Etiket arşivi: aile

Eşinizle Konuşurken Sihirli Gücü Kullanın!

Güzel sözün sihirli bir gücü vardır. Bıraktığı etki o kadar güçlüdür ki kökleri yerde ta derinlerde, dalları ise gür bir şekilde göklere uzanan bereketli bir ağaç gibidir.

Güzel davranışlar da sözlerin etkisini güçlendirir. Güzel söz söyleme kabiliyeti kuşaklar ötesinden gelir. Gösterilen her çaba, saçılan tohumlar misali gelecek nesillerde de etkisini gösterir. Güzel sözler ne kadar güçlü ve yapıcı etkiye sahipse sonuçları düşünülmeden söylenen hoş olmayan sözler de o kadar tahrip edici güce sahiptir.

Nasıl fiziksel şiddetin en derin iz bırakanları en tahrip edici olanları aile içinde işleniyorsa kırıcı sözler de aile içinde söylendiğinde en derin, en tahrip edici izler bırakır. Çünkü aile en güven dolu ortam olması gerektiğinden kişi aile içinde en savunmasızdır, bu sebeple en sevdiğine en çok kırılır. En sevdiğinin sözünden en çok etkilenir. Güven duygusu en fazla zedelenir. Bu etki bazen kişi fark etmeden şuur altına işler. Eşlerin birbirine söylediği kırıcı sözler de bazen geçmişte iz bırakmış acıları, travmaları hatırlatır. Acılar tazelenir.

Eşlerin birbirine güzel söz söylemeye özen gösterdiği gibi kırıcı ve yanlış anlaşılabilecek sözler söylemekten de o kadar kaçınmaları gerekir. Bilindiği gibi aile içi iletişim, olumsuz sözlerle gittikçe bozulur. Karşılıklı atışmalar sürer gider. Hem ruh hem beden sağlığı bozulurken aile yapısı ve çocuklar da ortamdan etkilenir, ciddi sarsıntılar geçirir.

Ailelerde kişiliği zedeleyen kırıcı sözler genellikle kızgınlıkla söylenmekte, kişinin hem kişilik özellikleri hem de daha önce geçirdiği sarsıntılar nedeniyle travma etkisi bırakan durumlar küçük gibi görünen şeylerin etkisini büyütmekte ve öfkeye neden olmaktadır. Öfke, eşlerin söz ve davranışları üzerindeki kontrollerinin kaybolmasına ya da azalmasına yol açmaktadır. Aslında öfke çeşitli olumsuz durumlara bağlı olarak ortaya çıkan doğal bir duygudur. Öfkenin ifade edilmesinin gerekli olduğu durumlar da vardır. Fakat öfkenin ifade şekli, içinde bulunulan duruma uygun olmalıdır. Ailelerde kontrolsüz güç kullanımı ve fiziksel veya duygusal travmalar nedeniyle öfkenin doğru ifade edilmemesi sıklıkla karşılaşılan bir durumdur.

Eşler en çok birbirini kişilik özelliklerini hedef aldıklarında ve genellemeler yaptıklarında incitmektedirler. Davranışlar da genellemeler yapılarak eleştirildiğinde yaralayıcı olmaktadır. Cimrilik, bencillik, vurdumduymazlık gibi tanımlamalar, sıfatlar takılması da aynı etkiyi yapar. Travmaların açtığı derin yaraları da adeta yeniden kanatır. Öfkenin doğru şekilde ifade edilmesi için duygu düşünce ve davranış eğitimi gerekmektedir. Bu da eşin yerine kendisini koyabilmek, sevgi şefkat ve merhametle birlikte sabır, hoşgörü, affedicilik ve fedakârlıkla mümkündür.

Söylenen kötü sözler ciddi yaralar açar.

Söylenen söz doğru olmalı ama her doğru her yerde söylenmemeli. Öfke, bastırılan duygu ve düşüncelerin ortaya çıkmasına da neden olur, hoşnutsuzluğu artırır.

Ailelerin olumsuz özelliklerinin söylenmesi, eşin ailesinin kendi ailesine denk olmadığının ifade edilmesi doğru değil.

Fizikî özelliklerinden olumsuz şekilde bahsedilmesi eş seçiminde fiziki özellikler sebebiyle kararsızlıklardan bahsedilmesi aynı şekilde kırıcı olmaktadır.

Daha sonra ortaya çıkan kilo alma, öz bakım sorunları ile ilgili eleştiriler uygun şekilde yapılmadığında incitici olmakta.

Eşlerin sorumluluklarını yerine getirmesi ile ilgili konularda birbirlerinin yaptıkları işleri hafife alması, yetersiz görmesi, takdir etmemesi de eşleri incitir.

