Kategori arşivi: Hatıralar

Nûr Kahramanları – 2

ABDULLAH YEĞİN

Üstad Hazretlerini, ortaokul talebesi iken tanıyıp ona soru sorma şansına ve yakın talebelerinden olma şerefine sahip olan bir büyük ağabeyimiz Abdullah Yeğin’ dir.

80 yaşını geçmiş ve halen hayatta olan bu değerli insanı, İstanbul’da talebelik yıllarımda (1970’li yıllar) tanımak ve derslerini dinlemek bahtiyarlığına nail oldum.

Fakülte mezunu olmasına rağmen Kastamonu tarzı konuşmasını yansıtırdı. Derslerde Üstadımızdan hatıralar anlatır, açıklamalar yapardı. O zaman sakalsız idi. Bulunduğu ortama ciddiyet ve vakar havası yayılır, bakışlarında bir derinlik sezilirdi ve “ağabey içimizi okuyor” hissine kapılırdık… Daima tefekkür ve nefsiyle murakabe hali onun karakteriydi. Olgunağırbaşlı ve vakur bir ağabey olarak, Hz. Bediüzzaman’ ın hizmet tarzına ömür boyu bağlı kalmış ve ‘ağabeylik’ konusunda hüsn-ü misal olmuştur.

MEHMED NURİ GÜLEÇ (FIRINCI AĞABEY)

22 yaş gibi delikanlılık çağında Üstad Bediüzzaman Hazretlerine bağlanıp hayatını kudsî iman ve Kur’an hizmetine adayan çok değerli İslam mücahidi Fırıncı Ağabey, halen hayatta olan bir Nur kahramanıdır. Bugün 83 yaşına rağmen bir genç gibi yılmadan yorulmadan değil Türkiye, dış ülkelerdeki programlara bile katılarak yüksek bir performans sergilemektedir. Maşallah, bin bârekâllah!

Fırıncı Ağabey, “Üstadın her elini öpüşümde başımdan öperdi” diyor. Bunda bir hikmet aranabilir. Çünkü onun zekâsı, hazırcevaplığı ve nüktedanlığı tahsil seviyesiyle kabil-i telif değildir…

Hz. Bediüzzaman, ihlâs ve kabiliyetini keşfettiği kimselere iltifat etmiş ve hizmette istihdam etmesini bilmiştir. Hem de bu zatlar, dua ve manevi himmetlerine mazhar olduklarından nadir şahsiyetler olmuşlardır.

Mehmet Fırıncı’ nın coşkulu ve muhabbet dolu dersleri, dinleyen cemaate ayrı bir lezzet bahşettiği gibi, hazır cevaplılığı ve nükteli sözleri ise zihinlerden silinmemektedir. Pek çok esprili ve nükteli sözünden iki örnek verelim. Bir tarihte bir kardeşimiz ona soruyor:

-Fırıncı Ağabey Risale-i Nûr nasıl bir tefsirdir?

Cevabına bakınız:

Kardeşim, Risale-i Nûr tefsir değil, iksirdir iksir!..

Elbette tefsirdir ama ondan da öte asrımızın manevi hastalıklarına “ilaç” olduğunu kafiyeli bir şekilde vurgulamış oluyor.

Dinleyenleri fazlasıyla güldüren bir diğer hazırcevabı da şöyle:

Kardeşlerle birlikte kızarmış tavuk ziyafeti yenilmekte. Tabii bu sırada Gavs-ı Azam Geylani’nin “kum bi iznillah!” fıkrası hatıra geliyor ve bir ağabey :

-Fırıncı Ağabey, haydi siz de bir “kum biiznillah” kerametini gösterin bakalım, deyince:

Ah kardeşim nerede o eski tavuklar! demez mi?

Üstadın himmeti olmasa herhalde bu nükteli buluşları dillendirmek zordur…

Fırıncı Ağabey’in sesi de güzeldir. Üniversite yıllarımda zaman zaman bizim ilahi ve marşlarımıza iştirak eder, birlikte söylerdik. Yine bir gün kendisine şu soruyu yöneltmiştim:

-Üstad Hazretleri Kur’an’ ı veya Cevşen dualarını nasıl okurlardı? Yani makam, ses-seda cihetiyle.

