullulah’ı anlatarak çağımızın tağutlarını dağıtmaya ve dalalete sürüklenmiş insanlığı yeniden Rabbiyle buluşturmaya çalışıyordu..

Evet, Kur’an, Arş-ı Azam’dan inen Kelam-ı Ezeli, risaleler ise o Kelam-ı Ezeliden damlayan/sızan reşhalar  ve parıltılardı. Akılları basmayan yahut kıskançlıkları gözlerini kör edenler gerek ehli tarik, gerek ulema ona çamur attılar. Çünkü o daha önce görülmedik bir üslupla meselelere yaklaşıyordu. Ülemaya, ‘malayani malumatlarla Kur’an’ın önüne duvarlar örmüşsünüz’ derken tekke ehlini de çizgiden çıkmakla eleştiriyor ve her ikisini de yeniden Kur’an’ın hakikatine çağırıyordu. Onlar ise onunla baş edemedikleri için çamur atıyorlardı.

Bu çamurlar ona zarar vermedi. Aksine bugün tüm dünyada ve tüm hüşyar kalplerde imanın yeniden ihya ve inkişafının mimarı olarak saygı görmekte ve daha da artarak saygı göreceği anlaşılmaktadır. Aklın hükümran olacağı gelecekte, her hükmünü akla ispat ettirmiş olan Kur’an hükmedecektir dediği gibi, kendisi dahi hergün daha bir saygıya layık bir islam alimi olarak dünya gündemine oturmaktadır.

Onun getirdiği hakikatlerle koca bir rejim baş edemedi.  Tek tük sataşmalar ne yapabilirdi ki. Nitekim muarızları hep geriledikleri halde onun getirdiği nur hakikati hep yükseldi, yayıldı.

Fakat şimdi elim bir sıkıntı yaşanıyor. Güya daha çok insana ulaşın, daha çok insan ondan istifade etsin diyerek iyi niyetle onun üslubuna ve lisanına ilişilmek isteniyor.  Bugüne kadarki hiçbir badire nurlara zarar vermedi ama korkuyorum ki bu yeni girişim onlara zarar verecek! Çünkü bu kere tehlike suret-i haktan görünüyor!

Çünkü bu kere ilişenler, güya bu risaleleri rehber edinenlerdir ve onu hizmet edenlerdir. Diyorlar ki ‘daha iyi anlaşılması için’ sadeleştirilmesi lazım’.  Bir kısmı da diyor ki sakın ha sakın!

Ben ‘o haksız, bu haklı’ diyemem. Ama hem Türk, hem Arap, hem Fars Dilleri ve Edebiyatları eğitimi almış, özelikle yazma eserlerin edisyon kritiği üzerinde çalışmış, en sağlam metinlerin bile zamanla –sadece yazım hataları sebebiyle–  nasıl farklılaşıp tahrif olduğunu bilen biri olarak fikrimi söyleyecek olursam derim ki, bu risaleleri bitirir! Büyük bir edebiyat tarihçisi ve Arap Dili uzmanı rahmetli hocam Nihat Çetin’in iki yıl süren özel eğitimi sırasında şuna şahit oldum ki bir metnin ruhuna ve lafzına ilişilmişse onun zaman içinde yok olması ve bulanması kaçınılmazdır.

Zaten ilahi metinlerin tahrif edilmesi de böyle başlamıştır. Zaman içinde o metinleri anlamakta güçlük çeken insanlar güya herkesin onlardan yararlanması için o metinleri kendi zekâlarının seviyesine indirmek isterler.  Öyle bir metne bir kere ilişildi mi artık önünü almanın imkânı kalmaz.

Şimdi bir kısım insanların Risalelere yaptığı da -niyet ne kadar semimi olursa olsun- budur.  Bunu yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Esasında Bediuzzaman kendisi hayatta iken de böyle birkaç denemeye şahit olmuş, sadeleştirme yapmak isteyenlere “Tamam kardeşim, yap ama altına kendi adını yaz. Bu Saidindir deme’ buyurmuş.

Eserleri ve lafızları konusunda bu kadar titiz davranmış mübarek bir zatın eserlerini alıp, güya ‘sadeleştirelim, gençler de anlasın’ deyip ilişmek, en basit haliyle Bediuzzaman’a haksızlık ve hürmetsizliktir.

Ben Risale-i Nur’u okumak isteyip de anlamamış hiç kimse görmedim. Tabii ki anlamak isteyen…  Ama siz ona lakayt bir şekilde yaklaşır lalettayin bir ders kitabı, bir roman gibi yönelirseniz, o da size perdesini açmaz. Nitekim Hoca Efendi de, bir konuşmasında risaleleri, kıskanç bir geline benzetmiş  ‘risale-i nur, yüz görümlüğünü vermeden size yüzünü açmaz!’ buyurmuştu

Nitekim, insan bazen, tüm kelimelerini bildiği halde de bir cümleyi veya eseri anlayamaz. Çünkü eserdeki mantık ve yüksek zekâ ve onun kurduğu cümlenin yapısı, sizin kametinizi aşıyordur. Bildiğiniz halde kelimeleri, anlayamazsınız. Araplar, Arapça biliyor diye Kuran’ı anlayabiliyorlar mı? Hayır.

Peki, şimdi bu kıskanç geline ne oldu ki peçesini yırtarak mahremini görmek  istiyorsunuz. Bu reva mı?

Yıllarca kasıtlı/kasıtsız okumayı ihmal ettikleri için anlamakta güçlük çeken bir takım insanların hatırı olsun diye Risaleleri sadeleştirmeye kalkışmanız, bir vefasızlıktır. Kim ne derse desin yanlıştır. Değil sadeleştirmek, Bediüzzaman, metnin beraberinde kelime manalarının bile verilmesine yanaşmamıştır.

Dolayısıyla o eserleri sadeleştirmeye kalkışmak doğru değildir. Arkasındaki niyet ne kadar saf ve âli himmet olursa olsun yanlıştır. Çünkü uzun vadede metinlerin bozulmasına ve zamanla içine hurafelerin girmesine zemin hazırlar.

Pavlos, Hz. İsa öğretisini ve zatını putperestlere sevdirmek için başlangıçta onların arzu ettiği yol ve yöntemi benimsiyor. Resuller Kitabında ifade ettiği gibi, herkese ‘yeni öğretiyi’  kabullendirmek için nabzına göre şerbet verdiğini itiraf eder.

