Kategori arşivi: Yazılar

Hz. Ebu Eyüp El-Ensari Kimdir?

Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd b, Küleyb el-Ensârî (ö. 49/669) Hicret sırasında Hz. Peygamber’i Medine’de evine misafir eden ve Türkiye’de “Eyüp Sultan” unvanıyla anılan sahâbî.

Hazrec kabilesinin Neccâroğulları kolundandır. Hicretten iki yıl kadar önce hanımı Ümmü Eyyûb ile birlikte müslü­man oldu ve ensardan İslâmiyet’i ilk kabul edenler arasında yer aldı. Nübüvve­tin 13. yılında yapılan İkinci Akabe Biatı’nda bulundu (622], Hicretten sonra Resûl-i Ekrem onunla, ileri gelen sahâbîlerden Mus’ab b. Umeyr arasında kar­deşlik bağı (muâhât) kurdu. Hz. Peygamber’le birlikte Bedir, Uhud, Hendek,  Hayber, Mekke’nin fethi ve Huneyn baş­ta olmak üzere bütün gazvelere katıldı. Savaşlarda ona zarar gelmemesi için ya­nından ayrılmaz, hatta bazı geceler ça­dırı etrafında nöbet tutardı. Vahiy kâ­tiplerinden olması sebebiyle Hz. Peygam­ber zamanında Kur’ân-ı Kerîm âyetleri­nin bir araya getirilmesine hizmet etti. Ashap arasında ilmiyle de tanındığı için kendisine sorulan dinî konularda pek çok fetva verdi.

Sağlıklı olan herkesin Allah yolunda savaşa katılması gerektiğine inanan Ebû Eyyûb el-Ensârî, “Kendi elinizle kendi­nizi tehlikeye atmayınız” (el-Bakara 2-195) mealindeki âyette sözü edilen teh­likeyi savaşa gitmeyip işiyle gücüyle meş­gul olmak şeklinde açıklardı. Bu sebep­le ihtiyarlık döneminde bile her yıl bir savaşta bulunmaya gayret etti. Katıldığı seferlerin sonuncusu müslümanların ilk İstanbul kuşatması oldu. Onun bu ku­şatmadan bir yıl sonra (49/669) gönde­rilen Yezîd b. Muâviye kumandasındaki takviye birliğin içinde bulunduğu da ri­vayet edilmektedir.

Ebû Eyyûb. kuşatma devam ederken hastalanarak 49 (669) yılında vefat etti. Ancak 50 (670) veya 55 (675) yıllarında öldüğü de ileri sürülmüştür. Cenaze namazını Ye­zîd b. Muâviye kıldırdı. Vasiyeti üzerine bir askerî birlik tarafından surlara ya­kın bir yere götürülerek oraya defnedil­di. Durumu öğrenen Bizans imparatorunun kuşatma kalktıktan sonra onu kab­rinden çıkarıp vahşi hayvanlara yedire­ceğini söylediği, fakat İslâm ordusu ku­mandanı tarafından gönderilen cevap­ta, böyle bir şey yapıldığı takdirde İslâm ülkesinde yaşayan hıristiyanların ve kili­selerin zarar göreceği bildirilince kabre dokunmayacaklarına dair teminat ver­diği nakledilmektedir.

Ebû Eyyûb’un kabrinin sonraları bir bina içine alındığı, kıtlık zamanında kab­rini ziyarete gelen hıristiyanların onun hürmetine yağmur istediği ve asırlar bo­yunca bu kabrin itina ile korunduğu söy­lenmekte, bazı seyyahların verdiği bilgiler de bu rivayetleri doğrulamaktadır. Bu seyyahlardan Ali b. Ebû Bekir el-Herevî (o. 611/1215), Ebû Eyyûb el-Ensârfnin kabrini ziyaret ettiğini belirtmiştir. Fâtih Sultan Mehmed’in İs­tanbul’u fethinden sonra kabrin yerinin Akşemseddin tarafından keşf yoluyla belirlendiğine dair Osmanlı tarih kaynak­larında geniş şekilde yer alan haberlerle bu bilgiler çelişmemektedir.

Zira kabrin yeri korunmuş olmakla beraber İstan­bul’un fethi sırasında sur dışında çok sayıda manastır, kilise, ayazma ve kutsal sayılan mezar bulunduğu için herhalde kabrin yeri kesin olarak bilinmemekteydi. Bir başka ihtimal de 1204 yılında Latinler’in İstanbul’u istilâsı esnasında şehir üç gün boyunca yağmalandığı ve hıristiyanlarca kutsal sayılan yerler yıkıldığı için Ebü Eyyûb’un kabrinin de tahrip edilmiş olmasıdır. Osmanlı padişahlarının tahta cülusunda kılıç kuşanma merasimleri, şeyhülislâm ve bilhassa nakîbüleşrafın da bulunduğu bir törenle Ebû Eyyûb el-Ensârfnin türbesi önünde yapılırdı.