Mübarek ağabeyin cevabı şöyle olmuştu:

-Kardeşim bunu ifade etmek çok zor; nasıl anlatsam, kalbinden, ruhunun derinliklerinden kopup gelen bir inleme, bir feryat sesi gibiydi âdetâ.

MEHMED EMİN BİRİNCİ

Said Nursi Hazretleri’ nin pek yakınında olmasa da, İstanbul hizmetlerinde ve neşriyat hizmetinde O’nun bazı talimatlarını yerine getirme ve elini öpüp duasına mazhar olma şerefini kazanmış bir ağabeyimiz de “Birinci Ağabey“imizdir.

Fırıncı-Birinci diye kafiyelenip sözü edilen bu ağabeyleri, hem derslerdeki etkinlikleriyle, vakıf ve vâkıf oluşlarıyla, hazır asker gibi hizmette koşturmalarıyla tanıdım. Özellikle 1968-73 arası Av. Bekir Berk‘in, fırtına gibi mahkemeden mahkemeye yetiştiği yıllarda bu ağabeylerimiz, Bekir Ağabey’in Kiğılı Pasajı’ndaki yazıhanesinde ona yardımcı olup hizmetinde bulunurlardı. Pijama giymeyi unutmuş, rahat döşeği ara sıra bularak,  geceyi gündüze karıştırarak yazıhanenin deriden ve derin koltuğunda elbiseleriyle, bir-iki saat kadar -oturarak- uyuduklarını biliyorum. Böylesine yorgunluk nedir bilmeden, büyük fedakârlıkları üstlenmiş müstesna şahsiyetler az bulunur…

Rizeli olan merhum Birinci Ağabey, Lâzlığın izlerini hal, tavır ve konuşmalarında yansıtır, Hizmet-i Nuriye’ de düstur ve disiplini öne çıkarıp hassasiyetle uygulardı. Son birkaç sene Manisa’ya sık geldiği zamanlarda namazlarımızı zamanında ve tadil-i erkân üzere kılmamızı önemle ve ısrarla öğütlerdi. O da Fırıncı Ağabey gibi tevazu sahibiydi. Allah rahmet eylesin!

HEKİMOĞLU İSMAİL

Emekli Hava Astsubayı olan bu yazar ve mütefekkir ağabeyimizin asıl adı, Ömer Okçu‘ dur.. Erzincan’lı olup genç yaşında Üstad’ın elini öpüp duasını almış ve Nur Risalelerini Amerika’ya götürüp büyük hizmete vesile olmuştur.

Kendisindeki yazı kabiliyetini keşfeden merhum gazeteci, Mustafa Polat Ağabey‘in teşvikleriyle “Minyeli Abdullah” ve “Maznun” romanlarını kaleme almış ve giderek yazarlık kabiliyeti fevkalade inkişaf etmiş ve ortaya pek çok eser çıkarmıştır.

Yine, hitabet kabiliyeti sayesinde Anadolu’nun birçok il ve ilçelerinde O’nun konferans hizmetleri fütuhat ve inkişaflara vesile olmuştur…

Yeni Asya Gazetesi’nde yazmayı bıraktıktan sonra, Türdav Yayınevi’nin Müdürlüğünü sürdürüyordu. İşte bu sıralarda Cağaloğlu’ndaki yazıhanesine ziyaretine gitmiştim.

-Yazılarınızı özledik, niçin gazetemizde yazmıyorsunuz Ağabey? diye üzüntümü ifade ettiğimde:

Usul ve düsturlara uygun yazmıyormuşuz, diye sitemkâr bir ifade kullandı.. Ben de gayet sâfiyane:

-O zaman siz de düsturlara uygun yazarsınız Ömer Ağabey! deyiverdim. O ise bu sözüme hiç kırılmadan:

-İnşaallah o seviyeye gelince yazarız, şeklinde tevâzukâr bir söz sarf etmişti…

Hiç unutamam; ayrılırken beni kapıya kadar uğurladı ve son sözü şu oldu:

-Mehmet Kardeş, Fuzulî der ki: “Düşman bile ağlar halimize.”