Peki ne oldu? Evet, Pavlos, sonunda ‘İsa’yı –hazret demedim- ve öğretisini putperestlere sevdirmişti ama artık o öğretinin içinde ne tevhid kalmıştı ne de Hz. İsa’nın nübüvveti. Ortada bir din vardı ama o Pavlos’un tasarladığı bir dindi. O dine sonradan Hıristiyanlık dendi ve içinde ne şeriat kalmıştı ne sünnet!  Nitekim buugünkü Hıristiyanlık onun eseridir, Hz. İsa’nın değil!

İşte telaşım bundandır. İşin oraya varmamasının garantisi yoktur. O yüzden de eğer birileri Hoca Efendiye rağmen bunları yapıyorsa müdahale etmeli . Buradaki tehlikeyi en iyi idrak edecek de ‘rikkati en yüksek olan o mübarek zat’tır yine de.

Pavlosluğa ve Pavloslara fırsat vermemeli!

Mehmet Ali Bulut – Haber 7

İslam şemsiyesi, Nurların sadeleştirilmesi ve İmamlarımız

Üç önemli mesele: İslam şemsiyesi, Nurların sadeleştirilmesi ve imamlarımız

1-İslam’ın en üst şemsiye olması

İslam, en üst şemsiyedir. İslam, bütün Müslüman milletlerin ortak, mukaddes değeridir. Milletleri ve milliyetleri bir ırkta toplamak mümkün değildir. Gerek de yoktur. Ama hepsini İslam’da, İslam şemsiyesi altında toplamak mümkündür. Bu ise gereklidir ve farzdır. Çünkü o, bütün milletlerin Rabbi olan Allah’ın nizamıdır. Bütün milletlerin onda toplanması, onu anlaması, yaşaması, anlatması ve yayması da Allah’ın emri, rızası ve arzusudur. Hatta ve hatta Allah’ın kulun üzerindeki en büyük hakkıdır. Hiçbir ırkın, hiçbir ırka üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancak iman ve takva iledir.

2-Nurların sadeleştirilmesi

Bediüzzaman, sadece dinimizi değil, aynı zamanda dilimizi de ihya etmektedir. Kimse onun dilini kendine uydurmaya kalkmasın, kendini ve dilini ona uydurmaya kalksın. Onu kendi seviyemize indirmemiz zillet, bizim ona tırmanmamız ve yükselmemiz izzettir. Bediüzzaman’ın Nur Risaleleri şerh ve tanzime tabi tutulabilir. Ama asla onun orijinal kelimeleriyle oynanmamalıdır. Çünkü Risale-i Nur’da öyle bir zenginlik vardır ki bir kelimesinden bile bazen bir makale ve bir kitap çıkabilir. Konuşmalarınızda ve yazdığınız eserlerinizde Risale-i Nurdan aldığınız metinleri ruhuna uygun bir şekilde tercüme edebilir ve izah edebilirsiniz. Çünkü herkesin Risale-i Nurdan istifade etme hakkı vardır. Bu hakka engel olmaya da hiç kimsenin hakkı yoktur. Zaten bu icraata da kimsenin karşı çıkacağını sanmıyorum. Çünkü yaptığınız izah ve ortaya koyduğunuz eser sonuçta sizindir. Bu icraatınızla siz sadece istifade ve istifazenizi yansıtmış olmaktasınız.

Ama siz kalkar da Bediüzzaman’nın diyelim Sözler kitabının orijinalinin yerine sadeleştirilmişini koyar ve kitabın üstüne de Bediüzzaman’ın ismini koyarsanız bu apaçık bir tahrif olur. Risale-i Nur denizinden kovanızı doldurabilirsiniz, oradan aldığınız suda her türlü tasarrufta bulunabilirsiniz, ama denizin kimyasını bozmaya kalkmamalısınız.

Risale-i Nur’un orijinalini koruyarak anlaşılması için yapılan her hizmet güzeldir, tebrike ve takdire layıktır.

Kur’an’ın orijinali korunarak nasıl herkes onu anlamaya ve anlatmaya çalışıyorsa, Kur’an’ın bir çeşit tefsiri olan Risale-i Nur’un da orijinali korunarak herkes onu anlamaya ve anlatmaya çalışmalıdır.

3-İmamlarımızın Kur’an’ı doğru okuması

İnsanın namaz kılması ve namazı doğru kılması nasıl farzsa, imamların da Kur’an’ı doğru okumaları farzdır.

Kur’an’ı doğru okuma, Allah’ın kudsî arzusu, Peygamberimizin de en önemli sünnetlerinden biridir.

Kur’an’ı doğru okumanın ölçüsü nedir?

Yüce Allah, “Kur’ân’ı tertil ile yani açık açık, tane tane oku“. (1) buyurmuştur. Bu emir, mutlaka uyulması gereken vücup ifade eden bir emirdir. Ayette geçen “tertîl” ise: Kelimelerin, açık, anlaşılır ve acele edilmeden söylenmesi, harflerin özellikleriyle belirlenerek, harekelere hakkının verilip rahat ve sakin okunması demektir.

Peygamberimiz’e Kur’ân’ı böyle okuması emredilmiştir. Bu emir elbette onun şahsında bütün müminleredir ve O, bu emri yerine getirmiştir. Aişe validemize onun nasıl Kur’ân okuduğu sorulmuş o da: “Eğer dinleyen saymak istese bütün harflerini sayardı” diye tarif etmiştir. Demek ki, Rasulullah efendimiz bu emri bu şekilde uygulamışlardır.

Kur’an’ı yanlış okuma manayı bozar, mananın bozulması da namazı bozar. Fıkıh ve ilmihal kitaplarımızda zelletülkari meselesi önemli bir yer tutar. Merak edenlerin oraya bakmaları tavsiye olunur.

Avamın yanlış okuması, belki mazeret sayılabilir; ama havassın yani bu işi meslek edinmiş kimselerin, yani imamların Kur’an’ı yanlış okumaları mazeret sayılamaz. Bu kimselerin Kur’an’ı yanlış okumaları kıraat imamlarının ittifakıyla haram, doğru okumaları da farz-ı ayndır. (2)

Soruyorum: Siz bir makale veya şiir yazsanız, bu makale veya şiirinizi en iyi okuyana mı verirsiniz, yoksa, okuyuşuyla şiirinizi veya makalenizi anlaşılmaz hale getirene mi?

Sorunun cevabı gayet açıktır.