Erkeklerde öfke patlamaları daha fazla görülürken kadınlarda geçmişi unutamama ve imalı sözlerle kişiliği hedef alma ve pişmanlık ifadelerindeki kırıcı sözler daha sıklıkla görülür.

Farika TEYMUR (Psikolog)

nurdergi.com

Hayat Ağacının Hazan Mevsimi!

İhtiyarlık, dünya hayatından ahiret hayatına geçmenin, dünyalılardan sıyrılıp nurani varlılara yakınlaşmanın, hatalardan kurtulup tecrübelerle bezenmenin, masivadan soğuyup Rahmana yönelmenin işaretlerini taşıyan bir sonun ve bir başlangıcın en görkemli anıdır. Bir meyvenin ağaçta piştiği halde, ondan asıl istifade etmenin koparıldıktan sonra olduğu bir vakıadır. Aynı şekilde bir insan da gençlikte pişer, ama asıl tecrübe meyvesinden yaşlılıkta istifade eder. Görünüm itibariyle ihtiyarlık, hazan mevsimi gibi yaprak yaprak dökülüşün, çiçek çiçek soluşun işareti, hakikat itibariyle ise haşmetli bir varoluşun ve dirilişin göstergesidir.

İhtiyarlık ile yaşlılık terimlerinin birbirini tam olarak karşılayamadığı kanaatindeyiz. Çünkü yaşlılık sadece yaşlanma ve ölümü beklemeyi ihtar ederken, ihtiyarlık ise tecrübe, şuurlanma, ibadette ciddiyet, ahirete hazırlık manalarını içermektedir. Hadis-i Şerifte “aile içerisinde ihtiyarların hali, ümmeti içerisinde Nebiler gibidir” buyurulmakla, ihtiyarların aile efradına doğruyu, hakkı, istikameti ve tüm güzel duyguları bildiren kudsi bir rehber konumunda olduğu hatırlatılmaktadır.

Bu bakımdan, başına beyaz kıllar düşen iki ayrı insanın iki ayrı his dünyası vardır:

1- Mü’min ve dünyayı misafirhaneden ibaret bilen insanlar için beyaz kıllar, ikaz edici ve ölüme ciddi hazırlanmanın gerekliliğini ihtar eden beyaz bir nur ve şaşırtmaz bir rehberdir. Ayrıca saçların beyazlaması, zindandan çıkma vaktini ısrarla bekleyenlere zindan kapısının aralanıp dışarıda bulunan nurların en evvel tepesinde belirmesi gibi, dünya zindanında bulunan ihtiyarların başlarında da ebedi saadet nurlarının parlamasıyla, bu zindandan çıkacağının müjdelerini taşıyan bir dost ışığı gibidir.

Allah’ın dostu lakabıyla meşhur ve en büyük peygamberlerden sayılan Hazret-i İbrahim ( a.s ) başındaki beyaz kılların Melekler katında hürmet, ciddiyet, değerlilik ve olgunluk nişanı olduğunu öğrendiği zaman “Allah’ım vakarımı arttır” niyazında bulunmuştur.

2- Dalalet ve Gaflet ehli için beyaz kıllar, kezzap gibi yakıcı ve acı bir görünüm arz etmektedir. Çünkü her beyaz kıl, bu gibi insanlara sevgilileri olan dünyadan gideceklerini ve azap yurduna doğru bir adım daha yaklaştıklarını alaylı bir şekilde fısıldamaktadır. Bu nedenle bazı kişiler için başında beyaz kıl görmek, en tehlikeli düşmanını en yakınında fark etmek gibi korkutucu bir haldir.

İhtiyarların bir cemiyet içerisinde, üç temel faydaları vardır:

1-Bereket direği olmaları:

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri, İhtiyarlaşmış ve kendi kuvvetiyle maişetini tedarik edemeyen insanların yüzünden, hem kendilerine ve hem de çevrelerine ilahi bereketin bol bol indiğini şu çarpıcı tespitlerle ortaya koymaktadır:

“Evet kâinatın şehadetiyle, nihayet derecede Rahman, Rahîm ve Latif ve Kerim olan Rabbimiz, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını gayet latif bir surette gönderip ve memeler musluğundan ağızlarına akıttığı gibi; çocuk hükmüne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâyık ve şefkate muhtaç olan ihtiyarların rızıklarını dahi, bereket suretinde gönderir. Onların iaşelerini, tamahkar ve cimri insanlara yükletmez.

