Etiket arşivi: İsraf

İktisat Nedir?

Balancing Money and the EarthKökeni Arapça’daki “kasd” kelimesidir.  Aşırı gitmeme, aşırı davranmama,  Tutum, tutma. Biriktirme ve  artırma gibi anlamlar ifade etmektedir.

Kırkıncı hocamız, kanaat ile iktisadi şöyle tarif eder: “Kanaat; sebeplere müracaat ettikten sonra, Allah’ın ihsan etmiş olduğu neticeye razı olmak anlamına gelirken, iktisat ise; verilen bu neticeyi yani ihsanı, tutumlu ve yerinde kullanmak anlamındadır. Tabiri yerinde ise; patronun verdiği maaşa razı olmak kanaat, o maaşı ay sonuna kadar idare edip tutumlu bir şekilde harcamak da iktisat oluyor.”

Cenab-ı Allah Ayet-i Kerime’de şöyle buyurur: “Yiyiniz, içiniz israf etmeyiniz.”  A’raf /31

Bediüzzaman, Lem’alar eserinde iktisad için şöyle diyor: “BİRİNCİ NÜKTE: Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor.  İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır.

Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem kat’î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.”

İsraf, boş yere mal ve ömrü sarf eder, İnsanın asıl ihtiyacı bir iki ise israf  yüzünden bunu ona ve yirmiye çıkarıyor. Böyle olunca  çoğalan ihtiyaçları karşılayacak maddi imkanları bulmakta zorlanır. İşte böyle lüzumsuz ihtiyaçları temin edemeyince de bu sefer harama girmeye başlar.

İsrafa girenlerin zafiyetinden istifade eden namussuzlar, o zafiyet içine girenlerin namus ve haysiyetlerini az bir para karşılığında satın alıyorlar. Şayet memursa rüşvetle iş yapar, amir de buna göz yumar.

Münasebetle alakalı bir vakıa:

Vakti zamanda bir Kurumun amiri, veznedarına “Yapacağın ödemelerde para küsuratını müşteriye ödeme, bu küsuratlarla dairenin ihtiyaçlarını temin ederiz,”  veznedar da “olur efendim,”demiş. Gün begüm hâsılat artınca çay-şeker alımından vazgeçilerek günlük tahsilâtı aralarında paylaşırlar. Gayri meşru yollarla elde edilen parayla helalini de kaybeden veznedar, daha da aşırıya gidilerek hem görevini, hem maneviyatını hem de aile düzeni tamamen kaybeder. Bu vakıa umman denizinden bir katredir. İşte haram yollara düşmenin birinci nedeni; israftır. İmanı zayıf olan biri, Lüks yaşayabilme sevdası için her türlü ahlaksızlığa başvurur, hem dinini hem de namus ve haysiyetini dünyanın adi zevkleri için  ayaklar altına alır.

Lezzet ve keyif helal dairesinde olmalıdır. Haram yollardan elde edilen  lezzet ve yapılan  keyif görüldüğü üzere insanı şerefinden eder. Üstad’ın ifadesi ile “Helal dairesi keyfe kâfidir, harama girmeye lüzum yoktur.” Meşru dairede insan serbest olsa da israf yapmamak gerekir. Lezzeti şükür için istemektir.

Konu israf ve iktisattan açılmış iken asıl maksat malı yerinde ve ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak lazımdır. Bu nedenle; mübarek Kurban Bayramı’nın yaklaştığı bu günlerde, insanların genel durumunu göz önünde bulundurarak, çevremizdeki fakir ve aç insanlara yardım elimizi uzatmak ne kadar vicdana uygun düşer.  Zaten dini bayramların bir amacı da yardımlaşma, dayanışma, birlik ve beraberliği sağlamaktır. Çünkü mal da, mülk ta  imtihan ve insanlık içindir. Allah için yapılan yardımlaşmalarda hayır var, hayır da israf yoktur. Verilen mal sadaka hükmüne geçer.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Medine’den Maldivlere Hicret

AHİR ZAMANDA yaşamak demek, hayret makamını farklı bir boyutta sürekli taşımak demekmiş anlaşılan. Her defasında “Bunu da gördüm ya, artık ne görsem ne duysam şaşırmam” diyorum. Ama birileri çıkıp öyle bir şey yapıyor ki, yeniden hem hayrete hem dehşete düşüyorum. Hayatını tekrar tekrar, farklı kaynaklardan okumaya çalıştığım bir sahabedir bilinen adıyla Ebu Eyyub el Ensari. Şüphesiz tümü benzer özelliklere sahip olsa da, takvada, istiğnada, tavizsizlikte aklıma gelecek ilk üç sahabeden de biridir. Onun hayatını okumaya özen göstermem kişinin en çok tanıdığı bildiğini sandığı şeylere kör oluşundan kaynaklanıyor. Onu, yüzyıllardır adıyla anılan bir semtte ağırlıyor olduğumuz için çokça tanıdığımız zannediyoruz, oysaki gerektiği kadar tanımıyoruz.

Temiz soyu babası tarafında onuncu dedesinden, annesi tarafında sekizinci dedesinden efendimize dayanan Halit Bin Zeyd Ebu Eyyub El Ensari, efendimizin mihmandarı olduğu kadar tek başına Medine’yi İslam’a hazırlamaya giden Musb bin Umeyr’in de hicret kardeşidir. Akabe-i Kübra’da Musab’ın peşine düşüp efendimizle müşerref olarak İslam’a girdiği andan itibaren ne kardeşi Musab’ı, en İslam peygamberini bir an bırakmamıştır. Zenginliği, şan ve şöhreti, şehrin en gözde genci olma özelliğini tek lahzada silip atan Musab bin Umeyr’in öldüğünde bir kefenden mahrum olduğu malum. Gayet manidardır kardeşlik için ikisinin seçilmesi. Çünkü Eyyub el Ensari’nin de dünya malına yaklaşımı budur. Bunun en basit örneği adalet timsali Hz Ömer’in oğlu Abdullah b. Ömer’in düğününde sergilediği tavır olsa gerek. Düğün evinin kapısına gelen Ebu Eyyub, evin duvarlarında yeşil bir perdeyle süs yapılmış olduğunu görünce tepki göstermiş, “Siz de mi duvarlarınıza perde asıyorsunuz” diye sitem etmişti. Abdullah b. Ömer, “kadınlarla basa çıkamadık” kabilinden bir cevap verdiğinde; “Pek çok kimse kadınlarla basa çıkamasa da senin basa çıkamayacağını ummazdım. Ben ne sizin evinize girer, ne de yemeğinizi yerim” diyerek geri dönmüştü. Aynı tavizsiz hatta korkusuz tavrı, Şam’a seyahat edip Muaviye’nin yanına gittiğinde de görmek mümkündür. Mahmud Sami Ramazanoğlu’nun değerli eserinde ayrıntısını bulabileceğiniz bu ziyaret, gördüklerinden ziyadesiyle rahatsız olan Ebu Eyyub’un, “Senin mekanında sünnet-i Muhammediye’nin yerini bidatların tutmuş olduğunu gördüm. Sana yalnız takvayı tavsiye ederim. Bir daha da senin meclisine gelmem” diyerek Basra’ya İbn Abbas’ın yanına gittiğini biliyoruz.