Öyleyse mihraplar, ya Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı en iyi bilen ve en iyi okuyanlara tahsis edilmeli, ya da bu keyfiyetten yoksun imamlarımız en kısa zamanda kurslara tabi tutularak Kur’an’a layık bir bilgi ve okuma tarzıyla mihrablara geçirilmelidirler.

Her berrin ve facirin yani her ahlakı iyi ve kötünün arkasında namaz kılmak caizdir, denilmiş, ama mihraba uygun olmayanların arkasında namaz kılmak mekruh görülmüştür. Mihrabdaki imam kardeşlerimiz, Hz. Peygamber’in (s.a.v) temsilcileridirler. Bu kerahetten kurtulmaları ve halkı kurtarabilmeleri için Kur’an okumalarını Hz. Peygamber’in okuyuşuna, ahlaklarını da Onun ahlakına benzetmeye kendilerini zorlamalıdırlar.

Bu işin vebali vardır, manevi sorumluluğu çok ağırdır. Doğru okuyan, ta’dil-i erkân ve huşu ile namaz kıldıran, takvası ve güzel okuyuşuyla mihraba layık imamlarımızın, bütün cemaatin sevabı kadar bir sevap almaları mümkün olduğu gibi; yanlış okuyan, tadil-i erkânsız ve huşusuz namaz kıldıran imamlarımızın da bütün cemaatin vebalini omuzlamak gibi ağır bir yükün altında oldukları da bilinmelidir.

Bu vebal ve günahın sahibi sadece bu özellikteki imamlarımız değildir. Kur’an’ı doğru-dürüst öğreten mekanizmaları kurma yetkisi olup ta kurmayanlar, Kur’an’ın doğru okunması ve doğru anlaşılması için bu mekanizmaları harekete geçirmeyenlerin de bu vebalde payları vardır.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Dipnotlar:

1-Müzzemmil, 73 / 4

2-Bkz. Dağdeviren, Alican, Kur’an Okuma Sanatı Tecvid, s. 183, İst. 2009

Kırkıncı Hocaefendinin sadeleştirme açıklaması

Ömer Özcan, Mehmet Kırkıncı Hocaefendi ile Risale-i Nurların sadeleştirilmesi konusunu görüştü

“Ağabeyler Anlatıyor” kitaplarının yazarı Ömer Özcan, Mehmet Kırkıncı Hocaefendi ile Risale-i Nurların sadeleştirilmesi konusunu görüştü. Özcan, görüşme notlarını Risale Haber okuyucuları ile paylaştı.

Hocam biliyorsunuz, Ufuk Yayınevi Risale-i Nur’dan Lem’alar kitabını sadeleştirme faaliyetinde bulundu; hemen bütün ağabeylerimiz bu hususta fikirlerini beyan ettiler. Siz nasıl bakıyorsunuz bu sadeleştirme işine?

Hiç iyi olmadı tabi.

Kırkıncı hocam ne diyor diye cemaat çok merak ediyor?

Eğer Nurlara bir el girerse bu iş ayrana döner yani o zaman. Üstad Hazretleri 28. Mektup’un 8. Meselesinde, “bu libaslar fıtrî olarak geliyor” diyor. Üstad kendisi diyor bunu. “Manaların lafızları, libasları fıtridir, benim bile bunları değiştirmeye salahiyetim yoktur” diyor Üstad. Bu da bitiriyor meseleyi yani.

Üstad benim selahiyetim yok dedikten sonra, kimin haddi var ki bu Risaleleri sadeleştirmeye cür’et ediyorlar. Risaleler sadeleştirilmeye bir başlandı mı o zaman ayrana döner…

Başka söze gerek yok diyorsunuz yani?

Yok!.. Üstad kendisi diyor canım. Allah Allah! Kimin haddi var buna. Öyle şey mi olur?

Bediüzzaman’ın eserlerinin içini değiştirip kendi kelimelerini, kendi ifadelerini koyup, sonra Üstad’ın adıyla satmak veya bedava dağıtmak sadakat düsturuna uyar mı?

Ne demek canım, ihlas, sadakat meselesi bu tabi…

Kur’an’ın hâsiyetlerine mazhar olmuş…

Evet, aynı öyle…

Hocam şu da çok soruluyor. Şerh ve izaha izin vermiş mi Üstad Hazretleri deniyor?

O mesele başka. O olur… İzah başka şey, Kur’an’ı da, Hadis-i Şerifleri de izah ediyor âlimler, üzerine kendi adlarını yazıyorlar. O mesele başka. Sadeleştirme tehlikeli…

Mektubat’tan ilgili yerde söyle diyor Üstad Hazretleri, “Kur’anın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez; belki onların vücududur ki, öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.”

Evet, Risalelerdeki lafızlar insanın cildi gibidir. İnsanın derisini soyarsan onda hayat kalmaz.

Şerh ve izah yapanlar kendi adlarıyla bunları yayınlayabilirler değil mi?

Elbette, şerh ve izah başka şey.

Hocam bu röportajı “Risale Haber”de yayınlamak istiyorum. Müsaadeniz var mı?

Yayınlayabilirsin.

Kaynak: Risale Haber

Risale-i Nur’un Sadeleştirilmesi Tasvip Edilebilir mi?

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Risale-i Nur’un sadeleştirilemeyeceğini söyledi. Prof. Akgündüz’ün açıklaması şöyle:

1- SADELEŞTİRME OLAYI RİSALE-İ NURA ÂŞIK OLANLAR ARASINDA İHTİLAFA YOL AÇMAMALI!

Son zamanlarda konu ile alakalı ciddi bir münakaşa ve televizyon tartışmaları yaşandı ve bize kadar da yansıdı. Ancak gördüğüm manzara bir kısım ehl-i dalaletin iki taife-i ehl-i hakkı birbirine düşürerek sonra da uzaktan seyredip gülmeleri idi ki, imanı olan ve Bediüzzaman’ı seven hiç kimse bu manzarayı görmekten hoşlanamazdı. Ağabeylerin tepkisi yerindeydi ve tarihî bir görevdi. Zira bu kapı açılırsa çok farklı yaklaşımlar gelebilirdi. Yıllardır Elmalı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı muhteşem tefsirini sadeleştirerek soyulmuş portakal gibi çürümeye terk eden meslektaşlarıma içimden itiraz ederdim, aynı duyguları elbetteki Bediüzzzaman’ın eserlerine yapılan muamele de bende aynı itiraz duygularını depreştirdi.