“Allah’tır gerçek rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan” ( Zariyat Suresi, 58 ) ve “ Rızkını taşıyamayan nice canlılar vardır. Sizi de onları da rızıklandıran Allah’tır” (Ankebut suresi,60 ) âyetlerinin ifade ettikleri hakikatı, çeşitli özellikteki tüm canlılar lisan-ı hal ile bağırıp, o gerçeği söylüyorlar. Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlukların rızıkları dahi, bereket suretinde geliyor. Bunu ispat eden ve kendim gördüğüm bir misal: Benim yakın dostlarım bilirler ki; iki – üç sene evvel hergün yarım ekmek, – o köyün ekmeği küçük idi – belirli bir tayinim vardı ki, çok defa bana kâfi gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir geldiler. O aynı tayinim hem bana, hem onlara kâfi geldi. Çok kere de fazla kalırdı.

Ey insan! Madem canavar suretinde bir hayvan, insanların hanesine misafir geldiği vakit berekete sebep oluyor; öyle ise mahlukatın en mükerremi olan insan ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete layık olan hasta ihtiyarlar ve alîl ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyade lâyık ve müstahak bulunan akrabalar ve akrabaların içinde dahi en hakikî dost ve en sadık sevgili olan peder ve vâlide, ihtiyarlık halinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket olduklarını sen kıyas eyle. ( Mektubat, s: 262)

2-Rahmet-i İlahiye’ye vasıta olmaları:

Cenab-ı Hakkın engin ve zengin rahmeti kainatın tamamını kuşatmıştır. Özellikle bu latif rahmet, rahmete daha layık ve müstahak olanlara, daha kolay ve çabuk ulaşır. Rahmete mazhar olanların başında ise yavrular, acizler, garipler ve masumlar gelmektedir. İşte yavrular hükmüne geçmiş, kendi ihtiyacını göremeyecek kadar çok aciz duruma gelmiş, bütün sevdiklerinin ahirete göçmesiyle yalnızlaşıp fevkalade garipleşmiş ve masumiyet kesb etmiş ihtiyarlar, elbette ilahi rahmete herkesten ve her şeyden daha ziyade layıktırlar. Rahmete ermek isteyenlerin bu ihtiyarlara daha çok merhamet etmesi icap eder. Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri şu tespitlerini kaydeder:

“Eğer rahmet-i Rahman istersen, o Rahman’ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.

Âhiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı. Dininde, dünyasında muvaffakiyetli görüyordum. Sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakiyetin sebebi: O zât ise, ihtiyar peder ve vâlidelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş. İnşallah âhiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli.” ( Mektubat, s: 262)

3-Musibetlerin def’ edilmesinde şefaatçi olmaları:

Hadis-i Şerifte: “Aranızda beli bükülmüş ihtiyarlarınız, otlayan hayvanlarınız ve emzirilen çocuklarınız olmasa idi, belalar sel gibi üstünüze dökülecekti.” ( Keşfü-l Hafa, 2/163) buyurulmakla, bir eve, millete, devlete veya mevkie inecek olan musibeti def’edecek sebeplerin başında, ihtiyarların varlığı gelmektedir.

Bu nedenle ihtiyarları sevmeli, saymalı, onlara kötü söz söylememeli, azarlamamalı, hatta “öf” bile denilmemelidir. Çünkü, onlar Allah’ın bir hediyesi ve emanetidir. Allah’ın emanetine hürmet edenler, rahmete mazhar olacaklardır. O emanete gereken ihtimamı ve merhameti gösteremeyenler ise, hem bu dünyada hem de ahirette rahmetten mahrum kalacaklardır.

Kur’an-ı Kerimin muhtelif Ayet-i Kerimelerinde ve bazı Hadis-i Şeriflerde anne ve babalara hürmetin Allah’a ve Resulüne ( a.s.m ) hürmet anlamında olduğu ve onları kırmamak lazım geldiği ifade edilmektedir.

Bunlardan birkaçı şöyle:

“Yüce Rabb ‘in şöyle emretti; Yalnız Allah’a ibadet edeceksiniz, ana – babalarınıza iyilik yapacaksınız. Şayet bunlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlarsa sakın onlara “öf ” dahi deme, yüzlerine bağırma, onlara tatlı söz söyle. Onlara, merhamet belirtisi olarak tevazu kanadını aç da, “Ya Rab, küçüklüğümde bana şefkat gösterdikleri gibi, sen de onlara merhamet et” de “(İsra suresi, 23-24)

Biz, insana, ana-babasına iyilikte bulunmayı tavsiye ettik. Özellikle de anasını tavsiye ederiz ki, o, kat kat zaafa düşerek ona hamile kalmış, emzirmesi de tam iki sene sürmüştür. Binaenaleyh; bana ve ana – babana şükret. “ ( Lokman suresi, 14 ).