Şimdi bunları niye hatırladım. Hepimiz büyük bir acı sarmalının içinde kıvranıyoruz ne zamandır. Ümmet dediğimiz büyük ailemizin her yerinden kan sızıyor. Dinmeyen yaramız Filistin, Afganistan, Irak, Afrika, Türkistan, Arakan ve Suriye. En çok Suriye.. Gözümüzün önünde açlıktan kıvrana kıvrana öldü masum çocuklar, bıçaklarla kesildiler, kimyasallarla boğuldular, varillerle bombalanıp betonların altında can verdiler. Soğuktan kas kastı kesildiler, üşüyerek öldüler. İzledik biz. Belki bir parça infak ettik, dua ettik, ama içimizin acısını dindiremedik. Daha dün, üç dört yaşlarında bir çocuğun ‘ne olmak istiyorsun’ sorusuna verdiği cevabı izledim. “Şehit olmak istiyorum” diyordu çocuk, nedeni sorulduğunda da, “çünkü açım, şehit olursam cennete giderdim, cennette ekmek var” dediği bir dünya burası. Boğazınızdan geçen ekmek lokmaları boğazınıza dizilmiyorsa vicdanınızı kontrol edin.

Şehrin en görünür yerindeki billboardlarda iki kare görüyorum ne zamandır. Birinde masum bir çocuk yüzü var, ‘Sana ihtiyacım var’ diyor.. Bir yardım kampanyasına ait bu ilanın yanı başında ise ‘Maldivler’e akın var’ yazıyor. Maldivlere akın varsa bu çocuklar kim ve neden açlıktan ölüyorlar, bu çocuklar açsa ve açlıktan ölüyorlarsa Maldivlere nasıl akın edilebiliyor?

Projenin sahibi, renkli gömleği, tatil şortuyla Maldivler’de verdiği pozun yanında projesini açıklıyor, ilk cümlesi ‘Müslümanın hayattaki gayesi’ne dair bir hadis paylaşımı şeklinde gerçekleşiyor. Sonra dünyada yüzbinlerce sahil oteli olduğu halde Müslümanlara uygun plajı olmayanlara ne kadar içerlediğini anlatıyor. Oysa her Müslümanın hakkı helal plaj.. Ve bu hakkı savunmanın kendilerinin ana sayesi olduğunu vurguluyor. Bu proje için yüce Allaha şükrederek devam ediyor. Gelelim tatil adasının isminin sırrına. Şaka değil, cümleler aynen şöyle; “Hz Eyyub El Ensari nasıl ki, kötüden iyiye geçiş anlamına gelen hicret günü peygamber efendimiz SAV’i evinde misafir ettiyse, önümüzdeki hicret gününden itibaren, tüm dünya Müslümanlarını Maldivlerdeki Eyyub El Ensari’nin Evi’nde misafir olmaya davet ediyoruz.”

Mevlana et döner, Şems tuhafiye, Adab mayo, Mekke pazarı, Medine giyim, Hiranur Börek, Sefa Merve moda, 1453 iç giyim. Alıştık artık bu ‘marka’lara değil mi. Din tüccarlarına. Değer sömürücülerine. Ama bu kadarına pes. Ebu Eyyub El Ensari’nin Maldivlerdeki evi… Sanki bir aş evi açmışlar da, fakirlere yemek dağıtacaklar. Sanki bir ilim evi açıyorlar da, peygamberin hatırasını yaşatacaklar. Sanki bir yetimhane, sanki bir “fakirhane”. Hayır, sadece zenginleri çağırdıkları evin ismi bu. Helal plajlarda binlerce Euro harcayacak Müslümanlara özel bir ev. Dünya nimetlerinden sonuna kadar faydalanmak isteyen, onlardan ne eksiğimiz var, diye kıvrananlara özel. Nasıl bir zihin yapısıdır bu. Nasıl bir cüret?

İşin kötüsü biliyorum, kış günü bronz bronz gezen tesettürlü ablaların ‘Maldivlerden geldik’ dediğine çok şahit olmuşumdur. Peynir ekmek gibi satacaklar bu evleri. Hizmet ettiklerini düşüne düşüne satacaklar. Birileri de helal helal alacak. Para benim, diyecek. Sen ne karışıyorsun diyecek. Buna benim dinimi, değerlerimi, peygamberimi ve onun yıldızlarını alet edecek. Kimse de dur demeyecek. Bildiğim bir şey daha var, tüm bunlar olurken birileri açlıktan can veriyor olacak yine. Birileri su bulamayacak. Birileri komşusu açken tok yatacak. Helal parasıyla israf edecek. İsraf helaldir diyecek sonra. Ve inananlar çıkacak buna. Biliyorum.

 19/02/2014

© 2013 karakalem.net, Nuriye Çakmak

İsraf İflah Etmez!

İsraf, saçıp savurmak, boş yere harcamak, kıymetli olanı kıymetsiz yerde kullanmak demektir. Bu yüzden müsrif, hem kendine , hem de başkasına zarar verir.

Müsrif, hem akılsız, hem de ahlaksızdır. En büyük zararı kendisine verir. Kötü örnek olur, zayıf karakterli ve bilinçsiz insanları da etkiler. Savurganlığı nisbetinde, insanların kızgınlığını, kırgınlığını ve nefretini kazanır..

İsrafın altında, bir kendini gösterme, merakı vardır. Başkalarına üstünlük taslama, varlığını görünür kılma, değersizliğini abartılı saçıp savurmlarla örtüp gizleme duygusu, israfı körükler.

İsraf, lüksün anasıdır. Dış dünyasını sun’i yıldızlarla süsleyenler, iç dünyalarının semasını yıldızsız bırakıp, hep karanlıkta kalanlardır. Daima, kendi bolluğu ve refahı adına; yoklukla, açlıkla, imkansızlıkla boğuşanları görmezden gelen, zalim bir gafletin anasıdır israf…

İnsanın içinde zaten var olan bu canavarı, Batı Medeniyeti besledi, büyüttü ve kışkırttı. İsraf, tüketim ekonomisiyle sıradan ve normal bir iş, hatta bir fazilet haline geldi. Topluma benimsetilen bu yanlış idrak sayesinde, artık utanılacak değil,övünülecek ve imrenilecek bir özellik haline geldi. Kazandığı bu itibar sebebiyle de, israf,artık dizginlenemez ve önüne geçilemez bir hale geldi.