Belli ki, anlatamadığı bazı hususları, yüreği parçalanarak bu sözle özetlemişti…

Ufak-tefek sürtüşmeler ve münakaşalar, mâbeynimizde büyük yaralar açabiliyordu. Öyleyse “Muhabbet fedaileri” olmalıydık…

Aradan çok zaman geçti ki, Zaman Gazetesi yayın hayatına başlayınca, orada köşe yazılarına yeniden başlamıştı. Hâlen yazmaya devam ediyor.

Allah kendisine uzun ve bereketli ömürler versin!

SAİD ÖZDEMİR

Üstadımızın halen hayatta olan ve çok yakın hizmetinde ve varislerinden, Üstadımızın “Tillolu Said” dediği bu muhterem ve aziz ağabeyimizin derslerinde çok az bulunabildim. Çünkü o Ankara’da ikamet ve hizmet ediyordu. Hiç konuşmasa dahi hal dersi alınabilen bir büyük ağabey.. Ondan da hatıralar dinlemek nasip oldu.

Hz. Bediüzzaman’ın elini öpüp duasını alan ve fakat dersinde az bulunan birçok ağabeyin bazıları vefat etmişse de birçoğu halen hayattadır.

Merhum Muzaffer Arslan, Merhum Mustafa TürkmenoğluMehmed Kırkıncı Hoca, Abdülkadir Badıllı, Ahmet Gümüş, Hamdi Sağlamer, Teyp Tahir, Musa Yukarı (Ayrancılarlı) gibi değerli Ağabeylerin feyizli derslerinden de zaman zaman istifade ettik elhamdülillah! Allah hepsinden râzı olsun!

Mehmed Gürler

Said Nursi’nin Mezarını Ben Buldum!

Hürriyet yazarı Yalçın Bayer ve Haber Türk yazarı Murat Bardakçı bugünkü köşelerinde Said Nursi’nin naaşının Urfa’dan kaçırıldıktan sonra denize atıldığını ileri sürdüler. Ancak Said Nursi’nin talebeleri bu iddianın doğru olmadığını çeşitli defalar dile getirdiler.

Urfa’dan sonra Isparta mesarlığına defnedilen Said Nursi’nin naaşı tevafuk eseri bulunur ve oradan başka yere defnedilir. Isparta’daki mesarı bulan Mustafa Pestil o anları “Ağabeyler Anlatıyor” kitaplarının yazarı Ömer Özcan‘a anlattı.

Mustafa Pestil’le görüşmesini Risale Haber’le paylaşan Ömer Özcan, naaşın denize atılmasının da gerçek dışı bir iddia olduğunu söyledi.

İşte Mustafa Pestil’in Said Nursi’nin mezarını bulması ve sonrasında yaşanan gelişmeleri anlattığı sözleri:

Malum, Üstad’ın, mezarının bilinmemesi için vasiyeti vardır. Senirkentli Ali İhsan Tola’nın da bulunduğu bir sırada, “Talebelerimden 12 kişi benim mezarımı bilse zarar vermez” diyor Üstad. Üstad’ın saçları 10 santim kadar uzunmuş ve saçlarına kına yakarmış. Bu vaziyette iken, Urfa yolculuğuna çıkıyor. Orada vefat ediyor. Biz burada Isparta’dayız. Rahmetli Tahiri Mutlu Ağabey var burada. Biz Üstad’ın vefatını geç haber aldık, o yüzden gidemedik. Üstad’ı Urfa’ya defnediyorlar. Yolda giderken Üstad bir talebesine, ‘Beni Hz. İbrahim (a.s.) çağırdı’ diyor.

“60 ihtilâlinde başta Türkeş olarak karar alıyorlar; Üstad’ın kardeşi Abdülmecit’i alarak, kabrini tahta bir tabuta koyup, galvanizli sac’a koyup lehimliyorlar. Boşlukları da kaba talaşla dolduruyorlar. Geceleyin uçakla götürüyorlar, ama Abdülmecit de bilmiyor nereye gittiklerini; fakat ‘Bir gölün üstünden geçtik, bir demir kapıdan geçip oraya defnettik’ diyor; ama muhit neresi, bilinmiyor. Bu böyle kaldı. Sonra polisler
orada nöbet beklediler, ama niçin beklediler bilinmiyor, ama mezarlık tespit edilmişti.