Ben bu yazımda birilerini tenkit etmek yerine, neden sadeleştirmenin Risalelere yakışmadığını Üstad’ın tesbitleri ve ilmî kaideler ışığında açıklamaya çalışacağım. Yapılanlar Nur’lara hizmet gayesiyle yapıldığından kimseyi tahkir ve tezyif etmeyi de uygun görmüyorum. Zira bu sadeleştirmeyi yapan arkadaşlara hatırlatmalıyım ki, Hocaefendi’nin Hitap Çiçekleri ve Kalbin Zümrüt Tepelerinde isimli eserleri çoğu yerlerde Üstad’ın eserlerinden daha zor anlaşılır haldedir.

Önemle hatırlatalım ki, Mehmed Şemseddin Yeşil bu meselede ilk yanlışlığı yapan ve hatta intihal denecek noktada Risaleleri sadeleştirerek kendi eseriymiş gibi neşreden insan olmasına ve Üstadımız razı olmamasına rağmen, milletin istifadesi ve de fitneye sebep olmamak için müdahale etmemiştir. Halbuki İnsanî Hakikatlar ve Zirve-i Tevhîd gibi eserleri Risalelerden muktebes sadeleştirilmiş metinler halindedir.

2-İLMÎ ESERLER ÜÇ ÇEŞİT ÜSLUP İLE YAZILIR VE BUNLARDAN ÜSLÛB-U ÂLÎ KISMI SADELEŞTİRMEYE GELMEZ

Üslup, usûl, tarz, oluş, yapış tarzı, anlatım yolu manalarına gelir. Edebiyatta yazarların kendilerine mahsus ifade tarzlarına denir. Her yazarın duygu, düşünce ve hayallerini sözlü veya yazılı olarak ifade ediş tarzı diğerlerinden farklılık gösterir. Bu farklılık, o yazarın üslûbunu ortaya çıkarır. Yazar olmanın en belirgin şartlarından biri, başkalarından farklı bir ifade tarzına, yani üslûba sahip olmaktır.

Bediüzzaman Hazretleri Muhâkemat adlı eserinde bu meseleyi açıklamaktadır ve biz bazı kelime ilaveleri ve misallerle bu tespiti aktarmaya çalışacağız:

Kelâmın selâmet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve üslûb elbisesini tevzi’ ve giydirmektir. Hem de hikâyette olursa mütekellim kendini hikâye ettiği şeyin yerinde farz etmek gerektir. Şöyle: Eğer başkasının hissiyat ve efkârının tasvirinde ise hikâye ettiği şeye hulûl etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir. Eğer kendi malında tasarruf etse, alâmet-i kıymet olan itibar ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak ve istidad ve rütbesini nazara almak ile taksiminde adalet ve üslûblarda istidadın kametine göre kesmektir. Tâ her bir maksad onun münasibinde olan üslûbdan cilveger olabilsin. Zira üslûbun esasları üçtür:

Birincisi: Üslûb-u mücerreddir. Buna sade üslup da denir. Genellikle talebeye yönelik ders kitapları böyle kaleme alınmaktadır. Buna Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tûsî’nin sade olan ma’rez-i kelâmları gibi… Bediüzzaman Hazretleri 19. Mektup’ta Peygamberimizin mu’cizelerini anlatırken bu üslubu kullanmıştır. Zaten sadeleştirmeye ihtiyaç yoktur. Ancak sadeleştirme mümkündür.

Eğer günlük muamelelerinde, insanlar arası konuşmalarda ve âlet olan ilimlerde isen; vefa (manayı ifadeye yetecek kadar kelime kullanma), ihtisar (en kısa yolu seçme) ve selâmet ve selaset ve tabiîliği tekeffül eden ve sadeliği ile aslında anlatılan konunun güzelliğini gösteren üslûb-u mücerrede yetinmelisin. Biraz önce dediğimiz gibi ders kitaplarında veya günlük konuşmalarda mutlaka bu kullanılmalıdır.

İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. Süslü ve bezekli üsluptur. Bunun sahibi mananın aktarılmasından ziyade muhatabı coşturmayı ve bütün edebi san’atları kullanmayı hedefler. Fethullah Hoca Efendi’nin Hitap Çiçekleri ve Kalbin Zümrüt Tepelerinde adlı eserleri; Necip Fazıl’ın hemen hemen bütün nesir kitapları; Sezai Karakoç’un kitapları bu guruba girebilecek muasır eserlerdir. Abdülkahir Cürcani’nin “Delail-ülİ’caz” ve “Esrar-ül Belâga”sında, Sekkâkî’nin Miftah’ul-Ulûm adlı eserlerindeki şa’şaalı ve parlak kelâmları eski eserlerden verilebilecek en güzel misallerdir. Burada sadeleştirme ahengi bozar.

Eğer hitabet ustalığını göstermek istiyorsan veya karşındaki muhatapları ikna etmek üzere va’z, irşad yahut siyasi konuşmalar yapmak istiyorsan, süs ve parlaklık ve tergib (teşvik) ve terhibi (korkutma) manalarını tazammun eden üslûb-u müzeyyeni elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu’ ve avam perestane nümayiş etmemek gerektir.

Üçüncüsü: Üslûb-u âlîdir. Yani yüksek üsluptur. Sekkakî ve Zemahşerî ve İbn-i Sina’nın bazı muhteşem kelâmları gibi… Benin kanaatim Elmalı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı muhteşem tefsirinin bazı parçaları tamamaen üslûb-u âlî ile kaleme alınmıştır. Özellikle Allah’ın varlığını ispat ve Haşir ile alakalı meselelerde Elmalı üslûb-u âlîyi kullanmıştır. Zira anlatılan mevzuun ehemmiyeti ve ulviyeti bunu gerektirmektedir. Aynı şekilde Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatının önemli bir kısmı bu üslup ile kaleme alınmıştır. Zira anlatılan konuların yüceliği müellifi bu üslubu kullanma mecbur eylemiştir. Yoksa Bediüzzaman’ın da dediği gibi kendi san’atının tesiri cüz’îdir.