Bu sonuçta, tabii ki basının da, çok mühim bir katkısı vardır. Zira,bir çok israfı, allaya pullaya reklam ve haber konusu yapıyor, dolayısıyla da, insanları müsrif olmaya özendiriyor. Basının verdiği genel mesaj, şöyle özetlenebilir:

“Eskiyi at, yeniyi al! Eskimeden at, ihtiyaç olmadan al! Daha çok, daha sık, daha lüks al! Al, al, al! At, at, al! At, al; al at!

Değerin, alabildiğinin değeri kadar…Alamayan değersizdir, hiçtir. İnsan oturduğu ev kadar, bindiği araba kadar, müdavimi olduğu lokanta kadar, kısacası harcadığı para kadar değerlidir.

Böyle düşündüren maddeci inancın mabedi, alış veriş merkezleridir. Parıltılı ihtişamlarıyla, hep alan, kazanan , oyalayan, çalıp çığıran, eğlendiren, hatta sömüren merkezler… Bir itibar kazandırdığı sanılan markalar dünyasına mahkum, modanın peşinde, modacının kulu kölesi olan insanlar…

Reklamlar, sanal ihtiyaç alanları oluşturuyor. Böylece, temel ihtiyaç maddeleri çeşitlendikçe çeşitleniyor, insanın olmazsa olmazı, dörtten dört bine çıkıyor, çıkarılıyor. Sürekli artan ve yenilenen ihtiyaçlarını ele geçirmekte zorlananlara, tüketim ekonomisi olmayan parayı harcama imkanı sağlıyor. Böylece ortaya, kredi kartları çıkıyor. Olmayanı harcayan müsrifler sebebiyle, günümüz ekonomisinin en tehlikeli kara deliği haline gelen kredi kartları…

Bu bencil yaşama biçimi, tamamiyle israf üzerine kuruludur. İsraf ise, dipsiz bir kuyu gibidir, sonu kapkaranlık, bir türlü görünmüyor. Fakat, görünen tek gerçek o ki, israf iflah etmiyor.

İsraf, nice bitmez sanılan serveti, hazır parayı bitiriyor. Bitmez, tükenmez sanılan birikimler, miraslar güneş görmüş buz gibi eriyiveriyor.

İsrafa bulaşmamak için, önce insanın dünyaya bakışını düzeltmek gerekiyor. Bu dünya sonlu ve sınırlı bir yaşama alanıdır. Devam eden bir yolculuğun mola yeridir. Bütün himmeti, emeği, gayreti buraya sarfetmek müthiş bir yanlıştır.

Bu yanlışta karar kılan insan, dünyanın bütün imkanlarını sadece kendisi içinmiş gibi bilir ve tüketir. Tabii ki böyle bir açgözlülükle menfaatine saldıran kişi, dünya ile birlikte, kendisini de tüketir.

Oysa ki bu dünya, sadece bize ait değildir. Bizden sonra geleceklere de, yetmesi gerekir. Yüce Yaratıcı’nın emrettiği gibi tutumlu yaşandığında, bütün zamanlarda herkese de yetecektir.

İsrafa dağlar dayanmaz; her hazırın bir tükeniş anı vardır.

Asıl yatırımı sonsuz ve sınırsız dünya için yapmak gerekir.

Bu sebeple Rabbimiz uyarır:

“-Yiyin, için ama israf etmeyin!”

Yiyip içmekte israfa kaçanlar, bir zaman sonra o israfın getirdiği fazlalıklardan kurtulma mücadelesi veriyorlar. Varlıklılar, yeme içme çokluğundan; yokluk içindekiler de, açlıktan perişanlık çekiyorlar. Zira,israf bencil yapıyor; bencillik de cimrileştiriyor. Böylece ortaya dengesiz bir dünya çıkıyor:

Bir yanda müsrifler, diğer yanda açlar. Sodom ve Gomore ahalisi, yiyemez oluncaya kadar yedikten sonra, kusma çukurlarına koşup midelerini boşaltıyorlar, sonra da, tekrar yemeye koşuyorlrdı… Ama o toplumda da açlar vardı…

Mevlana deyişiyle, bir yanda, içi boş lüks elbiseler, diğer yanda da elbisesiz adamlar… Şairler Sultanı’na göre de, “Başsız başsız adamlar!”

İmam Azam,devrinin en zengin adamı olarak, ne güzel der: “İsrafta hayır yoktur; hayırda da israf yoktur.”

Bu muhteşem Alim, taksitle bir şey almazmış. Sebebini soranlara da, “Benim, o kadar süre yaşayacağıma dair garantim yok” dermiş.

Asıl marifet, zenginken müsrif olmamaktır. Fakir zaten tutumlu olmaya mecburdur. Beş yıldızlı otellerin, lokantaların açık büfe ortamlarında israfa düşmemek ise, yiğitliktir.

Bollukta tutumlu olmak, nimetin devamına fiili bir duadır. Çünkü israf, nimeti nimet saymamak, küçümsemek , önemsiz ve değersiz görmek demektir.

Nimeti hor görmek ise, nimetin sahibini takdir etmemek demektir. Bu takdirsizlik ve kıymet bilmezlik, bazan itham ve iftira boyutlarına bile varabilir. Bu da, israf kötülüğünün , giderek inançsızlığı nasıl doğurduğunu gösterir.

Basit ve önemsiz sanılarak, takdir edilmeyen nimet israf edilir. İsraf , nimete fiili bir şükürsüzlüktür. Şükürsüzlük ise, Yüceler Yücesi’ne saygısızlık, sevgisizlik ve takdirsizliktir.

Her nimetin gönderen hanesinde tek isim vardır:

“-Allah (c.c.)”

Onun nasibettiği her şey, çok değerlidir. Değerli şeyler ise, israf edilmemelidir. Bizim sunduğumuz bir hediyeyi, kıymetsiz görerek, buruşturup çöpe atan bir insana, biz nasıl bakarız?

Rahmetli dedem, abdest alırken büyükçe bir tahta kaşık kullanır, suyun zerresini damlatmamaya özel bir özen gösterirdi.Çocuk yaşımızdayken, onun bu gayreti çok tuhafımıza giderdi. O da bize, Güzeller Güzeli’nin hadisini hatırlatırdı:

“-Bir ırmaktan abdest alırken bile,suyu israf etmeyiniz.”

Bütün büyükler,israftan kaçınmışlardır. Az eşya ile,çok sade yaşamışlardır.Maddi boyutları bakımından küçülenler,manevi boyutlarıbakımından büyümüşlerdir. Yani, “Beden inceldikçe,ruh kalınlaşmıştır.”

Osmanlı,manevi ihtişam döneminde mütevazı Topkapı Sarayı’nı, çöküş döneminde ise, Dolmabahçe Sarayı’nı yapmıştır.