Resûl-i Ekrem Medine’ye hicret edin­ce Medineli müslümanların her biri onu evinde misafir etmek istedi. Ancak Hz. Peygamber, bir tercih yaparak onlan gü­cendirmemek için devesinin çökeceği ye­re en yakın eve misafir olacağını söyle­di. Kendisini taşıyan devenin önce bir yere çöktüğü, buradan hemen kalkıp bi­raz ileride tekrar çöktüğü görüldü. Resûlullah oraya en yakın olan ve dedesi Abdülmuttalib’in annesi tarafından ken­disine yakınlığı da bulunan Ebü Eyyûb’un evine yerleşerek burada yedi ay misafir kaldı. Bundan dolayı Ebû Eyyûb “Mihmandâr-ı Nebî” unvanıyla anılır.

Bu ev İslâmiyet’in öğretildiği bir mektep duru­mundaydı. Hz. Peygamber fakir muha­cirlere burada yemek verir, kendisine sunulan hediyeleri fakirlere burada da­ğıtırdı. Ev sahiplerine her vesile ile dua eder, onların bolluğa kavuşmalarını, huzur ve afiyet içinde olmalarını dilerdi. Resûl-i Ekrem kendi evine taşındıktan sonra da zaman zaman Ebû Eyyûb’un evine misafir olurdu.

Ebû Eyyûb haksızlıklara tahammül edemez, doğru bildiğini söylemekten çe­kinmezdi. Cihad maksadıyla gittiği Mı­sır’da vali olan sahâbî Ukbe b. Âmir’in akşam namazını geç kıldırdığını görün­ce onu uyardı. Resûl-i Ekrem’in akşamı geç kıldığının zannedilmesine sebebiyet vererek halka kötü örnek olmamasını söyledi.

Namazları müstehap olan vakit­lerinde kıldırmayan Medine Valisi Mervân b. Hakem’e muhalefet eder. Resulullah’a uyduğu takdirde kendisine uya­cağını, aksi halde aleyhinde bulunacağı­nı açıkça söylerdi. Bir gün Ebû Eyyûb’u Resûl-i Ekrem’in kabrine başını dayamış olduğu halde ağlarken gören Mervân bu hareketinin sünnete aykırı olduğunu söyleyince Ebû Eyyûb, “Ben bu mezar taşına değil Resûlullah’a geldim. Onun, “din işlerini ehliyetli kimseler üstlendiği zaman kaygılanmayın; ancak ehil olma­yanlar başa geçince ne kadar ağlasanız yeridir” dediğini duymuştum” diye ce­vap verdi.

Medine döneminden itibaren Hz. Peygamber’den hiç ayrılmadığı halde Ebû Eyyûb el-Ensârî’den sadece 150 hadis rivayet edilmesinin iki önemli sebebi var­dır. Bunlardan biri hadis rivayetinde çok titiz olması, diğeri de ömrünün savaş­larda geçmesidir. Kendisinin bilmediği bir hadisi Ukbe b. Âmir’den bizzat riva­yet etmek için Medine’den Mısır’a ka­dar gitmesi, söz konusu titizliğin eşsiz bir örneğini ortaya koymaktadır. Ondan hadis rivayet edenler arasında İbn Ab­bas, İbn Ömer, Berâ b. Âzib, Enes b. Mâ­lik, Câbir b. Semüre gibi sahâbîler ve Saîd b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Salim b. Abdullah, Atâ b. Yesâr gibi tabiîler bu­lunmaktadır.

Diyanet İslam Ansiklopedisi

Fatih Sultan Mehmet Kimdir?

Fâtih Sultân Mehmed, 30 Mart 1432 tarihinde Edirne Sarayında Hüma Hâtun’dan dünyaya geldi. Annesi onun gerçek saltanatını görmeden 1449 yılında vefât eyledi. Bir görüşe göre 19 ve bir diğerine göre 21 yaşında babasının vefatı üzerine üçüncü defa saltanat koltuğuna oturdu ve sınırları Tuna’dan Kızılırmak’a kadar genişleyen Devletinin başşehri olarak İstanbul’u almak ve Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olmak en büyük ideali idi.

İstanbul’u almak için Boğaz’a hâkim olmanın şart olduğunu bilen Sultân Mehmed, 1452’de Boğazkesen Hisârı dediği Rumelihisârını inşa ettirdi. Karşısında Yıldırım’ın inşa ettirdiği Anadoluhisârı yükseliyordu ve artık Osmanlının izni olmadan boğazı geçmek mümkün değildi. 1 Eylül 1452’de Edirne’ye dönen Sultân Mehmed, hemen kendisinin planlarını çizdiği topların dökümüne başladı. Deneyler yapıldı ve dünyanın harp aletleri alanında harikaları vücuda getirildi.

Planı sezen İmparator zor durumdaydı; zira Bizans ikiye ayrılmıştı. Avrupa, yardım için Katolik olmalarını istiyor ve Ortodokslar ise hayır diyordu. 12 Aralık 1452’de Ayasofya’da Katolik ayini yapılması, Sultân’ın işlerini kolaylaştırıyor ve Bizans Başbakanı Notaras, “Bizans’ta Latin şapkası görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederim” diyordu.