Derken Isparta’da olduğu anlaşılmaya başlandı, ama tam kesinlik kazanmadı. Böyle dokuz sene geçti aradan. Dokuz sene zarfında herkes kendi kafasına göre ‘Acaba burada mı?’ diye aramalar yapıyor. Galvanizli sacla gömüldüğü belli ya… Bu yüzden Rüştü Ağabey, ‘Şişle bile aradım ağabey!’ dedi.

Bir gün Sav’a derse gitmiştik, orada bu konu açıldı. Herkes bir şey söylüyordu. Ben de dedim: ‘Allah’ın izniyle Üstad’ı ben bulacağım.’ Öyle dedim orada o zaman. Sonra benim yeğenimin bir çocuğu doğdu; sonra öldü! Çocuğu yıkadık, koyduk taksiye… Kış günü, çok soğuk… Gittik mezarlığa. Yalnız benimle gidenler bu işleri bilmiyorlardı; ağabeyim de var, ama bu işlerden haberdar değildi. Mezar yeri için karar verdim, ‘Şurayı eşin’ dedim. Bana o anda, kazma vurulunca sanki Üstad’ın başına vurmuşlar gibi bir his geldi… Diz çöktüm, Yâsin okumaya başladım.

Ben Yâsin okurken benim amcaoğlu, ‘Amca burada bir sac çıktı; bu ne olabilir?’ dedi. Ben hemen anladım tabii… ‘Hastahanelerde ölenleri böyle yaparlar, getirirler, böyle gömerler’ dedim. Biraz ilerisini kazdık, çocuğu gömdük. ‘Siz haydi gidin bakalım’ dedim diğerlerine. Onlar gittiler.

Eştim baktım, galvanizli sac ve lehimli… ‘Tamam!’ dedim. Ama içini daha bilmiyorum… Sonra küreğin ucuyla kanırttım, o lehimleri söktüm. Üstad’ın kafası önüme çıktı. Pırıl pırıl… Üstad’ın saçları kınalı; bir şey olmamış gibi, hiç bozulmamış… Üstad, sarığı başından hiç çıkarmazdı, o yüzden her tarafı tamam, tanıdım; fakat saçlarını bilemedim.
Neyse kapattım üstünü, örttüm.

Kimseye bir şey diyemiyordum, çünkü Üstad’a karşı bir yanlışlık olur diye korkuyordum. Sonra Bozanönü’nde Şaban’a sordum, başkasına sordum. Tarif ediyorlar; fakat bir tanesi bile ‘Üstad’ın saçları kınalıdır’ demiyordu. Bir hafta uğraştım, ama demiyorum kimseye. Hiç kimse kınalı demiyor. Allah, Allah! Ezener vardı mesela, o da diyemiyor kınalı diye. Hepsi, her şey tamam, ‘kınalı’ deseler iş bitecek. Sonra Senirkent’e Ali İhsan Tola Ağabeye gittim, ona sordum. ‘Üstad’ın saçları nasıldır?’ diye. ‘Üstad’ın saçları 10 santim uzunluktadır ve kınalıdır’ dedi. Babasına rahmet, düğüm çözülmüştü şimdi!

Bir de tersine koymuşlar tabutu, geceleyin ayaklar kıbleye gelmiş. Fıkıha göre araştırdık, tabutun kıbleye dönmesi lazım geliyordu. Ama tek kişi bunu yapacak güçte değildi. Bunu üç-dört kişiye anlattık, tabutu oradan çıkardık. Mezarı eştik, tabutu çıkardık. Kanırttığımız yerden Üstad’ın yüzünü tekrar gördük. Ondan sonra çok derin bir mezar kazdık orada, altını da epey saptırdık. Bizde çıkarırlar korkusu vardı…