Mana da derin ve zengin olan, madde de israflı yükseltilere tenezzül etmez.

Ancak, israfla cömertliği birbirine karıştırmamak gerekir. Cömertin varlığı elinde olur; onu HAKİKİ SAHİBİ adına tasarruf eder; müsrif kendini mal sahibi sanır, emanetçi olduğunu unutur, harcama kurallarını da kendisi koyar …

Müsrif,döke saça kendine harcarken mutludur;cömert başkasına verirken huzur bulur…Alışverişte sıkı pazarlık yapar ama, kazandığının birkaç katını sadaka ve yardım olarak sarfederken eli titremez, tam tersine yüreği sevinçlerle dolar. Mehmet Akif dedem, ne güzel örnektir bu hususta…Dostu Rıza Efendi onu şöyle anlatır:

“-O, ne yüksek bir insandı! Onun şahika-i faziletine erişmek ne mümkün! Fakir veya yetim bir çocuk görse, hemen kesesini boşaltırdı. Parası yoksa, ağlardı. Yardım için arkadaşını teşvik ederdi. Ahbabının kesesini kendi kesesi gibi, kendi kesesini de ahbabının kesesi gibi bilirdi.

Nazarında paranın hiç kıymeti yoktu. Elinden gelse,yeryüzünden fakirliği ve sefaleti kaldırırdı. İnsanlara karşı, o kadar hayırhahtı.”

Dünya, maddi bir israf çılgınlığı yüzünden krize düştü. Ancak, derin bir ekonomik kriz ile, tutumlu olmayı hatırladı. Ancak, kerhen hatırladığı tutumluluğu uygulaması, hiç de kolay değildir. Tutumluluk, bir alışkanlık ve eğitim işidir.

Bu sebeple, daha çocukluktan itibaren, yeni nesillere, israftan kaçma alışkanlığı kazandırılmalıdır. Mesela, çocukların, mutlaka bir kumbaraları olmalıdır. Almak istediklerini, hemen önlerinde bulmamalılar.

Eski eşyalarını biriktirmeyi ve onlarla yoksul yaşıtlarını sevindirmeyi düşünebilmeliler.

Yiyecekleri kadar yemek almalı; tabaklarında yemek bırakmamalılar. Meyveleri birbirlerine atacak malzeme olarak görmemeliler. Yemeğe Allah’ın adıyla başlayıp, doyduktan sonra da nimetin Sahibi’ne şükretmeyi unutmamalılar.

Büyükler, bu hususta da küçüklere mutlaka örnek olmalılar.

Müslüman evinde israf olmaz. Bu sebeple de, Müslüman’ın evinden çöpe pek az şey çıkar.

Zira orada karpuzun, portakalın, limonun kabuğu işe yarar… Yenen zeytinin çekirdeği tesbih olur. Bayat ekmek köfte olur. Ekşimiş yoğurt ayranlaşır. Eskimiş eşya görev değiştirir, işe yaramaya devam eder.

İsraf kalksa, ekonomik durum kendiliğinden düzelir, krizden eser kalmaz.

Evliliği, israfla başlayan gençleri, iktisada nasıl alıştıracağız? Gösterişli davetiyeler, orijinal nikah şekerleri, lüks salonlar, pahalı elbiseler , gelinlikler, yuvaya mutluluk getiremiyor; eşya işe yaramıyor.

Selamı da israf etmeyiniz, kelamı da… Alana veriniz selamı, dinleyene söyleyiniz…Söyleyeni dinleyiniz hayırsa…Eğer selamınız alınmazsa, siz alınız tekrar…Kelamınız boşa gidecekse, tutun çenenizi…Ne selam israf olsun, ne de kelam…

Sevginizi de, kalbinizde bastırarak israf etmeyiniz; sevilecek bunca güzel şey yaratmışken Rabbimiz…

Vehbi Vakkasoğlu

vehbivakkasoglu.com

İsraf ettiğimiz sadece ekmek mi?

“İktisad”ı gerek kelime gerekse terim manasıyla tanımadan önce onun zıddı olan “israf” üzerinde durmakta yarar var. Malumdur ki varlıklar, olaylar ve sıfatlar zıtlarıyla bilinmektedir.

“Se-ra-fe” kökünden türetilmiş olan “israf” kelimesi, “herhangi bir fiilde veya şeyde haddi aşma, orta yollu davranmayı terk etme, mübah olan sınırı ifrat veya tefrite düşmek suretiyle aşıp mübah olmayana geçme” gibi anlamlara gelmektedir. Bunların dışında, Arapça’da “gafil, habersiz olma, ihmal etme, bir işe gereken önemi vermeme, farkında olmama, göz önüne almama, bir işte hata etme, isabetsiz iş yapma, bir işi yerli yerinde yapmama” gibi anlamlarda da kullanılmaktadır. İsraf eden kişiye de “müsrif, israf eden, aşırı davranan” denilir.

İktisat kelimesi ise “ka-sa-de” fiilinden türetilmiş bir mastardır. Sözlükte “Bir şeyde dengeli, mutedil şekilde hareket etmek; orta/vasat davranışa riayet etmek; ifrattan kaçınmak; haddi aşmamak” şeklinde tarif edilmekte ve “ifrat”ın zıddı olarak gösterilmektedir.

Dikkat edilirse iktisat kavramının türetildiği “kasd” kelimesi “adl” kelimesiyle aynı anlamı ifade eder. Aynı şekilde “denge, denge noktası, ortalama, iki ucu olan şeyin orta noktası” anlamlarını taşıyan “vasat” ve “evsat” kelimeleriyle “kasd” kelimesi eşanlamlıdır.

Fahreddin Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb isimli eserinde iktisadın sözlük manasıyla ilgili şu açıklamaları yapmıştır:

“Bir işte aşırıya kaçmadan ve eksik de bırakmadan itidalli davranmaktır. Aslı ’kasd’dır. Şöyle ki, ne istediğini bilen kimse kararsızlık ve cayma göstermeden onu kasdeder, ona yönelir. Maksudunun, istediği şeyin yerini bilmeyen ise şaşkın olur. Bir sağa bir sola yalpalar. İşte bundan dolayı maksada ulaştıran amel ‘iktisat’ ile ifade edilmiştir.”

İktisat eden fakir olmaz

Bu tanım eşliğinde Peygamber Efendimizin (a.s.m.) “İktisatlı davranan fakir düşmez” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 447) hadis-i şerifini anlamak daha kolay olacaktır. Zira bu hadis-i şerifte geçimde dara düşmemenin yegâne yolu olarak iktisat, her zaman ve mekânda, herkes için geçerli, değişmez temel ilke olarak gösterilmektedir.