Peygamber Efendimiz de (a.s.m) “kime iyilik yapayım?” diye üç defa soran bir sahabeye, üç defasında da, “annene” cevabını verir. Sonra sorduğunda ise, babasına iyilik yapması gerektiğini söylemiştir. (Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1).

Sahabelerden Ebu’d-Derdâ (r.a) bildiriyor: “Hz. Peygamber (a.s.m) bana dokuz önemli şey tavsiye etti. Bunlardan biri de; ana – baba da dahil olmak üzere aile fertlerinin ihtiyaçlarını karşılamaktır. (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 9)

Yine Peygamberimiz (a.s.m), cihada katılmak isteyen bir sahabeyi, ihtiyaçlarından dolayı, ana – babasının yanına göndermiştir. (Buhârî, Edebu’l – Müfred, 9).

Bir gün Peygamberimiz (a.s.m) ashabına; “Size, büyük günahların en büyüğünü bildireyim mi?” diye üç defa sordu. Üç defasında da sahabeler “evet bildir, ey Allah’ın Resulü” dediler. Peygamber efendimiz ( a.s.m) ; “bunlar sırasıyla Allah’a ortak koşmak, ana – babaya karşı gelmek, haksız yere adam öldürmek ve yalan söylemek” olduğunu belirtmiştir. (Buhârî, Edeb, 6).

“Ana – babamı ağlar hâlde terk ederek, hicret etmek üzere senin emrini almaya geldim” diyen bir sahabeye Peygamberimiz (a.s.m): “Onlara dön, nasıl ağlattınsa onları öylece güldür, sevindir” der ve henüz Müslüman dahî olmayan ana – babasının yanına gönderir.

Peygamberimiz (a.s.m) çok öfkeli bir şekilde üç defa, “Yazıklar olsun o kimseye ” dediğinde Ashab-ı Kiram; “Kimdir o? Ey Allah’ın Resulü! ” diye sorunca; “Ana – babası veya bunlardan birisi yanında ihtiyarladığı hâlde, Cennet’e giremeyip Cehennem’i boylayan kimse” der. (Müslim, Birr, 9).

Amr ibn ül-Âs’ın oğlu Hz. Abdullah (r.a) anlatıyor: Bir adam peygamberimiz (a.s.m)’a gelerek cihada gitmek için izin istedi. Peygamberimiz de ona; “Annen baban sağ mıdır?” diye sordu. Adam: “Evet”, deyince Resulüllah (a.s.m): “O hâlde sen önce onların rızasını almaya çalış, ” buyurarak ona bu görevini hatırlattı. (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VIII, 377).

Hz. Peygamber (a.s.m) çocukların ebeveynlerine karşı sorumluluklarının ne kadar büyük olduğunu şöyle dile getirmektedir: “Çocuk, hiç bir iyilikle babanın hakkını ödeyemez. Ancak onu köle olmuş bir vaziyette bulur da satın alarak hürriyetine kavuşturursa hakkını öder.” (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 6)

Hz. Büreyt (r.a)’dan rivayet edilen bir Hadîs-i Şerifte; adamın biri Kâ’be’yi tavaf ederken annesini omzunda taşıyarak tavaf ettirmiş. Resulüllah (a.s.m)’ın yanına gelerek: ” Annemin hakkını ödedim mi?” diye sormuş. Resulüllah ( a.s.m) ” Hayır, bu yaptığın sana hamile iken alıp verdiği bir nefesin hakkı bile değil.” diyerek cevap vermişlerdir.

Yukarıda geçen ayetlerde de görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak kendisine ibadetten hemen sonra ebeveyne iyiliği emretmiş, Peygamberimiz de (a.s.m): “Allah’ın rızası, babanın rızasında, gazabı da gazabındadır” (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 1; Tirmizî, Birr, 3) buyurmuştur. İyilik yapmada babadan önce gelen annenin durumu da, tabii ki böyledir.

Bu şefkat dolu tasvirin, insanları anne babalarına teşekküre yönelttiği oldukça açıktır. Bu gibi ifadelerden de anlaşıldığı gibi, eşyanın ve varlıkların hakiki makamını ve mertebesini Kur’an ortaya koyduğu gibi, anne ve babalara nasıl davranılması gerektiğini de en iyi İslam dini tasvir etmektedir.

Burhan Sabaz / Sorularla İslamiyet

Eşler Birbirlerine Olan Muhabbetlerini Neye Bina Etmeli?