Bizans’lılar parlayan ateşlerine ve Hz. Meryem’e güveniyorlardı. Ancak 1453 Şubatında Edirne’den yola çıkan toplar 5 Nisanda İstanbul önlerine geldi. 6 Nisan’da muhasara başladı. 53 gün süren muhasara sırasında Fâtih’in ordusu, tarihe geçen kahramanlıklar yazdı. Bizans’ın Galata ile Sarayburnu arasına gerdiği zincirler, Osmanlı donanmasının karadan yürütülerek Haliç’e girmesiyle parçalanmıştı.

Muhasaranın 53. Günü Hz. Peygamber’in müjdelediği fetih 29 Mayıs 1453 günü gerçekleşti ve Osmanlı ordusu tekbir sesleriyle Topkapı ve Eğrikapı yönlerinden İstanbul’a girdi. Ayasofya’ya sığınan on binlerce insanın burnu bile kanamadı ve İslâm Hukukunun bu konudaki hükümleri aynen uygulandı ve herkese temel hak ve hürriyetleri tanındı.

Fâtih’in fetihten sonra yaptığı ilk iş, İstanbul’un maddi ve manevi imar edilmesidir. Bu işi tamamladıktan sonra Belgrad hariç bütün Balkanları Osmanlı Devleti’ne ilhak eyledi. Batıyı emniyete aldıktan sonra, kendisine pürüz çıkaran Karamanoğulları ve İsfendiyaroğulları Beyliklerini tamamen ortadan kaldırdı. Bu arada Bizans’ın artığı olan Trabzon’daki Pontus İmparatorluğu da 1461 yılında tamamen tasfiye edilmiş oldu. Komutanlarından Gedik Ahmed Paşa, Kırım’ı aldı.

Bütün bu fetihler, başta Abbasî Halifesi olmak üzere herkes tarafından takdir edilirken, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Fâtih’e kafa tutuyordu. Bunun üzerine Erzincan civarındaki Otlukbeli denilen yerde 1473 tarihinde bu sıkıntı da bertaraf edildi ve artık Osmanlı devleti Toroslara kadar genişledi. Fâtih Sultân Mehmed, yeni bir harbin hazırlığında iken, 1481 yılında 51 yaşında Gebze’de vefat etti.

28 yıllık padişahlığı süresince 2 İmparatorluk, 14 devlet ve 200 şehir fethederek Fâtih ünvanını Hz. Peygamber’den alan Sultân Mehmed, devletin sınırlarını 2.214.000 km2’ye genişletmişti ki, bu 3 Türkiye Cumhuriyeti eder demektir. Balistikteki keşifleri, Matematik ilmindeki dehası, dinî ilimlerde büyük bir âlim olması, Arapça, Farsça, Yunanca, Sırpça, İtalyanca ve benzeri önemli dünya dillerinden dokuzuna vâkıf olması, onu Osmanlı tarihinin en büyük askeri, devlet adamı ve âlimi olduğunu, düşmana ve dosta söyletmiştir.

Ona bu büyük fetihte yardımcı olan devlet adamları arasında, Çandarlı Halil Paşa, Mahmûd Paşa, Rum Mehmed Paşa, İshak Paşa, Gedik Ahmed Paşa, Zağanos Mehmed Paşa, Balaban Bey, Bali Bey ve benzeri çok sayıda devlet adamı ve komutanları saymak mümkün olduğu gibi, manevi komutanlar arasında ise, asrının büyük âlimlerinden ve maneviyât erenlerinden, Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Molla Zeyrek, Akşemseddin, Hızır Bey, Hocazâde Efendi, Molla Vildân ve Molla Şeyh Vefâ ve benzeri zatları zikretmek icabeder.

ZEVCELERİ: 1- Gülbahar Hâtûn; II. Bâyezid ile Gevher Sultân’ın annesi. 2- Gülşah Hâtun; Karaman Oğullarından İbrahim Beğ’in kızıdır. 3- Sitti Mükrime Hâtun; Dülkadiroğlu Süleyman Bey’in kızıdır. 4- Çiçek Hâtun; Türkmen Beyi kızıdır. 5- Helene Hâtun; Mora Despotu Demetrus’un kızıdır. 6- Anna Hâtûn; Trabzon İmparatorunun kızıdır; evlilikleri kısa sürmüştür. 7- Alexias Hâtun; Bizans Prenseslerindendir. ÇOCUKLARI: 1- Şehzâde Sultân Mustafa Hân. 2- Gevher Sultân. 3- Şehzâde Cem Hân. 4- Şehzâde Bâyezid Hân. 5- İsmi bilinmeyen iki kızı.

www.osmanli.org.tr

Hz. Nuh’un Gemisi

NUH’UN GEMİSİ deyince hemen Nuh Tufanı hatırlanır ve arkasından da bir takım sorular gelir: Nuh Tufanı bütün yer yüzünü kaplamış mıdır? Nuh Aleyhisselâm, gemiye koyduğu her canlı çiftini nasıl temin etmiştir? Tufan sonrasında gemi nereye oturmuştur?’ gibi. Nuh Aleyhisselâmın hadisesine, büyük Semavi Kitaplar yer verir. Ancak bu Kitaplarda olayın bütün ayrıntılarına inilmediği için, burada bir takım yorum ve değerlendirmeler yapılır. Bazı Hıristiyan araştırıcılar, Tufanın bütün yer yüzünü kapladığını ve gemiye bütün canlı çeşitlerinin alınmış olduğunu ileri sürerler. Hz. Nuh; Kur’an’da ve Tevrat’ta, peygamberler arasında anılır.