Eğer İlahiyat yani Allah’a iman (Âyet’ül-Kübra Risâlesi, 2. Şua ve 22. Söz gibi), ahirete iman (10. Ve 29. Sözler gibi) ve peygamberlikkurumu (19. Söz gibi) gibi konuları anlatacaksan yahut usûlüd’din yani kelam ilminin derin meselelerini yani mi’rac, meleklere iman ve benzeri konular gibi mevzuları araştırıyor ve bunları tasvir etmek istiyorsan, şiddet, kuvvet ve heybeti tazammun eden üslûb-u âlîden ayrılmamak gerektir. Elbetteki bakkaldan yumurta ve peynir isterken kullandığın üslup ile Bediüzzaman Hazretlerinin âlem-i vücub dediği Allah’ın zat, sıfat ve isimlerini anlatırken kullanacağın üslup bir olamaz. Ekonometri dersleri veren bir profesör, çocuklar anlamıyor diye ekonomi ve matematiğin en yüksek formüllerini kitabına yazmaktan vaz geçemez. (Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, sh. 109-111.)

Falih Rıfkı Atay şöyle anlatır:«Bizim lisenin edebiyat kitabında üslup üç türlüydü: Üslub-u sade, üslub-u müzeyyen, üslub-u âli. Sadesi belli: Ben senden vazgeçemem. Müzeyyeni: Gül bülbülsüz, bülbül nağmesiz olur, gönlüm sensiz olamaz. Âlisine gelince: Zemin çâk, asuman çakçâk olsa, tufan içinde tekne-i Nuh belirip onu bırak da sen yalnız gel dense, gitmem.

Biz üslup diye bu üçünü bilirdik. Muallim Naci sadesine, Recaizade müzeyyenine, Abdülhak Hâmid de âlisine meraklıydı. Sonra Meşrutiyet’te bir silah üslubu çıktı: Muhaliflerin ellerini kıymık kıymık edip kemiklerini havanda dövmedikçe hadlerini bilmeyecekler. Biz bunlara hürriyeti hangi dağdan indirmiş olduğumuzu göstermeliyiz.»

3-RİSALE-İ NUR’DA BEDİÜZZAMAN MÜ’ELLİF DEĞİL SADECE BİR TERCÜMANDIR; BU SEBEPLE SADELEŞTİRME MANEN ENGELLENMİŞTİR.

Bediüzzaman Hazretleri eserlerinin bir çok yerinde Risale-i Nur’un Kur’anın hakiki tefsiri olduğunu ve kendisinin ise sadece tercümanı bulunduğunu açıkça ifade etmiştir. Mustafa Sungur Ağabeyden duyduğuma göre Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatını Üstad’ın binlerce defa okuduğunu ve 400 ayetten süzülen bir manevi reçete olduğunu ifade etmiştir.

Bu sebepledir ki, değil sadeleştirme, Risale-i Nur’un kendi içinde farklı tasnifi ve tanzimi bile Üstadın ifadesiyle izin verilecek bir mesele değildir. Geliniz bu tespiti Üstad’dan aynen dinleyelim:

‘’Dört ayrı ayrı mebhastır. Bu dört mes’ele birbirinden uzak olduğundan, bu mektub perişan görünüyor. Bu perişan mektub münasebetiyle kardeşlerime ihtar ediyorum ki:

Bu küçük mektupları hususî bir surette, hususî bazı kardeşlerime yazmıştım. Büyük mektuplar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lâzım geldi. Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih v etanzim etmeye me’zun değiliz! İşte bu Onbirinci Mektub, perişan bir surette, birbirinden çok uzak [dört mes’ele] den ibarettir. Hem müşevveş, hem perişandır. Fakat şâirlerin ve ehli aşkın, zülf-i perişanî sevdikleri ve istihsan ettikleri nev’inden,bu mektub da zülf-i perişan tarzında soğuk tasannu’ karışmadan, hararet ve halâvet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmıştır.’’(Bediüzzaman Said Nursi, Fihrist, sh. 38-39.)

Bu yüzden ağabeyler, Söz Neşriyatın yeniden tanzim edilen şekline dahi soğuk bakmışlardır; ancak asliyetine halel gelmediğinden sonradan müdahale edilmemiştir.

4-NUR TALEBELERİNE DÜŞEN VAZİFE: İZAH, TEFSİR VE TANZİMDİR

Bütün bu söylenenlerden sonra anlaşılıyor ki, Nur Talebelerine ve Bediüzzaman’ı gönülden sevenlere düşen vazife, yine Üstad’ın ifade ettiği ve izin verdiği izah, tefsir ve tanzimdir.

Nitekim Üstad Hazretleri bu meseleyi şu şekilde açıklamaktadır:

“Bu dürûs-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile şerh ve izah haricinde bir şey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur’anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-üla’mal kaidesiyle, her birimiz bir vazife deruhde edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!..” ( Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, sh. 426.)

‘’Evet Risalet-ün Nur, size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin herbirisine, meselâ Kur’an’ın Kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlarcem’edilse ve hâkeza..mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir.

Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor.

Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşâallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci mektubları te’lif ile ve Dokuzuncu Şua’ın Dokuz Makamını tekmil ile ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertib ve tefsir ve tashih ile devam edecek. Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlasından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevî, bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.’’ ( Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, sh. 371-372; Kastamonu Lahikası, sh. 56-57.)

Bu açık beyanlar ve abilerin naklettiği Ahmed Fevzi Ağabeye Üstadın söylediği ‘’Eğer sadeleştirirsen o senin eserin olur’’ hatırasıyla mesele iyice anlaşılmış oluyor.

Bir Nur Talebesi, Risale-i Nurları atıf vermek şartıyla Nurlardan iktibas ederek izahlar yapabilir. Dipnotta kaynakları göstermek şartıyla kendi üslubuyla Nurlarda açıklanan bir meseleyi kendi üslubuyla açıklayabilir. Risale-i Nura dayalı mastır ve doktora tezleri ile müstakil araştırma eserleri yayınlayabilir. Risale-i Nuru istifade amaçlı tanzim ve yeniden tasnif edebilir. Ama Üstad’ın bile bize manen izin verilmedi dediği tarzda sadeleştirmeye yahut Risale-i Nur’un tamamını farklı tanzimlerle tab’ etmeye kimsenin hakkı yoktur.

Kaynak: Risale Haber

Risale-i Nurların sadeleştirilme krizi iyi yönetildi mi?

Bu hafta bir süredir kamuoyunu meşgul eden sadeleştirme krizi konusunu ele almayı kendi misyonum açısından vicdanî bir borç olarak gördüm. Geçen hafta Allah’ın (cc) bizi birbirimize ve sair ümmetlere karşı şahit olarak yarattığına işaret etmiştim. Bu hafta bu önemli şahitliklerden birini denemiş olacağım.