“Meselâ der: “Bu haremim(eşim), ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta, daimî bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünki ebedî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için her bir fedakârlığı ve merhameti yaparım.” diyerek o ihtiyare karısına, güzel bir huri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir.

Yoksa, kısacık bir-iki saat surî(yüzeysel) bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfarakate uğrayan arkadaşlık; elbette gayet surî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye manasında ve bir mecazî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi; başka menfaatler ve sair galib hisler, o hürmet ve merhameti mağlub edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir.” Sözler ( 97 )

Evlilikte ilk anlaşılması gereken konulardan biri eşlerin birbirine ebedi refika-i hayat olduklarıdır. Arkadaşlıkları bu alem ile sınırlı değil, gayesi de sadece bu alemdeki rahat ve ünsiyeti temin etmek değildir. Aslolan bir baki aleme en tekemmül etmiş bir surette çıkabilmektir. Bu manada aile içi irtibatlara bakıldığında, birbirini affetmek, en ufak olumsuzlukta eşini nazarından sukut ettirmemek, tersine kusurlarına yapıcı çözümlerle yaklaşmak, kendi de daimi hatalarından kurtulmaya çalışmak gibi çabalar göze çarpar. Anlamsız bir şekilde birbiriyle uğraşmak, sen-ben münakaşalarına girmek, kusurlu olduğunu kabullenememek gibi dünya hayatına hasr-ı nazar etmekten kaynaklanan yıpratıcı, neticesiz, sinir bozucu davranışlardan uzaklaşılmış olur. 

Etrafımızda görüyoruz, bazen evlilikte öyle durumlar yaşanıyor ki insan ancak çok kudsi bir şeyin hatırına o olumsuzluğa sabredebilir.  Peki neyin hatırına eşini hoş görecek ve sabredecek, o olumsuzluğu hazm ve hamledecek? Eğer iman-ı ahretin tasdikiyle “daimi arkadaşlığın” hatırı olmazsa insanın sabrı kafi gelir mi? Mesela eşin biri kaza geçirip yatağa mahkum olabiliyor. Diğer eş ona ahret imanının ve ebedi arkadaşlığın hatırı dışında hangi sebeple sahabet eder, ihtiyaçlarına eskisi gibi muavenet eder? Vicdanında Allah’ın rızasını kazanacağı itminanını taşımazsa eşinin o haline tahammülü mümkün olmaz, onu hayat yolculuğunda yarı yolda bıraktığı gibi, kendi ahretini de bu vefasızlığı yüzünden tehlikeye atmış olur.

Geçenlerde bir arkadaşı izdivacından ötürü tebrik ettim, memnun olmakla beraber “Şimdi güzel görünüyor ama ya huyumuz değişir de ilerde olumsuzluklarla karşılaşırsak” diye endişesini ifade etti. Düşününce hak verdim. Ama İslamın getirdiği evlilik kavramında “ebedi arkadaşlık” kaydı olduğundan her türlü olumsuzluğa karşı eşler ve evlilik koruma altına alınmış, denilmiş ki: her ne olursa olsun sizin berabersiniz, basit dünyevi sebeplerle bu semavi akdi bozamazsınız ve huzurunda söz verdiğiniz Halıkınız da akd-i semavi olan nikahı, dünyevi arızalarla fesh etmez, eşleri daim muhabbetli, şefkatli olarak birbirine ünsiyet ettirir. Yani eşler evlendikten sonra Allah’ın teminatıyla birbirine refika-i hayat olurlar, bu sadece kendi iradeleriyle ortaya çıkan bir keyfiyet değildir, Allah’ın kasd ve iradesi ile yaratılan bir akiddir. Bu hakikate binaen büyükler “Nikahta keramet vardır” demişler, yani Cenab-ı Hak nikah ile eşlere ikram eder. Neyi? Muhabbet, şefkat, hürmet gibi eşleri birbirine bağlayan rabıtaları. Sui ihtiyar ile bu rabıtalara karşı hürmetsizlik etmemek, ebedi arkadaşının uhrevi güzelliğini düşünerek layık olmaya çalışmak çabası her ehli vicdanın hissettiği yüksek bir ahlaktır.

Rabbimiz umum ehl-i imanı bu yüksek ahlaka mazhar, yuvalarını da saadet-i ebediye mahsulatı yetiştiren fabrikalar eylesin. amin.