Hz. Nuh’un, insanlık tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Hz. Âdem’den sonra O’nun çevresindeki sınırlı sayıda kimse ile insanlık yeniden yer yüzünde yayılmış ve genişlemiştir. Peygamber olarak gönderildiği kavmi, ‘Nuh Tufanı’ olarak bilinen büyük bir musibete maruz kalmıştır. Bu tufan hadisesine Kur’an-ı Kerim’de muhtelif surelerde yer verilir.

‘Artık ona vahyettik ki, bizim gözlerimizin önünde (muhafazamız altında) bildirdiğimiz şekilde gemiyi yap. Vaktaki emrimiz gelir de tennur kaynamaya başlarsa, hemen o gemiye her cinsten eşler halinde iki tane ve bir de, içlerinden, daha önce kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanların dışındaki aileni gemiye al. Zulmetmiş olanlar konusunda bana hiç yalvarma. Zira onlar kesinlikle boğulacaklardır.’ (1)

Cenab-ı Hak, bu geminin kendi yardımıyla yapılacağını bildiriyor. Bazı tefsir âlimleri de bu âyetten, geminin yapımında, Nuh Aleyhisselâma Cebrail (A.S.)’ın yardımcı olduğunu anlatmışlardır. (2)

Tennur’un ateşlenmesi, tandır olarak dilimize geçen ve fırın manasına kullanılan ekmek pişirilen yerden suların fışkırdığı zaman şeklinde yorumlanabildiği gibi, geminin buharlı bir gemi olduğu ve bununla buhar kazanının ateşlendiği şeklinde de ifade edilmiştir.(2)

Yer yüzünde buharlı geminin 1700’lü yıllarda kullanılmaya başlandığı hatırlanırsa, Hz. Nuh’un gemisinin bize insanlık tarihini anlama bakımından çok önemli ipuçları sunduğu söylenebilir. Nuh Aleyhisselâma, Tennur kaynamaya başlarsa, vakit geçirmeden hemen her canlıdan birer çift alması emrediliyor. Hz. Nuh, yolculuk esnasında ihtiyaç duyacağı evcil hayvanlardan; tavuk, koyun, keçi, deve, sığır ve at gibi varlıkları almış olmalıdır. Yoksa, kelebekten karıncaya, yılandan köstebeğe varıncaya kadar bütün canlıların gemiye alınmasına ne gerek, ne ihtiyaç ve ne de zaman vardır. Bu olayda suların hem yerden fışkırdığı ve hem de gökten indiği bildirilir. ‘Biz de derhal nehir gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Ve yeri de pınarlar halinde fışkırttık. Artık su, takdir edilmiş bir emre binaen birbirine kavuşuverdi. Nuh’u da tahtalardan yapılmış, çivilerle çakılmış gemiye bindirdik.’ (3)

Tufan sonunda geminin Cudi dağına oturduğu belirtilir: ‘Kafirler boğulduktan sonra yerle göğe ‘Ey yer suyunu yut ve sen ey gök suyunu tut!’ diye emir buyuruldu. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cudi üzerinde yerleşti ve ‘Kahrolsun zalimler’ denildi.(4)

Cudi, Türkiye’nin Güneydoğusunda Şırnak dolaylarında 2000 m. yüksekliğinde bir dağdır. Hz. Nuh’un Irak dolaylarında irşatta bulunduğu, Cudi ismiyle Musul, Cizre ve Şam’da da birer dağın mevcut olduğu ve geminin de bu havalide bulunduğu rivayeti de vardır. (5)

Cudî, kelimesinin özel isim değil de sıfat olarak kabul edilmesi halinde, ‘bereketli, münbit yer’  anlamına geleceği, Nuh Aleyhisselâmın da; ‘Yarabbi! Beni bir mübarek menzile indir’ (6)  duasında bulunduğu, dolayısıyla geminin verimli bir arazinin yakınına inmiş olabileceğinden de söz edilir.(7)

Tevrat’ta bu geminin Ararat (Ağrı) dağına yerleştiği bildirilir. (8)  Hz. Nuh’un gemisinin Ağrı dağında olması mümkün değildir. Çünkü, bu dağın yüksekliği 5165 m. dir. Devamlı buzla kaplı olan bu dağın tepesine, gemiden inecek insanlar burada nasıl hayat sürdüreceklerdir? Zirvede çok azalan hava basıncı sebebiyle biyolojik olarak normal hayatın devamı âdeta imkânsızdır. Kutsal kitaplarda Hz. Nuh’un, dünyanın hangi bölgesinde yaşadığı ve Tufan olayının nerede geçtiği hakkında açık bir hüküm yoktur.