YAYINCI AÇISINDAN SÜREÇ

Ufuk yayınları bu işe uzun bir süre önce karar vermiş olmalı. Zira Lem’alar gibi ağır bir metnin sadeleştirilme ameliyesi, kısa süre içerisinde tamamlanamaz. Daha önce yapılan sadeleştirme denemeleri cemaatin bir kısmından sert tepki gördüğü için sonuçsuz kaldığı düşünülecek olursa, yayınevi yeni bir tepki dalgasıyla karşılaşacağını hesap etmiş olmalı. Buna rağmen bu tepkiyi artıracak şekilde teknik bir hatanın işlenmiş olması –yayıncı kurnazlığı olarak bilerek yapılmadıysa- görmezden gelinemez.

Öteden beri sadeleştirme, şerh etme, özetleme (muhtasar) gibi tasarruflarda kitabın dış kapağı üzerine kitabın orijinal ismi, yazarın ismi ve sadeleştirmeyi yapanın ismi açıkça yazılır, okuyucunun aldatılmasına meydan verilmezdi. Oysa tartışmaya konu olan neşirde, kapak üzerinde ne sadeleştirildiğine dair bir bilgi ne de sadeleştirenin ismi yer almamış. Bu affedilemez bir yayıncı kusurudur. Kanaatimce derhal düzeltilmelidir. Bu işlem yayıncılık açısından önemli bir güçlük oluşturmaz.

ORTAYA KONULAN TEPKİ AÇISINDAN SÜREÇ

Kanaatimce Ağabeyler adına yayınlanan bildiri dikkatli bir şekilde hazırlanmamıştır. Yayıncının tahrik edici yöntemine bir karşılık olduğu ileri sürülse de üzerinde önemle durulması gereken eksiklikler içermektedir.

Birincisi dili oldukça sert ve kırıcıdır, kamuoyuna açıklanacak bir metin, insanları gıybet ve dedikoduya sevk edecek tahrik edici unsurlar içermemelidir. İkincisi, böyle durumlarda olayın ilerideki süreç içerisinde alabileceği bütün şekiller hesap edilmeli, her hale uygun diplomatik ve dengeli bir metin hazırlanmalıdır.

Uzun süredir yüzyüze istişare etme imkanı bulunmayan ağabeyler arasında böyle bir metin hazırlamak gerektiğinde anlaşılan, abilerden biri tarafından metin dikte edilmekte, diğerlerine telefon ya da faksla ulaştırılmaktadır. Çoğu nezaketen kabul edilmiş görünen bu metinlerde istişareden beklenen menfaatler yerine, o abinin etrafında o anda bulunan insanların halet-i ruhiyesi etkili olmaktadır.

Son yayınlanan ortak metnin dili öfkeli bir halet-i ruhiyenin dilidir.  İstişare metninde yer alması sakıncalıdır. Bir vesile ile elimizde bulunan istişare metinleri bu husustaki incelikleri şöyle izah eder:

Mü’min kardeşini sever ve sevmeli, fakat fenalığı için yalnız acır; tahakkümle değil belki lütufla ıslahına çalışır.” (Yirmibirinci Lem’a)
Risale-i Nur’un mesleği nezihane, nâzikane, kavl-i leyinledir. Haklı meşveret ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden böyle mahzurlu hallerin izalesi yine ancak sıhhatli meşveretlerle olabilir. (25.11.2010 Kayseri)

Konu sadece olayın hukukî boyutu ile meşgul olacak insanlar arasından çıkarılıp, umumileştirildiğine göre, bu konuda cemaatin umumi bir meşveretine ihtiyaç vardır. Bu tür ani kararların ve keskin beyanların yapılacak istişareleri etkileyecek olması diğer önemli bir kusurdur. Öteden beri istişarelerden beklenilen neticenin alınamaması buna bağlıdır. Başka bir istişare metni bu meseleyi şöyle ifade eder:

Cemaatimiz nezdinde şimdiye kadar icra edilen istişarelerin müessiriyetine mani olan halleri şöyle sıralayabiliriz:
(a)Hürmet telakkimizdeki yanlışlıklar. Yani bir büyüğümüze hürmet etmek başka,  edep ve terbiye tahtında farklı kanaat izhar etmekse başkadır. Bu iki hususu, biri birinden ayıramadık.
(b)Cemaat olarak, karşılaştığımız imtihanlarda tarafgirlikten hasıl olan rahatsızlıklar, makul olmayan düşünce ve kanaatler hizmet adına zararlar tevlit etmiştir.
(c)Kendilerine hürmet edilen ve ağabey kabul edilen muhterem zevatta farkında olunmadan tezahür eden tahakküm alışkanlığı, farklı fikir serdetmeye mani teşkil etmiş ve netice olarak istişare kâmil manada icra edilememiştir.
(d)Hissiyatın aklıselime galip geldiği hallerde, cemaat mensupları arasında rekabet duyguları, maalesef, tezahür etmektedir. Bundan kaynaklanan muhalefet, kâmil manada meşvereti imkânsız hale getirmektedir. (Erzurum 8.Temmuz.2006)

Üzerinde iyi çalışılmayan bir metin olduğunu söylemem boşuna değil. Sekizinci maddede yer alan “Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir..” ifadeleri ve devamının konuyla uzak yakın bir ilgisi görünmemektedir. İlk paragrafta adresi de verilen ithamın -her şeye rağmen, risalelerden yüz çevirmeyip sadeleştirerek de olsa yüzbinlere risale okutmayı hedefleyen bir girişim için kullanılması doğrusu inandırıcı değildir.

NELER YAPILABİLİRDİ?

Gelinen noktanın seçenekler arasındaki en iyi tercih olduğunu söylemek ehl-i insafa yakışmaz. Ben sebep olma noktasında herhangi bir tarafı işaret edebilecek durumda değilim. Ancak ortada önü alınmaz ise, tehlikeli bir sürecin başladığını söylemek durumundayım. En hafifi gıybet ve dedikodu olmak üzere iftira ve düşmanlıklara varabilecek bir uçurumun başındayız. Tarafların doğrudan ya da ikili görüşmeler yapması, arabulucuların denenmesi, hukuki sürecin işletilmesi, bütün bunlardan netice alınamaz ise sessizce dershanelerde bu eserlerden uzak durulması öğütlenebilirdi.