Nabi

www.NurNet.Org

Aile İçi Eğitimde Peygamber Metodu

Aile, toplumun sahip olduğu değerleri yansıtan küçük bir aynadır. Toplumda müspet veya menfi olarak bulunan tutum ve davranışlar, ailede yoğun bir şekilde uygulama alanı bulur. Tabir yerinde ise, aile, toplumun kan tahlilinin yapıldığı bir biyo-kimya, bir patoloji laboratuarıdır. Burada her türlü pozitif ve negatif bulguları bulmak mümkündür.

“Aile” kelimesi, sözlük anlamı itibariyle, “geçim sıkıntısı” ve “sarmaşık bitki” demektir. Kelimenin bu etimolojik yapısı, genel olarak ailelerde geçim derdi diye bir problemin varlığına işaret ettiği gibi, aile fertlerinin sarmaşık bitki türü gibi birbirleriyle sarmaş dolaş olmaları, karşılıklı hak-hukuk gözetmede, saygı sevgi göstermede yaprakları iç içe sarılmış bir gül-ü Muhammedi gibi sempatik bir yapıda olmalarının gereğine de işaret etmektedir.

Peygamberlerden bazılarıyla ilgili olarak Kur’an’ın yer verdiği ayetlerde aile içi eğitim örneklerini görmek mümkündür.

Meselâ, Hz. İbrahim’in, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?

Babacığım! Doğrusu, sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Bana uy, seni doğru yola eriştireyim.

Babacığım! Şeytana tapma, çünkü şeytan, Rahman’a baş kaldırmıştır.

Babacığım! Doğrusu sana Rahman katından bir azap gelmesinden korkuyorum ki, böylece şeytanın dostu olarak kalırsın” (Meryem 41-45).

Hz. İbrahim’in babasına olan bu daveti, aile içinde “bilen”in, bilmeyene, kendinden yaşça, mevkice, makamca, rütbe ve unvanca ne kadar büyük de olsa, dinî öğretim ve telkinde bulunması gerektiğine güzel bir örnektir. Babasıyla olan münasebette Hz. İbrahim’in nazik tavrı, bu çeşit çalışmaların metodu, tarzı konusunda da ip ucu vermektedir.

Aile içi eğitimin en güzel bir örneğini de hikmet sahibi olmakla tebcil edilen (Lokman 31/12) Hz. Lokman’da buluruz. Cenab-ı Hak, bilhassa çocuk eğitiminde yer verilmesi gereken metot ve muhtevanın esaslarını, Hz. Lokman’ın oğluna nasihat suretinde, onun ağzından naklettiği cümlelerle bize ders vermektedir:

Oğulcağızım, Allah’a ortak koşma. Çünkü şirk, elbette büyük bir zulümdür.

Oğulcağızım, (yaptığın iyilik) bir hardal tanesi kadar olsa dahi bir kaya içinde, ya göklerde yahut yerin içinde (gizlenmiş) olsa bile Allah onu getirir. Çünkü Allah latiftir. Hakkıyla haberdardır.

Oğulcuğum namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret. Kötülükten vazgeçirmeye çalış. Sana isabet eden şeylere katlan. Çünkü bunlar kati surette farz edilen umurdandır. İnsanlardan (kibirlenip) yüzünü çevirme. Yeryüzünde şımarık yürüme, zira Allah, her kibir taslayanı, kendini beğenip öğüneni sevmez. Yürüyüşünde mutedil ol. Sesini alçalt. Seslerin en çirkini eşeklerin anırışıdır” ( Lokman, 31/ 13, 16-19).

Cenab-ı Hak, yukarıda kaydettiğimiz, Hz. Lokman’ın oğluna olan nasihatlerinin arasında evlatların anne-babalarına gösterecekleri saygı ve hürmetten, bunun öneminden bahsederken bu itaatin hudutlarını da belirtir. Ebeveyn-evlat münasebetlerini gösteren bu ayetlerin mealleri şöyledir:

Eğer onlar/ anne-babaların, hakkında herhangi bir ilmi delil bulunmayan bir şeyi Bana şirk koşman için seni zorlarlarsa kendilerine itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin…” (Lokman, 31/15. ayet).

AİLE İÇİ EĞİTİMLE İLGİLİ BİR HADİS-İ ŞERİF

Aile efradının tâlim ve terbiyesinin, İslamî sistemde ne kadar önemli olduğunu gösteren bir hadis-i şerifin meali şöyledir: Müslim b. Yesâr anlatıyor:

“Resulullah Aleyhissalatu vesselam, bir seriyyeyi (askerî birlik) sefere gönderiyordu. Bir genç de ortaya atılarak, onlara katılmak istedi. Resulullah: -Ailene (nezaret edecek) bir büyük bıraktın mı? diye sordu. Genç: “Hayır!” deyince: -Ailene dön. Zira cihadın iyisi onlar içindedir” buyurdu.