Burada iktisadı sadece geçimle ve harcamayla ilişkilendirmek hem bu kavramı hem de yukarıda zikrettiğimiz hadis-i şerifi kısır bir sınıra hapsetmek demek olacaktır. Zira hadiste belirtilen “fakir düşmeme” bir sonuçtur. Ardında son derece sistemli, kontrollü ve ölçülü bir hayat felsefesi vardır.

Mesela iktisatlı bir insan dengeli ve sağlıklı bir ruh yapısına ve kişiliğe sahip demektir. İktisatlı kişi, sahip olduğu her şeyi belli bir plan ve programa göre, düşünerek akıllıca kullanır. Nasıl denk gelirse öyle hareket etmez.

Hakiki kul olmanın şartlarını riayetle düşünerek hareket eden, her türlü aşırılıktan uzak durur. Yaptığı her hareketi, kendini dünyada ve ahirette mahcubiyete ve pişmanlığa düşürmeyecek şekilde planlar.

Diğer yandan iktisatlı kişi azami kanaatkârdır. Kanaat ise bitmek tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Bu hazineye sahip olan kimse ise hiçbir kimseye muhtaç olmaz, ihtiyaç hissetmez. Dolayısıyla fakirlik nedir bilmez. Elinde bulunanlarla iktifa ettiği ölçüde ihtiyaç dairesi daralırken, diğer yandan “başkalarına muhtaç olmama” zenginliğine ulaşır.

Aslında yukarıdaki hadis-i şerifte sadece iktisat değil fakirlik de gerçek tarifini bulmaktadır. Zira insan başkalarına muhtaç olduğu, ihtiyaç duyduğu ölçüde fakirdir. Dolayısıyla fakirliğin ölçüsü az para, mal ve mülk sahibi olmak değildir.

O halde, çelik kasasında ve banka hesabında milyonlarca lirası, onlarca dairesi, yatı-katı olduğu halde eğer bir kişi “ihtiyaç” denilen olguyla yüz yüze gelmekteyse o kişi “fakirdir.” İhtiyacın derecesi ve şiddeti arttığı oranda da fukaralığın dibine doğru yuvarlanmaktadır. Böyle bir insanı fakirlik çukurundan kurtaracak vasıta ise kesinlikle yine para-pul değil, iktisattır. Sahip olduklarının değerini bilmek, onları olması gereken yerde ve oranda sarf etmektir.

Kişi neden “fakir” olur?

Peki iktisat etmeyen kişi neden “fakir” olur?

Çünkü ilahî ve fıtrî bir kanunu ihlal etmiş olur ve bu büyük suçun karşılığında hem dünyada hem ahirette fakirlik cezasıyla cezalandırılmayı hak eder.

Kur’an-ı Kerim’de israftan kesin olarak kaçınmaya dair emir vardır: “Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!” (Âraf Suresi, 31)

Bu ayet-i kerimede elbette açık ve net olarak israftan nehiy vardır. Ancak, bu yasak da aslında bir sonuç gibidir. Zira aynı ayetin hemen başında “Ey Âdemoğulları! Her bir mescitte bulunurken ziynetlerinizi takınınız!” emri de yer almaktadır. Çoğu mealde bu emir, “Mescit ve camilere giderken temiz elbiselerinizi giyinin” şeklinde çevrilmiştir. Hâlbuki burada tüm hayatı kuşatan bir temizlik ve ziynetlenme söz konusudur. Çünkü Üstad Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla tüm yeryüzü bir “mescit”tir. Hayatın her anında kul secdeyle, yani Allah’a itaatle emredilmiştir. Huzur-u daimînin mahiyetini kavrayan, hisseden ve bunu yaşamaya çalışan kişi ise elbette her haliyle itidalde ve dolayısıyla iktisatta olacaktır. Allah’ın kendisine emaneten verdiği her nimeti, zamanı, sağlığı, kabiliyetleri, istidatları olması gereken yolda, yönde ve istikamette kullanma çabasında olacaktır. Diğer ifadeyle, her an secde ve kulluk şuuruyla hareket eden bir kul olacak, her hareketi, sözü, hatta his ve düşüncesiyle en güzel ziynetlerini takınacak, asla israfa teşebbüs etmeyecektir.

İsraf ettiğimiz sadece gıda mı?

O halde kulun süsü olan meziyetlerinden uzaklaşmasının tek kelimeyle karşılığı “israf” olacaktır.

Kulun en büyük ziyneti nedir?

Elbette “kulluk”tur, hakkıyla “kul” olabilmektir. Kul olma yolunda ruhunu, his ve duygularını, istidat ve kabiliyetlerini kemale erdirme yolunda cehd ve gayret içinde olmaktır.

Eğer kul, kendisine Yüce Rabbinden emanet olarak tevdi edilen bu meziyetleri maksadına yönelik kullanmaz, ihmalkâr ve hatta isyankâr olursa işte o zaman “İsraf etmeyin” emrini çiğnemiştir.

İsyankârlık çok büyük bir kabahattir. Sadece israftan kaçınma emrini değil, daha pek çok İlahî emirleri çiğnemek demektir.

Peki ya ihmalkârlıklarımız?

Haddi aşmalarımız?

Kullukta dahi israfa düşmelerimiz?

Mesela kulluğun en nurlu mevsimi olan Ramazan ayındaki kulluk namına içine yuvarlandığımız israf uçurumları?

Elbette tuttuğumuz oruçta bir riya, gösteriş olmaz, olamaz. Ama iftar ve sahurlardaki yeme-içmede, hatta konuşmada, eğlenmede, ziyaretlerde, gezmelerde israf yasağını sonuna kadar çiğnediğimizin farkında mıyız?

Harcamalarımızdan, belki lüzumsuz yere harcadığımız zamana kadar, yerine göre gıybetten, öfkeden, kem sözle muhataplarımızın kalplerinde onulmaz yaralar açmaya kadar, bu kulluk ayında acaba isyanlarımızın boyutundan ne kadar haberdarız?

Bir de yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımız var?

Bir yandan Ramazan ikliminin feyzinden istifade ederken, mesela küskünlüklerimizi, dargınlıklarımızı, kırgınlıklarımızı ne kadar unutuyor, ne kadar unutturma adına bir şeyler yapmaya gayret ediyoruz? Bunların da israf grubuna girmediğini söyleyebilir misiniz? Bunların da kulluğumuza halel vermediğini, kirletmediğini, kısaca kulluğa yakışmayacak kirler ve çirkinlikler olmadığını iddia edebilir misiniz?

Sonuç olarak, kulluğumuzu iktisatla, zıddı ve düşmanı olan israftan alabildiğine uzak durarak süslememiz gerek.

İktisadı ve israftan kaçınmayı hayatınızın her ânı ve bölümünde zerrelerimize kadar bir meleke haline getirdiğimiz an, Ramazanlarımız da, namazlarımız da, oruçlarımız da, verdiğimiz zekatlar da, hac ve umrelerimiz de gerçek mahiyetine kavuşmuş olacaktır.