Rahmetli Hacı Nureddin vardı, Atasoyların Ahmet’in babası, İslâmköy’dendir. Nurettin’e dedim ki: ‘Bunu buradan çıkarmasınlar. Buraya bir mezar yap, ama boşluğa koyacaksın; göçtü mü anlarız! Oraya öyle bir beton koyacaksın ki kolay kolay çıkaramayacaklar…’ Böyle bir tertip aldık. Fakat mübarek, bunu ihmal etmiş, yapmamış… Babası Osman Ağabey vardı, rahmetli oldu, o da gidiyor Isparta’da bulunan bir ağabeye anlatıyor. ‘Minareci böyle böyle… Üstad’ı bulmuş!’ diye anlatıyor. O ağabey de emir veriyor, ‘Çıkarın!’ diye. Salim Gümüş ile Sav’dan Bekir Hafız, bir kişiyi de alıyorlar, tabutu çıkarıyorlar… Götürüyorlar ve başka yere defnediyorlar.

Kaynak: Risale Haber

Ali Uçar’ın Okuma Programı Hatırası

Ali Uçar on, on beş öğrenciyle okuma programı yapıyordu. Yanına uğrayıp bir iki gün kalayım dedim. Beni görünce çok sevindi. Ancak onu üzüntülü gördüm. Sebebini sordum, o da anlattı:

Hafız Ağabey, iki gün önce hafızalardan silinemeyecek müthiş bir olay yaşadık. Olayın şokunu hâlâ üzerimizden atabilmiş değiliz. Dün değil evvelki gece kurşun sesleriyle uyandık. Sanki imha edilmek üzere cephede basılmış şehit adayları gibiydik. İnanın İsmail Ağabey, “gibisi” bile fazla. Eğer kaderde yağlı kurşunlarla şehit olmak varsa, o, bu geceden başka zaman olamazdı her halde. Ölüm, kapıda değil, odanın içinde kol geziyordu. Duvarlara çarpan kurşunlar, yavaş yavaş yanımıza düşüyordu. Feleğimiz şaşmıştı, ne olduğunu bilememiştik. PKK militanları, bizi yok etmek için yapmışlar bu saldırıyı.

Bir ara kurşun sesleri kesilince onlar duyacak şekilde bağırdım: “Buraya kitap okumak için geldik, elimizde silah yok. Yakına gelmeniz, yüz yüze görüşmemiz daha uygun olacak.

Silahlı üç kişi, elleri tetikte, namlular bize dönük olarak yavaş yavaş yanımıza geldiler. Her an tetikler çekilebilir, namlular patlayabilirdi. Ben onlara nur talebesi olduğumuzu, buraya kitap okumak için geldiğimizi, Bediüzzaman’ın da onların hemşehrisi olduğunu, dinden imandan kimseye zarar gelmeyeceğini, başkasına zarar vermeyeceğimizi anlattım. Bediüzzaman’ın da yaz aylarında gelip burada kitap okuduğunu, bunun için burayı tercih ettiğimizi söyledim. Biz anlatırken biraz uzakta pusuda olan arkadaşları, yanımızdakileri iki de bir çağırıyorlardı. Ben bir an etrafıma baktım, bir de ne göreyim, Üstad sağımda ayakta duruyor. Tekrar tekrar baktım, evet üstad sağımda ayakta duruyordu. Aldığım maddi ve manevi kuvvetle konuşmalarıma devam ettim.

Silahlı üç kişi, çağıran arkadaşlarının yanına gitmedikleri gibi, üstelik mevzideki arkadaşları çıkıp çıkıp bizim yanımıza geliyorlardı. Bu ara mumları yakarak çay suyu koyduk. Yaklaşık iki saat kadar konuştum. Onların hepsi de karşıma geçmiş dinliyorlardı. Ben konuşmalarımda, bütün insanlığın, Türkiye’nin ve Doğu’nun nasıl kurtulması gerektiğini, İslam’ın bizi kardeş yaptığını, imanın ne derece büyük bir kuvvet olduğunu anlattım. Çay içerken bile anlatıyordum. Onlar kalkıp gittiğinde vakit sabaha yakındı.