Kur’an, Nuh kavminin putlarıyla alâkalı olarak şunu ifade eder: ‘Ve dediler ki: Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; hele Ved’den, Suvâ’dan, Yegus’tan, Ye’uk’tan ve Nesr’den asla vazgeçmeyin!’ (9)  Bu isimdeki putlara Arabistan’da rastlanmakla beraber, Mezopotamya ilâhlarına ait ay ve yıldızları sembolize eden mahalli isimler olduğu, buradan hareketle Nuh kavminin Mezopotamya bölgesinde bulunmuş olabileceğine hükmedilir.(10)

Kur’an-ı Kerim’de, Tufanla ortadan kalkan Nuh kavminin topraklarına önce Âd kavminin daha sonra da Semud kavminin mirasçı geldiği ve bu yerin de İrem şehri olduğu belirtilir: ‘Düşünün ki O sizi, Nuh kavminden sonra onların yerine getirdi ve yaradılışta sizi onlardan üstün kıldı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki, kurtuluşa eresiniz.’ (11)

Âd kavminden sonra da aynı yere Semud kavminin getirildiği belirtilir. ‘Düşünün ki, (Allah) Âd kavminden sonra yerlerine sizi getirdi.Ve yer yüzünde sizi yerleştirdi.’ (12)  ‘Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; direkleri (yüksek binaları) olan, ülkelerde benzerleri yaratılmamış İrem şehrine, o vadide kayaları yontan Semud kavmine.’ (13)

İrem şehrinden Tevrat’ta da söz edilir. Dolayısıyla Nuh kavminin Tufandan önce yaşadığı yerin İrem şehri olması kuvvetle muhtemeldir. Bu yerleşim yerinin Lut Gölü’nün güneybatısında Edom’un merkezi olduğu bildirilmektedir.(14)

Tufandan sonra Nuh Aleyhisselâmın, yanındaki az sayıdaki kimse ile Mezopotamya’nın Ur şehrine yerleştiği kanaati hakimdir. Kur’an-ı Kerim de bunların az sayıda olduğuna dikkati çeker: ‘..Zaten beraberinde iman eden pek az insan vardı.’ (15)

Tevrat’ta ve Yahudiliğin ikinci derecede kutsal kitabı Telmud’un haberlerinde, Hz. İbrahim’in büyük dedesinin Nuh Aleyhisselâm olduğu, ve O’nun ölümüne kadar yanında Ur şehrinde kaldığı belirtilir.(16)  Hikmet cihetiyle bakıldığı zaman Nuh Tufanının, sadece Nuh kavminin yaşadığı bölgeleri içine alacak şekilde meydana gelmiş olması beklenir. Nitekim, bu kavimden sonraki Lut, Âd ve Semud kavimlerine gelen musibetler de, sadece o kavimlerin yaşadığı bölgelerde görülmüştür. Eldeki veriler, getirilen yorumlar ve genel kanaat, Nuh kavminin Lut Gölü çevresi ile Mezopotamya arasında olduğu yönündedir. Dolayısıyla Nuh Tufanın da bu bölgeyi içine alacak tarzda meydana gelmesi muhtemeldir. Bu Tufanının bütün yer yüzünü kaplamış olmasının hiçbir mantıklı açıklaması yoktur. Hz. Nuh (A.S.) yaşadığı devirle ilgili açık bir belge olmamakla beraber, Tevrat haberlerine dayanarak, bunun Milâttan Önce 22. veya 21. yüzyıllarda olabileceği belirtilir. (17)

Tevrat’ta Hz. Nuh’un torunu Azer’in oğlu İbrahim’in Tufandan 292 yıl sonra doğduğu ve büyük dedesi Hz. Nuh’un yanında büyüdüğü ve 15 yaşına geldiğinde Hz. Nuh’un vefat ettiği bildirilir. (18)  Hz. Nuh’un gemisinin karaya çıkışıyla alâkalı olarak bazı araştırıcılar Milâttan Önce 2347 yılını19, bazıları da 2650 yılını vermektedirler (20). Bunlara dayanarak Nuh Tufanının Yaklaşık olarak Milâttan 2500 yıl önce meydana gelmiş olabileceğini söylemek mümkündür.

Sonuç olarak denilebilir ki, Nuh Tufanı, günümüzden yaklaşık 4500 yıl önce, Lut Gölü’nün güneybatısında bugünkü Edom’un merkezi olan İrem şehri ve çevresinde cereyan etmiş, gemiye kendilerine ihtiyaç duyulacak evcil hayvanlardan bir erkek bir dişi olmak üzere birer çift alınmış, Tufan sonrasında gemi Mezopotamya civarında bir dağa oturmuş, gemidekiler de Nuh Aleyhisselâmla birlikte Mezopotamya’daki Ur şehrine yerleşmiş olmalılar.