Veli Sırım

Moral Dünyası Dergisi

İsraftan Sakınmak

“Yiyin, için; fakat israf etmeyin”(A’raf  Sûresi, 7/31)

Her Müslümanın, yaşayışının Kur’an-ı Kerîm’in israfı yasaklayan A’raf Sûresinin 31. âyetine ve ilgili diğer âyetlerine ne derecede uygun olduğu hususunda çok dikkatli bir iç muhasebede bulunmasının, büyük lüzumu ve ihtiyacı vardır.

A’raf  Sûresi, 7/31. âyetinde israf yasağının yemek ve içmekten bahsettikten sonra beyan edilmiş olması, elbette ki bu yasağın yalnız yemek ve içmekle ilgili olduğu şeklinde dar bir manâda anlaşılmasını gerektirmez. Belki yemek ve içmek, teneffüs etmekten sonra, insanların dünya hayatındaki en mühim maddî ihtiyaçları olduğundan, insana bilhassa bunlardan bahisle, bunlarla kısaca temsil edilen tüm ihtiyaçlarının karşılanmağa çalışılmasında da israfçılıkla haddi aşmaması emredilmiş olabilir.

Bununla beraber, bilhassa içinde yaşadığımız devirde, insanın yemek ve içmekle ilgili israfı, onun israfçılığında ekseriya mühim bir yer tutmaktadır. Günlük hayatımızda dikkat etsek, çevremizde bu israfçılığın çok misallerini görebiliriz. Bunun en başta gelen sebebi, Müslümanların kendileri için en başta gelen rehber olması gereken Peygamberimiz’in (s.a.s.) Sünnet-i Seniyyesini bazen terk ile, batılılaşmanın yanlış tesirlerinin altında kalmalarıdır.

Yediğimiz ekmek; Allah’ın Rezzak, Mün’im, Rahman gibi isimlerinin tecellîlerini de gösteren çok mühim bir nimettir. Dünyanın tüm ülkelerinde bu ayni şekilde kabul edilmese de, yüzyıllardır ülkemizde gıda maddelerinin başında ve büyük bir nimet olarak kabul edilmektedir. Halkımız içinde çok yaygın olan,  “ekmek” kelimesinin yer aldığı atasözlerimiz ve deyimlerimiz de bunu göstermektedir. Yemek yerken bir ekmek kırığını bile israf etmemek, yemeğin bereketinin belki de son lokmada olabileceğini söyleyen Peygamberimiz’in (s.a.s.) sünnetlerindendir. Buna rağmen son zamanlarda ülkemizde, değil bir ekmek kırığını bile israf etmemek, dehşet verici boyutta ekmek israfının olduğuna dair haberler medyamızda tekrarlanarak yer almaktadır.

Ülkemizdeki ekmek israfıyla ilgili haberlerin en son misallerinden biri, 17 Ocak 2013 tarihli bir günlük gazetede Anadolu Ajansı kaynaklı olarak manşet üstünden verilen bir haber başlığındaki “İsraf edilen ekmeklerle bir yılda 120 okul yapılabilir” yazısıyla dikkat çekilmeğe çalışılan olmuştu. Gazetenin iç sayfalarında devam eden bu haberde, Fırıncılar Federasyonu Başkanı’nın Türkiye’deki ekmek israfı ile ilgili verdiği rakamlar yer alıyordu ve bu haberde bildirilen Türkiye’de günde beş milyon adet 300 g.lık ekmeğin israf edilmesi, korkunç bir ekmek israfı rakamıydı.

Ekmek israfıyla alâkalı daha önceki gazetelerde ve dergilerde de çeşitli tarihlerde haber ve yazılar yayınlanmıştı. Bir derginin 6 Mayıs 2006 tarihli sayısında yer alan “Ekmek İsrafı” adlı dosya, tam yedi sayfaydı. Yakın bir tarihte, 29.3.2012 tarihli gazetelerde yer alan diğer bir haberde ise, TBMM ‘de kurulan ekmek israfının önlenmesiyle ilgili alt komisyonun çalışmalarından bahsediliyor ve sadece İstanbul’da 4-5 bin civarında ruhsatsız fırın bulunduğu, bu fırınlarda gramajı farklı ekmekler imal edilmesinin de ekmek israfına yol açtığı bildiriliyordu.

Ülkemizde, fakir mahallelerde dahi çöp varillerine atılmış olarak görülebilen bütün halindeki ekmekler, hakşinas insanlarda bu israftan dolayı bir dehşet hissi uyandırmaktadır. Bu şekildeki ekmek israfçılığının sebebi, nimeti verene karşı şükrü düşünmeyen bazı cahil ve gafillerin, ekmeği ancak günlük ve taze oldukları zaman yemeleri ve üzerinden sadece bir gün geçmiş olsa bile, satın aldıkları ekmeği yemeyip iade de edemeyecekleri için onu çöpe atmalarıdır. Halbuki, ekmek sadece günlük ihtiyaç miktarı kadar satın alınabilir; buna rağmen satın alındığı günde tüketilemezse, bayatlamasını geciktirmek için onu kağıtla sararak veya plastik poşet içinde buzdolabına konulabilir; daha sonra yenileceği zaman da basit bir işlemle ona tekrar ilk günkü nemi ve sıcaklığı verilebilir ve taze ekmek gibi yenilebilir.

Alındığı gün tüketilemeyen ekmekler, dilimlenip evlerin mutfaklarındaki fırınlarda veya fırında olmasa da sadece genişçe tepsilere dizilerek hava ile temasta bırakılıp kurutulabilir ve sonra peksimet gibi yenilebilir. Bundan başka, yemek kitaplarında ve gazete sayfalarında bayat ekmeklerden yapılabilecek çeşitli yemeklerin tarifleri de verilmektedir.

Allah (c.c.) insanları gönderdiği bu dünya hayatında, onları yemek ve içmeğe muhtaç kıldığından, onların zarurî rızkını da verir. Ancak, insanlara hayatı veren Allah (c.c.) olduğu halde insanlardan bazılarının Allah’ın (c.c.) müsaade etmediği şekilde diğer insanların hayatına kasdetmesi ve haksız yere onların hayatlarının sona ermesine sebeb olmaları gibi, Allah’ın (c.c.) taahhüt edip verdiği zarurî rızkın hak sahipleri eline ulaşmaması için de israfçılık, gasp ve hırsızlıkta bulunan bazı şerli insanlar vardır. Dünyada bazı bölgelerdeki açlık problemi, bununla da ilgili olabilir.