Dün tekrar gelip bizi yakın köye, yemeğe davet ettiler. İyi ki geldiniz Hafız Ağabey, bu akşam oraya birlikte gideriz. Hem o köyün imamı Ali Hoca, Risale-i Nur’a muhalifmiş, ona da eserleri ve Risale-i Nur davasını anlatırız.”

Ali Uçar’ın teklifini kabul ettim. Benim için bu teklif, gayet renkli bir hizmet şekliydi. Kendi insanım olan, fıtratını ve mizacını bildiğim bu kimselere üstadımı anlatmak hem büyük bir zevk hem de büyük bir görevdi. Köye vardık. Ali Hocaya bu asrın tefsiri olan Risale-i Nur’un mahiyetini anlattık. Ali Hoca, çok memnun olduğunu ve bir takım yanlış kanaatlerinin izale olduğunu ifade etti. Köy gençlerine de İslam’ın kardeşliğini tarihi misallerle anlatarak onlara faydalı olmaya çalıştık. Onlar da fevkalade memnun kaldıklarını belirttiler.

Bir gaza dönüşündeki an gibi, kendimizi mutlu ve rahat hissederken Ali Uçar’a bir daha, Üstadı sağ tarafında nasıl gördüğünü sordum. O da tekrar anlattı ve ekledi:

Ben böyle çok defa Üstadı yanımda görüyorum.”

Kaynak: Cevaplar.Org

Nûr Kahramanları

Gençlik yıllarımdan başlayarak Nur hizmeti içinde şahit olduğum bazı hususları okurlarla paylaşmak istedim. Tarih sırasına göre anlatacağım. Hatıra kahramanları, hayatları ibretlerle dolu şahsiyetlerdir.

Şehit MEHMET OĞUZ

Din düşmanı bir komiserin karakola çağırıp kafasını duvara vura vura ve insafsızca döverek öldürdüğü Nazilli’nin hizmet şehidi, ihlâs sembolü, Nûr ağabeylerden Mehmet Oğuz’u ilkokul yıllarımda tanımıştım. İşte gözümün önünde canlanan örnek bir davranışı:

Nazilli’nin merkez camii olan Koca Cami’ye namaza geldiği zamanlarda, ezana biraz vakit var ise, elinde küçük bir Risale olduğu halde cami avlusunda bir ileri bir geri yürüyerek okumakla vaktini değerlendirir, gören cemaate örnek olurdu. Tepeden tırnağa nur gibi bir şahsiyetti…

Hastane morgundan çıkarıldığı zaman birkaç ağabeyle birlikte ben de oradaydım. Yüzündeki örtüyü açtıklarında, hafif çiseleyen yağmur nur yüzünü okşuyor, şehadetini ağlayarak tebrik ediyor gibiydi… Öyle bir yüz ki; tebessüm eden, canlı ve pırıl pırıl aydınlık. Şehadet şerbetini içtiği belli oluyordu. Allah rahmet eylesin!

AHMET FEYZİ KUL

Ortaokul ve lise yıllarımda Üstad Bediüzzaman’ın değerli ve yakın talebelerinden Ahmet Feyzi Ağabey ara sıra Nazilli’ye uğradığında akşam derslerinde görürdüm. Hattâ bir gece evimizde misafir kalmıştı.

İşte bu büyük insan, akşam sohbetlerine şeref verdiği zamanlarda kendi mahallî konuşma tarzı ile ders yapar, açıklamalarda bulunur ve fakat –ilginçtir- bazen konuşurken uyur kalırdı… Yaşlı haliyle hizmetin çile ve yorgunluklarını sırtlamış ve belki birkaç gündür uykuya hasret bir mübarek halin tezahürüdür diye düşünürdük ve onu rahatsız etmezdik. Zaten kısa süre sonra kendisi uyanırdı.

ZÜBEYİR GÜNDÜZALP

Sanırım 1970 yılıydı. Beşiktaş dershanesinde topluluğa ders yapıyordum. Dersin yarısında, muhterem büyük insan, Zübeyir Ağabey geldiler. yorgun ve bitkin görünüyordu. Hemen kapı girişine diz çöküp oturdular. Ben; “Ağabey böyle buyurun!” dedimse de, “Hayır kardeşim, devam edin” demişti.