Basın aracılığı ile tartışma Nurculuk geleneğinde pek görülen bir usul değildir. Maalesef en sonunda bile yapılmaması gereken şey, en baştan yapılmış oldu. Bu gün çoktan unutulmuş olsa da risalelerin Osmanlıca ya da Latin harfleri ile yazılması konusundaki ihtilafta, Üstad’ın yazılı bir tek satır bırakmaması esasen bize yol gösterici bir tedbirdi.

RİSALELERİN ANLAŞILMA PROBLEMİ VAR MI?

Bu konuda samimi itiraflarda bulunmalıyım!

Acizleri 2014 yılına kadar yaşarsam ilk derse gidişim üzerinden 40 yıl geçmiş olacak. Bu sürede çok sayıda insanın dersini dinleme imkanım oldu. Şimdi geriye baktığımda sadeleştirme işine en çok karşı çıkan ağabey ve kardeşlerin yaptıkları derslerde hemen iki üç cümle okuduktan sonra tam bir vaiz gibi izahlara giriştiklerini gülümseyerek hatırlıyorum. Hatta bazen o kadar konu dışı atıflar, temsiller, sözler, havada uçuşuyor ki onları bir çuvala sığdırmak için neredeyse daire-i imkan haricine çıkmak gerekiyor. Öyleyse samimi olalım! Risale-i Nurların bir anlaşılma problemi vardır. Üstad’ın vefatından sonra neredeyse bir ara sınıf ortaya çıkmış durumda. Uzaktan bakan şöyle görüyor. Cemaat içinde bir okuyup izah eden sınıf, bir de dinleyen sınıf var.

Anlaşılma problemini farklı yöntemlerle aşmaya çalışan kardeşler de var. Her konunun kolay anlaşılabilir yerlerini bir araya getirip, derslerde o bahisleri okuyorlar. Tabi ki çoğu zaman seçilen bahisler arasında mantık ilgisi kurmak zorlaşıyor. Az çok fikri ilerlemiş kardeşler, bu bahis burada niçin okundu acaba diye akıl çilesi çekiyorlar.  Daha farklı yöntemler de var ama uzatmayalım! (Uzatmayalım dedim ama sonradan uzatmak icap etti. İlk zamanlar sayfalarda geçen ayetlerin meallerini verme ve eserlerin sonuna lügatçe ekleme, cemaat içinde tartışılır, ancak bunun Üstad’ın tarzına bir ihanet olduğu ileri sürülür reddedilirdi. Aradan geçen süreçte her nasılsa bu ihanete artık alıştık. Tartışmıyoruz!)

Risale-i Nurların aslı okunduğu için bu yöntemlerin zararları telafi ediliyor. Esasa zararları olmuyor. Ancak bu nur dershanesi için geçerli bir durumdur. Tekrar etmeye gerek yok risalelerin anlaşılma ihtiyacı vardır. Bunu çözümü için sadeleştirme alternatif olabilir mi bunu tartışacağız!

ÜSTADIN RİSALELERE PARMAK KARIŞTIRMA KONUSUNDAKİ ŞİDDETLİ BEYANLARI

Bu noktada hemen Üstad’ın şiddetli beyanları hatırlanacaktır. Bunlara can ve başla itaat ediyoruz. Ancak sözün zahiri altında kastedilen manaya dikkat etmek gerekir. Üstad’ın ilgili beyanları risalelerin yazılma ve neşir döneminde söylediği dikkate alınmalı. Risaleler elle yazılıyor ve yazanların -birkaç isim dışında- yazı ile Osmanlıca ile bir ilgileri bulunmuyordu. Hiç kimsenin bir harfle dahi oynamaması, eserlerin sıhhati açısından son derece önemliydi. Üstad büyük bir himmetle ve sıra dışı bir gayretle 600 bin nüshaya varan el yazma risaleyi tashih etmiş, eserlerin hatasız yazılmasını temin etmişti. (Haze min fazlı Rabbina). 1957’den itibaren çoğumuzun bildiği şekilde vefatına kadar geçen sürede Latin harfleri ile neşrini tamamladı.

Üstad’ın vefatından önceki bir kısım tasarrufları, işaret ettiğim anlayışın doğruluğunu ortaya koyar. Bu arada Üstad’ın bütün hayatı boyunca bir çok meselede nazara verdiği ve ona binaen çözüm ürettiği usul-i İslamiyenin bir kaidesine işaret etmeliyim.  “Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz.” Bu kaide Risale-i Nurlarda önemli bir yer işgal eder. Asıl konumuz olan üslup açısından bu kuralın uygulanışını görmek için Nurun İlk Kapısı ile Küçük Sözleri kıyaslamak yeterli olur.

Üstad bu kaideye sadeleştirme açısından riayet etmiş midir? Asıl önemli soru bu. Lise talebeleri derse geliyor diye Latin harflerine müsaade eden Üstad için bu sorunun cevabı hayır olamaz! Bu tartışmalar sırasında yeni bir şey daha öğrendik.

Üstad şefkat-i imaniyesi gereği Kastamonu Lahikasında ölçüyü kendi çizmiş:

”Saniyen: Burada, Lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem’a’nın ism-i Adl ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem’ası hâtimesine kadar, Âyetü’l-Kübrânın, ‘Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafir…’ diye başlayan Birinci Makamın başından ilham, vahiy mertebeleri hariç kalıp, ta On Sekizinci Mertebe olan kâinatın hudus hakikatı, ta imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı maneviyle izin verdik. Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla ehl-i inkâra on ikilik top güllesi gibi atabilirsiniz. Fakat yirmi sene evvelki Türkçe ile şimdiki Türkçe farklı olduğundan, yeni Türkçe için bazı kelimat-ı Arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle yapabilirsiniz. Risale-i Nur yirmi sene evvelki Türkçe ile konuşur. O zamanı görmeyen gençlere teshilat olması için bazı tabiratı değiştirirseniz iyi olur.” (Bu ibarenin sonradan çıkarıldığını ileri sürmek, meselenin aslını ortadan kaldırmıyor. Abdurrahman Iraz’dan alıntı.)