Prof. Dr. Adem Tatlı / Zafer Dergisi

 

DİPNOTLAR: 1-Müminun /27 2-Bilmen, Ö.,N. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâli lisi ve Tefsir. 1971, 5.cilt,s 143 3-Kamer/11-13; 4-Hud / 44; 5-Yıldırım, S. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâli, 1997; 6-Müminun/29; 7-Sarıkçıoğlu, E. Dinler Tarihi. Isparta, 2000, s.65; 8-Tekvin, 4,8; 9-Nuh/23; 10-Höfner, M. Die Voislamische Religionen Arabiens. Stuttgart, 1970; 11-A’raf/69; 12-A’raf / 74; 13-Fecr / 7; 14-Davis, D.J.The Westminster Dictionary of The Bible. Philadelphia, 1944, s.267; 15-Hud / 40; 16-Tevrat, Tekvin, XI,26; Talmud, 31 vd.; 17-Bucaille, M. Tevrat, İnciller ve Kur’an. Terc. M.Ali Sönmez. Konya, 1979,s.61; 18-Tevrat, Tekvin,36,43; 1.Tarih l, 54; 19-Günel, A. Türkiye Süryanileri tarihi; 20-Sarıkçoğlu, E. Kur’an ve Arkeoloji Işığında Hz. Nuh ve Tufan Olayına Yeni bir Yaklaşım. İslam Araştırmaları Dergisi, Cilt 9, sayı:1-4, 1996, s.20

 

Balarısı

Balarısı, kâinat kitabının pek büyük âyetlerinden biri olduğu gibi, Kur’ân’ın da âyetleri içinde yer almış hattâ uzun bir sûresine (Nahl Sûresi) adını da vermiştir.

Bu sûre içinde, bizi balarısı üzerinde uzun uzun düşünmeye çağıran âyetlerde şöyle buyurulmaktadır:

Rabbin balarısına vahyetti: “Dağlardan, ağaçlardan, insanların kurduğu kovanlardan kendine evler edin. Sonra her türlü üründen ye de, Rabbinin sana müyesser kıldığı yollara çık.” Karınlarından çeşitli renklerde bir şerbet çıkar ki, onda insanlara bir şifa bulunur. İşte bunda düşünenler için bir ibret var. (Kur’ân, 16:68-69.)

BALARISI hakkında özellikle son yüzyıl içinde elde ettiğimiz bilgilerin ışığında bu âyetin incelenmesi, bizi ilginç bir tespite götürüyor:

Tabiatta karşımıza bir mucizeler paketi olarak çıkan balarısı, kitapta da aynen böyle çıkmıştır.

Yukarıdaki iki âyeti bütün kelimelerini ve harflerini içerecek şekilde incelemek, bu sayfaların hacmini aşacağı ve daha ziyade bir tefsir çalışmasını andıracağı için, bu kadar büyük bir yükün altına girmeye teşebbüs etmeden, sadece birkaç ana nokta üzerinde durmakla yetineceğiz.

Birincisi: Âyette, “Rabbin balarısına vahyetti” ifadesinden sonra, doğrudan doğruya balarısına yönelen İlâhî ilham, muhatabın cinsiyeti hakkında bir ipucu verecek şekilde nakledilmiştir. Türkçeye “evler edin ve yollara çık” deyimleriyle çevirmeye çalıştığımız bu ifadelerde, dilimizde bulunmayan bir dişilik eki kullanılmıştır. Gerçekten de, bu emirlere muhatap olan ve onları kusursuz bir şekilde yerine getiren balarıları, kitabımızın başından bu yana görüldüğü gibi, dişi arılardır. Ancak biz bu bilgiye çok yakın zamanlarda ulaşmış bulunuyoruz. Yirminci yüzyıla gelinceye kadar, insanlar, balarılarına bu gözle bakmamışlar, hattâ topluluğun başında bir de “arı beyi” tasavvur etmişlerdir. Oysa bugün bir balarısı kovanında yürüyen bütün işlerin dişi arılar tarafından yapıldığını ve kovanın başında da arı beyinin değil, bir kraliçenin bulunduğunu biliyoruz. Erkek arılar ise, sadece oğul verme dönemlerinde veya eski kraliçenin ölümü gibi durumlarda yeni bir kraliçeye ihtiyaç duyulduğu zaman—o da sınırlı sayıda olmak şartıyla—dünyaya gelirler ve yeni kraliçeyi döllemekten başka bir işleri de yoktur.

İkincisi: Âyet, balarısına “ürünlerden yeme” emrinin vahyedildiğini bildirmiştir. Oysa böyle bir bağlamda ilk olarak akla gelecek şey, balarısının ürünleri değil, çiçekleri dolaştığıdır. Ancak âyet, her zaman herkesin ilk olarak aklına gelebilecek olan bu kelimeyi değil, “ürün” anlamına gelen “semerât” kelimesini kullanmıştır ki, böylelikle balarısı ve ürünler—hem de her türlü ürün—arasındaki bir ilişkiye bizim dikkatimiz açık bir biçimde çekilmiş olmaktadır. Yine bizim bugünkü bilgilerimiz ışığında vardığımız sonuç, bu ilişkiyi çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Çünkü balarısı, bize bal üreterek sunduğu hizmetin kat kat fazlasını, hemen hemen bütün ürünlerimizin tozlaşmasını sağlayarak sunmaktadır. Eğer arılar olmasaydı, biz, hububat ve sebzeleri de içine alan bu kadar geniş bir sofra yerine, buğday, pirinç ve mısır gibi birkaç ürün türüyle idare etmek zorunda kalacaktık.