Aman yâ Rabbi! Bundan güzel mahviyet, ihlas ve hizmet dersi olur mu?

Fazla durmadılar, Herhalde başka bir dersi de ziyaret etmek üzere ayrıldılar.

Üstadın pervanesi olarak, hizmetin en ağır ve çileli yükünü çeken “Nur’un büyük kumandanı” Zübeyir Gündüzalp’in ortalıkta pek görünmeyişi, hastalıkların ızdırabıyla hemhal olmasındandı. Hizmet şehidi olarak 51 yaşında vefat etti. Ruhu şâd olsun !

TAHİRÎ MUTLU

Tahirî Ağabey, Üstad Bediüzzaman’ın yakın hizmetinde ve ondan tam ders almış “Saff-ı evvel”lerdendir. Üstadın; “kırk evliya kuvvetinde” sözü bu değerli şahsiyet için büyük bir bahtiyarlıktır…

İstanbul’da bulunduğu 70’li yıllarda, Nûr derslerinde diz çökmüş vaziyette, başı daima öne eğik, iki büklüm oturur, lüzum gördüğü an mahalli şivesiyle, kısa açıklamalar yapardı.

Şahsımla ilgili olsa da, şahit olduğum bir kerametini söylemeden geçemeyeceğim:

Şehremini Dershanesinde cemaatle akşam namazı kılacağız. O sırada Tahirî Ağabey de orada bulunuyormuş. Kardeşler, kıraatım düzgün diye hep beni imamete geçirirlerdi. Yine öyle oldu. Ben seccadeye doğru yürürken – herhalde Üstadın talebesi var diye – acaba Üstad Hazretleri nasıl bir tarz ve üslupla Kur’an okurdu veya nasıl bir okuyuşu tasvip ederdi? gibi düşüncelerle namaza durdum. Namazın bitiminde cemaate karşı dönüp oturdum. Tahiri Ağabey hemen arkamda olduğu için yüz yüzeyiz. Tesbihatlar yapıldıktan sonra “Lâ yestevî”yi okuyup Fatiha’yı çektim. Mübarek ağabey sağ elinin şehadet parmağını bana doğru hareket ettirerek; “Hah, hah kardeşim! Üstad hazretleri aynen böyle okuyuştan hoşlanırdı.” demez mi ?

Allah Allah! Çok müstesnâ bir duygu seline kapılmam bir yana, kalbimi okuyan bir kerametini apaçık görmüştüm…

MUSTAFA SUNGUR

Üstadımızın yakın hizmetinde bulunmuş, O’ndan dersler almış bir müstesna şahsiyet de Sungur Ağabeyimizdir.

İlk öğretmenliğinin menfilik yıllarında mandolin çalıp ders verdiğinden midir, duygu ve heyecan yüklü bir fıtrata sahip olduğundan mıdır? Bilemiyorum, marş söylemeyi çok severdi. Nûr marşlarını… Gerek Av. Bekir Berk’in yazıhanesinde ve gerekse otobüsle İstanbul dışına seyahatlerde, kardeşlerle birlikte marşlar söyler ve bundan da büyük haz duyardı.

Derslerdeki konuşmalarını ve okuyuşunu zor anlardık. Meğer sonra öğrendim ki; hapiste gördüğü işkenceler yüzünden imiş!

BAYRAM YÜKSEL

Sebat ve sadakat örneği, ihlas sembolü merhum Bayram Ağabey, hizmetlerin her işinde canla başla koşturur, gurur ve enaniyetin zerresi bile üzerinde görülemezdi… Ankara Hacı Bayram Medresesinde kalırlarken, bir iki arkadaşımla bana Üstad Hazretlerinin cübbesini teberrüken giydirmişlerdi. Bu işin fayda ve maslahatını zaman içerisinde anladım…

Kore gazisi bu büyük insan, Nûr hizmetinin prensiplerine harfiyen ve âzam mertebede uymakla mükemmel ve örnek bir talebeliği yansıtıyordu…