Burada vurgulanması gereken incelik, Resulullah’ın sulh zamanında değil, askerî bir sefer sırasında bunu söylemiş olmasıdır. Evet bir kere daha hatırlatmanın yeridir: İslam aile içerisinde, aile efradının terbiyesine yönelik gayretleri “en büyük cihat” olarak vasıflandırmıştır.

Söz buraya gelmişken, savaşa gidildiği zaman, halkı aydınlatacak kimselerin geride kalıp ilim tahsiline devam etmelerini emreden ayet-i kerimeyi de hatırlatmamız gerekmektedir (meâlen):

Müminler toptan savaşa çıkmamalıdırlar, her topluluktan bir taifenin, dini iyi öğrenmek ve milletlerini, geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı! Ki böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler” (Tevbe 9/122).

AHİRETE ENDEKSLİ AİLE HAYATI

İnsanın her zaman yakasına yapışan iki soru söz konusudur.

Birincisi, sıkıntı, ızdırap, musibet sorusudur. Bunların cevabı ise, sabırdır, tahammüldür, hoşgörüdür.

İkinci soru ise, sevince medar olan sağlık, bolluk, ferahlığa dair imtihan sorularıdır. Bunun cevabı ise, şükür ve memnuniyet ifadesidir.

Bu açıdan bakıldığında, insanın ruh cevherini ortaya çıkaran insanı Kabe-i kemâlâta yükselten en müsait zemin aile hayatıdır. Eğer, aile fertleri bu pencereden hayatlarına bakarlarsa çok daha toleranslı çok daha hoşgörülü davranış sergileyeceklerinde şüphe yoktur. Ancak, bu zor işi başarmanın en önemli faktörü ahirete endeksli bir hayat çizgisini takip etmektir. Çünkü, karşılıklı sevgi, saygı, samimiyet, hoşgörü, tahammül, katlanma ve tolerans kültürü, mevcut birlikteliğin uzun veya kısalığına göre değişkenlik arzedecektir. Bu sebeple, geçici, fani, muvakkat, bir perspektif üzerine kurulan bir aile hayatının samimiyeti o nispette zayıf kalır.

Pencerelerini ahirete açmış bir aile yuvası ebedi bir arkadaşlık üzerine kurulduğu için, her türlü tolerans ve tahammül kültürünün yeşermesine en uygun bir zemindir. Böyle bir zeminde oturan fertlerin karşılıklı saygı ve sevgileri, tahammül ve hoşgörüleri en zirve noktada kendini gösterir. Ne mutlu o aile fertlerine ki, birbirlerine cennet yolunu göstermekte yarışırlar. Müjdeler olsun ahirete endeksli hayata yapışan, yapmacık tavırlar yerine samimi davranışlar sergileyen aile fertlerine!..

Doç. Dr. Niyazi Beki /Zafer Dergisi

Hanımlar Nasıl Mutlu Olacak?

Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer’-i İslâm onları Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik zînetleri. Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemali, şefkat; eğlencesi, evlâdı. Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı Lâzımdır tâ dayansın.

Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları! Yatmış olan hevesat, birdenbire uyanır. Taife-i nisada serbestî inkişafı, sebeb olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı.

Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir; hem müdhiştir tesiri. {(**): Nasıl meyyite bir karıya nefsanî nazarla bakmak nefsin dehşetle alçaklığını gösterir. Öyle de, rahmete muhtaç bir bîçare meyyitenin güzel tasvirine müştehiyane bir nazarla bakmak, ruhun hissiyat-ı ulviyesini söndürür.}

Memnu’ heykel, suretler: Ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riya, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır: Celbeder o habis ervahları. ( Sözler, 727 )

Hanımların rahat edip hürmetle anıldıkları ortam, evleri ve aile hayatlarıdır. Fıtraten hassas ve nazik olarak yaratılmış hanımlar ailedeki manevî, hissî paylaşımları yönlendiren, geliştiren, ferdler arasındaki akışı sağlayan birer nazenin şefkat aynalarıdır. Bu aynalar aile hayatları dışında “ekmek kavgası”nın kıyasıya yaşandığı ortamlara girdiklerinde yapılarındaki ince hisler ve duyarlılık bozulur. Kendi ruh dünyasında çatışmalar yaşadığı gibi aile ferdlerini birbirine bağlama, problemleri çözme, çocukların terbiyesi, manevî alışverişlere zemin oluşturma gibi ailenin temelini oluşturan görevleri atıl kalır. Bunun neticesinde anne, baba, çocuklar arasında kopukluklar olur. Aynı sofrayı paylaşsalar bile fikir ve his olarak birbirlerine aks edecek sıcak bir ortam yakalanamaz. Birbirini anlama, destek olma, alakalanma gibi pek çok ruhî ve insanî ihtiyaç karşılanmamış olur.