Gerçi çiçek tozlaşmasında rol oynayan yegâne böcek cinsi balarıları değildir. Ancak bu konuda balarısının çok özel bir yeri vardır ve bu da onun çalışma tarzından ileri gelmektedir.

Balarıları, büyük pazarlar peşinde koşan holdingler gibi iş görürler. Onlar tek tük çiçekler etrafında dolaşmak yerine, gerek kalite, gerekse miktar itibarıyla değeri yüksek tarlalar bulur ve orada çalışırlar. Bu ise, aynı tür ürünün çiçekleri arasında dolaşmak ve tozları yabancı yerlere taşımamak anlamına gelmektedir.

Üçüncüsü: Âyet, balın çıkış mahalli olarak “karınlar”dan söz etmiştir. Yine oldukça yeni sayılan bilgilerimiz, bu konuda da ilginç bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Çünkü balarısının bir değil, iki midesi vardır. Ayrıca bal, tek bir arının karnında da üretilmez. Çiçeklerden topladığı özsuyunu, balarısı, “bal midesi” adı verilen midede biriktirerek kovana getirir. Burada, kovandaki genç arılardan biri, onun bal midesindeki balı hortumlayarak kendi midesine aktarır; daha sonra da, tükürüğü ve diğer özel salgılarıyla bu özsuyunu karıştırarak yarım saat boyunca çiğner ve bal yapar.

Dördüncüsü: Bal, içilecek kıvamda bir mayi olmadığı halde, âyet, onun hakkında “şerbet” deyimini kullanmıştır. Burada da, oldukça yeni sayılabilecek bilgilerimizin ışığında bir inceliği görebiliyoruz. Çünkü arının karnından çıktığı zaman, bal, gerçekten de içilecek kıvamda bir sıvıdan ibarettir. Balarıları, bu sıvıyı peteklere doldurduktan sonra, bal kıvamını alıncaya kadar kurumaya terk ederler; eğer kovandaki hava sıcaklığı buna yetmezse, kendileri peteklerin üzerinde kanat hareketleriyle baldaki su fazlasını buharlaştırırlar.

Beşincisi: Balda insanlar için şifa bulunduğu, gerçi eski çağlardan beri bilinen bir gerçektir. Ancak son yıllar, balın bu özelliği üzerinde yapılan pek çok bilimsel çalışmaya ve yaygın uygulamalara tanık olmuştur. Bugün balın antibakteriyel özelliğinden çok geniş şekilde yararlanılmakta, ameliyatlarda ve kapanmayan yaraların iyileştirilmesinde bu mucize maddeye başvurulmaktadır. Daha da ötesi, balın diş üzerinde tabaka üreten bakterilere karşı olduğu kadar, çürümeye yol açan bakterilere karşı da etkili olduğu, yani, çürümeyi önleyici özellik taşıdığı artık bilinmektedir. Yanıkların çok kısa sürede iyileştirilmesinde de balın hayret verici bir özelliğe sahip olduğu gözlenmiştir. Kalp ve damar hastalıklarından koruyucu, gastrit ve ülsere karşı iyileştirici etkisi, antioksidan özelliği gibi daha pek çok özellikler, balın şifa olarak nitelenmesini haklı çıkarmakta ve henüz keşfedemediğimiz daha pek çok sırları bulup çıkarmak üzere bizi bu mucize besini incelemeye sevk etmektedir. Tıp dünyasının en önemli referanslarından birini teşkil eden Medscape / Medline sitesine (www.medscape.com) başvuranlar, burada, sadece son birkaç yıl içinde dünyanın dört bir yanındaki üniversitelerde balın şifa verici özelliğine dair yapılmış yüzlerce araştırmaya ait bilimsel tebliğlere ulaşabilirler.

Balarısını bize anlatan âyetin birkaç satırı içinde topladığı mucizeler, yukarıda saydığımız beş maddenin çok daha ötelerine taşmaktadır. Bunların arasında bizim keşfedebildiklerimizin ne kadarlık bir yekûn tuttuğu konusunda ise hiçbir fikir sahibi değiliz. Çünkü balarısı hakkında bildiğimiz ne varsa, tamamına yakın kısmını, yirminci yüzyılın yarısına doğru öğrenmeye başlamış bulunuyoruz. Bununla beraber, âyetin hemen başında, şimdiye kadar öğrendiklerimize de, bundan sonra öğreneceklerimize de anlam kazandıran ve kazandırmaya devam edecek olan bir kelime var ki, onu, balarısının söz konusu olduğu hiçbir yerde hatırdan uzak tutmamak gerekiyor:

Senin Rabbin.”

Âyet, balarısına vahyedeni, bu isimle yâd ediyor. O aynı zamanda balarısının, yerin ve göklerin, yerdekilerin ve göktekilerin de Rabbi olduğu halde, balarısını muhatap alan ilhamı “Senin Rabbin” unvanı ile bize naklediyor. Bu ise, balarısı denilen mucizeler yumağının, bütün harikulâdelikleriyle beraber, insana yönelik bir rububiyet eseri olarak yaratıldığını gösteren apaçık bir iltifat değilse nedir?