Bana göre bundan sonraki kararı zaman verecektir. Zaman bir şey hakkında karar verse itiraz edilmez. Zamanı gelmemiş ise zaten hiçbir teşebbüs başarıya ulaşamaz.  Öyleyse sadeleştirme konusunda yapılan işi, vicdan-ı umumiye havale etmek en doğru çözüm olacaktır. Vicdanlar kabul eder, efkar-ı umumiyede yaygınlaşırsa sadeleştirmenin zamanı gelmiş demektir. Yoksa reddedilir. Bu konuda kavga çıkarmak yerine, halkın sağ duyusuna güvenmek daha emin bir yoldur.

İslam tarihi, Üstadımız ve emsali pek çok alimin menkıbelerine şahit olmuştur. Zaman içinde bunların eserleri yeniden yeniye ele alınmış, bir kısmı özetlenmiş, bir kısmı yeni bir üslupla yeniden yazılmış, izah edilmiş, tefsiri yapılmıştır. Zamanın ömrü varsa bunların hepsi Risale-i Nurlar için de yapılacak, zamanı geldikçe bu işlere el atan insanlar ortaya çıkacaktır. Bu bir yaratılış kanunudur. Sünnetullahtır. Duamız bu işlere layık ellerin uzanmasıdır.

Nur cemaatleri kendi vazifelerine bakacaklar, ancak ilim alemi bu eserleri ince eleklerle eleyecek, farklı usul ve yöntemlerle farklı eserler elde edeceklerdir. Bu gelişmelere “az olsun benim olsun” mantığı ile karşı çıkmak, oyuncağı elinden alınan çocuğun ağlamasından öte bir anlam ifade etmeyecektir.

Şunun farkına varmak lazım,  Bediüzzaman bir dünya lideridir. İttihad-ı İslamın temini, uhuvvet-i imaniyenin inkişafı, fen bilimlerini esma tecellisi olarak gösteren kainat tefsirini bütün dünya dillerinde okutturma gibi, yüce hedefleri vardır. Kusura kalmayın bu haliyle Bediüzzaman’ı hiçbir cemaat, hiçbir şahıs, tek başıyla temsil edemez, istiab edemez, kucağına sığdıramaz! Hepimiz birbirimize muhtacız. Birinci farz aramızdaki uhuvvettir. Bu hiçbir gerekçeye feda edilemez!

BEN CEMAATİMİZİN SADELEŞTİRİLMİŞ METİNLER OKUMASINI İSTEMİYORUM

Sadeleştirme için benim ne düşündüğümün bir önemi yok. Bu konuda Nur talebeleri arasında ortak bir kanaat vardır. Ben şahsen Üstad’ın üslubu dışında hiçbir dini metni okuyamam. Zaten hiç kimse eserlerin aslını bırakın bunları okuyun diye bir telkinde bulunmuyor.

Bu durumda sadeleştirmeye karşı olmakla birlikte bu konuda ısrarlı olanlara karşı alınacak tavır ne olmalıdır sorusu önem kazanmaktadır.

Allah için şahitlik yapacak isek Risale-i Nur’un “hayat dairesi” ile ilgili görevlerini başarılı bir şekilde yerine getirdikleri açıkça görülen bir cemaatin, ihtiyac-ı dahiliden geldiğine inanılan sadeleştirme tasarrufu hakkında, insaflı olunmalıdır. Yukarıda kendi dershanelerimizde yaşanan garipliklere işaret etmiştim. Bunları dershane ortamında izale etmek kolaydır. Ancak okul, yurt, dershane, üniversite gibi umumi ortamlarda hizmete soyunan bir cemaatin, bizim yöntemimizle Risalelerin anlaşılmasını sağlama imkanı yoktur. Hem çok sayıda yerlerde bu eserleri okuyup izah edecek yetişmiş insan bulunmaz, hem de açıklama ve izah ihtiyacı “kürsüden serbest atış yöntemi (!)” ile karşılanamaz. Bu yerlerde en iyi yöntem kayıt altına alınan, yanlışı doğrusu rahat bir şekilde kontrol edilebilen ciddi bir emekle yapılmış sadeleştirmedir. Bunun zararı daha az olur.

Daha önce bu konuda iki defa geri adım atıldığını biliyoruz, bu defa katî bir ihtiyaç olmasa gereksiz yere tartışma çıkarılmaz, yeni bir teşebbüste bulunulmazdı. Demek oluyor ki bu adım kararlı bir adımdır. Her halükarda her cemaat kendi bildiği tarzda hizmetine devam edecek, ama kardeşlik ve duaya zarar verilmeyecektir. İttihad-ı İslamı ve uhuvvet-i İslamiyeyi korumak farz, risaleleri aslından okumak sünnet hükmündedir.

Bu olayı bir an unutup şu örneği düşünelim: Söz gelimi yeni bir cemaat çıksa, “kardeşim biz Risale-i Nur okuyacağız. Ama bunları kendi anlayacağımız şekilde sadeleştireceğiz, kendi anladığımız şekilde hizmet edeceğiz” deseler.  Biz bunlara “hayır Risale-i Nurlara dokundurtmayız. Sizi mahkemelerde perişan ederiz. Sizi her yerde gıybet ederiz” diye savaş mı ilan edeceğiz?

Elbette o cemaatin menfaatini dikkate alan şefkat-i imaniye sahipleri, bunlara diyecek ki “Kardeşim tamam öyle yapın! Lakin bunları sadeleştirmek için biz size yardım edelim. Elden geldiğince doğru olarak yapılsın!”

Gençleriniz bilmez, bir zaman şimdi iki kuvvetli cereyan aleyhinde iki broşür yayınlatıldı. Aradan kırk yıl geçti, açılan yarayı hala tamir edemedik. Manevi vücudumuzda yeni yaralar açmak, gelecek asrın öncüleri olarak bakılan genç kardeşlerdeki akl-ı selim ile kabil-i telif olmadığı inancındayım.

(Dipnot: Aziz okuyucum. Bir iki defa Üstada ait, yayınlansın yayınlanmasın bütün mektupların bir merkezde toplanması, bir süre sonra yeni iddiaların kabul edilmemesi gerektiğine ve eserlerin Osmanlıca nüshalar arasında edisyon kritik yöntemi ile neşrinin yapılması mecburiyetine işaret etmiştim. Ama yayıncıların hiç biri bu konuda ses çıkarmadılar. Şimdi herkes cebinden kurşun çıkarır gibi mektup çıkarıyor. Bu durumun sürdürülmesi imkansız. Bana kalırsa öncelikle bu gereğinden fazla büyütülen gündemi bırakıp bu iki konuyu tartışmalıyız.)

Ramazan Balcı / Risale Haber