Neden? Çünkü evin annesi sabahtan akşama kadar dışarıda bir sürü insanla uğraşmış, sinirleri yıpranmış, kendisi dolmuş ve deşarj olacak bir ortam ararken bir de ev işlerinin üstüne ailenin diğer ferdlerinin problemlerine yönelmesini beklemek insafsızlık olur.

Peki ne olacak? Evin annesi geçim derdini üstüne aldıysa, fizikî olarak anne olsa da mana olarak “babalaşmıştır”; yani artık evin 2 babası vardır.

Peki anne nerde? Anne yok; anne misyonunu yüklenecek kimse yok çünkü.

Peki annesiz aile devam eder mi? Sırf maddeyi paylaşmaya aile hayatı diyorsak, annenin muazzam terbiye misyonu olmadan da aile o kadar devam eder; yani etmez. Çocuklar ve eş ilgiye, şefkate, uyarılmaya, dertleşmeye, paylaşmaya, konuşmaya muhtaç bir şekilde maddî hayatlarına devam ederler; ama mana hayatlarında doldurulması müşkül kocaman gedikler açılmıştır. Güven, aidiyet hisleri tam tatmin olamamıştır. İhtiyacı olduğunda yanında olan bir annesi, eşi yoktur çünkü. Anne de yoğunluktan -kendi dahil- ailede kime ne olup bittiğini fark edemiyordur. Dış alemde mesul olduğu vazifesi ve onunla ilgili bir sürü sıkıntılar üstüne ailedeki karmaşık insanî sorunlar hanımı da zaman içinde çok yıpratır. Saçını süpürge etse de: “çocuğuma laf geçiremiyorum, onu anlamıyorum, o da beni anlamıyor” gibi yakınmaları duyarız. Halbuki çocuğunu veya eşini dinleyecek vakit, kendinde istek dahi bulamamıştır. Bu yüzden:

“Şer’-i İslâm onları Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede.” Demiştir.

Üstad Hz.(RA)’ın dediği gibi:

“Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum vâlidemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum vâlidemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.” (24.Lema)

Hanımların ailedeki en esaslı görevi çocuklarına manevî ders vermesi, sağlam bir ahlak üzere yetiştirmesi, hayata istikametli bir bakış açısı kazanmalarına gayret etmesidir. Bu çok zaman ve emek, ilgi isteyen manevî terbiyeyi ailede şefkatli bir otorite olan anneden başkasının vermesi mümkün değildir. Dolayısıyla toplumun geleceğini oluşturan çocukların en ehemmiyetli muallimi olan annelerin vazifesi çok büyüktür. Hanımı dışarı çıkarıp çalıştırmak suretiyle evdeki dengelerin bozulmasına sebep olmak akıllıca bir iş değildir. Ailesinden kopuk, ahlakı kötü, manevî değerlere duyarsız bir evladın açtığı zararı annenin kazandığı binler maaşla dahi kapatmak mümkün değildir. Çünkü kaybedilen bir “insan”dır. Ergenlik yaşına gelmiş, karakteri oturmuş bir çocuk için “uzman desteği” de alsak ne kadar onun ruh dünyasında düzeltmeler yapabiliriz?

“Temizlik zînetleri. Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemali, şefkat; eğlencesi, evlâdı.”

Hanımın takvası yani manevi temizliği zînetidir; hanımı güzel gösteren suretten ziyade sîret yani ahlakıdır. Ahlakının güzelliği haşmet verdiği gibi, günahtan muhafaza olunmuşluğu da hanımın cemalidir. Fıtratındaki şefkat kendindeki kemalat olmakla beraber, evladı ile geçirdiği vakitler eğlencesidir.

Halbuki hanımlar evlerinden dış hayata çıktığında, dahil olduğu ortamda hevesleri uyandıracak, nazarları kendiyle meşgul edecektir. Böylece pek çok olumsuzluğun ortaya çıkmasına sebep olur. Aile hayatında bunca vazifeyi atıl bırakıp, dış alemde de verimi düşürecek durumların ortaya çıkmasına sebep olacak bir karar, hiçbir ehli aklın karı değildir ve olamaz. Bu yüzden rızık için -hakikaten mecbur kalmadıkça- dışarı çıkma vazifesini İslam hanımlara yüklememiştir.

Nabi

www.NurNet.org