Kaldı ki, âyet, “Sizin Rabbiniz” diyerek insanlığı da bir bütün olarak muhatap almaktan da ötede, “Sen” diyerek, mucize parmağını herbirimizin alnına ve gönlüne doğrultmuş, Yer ve Gökler Rabbinin muhatabı olan herbir insan ferdine, herbir mü’mine, tek tek herbirimize hitap etmektedir.

İşte bunda düşünenler için bir ibret var!

Ümit Şimşek / Zafer Dergisi

Günlük Hayatta Uygulayabileceğimiz Sünnetler

1. Hayırlı işlerde sağı kullanmak.

2. Yemekten önce ve sonra elleri yıkamak.

3. Yemeğe besmele ile başlamak, Allah’ın sonsuz ikram ve nimetlerini tefekkür ederek yemek, sonunda da hamd etmek.

4. Yemekte tabağın kendi önümüze gelen tarafından yemek.

5. Yemeğe sofradakiler ile beraber başlamak.

6. Acıkmadıkça yememek, tam doymadan yemeği bırakmak.

7. Tabağa az yemek koydurtup artık bırakmamak.

8. Selâmı yaymak. Eve girince ilk söz olarak ev halkına selâm vermek.

9. Selâmla birlikte samimiyetle, tebessüm ederek musafahada bulunmak.

10. Hediyeleşmek ve gelen hediyeye aynıyla veya daha güzeliyle karşılık vermek.

11. Az gülmek, gülünce kahkaha ile değil, tebessüm ederek gülmek. Mütebessim olmak.

12. Çoğu zaman susmak, tefekkür etmek, ihtiyaç olunca konuşmak.

13. Tane tane, orta bir ses tonuyla konuşmak. Çok mühim şeyleri üç defa tekrar etmek.

14. Nefsî ve dünyalık bir şey için öfkelenmemek; buna mukabil bir hak zâyi olduğunda ve uhrevî meselelerde yeri geldiğinde Allah ve din hakkı için öfkelenmek.

15. Doğru sözle şaka ve mizah yapmak.

16. Boş işler (malayani) ile iştigal etmemek.

17. Ayakkabı giyerken önce sağdan başlamak, çıkarırken de önce soldan çıkarmak.

18. Takke ve sarıkla başı kapatıp namazı öyle kılmak.

19. Soğan ve sarımsak kokusuyla mescid ve meclislere yaklaşmamak.

20. Misafire elinde bulunandan ikramda bulunmak. Misafir ve ziyaretçileri temiz bir kılık kıyafetle karşılamak.

21. Esnemeyi mümkün olduğu kadar gizlemek. Ağzı elle kapayarak gidermeye gayret etmek.

22. Dâvete icabet ve hediyeyi kabul etmek.

23. Kapıyı üç defa vurmak, cevap verilmezse geri dönüp gitmek.

24. Emin ve muttakî insanlarla istişare etmek, neticedeki karara tevekkülle uymak.

25. Cömertlik. “Cömert Allah’a yakın, cimri ise Allah’a uzaktır. Cömertlik kökü cennette olan bir ağacın dünyaya sarkmış dalıdır. Kim o dala tutunursa, o dal onu cennete çeker.”

26. Çok tefekkür etmek. “Tefekkür gafleti izale eder. Ölümü tefekkür etmek fani lezzetleri acılaştırır. Eşyanın üzerindeki fena damgasını gösterir.”

27. Borçlanmalarda durumu yazıyla veya bir şahitle tevsik etmek. Böyle bir tedbir asla itimatsızlık sayılmaz. Anlaşmalarda değişik tevil ve tefsirlere yol açacak boşluklar bırakılmamalıdır. Durumu net olarak tesbit etmek lâzımdır.

28. Ölmüş kimseleri hayırla yad etmek.

29. Mevtanın ardından yüksek sesle ve çırpınarak, saç baş yolarak ağlamamak. Böyle yapmak kadere itiraz ve Cenâb-ı Hakk’ın takdirini itham etmek olur.

30. Hasta akraba, dost ve arkadaşları ziyaret etmek. Onlara tesellî ve ümit vermek. Ziyareti uzun tutmamak. Hastanın hoşa gitmeyecek hallerini başka yerde anlatmamak.

31. Sıla-i rahimde bulunmak. “Akrabayla alâkayı kesen bir kimsenin bulunduğu meclise Allah’ın rahmeti inmez.”

32. Anne-babaya itaat etmek, onlara ihsanda bulunmak, kalplerini kırmamak ve hayır duâlarını almak.

İşte sünnet-i seniyyenin yaşanmasında daha bunlar gibi birçok hikmetler vardır. Bu sebeple, her Müslüman sünnet-i seniyyeyi yaşamayı ve yaşatmayı kendisi için en mühim vazife olarak görmelidir.

Risale-i Nur Enstitüsü