Av. BEKİR BERK

Av. Bekir Berk, Sungur Ağabey gibi heyecanlı ve duygulu fıtratıyla marş söylemesini çok severdi! Belki de yorgunluğu böyle izale oluyor ve moral buluyordu…

Bir gün yazıhanesinde, bize bir çeyrek altını göstererek; “Bakın gençler bu, Üstadımızın gaybî altınıdır.” demişti…

Yılmamayı, yorulmamayı azim ve iradeyi ondan öğrendik. Sanki Türkiye kazan Bekir Ağabey kepçe.. Dur-durak ve yorgunluk bilmeden koşturan muhteşem bir nur avukatı. Akıllı, dirayetli, cesur, çalışkan ve prensipli…

Dr. SADULLAH NUTKU

Tevazunun zirve şahsiyetlerinden birisi de, Bediüzzaman’ın doktoru Sadullah ağabeydir. Yeni Asya gazetesinin “doktorunuz” köşesinde hasta okuyucularına verdiği cevaplarda maddi ilacın yanı sıra “Hastalar Risalesi”nden devalar da yazardı. Belediye otobüslerinde zamanını boş geçirmez, cebinden çıkardığı küçük bir risaleyi okuyarak yolculuk yapar; sarığı belinde kuşak gibi kullanır ve camide başına sararak öyle namaz kılardı… Üstad ile ilgili hatıralarını anlatırken, ya da ders okunurken çok büyük bir haz duyar, adeta kendinden geçerdi.

Merhum Sadullah ağabey de ehl-i keramet, veli bir zat idi.

Mehmet Gürler

www.cevaplar.org

Bediüzzaman Padişaha Nasıl Boyun Eğmedi?

Saray’da bir tören düzenlenmişti. Dönemin padişahı Sultan Reşat’tı. Bu törene zamanın diğer âlimleriyle birlikte o da davet edilmişti. Bediüzzaman, bu davete, kendisine özel yerel kıyafetiyle katılmak istedi: Ayağında çizmesi, belinde kuşağı ve hançeri, başında da ucunu omuzlarına kadar sarkıttığı sarığı. Ona, hiç olmazsa bu tören süresince diğer âlimler gibi cübbe giymesini rica ettiler. Israrlar üzerine, bir cübbe giyerek Saray’a öyle gitti.

Şeyhülislâm, âlimler, bakanlar, yüksek rütbeli komutanlar ve üst düzey memurlar “saçak” öpeceklerdi. Padişahın oturduğu tahtın yan tarafından ipekten yapılmış bir kumaş sarkıtılmıştı. Saçak öpme merasimi başladığında, kimi bu saçağı, kimi padişahın eteğini öpüyor, kimi de baş eğip gerisin geri çekiliyordu.

Sıra Bediüzzaman’a gelmişti. Bediüzzaman yerinden çıktı, dik ve vakur adımlarla yürüyerek Padişahın önüne kadar geldi. Eli göğsünde “Esselâmü aleyküm” diyerek selâm verdi ve Sultan Reşat’ın önünden geçerek gitti.

Padişah şaşırmıştı. Bu eşi benzeri görülmemiş bir şeydi. Yanındaki paşaya sordu: “Kim bu adam paşa? Beni mahalle muhtarı mı sandı? Niçin böyle selâm etti?

Paşa eli önünde bağlı bir halde: “Efendim, bu zâtın lakabı Bediüzzaman, ismi Said’dir. Çok yüksek bir ilmi vardır. Çok da izzetlidir. Feleğe baş eğmeyen biridir.

Sultan Reşat kısa bir süre düşündü. Durumu kavramıştı. Zaten âlimlere büyük saygısı ve sevgisi olan biriydi. Böyle bir âlim ise onun daha çok ilgisini çekmiş, takdirini kazanmıştı. Herkesin duyabileceği bir şekilde şunları söyledi Sultan Reşat:

Ben şimdiye kadar ilmin izzetini koruyan pek az insan gördüm ve tanıdım. Gerçek âlim, işte böyle olmalıdır.

Bu olaydan sonra Bediüzzaman’la Sultan Reşat samimi iki dost oldular ve pek çok şey paylaştılar.

Ömer Faruk Paksu