 Ekmekten başka yiyeceklerde yapılan israfın misallerini de günlük hayatta hem evlerde hem de topluluk halinde yemek yenilen diğer yerlerde yaygın olarak görmek mümkündür. Topluluk halinde yemek yerken, ortadaki tek kaptan yemek, Sünnet-i Seniyyeye uygundur. Ortadaki tek kaptan herkes yiyebileceği kadar yer; besmeleyle başlanmışsa, mü’minin artığının mü’mine şifa olacağı Hadis-i Şerif’te bildirilmiş olduğundan, ortadaki tek kaptaki yemek bitirilmemiş de olsa, başka mü’minler  Sünnet-i Seniyyeye tabi olduklarını düşünmekle onu döküp israf etmeden, ayrıca sevap alarak yiyebilirler.

Konya, Kayseri ve diğer bazı Anadolu şehirlerimizde, modern çağın İslâm âdabına uymayan bazı değişikliklerine tabi olunmayarak, halen de düğünler hem “velime” adı verilen düğün yemeği verilmek suretiyle Sünnet-i Seniyyeye uyularak yapılmakta ve hem de bu düğün yemekleri gene Sünnet-i Seniyyeye uygun olarak ortaya konulan tek kaplardan yenilmekte ve o yemekler daha sonra israf edilmemektedir.

Toplu olarak yenilen yemeklerde yemek servisi ayrı tabaklarla yapılan bazı yerlerde, bahsedilen Hadis-i Şerife göre, bilhassa maneviyat büyüğü olarak bildikleri mü’minlerin yemek artığını şifa niyetine yemek için âdeta birbirleriyle yarışan mü’minlere rastlanır. Fakat büyük ekseriyetle, devrimizin mü’minleri başka bir mü’minin tabağındaki yemek artığını, onun o yemeğe besmeleyle başlamış olduğunu bilseler de, yemek isteğini göstermezler. Bu durumu göz önüne alarak, topluluk halinde ayrı tabaklarda yemek yenilirken, eğer o yemeği yemek isteği yoksa, başlangıçta servis yapılan tabaktaki yemeği içine hiç çatal-kaşığını sokmadan geri göndermek; eğer tamamı değil de kısmen yenilecekse, gene yemeğe başlamadan onun bir kısmının geri alınmasını istemek veya sofradaki başka birisiyle tabağındaki yemeği paylaşmak, günümüzde ayrı tabaklarda yenilen yemeklerde yemek israfını önlemek için yapılabilecekler arasında olmaktadır.

Toplu yemek yenilen çeşitli yerlerde; lokantalarda, eğitim kurumlarında ve askerî tesislerde, yukarıda bahsedilen hususlara ekseriya uyulmaması sebebiyle büyük miktarlarda yemek artıkları meydana gelmektedir. Yakında bir hayvan besleme tesisi bulunduğu takdirde, yemek artıkları o tesise gönderilerek nadiren de olsa değerlendirilmekte; fakat her yerde hayvan besleme tesisleri bulunmadığından, yemek artıkları ekseriya değerlendirilmeden çöpe atılmakta ve israf edilmektedir.

Bazı ekonomi teorisyenlerinin, dünya nüfusunun artışıyla dünyadaki gıda kaynaklarının üretim kapasitelerini karşılaştırarak, dünyayı açlık tehlikesinin beklediğini söylemelerine rağmen, tüm dünyada bir günde yapılan yiyecek israfı yapılmamış olsa, tüm Afrika kıtası halkını doyurabilecek kadar olduğu da, bilimsel olarak tesbit edilmiştir.

İstanbul Üniversitesindeki öğrencilik yıllarımda bazen Bayezıt Kütüphanesine de giderdim. Kitap kataloglarına bakarken gördüğüm “Garp Âdab-ı Muaşereti” adlı ve cumhuriyetimizin ilk yıllarında yazılmış bir kitabın muhteviyatını da merak edip incelemiştim. O kitaptaki, Sünnet-i Seniyyeye uymayan çeşitli garp âdetlerinden (maalesef günümüzde de bazı Müslümanlar bunlara uyuyorlar) biri de yemeğin salçasını (sulu kısmını) yememek tavsiyesiydi. Başlangıçta yemeğini tabağına koydururken bir Müslüman, çeşitli sebeblerle, yemeğin sulu kısmının tabağına konulmamasını isteyebilir. Fakat, sulu kısmıyla birlikte yemeğin tabağına konulmasını önlemekle ilgili bir teşebbüste bulunmamışsa, tabağındaki yemeği sulu kısmıyla birlikte yemesi icap eder. Bunun aksi, Peygamberimiz’in (s.a.s.) bu mevzudaki sünnetine muhalefet ve yemekte israfa sebebiyet vermek olur.   Rivayetlerde, Peygamberimiz’in (s.a.s.), tabağına konulan yemeği tamamen yediği ve tabağını sanki hiç yemek konulmamış gibi temizleyerek pırıl-pırıl hale getirdiği bildirilmektedir. Şuurlu Müslümanlar, Peygamberimiz’in (s.a.s.) bu sünnetine de uymağa dikkat ve itina gösterirler. “Yemeği sünnetlemek” deyimi bu sebeble halk dilimizde yerleşmiştir. Maalesef toplu yemek yenilen yerlerde,  hattâ Ramazanlardaki iftar sofralarında bile,  Müslümanlar arasında bu sünnete de muhalefet edenlerin misallerine çok rastlanmaktadır. Bazıları, önlerine konulan yemekten birkaç çatal (veya kaşık) miktarı alıp yemek tabağını sulu kısmıyla da sulu olmayan kısmıyla da ileri itip, sanki tabiî bir davranışta bulunuyormuş gibi, nimete karşı israf ve nankörlük yapmaktadırlar.

Bediüzzaman Said Nursî’nin efsanevî avukatı Bekir Berk’in, bir defasında bir lokantada, Peygamberimiz’in (s.a.s.) bu mevzudaki sünnetine ittiba etmiş olmak için yemeğini tamamen yedikten sonra, tabağını da sanki hiç yemek konulmamış gibi temizleyerek pırıl-pırıl hale getirdiğini gören bir garson, bu yapılanın sanki “bulaşıkçılık” olduğunu îma manâsı da taşıyabilecek, biraz müstehzî bir eda ile;

“-Beyefendi, niçin tabağınızı temizlemek için zahmette bulunuyorsunuz; bizim bulaşıkçımız var.”

demesine karşılık, avukat Bekir Berk birden ciddileşip celalli bir eda ile garsona, lokantadaki diğer müşterilerinin de duyabileceği yüksek ve gür bir sesle;

“-Ben, Resulullah’ın (s.a.s.) bulaşıkçısıyım!.”

tokat gibi cevabını vermiş.

Biz de, onun bu davranışından ders alarak, kötü bir batı taklitçiliği ile hareket etmek yerine, Peygamberimiz’in (s.a.s.) yemek-içmek mevzuunda ve diğer mevzulardaki sünnetini- eğer mazur görülebileceğimiz bir manimiz yoksa– kendimiz için esas almalıyız.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, A’raf Sûresi’nin 7/31. âyetinde israf yasağının yemek ve içmekten bahsedildikten sonra bildirilmiş ve israfın bu şekilde haram kılınmış olması, israfın yalnız yemek ve içmekte yapılmaması gerektiğini düşündürmemelidir. İsrafçılık, modern günlük hayatta çok yanlış bir alışkanlık halinde çok yaygın hale gelmiştir; insanların büyük çoğunluğu, içinde bulundukları israfçılık batağının farkında bile olmadan o batağın içinde yüzmeğe çalışmaktadırlar. Bunun ahretteki büyük hesap gününde görülecek zararından başka, fert ve toplum hayatındaki çeşitli zararları, dünya hayatında da görülmektedir.

Modern dünya insanının hayatının bir parçası haline gelmiş ve onunla hemhal olup ünsiyet ettiği israfçılığının tüm misalleri, kısa bir yazı hacmi içerisine sığmayacak kadar çoktur. Herkes kendisini bu mevzuda ciddî bir murakabeye tâbi tutarak,  israfçılık yaptığı mevzuları kendisi tesbit edebilir ve etmelidir.

Mesela: Yiyecek ve içecekten sonra temel ihtiyaçlarından biri olan giyecekler mevzuunda israfçılıkla hareket edip etmediğini de, insan kendi kendine sormalıdır. Allah (c.c.), verdiği nimetini kulunun üzerinde görmek ister; bu sebeble, Allah’ın (c.c.) nimetlerine çok mazhar olmuş bir kişinin insanlar arasında dilenci kılığında, hırpanî ve pejmürde kılık-kıyafetler içinde gezmesi, Müslümanların arasında da hoş görülemez. Fakat bunun yanında, maddî gelirini ve imkânlarını sarf etmek mevzuunda doğru bir sarf sırasına uyum göstermeden, üzerinde yabancı markalar bulunan giyim eşyalarına sadece o markaları için, emsallerinin 5-10 misline varan ücretler ödeyerek gösteriş yapmak da, açıkça israftır. Hem de o yabancı markalardaki isimlerin sahiplerinden bazılarının cinsî sapık bile oldukları o sektörün içinde bulunanlar tarafından söylenmektedir. O marka giyeceklere müşteri olacaklar, giyecek markasındaki gerçek şahıs isimleri sahiplerinin ahlakî kişiliklerini de biliyorlarsa, onu da göz önüne alarak o markalı giyeceklere özenti hislerini kontrol etmelidirler ve o markalı giyeceklerle gösteriş yapmaktan kaçınmalıdırlar. Buna dikkat ve riayet edilmediği takdirde, o yabancı markalı giyim eşyalarını gösteriş için çok yüksek ücretle satın almakta israfçılık ve saçıp savurma yapılmış olmanın  yanında, belki ayrıca bir manevî mesuliyet daha yüklenilmesi tehlikesi de vardır.

İslâm dininde israf, yukarıda verilen âyet mealinden de anlaşılacağı gibi kesin yasaktır ve haramdır. Allah (c.c.),  A’raf Sûresi 7/31. âyetinden başka En’âm sûresinin 6/141. âyeti ve İsrâ Sûresi 17/26-27. âyetlerinde israf etmekten ve israfçılıkta ileri giderek saçıp savurmaktan kesin olarak yasaklamakta ve böylelerinin “şeytanın kardeşleri” olduğunu, şeytanın ise Rabbine karşı çok nankör olduğunu, Furkân Sûresi 25/67. âyetinde de, mü’minlerin vasıflarından birinin  onların infak etmekte israf da cimrilik de yapmayacağı olduğunu bildirmektedir.

Yalnız, yukarıda bazı misallerini verdiğimiz, yemek-içmek ve giyinmek mevzularında değil; her mevzudaki israftan hem kendimiz sakınmalı ve hem de tesir sahamızdakilere israftan sakınmayı tavsiye etmeğe ve onlarda israftan kaçınmak ahlâkını yerleştirmeye çalışmalıyız. Çünkü israfçılık, geniş manâsıyla düşünülecek olursa, beşeriyetin en dehşetli hastalığıdır.

En büyük israf, en büyük sermayede yapılacak israf olabilir. İnsana verilen en büyük sermaye ise, onun ömür müddetidir. Ömrünü zararlı veya faydasız şeylerde israf eden, en büyük sermayesini israf ile ahretteki ebedî saadetini kaybetmekle, telafisi mümkün olmayan en büyük iflas tehlikesiyle karşı karşıya olacağını bilmelidir.

Bu mevzuyla alâkalı âyetler, hadisler ve onlardan süzülmüş manâları ihtiva eden dinî eserler, insanın ahretteki iflas haline düşmemesi gerektiğine önemle dikkat çekmektedir.

Bediüzzaman Said Nursi de, Kur’an ve hadisten süzülmüş manâlar halinde,  Risale-i Nur Külliyâtının çeşitli yerlerinde israfsızlık mevzuunun önemine vurgu yapmaktadır. Lem’alar adlı eserinde Ondokuzuncu Lem’a olan “İktisatRisalesi”, “İsm-i Azam Risalesi” olarak da bahsedilen Otuzuncu Lem’anın İkinci Nüktesi ve Üçüncü Nüktesi, Yirmidördüncü Mektub Birinci Makam son paragrafı bu mevzuda verilebilecek misallerden bazılarıdır. Şualar adlı eserinde ise, “Beşinci Şuanın İkinci Makamı ve Meseleleri” başlığı altında âhirzamana ait müteşâbih (teşbihle, benzetme yoluyla ifade edilmiş) hadislerden bahsederken, ilk olarak “Birinci Mesele”de, hadiste âhirzamanda gelecek İslâm deccali olan Süfyan’ın elinin  delinecek olmasında kastedilen manânın, sefahet ve lehviyât için gayet israf ile elinde mal durmaması ve israfâta akması  olabileceğini söylemekte  ve “Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli hırs ve tamâı uyandırarak, insanların o zaif  damarlarını tutup, kendine musahhar eder diye, bu hadis ihtar ediyor. ‘İsraf eden  ona esir olur, onun dâmına düşer’ diye haber verir” demektedir.

İsrafsızlığın önemini, lüzumunu iyi anlamağa çalışmak ve bu anlayışımızı hem kendi hayatımıza aksettirip hem de tesir sahamızdakilerle de paylaşarak, onları da israftan alıkoymağa çalışmak gayret ve faaliyetlerimiz içerisinde helal gıda arayışı içinde olmak da, dünya hayatımızda tüm şekilleriyle israftan sakınmağa çalışmamızın mühim hassasiyet ve uygulama alanlarından biridir ve dünya hayatımızın sonunda bizi bekleyen ebedî saadetimizin  kaybını önlemek için, dikkate alıp ona göre yaşamamamız gerekenler arasındadır.

Mustafa NUTKU