Kategori arşivi: Yazılar

Uhuvvet ve muhabbet!

Aslında kalbimize konan hadsiz sevgi potansiyeli, ebedî bir güzelliğe sahip zata yönelmek için verilmiş. Çünkü kalbin yaratılmasının sebebi, sevgiyi yaratan gerçek Sevgililer Sevgilisi’ni sevmektir.

Dünyada yalnız başına yaşadığınızı farz ediniz!

Faraziyesi bile ne sıkıcı!

Birlikteliğin tadı; iletişim, dostluk ve muhabbetle çıkar.

Bundandır ki, mü’minleri kaynaştıran unsurların başında uhuvvet, yani gerçek kardeşlik, hakikî dostluk gelir.

Bediüzzaman, Uhuvvet Risâlesi’nde kardeşliği tesis için, “Mü’minler ancak kardeştirler.” meâlindeki âyetin ışığında birçok prensibi nazara verir.

Uhuvvetin en önemli unsuru ise, sevgidir. Dünyaya gönderilişimizin ana gayesi, ibadettir. İbadet ise, “iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah”, yani Allah’ın varlık ve birliğine iman, isim ile sıfatlarını tanıyıp O’nu sevmeyi ve dahi teşekkür etmeyi kapsar.

Yaratılış ve varoluş gayemizin sevgi olduğu şundan da anlaşılmaktadır: İnsan, kâinatın Sahibinin Esmasına, yani isim ve sıfatlarının tecellisine mazhar. Bu isimlerden ikisi ise Habib ve Vedud’dur. Yani, çok seven, sevilen ve bütün sevgileri yaratandır. Soyut olarak sevgiyi, sevgi mahalli kalpleri, sevenleri, sevgi sebeplerini Habib-i Mutlak olan yüce Allah yaratmıştır.

Sevgi, aynı zamanda bütün unsurlar arasındaki bağ, ışık ve hayattır.

Kezâ, bütün canlıları ayakta tutan unsurdur.

Rezzak-ı Kerîm, yarattığı varlıkları seviyor, rızıklandırıyor. Habib ismi anne-babalarımızda tecellî etmeseydi hayatta olmazdık; kaynaşamazdık; hayatın hiçbir tadı kalmazdı.

Aslında kalbimize konan hadsiz sevgi potansiyeli, ebedî bir güzelliğe sahip zata yönelmek için verilmiş. Çünkü kalbin yaratılmasının sebebi, sevgi ve sevgilileri yaratan gerçek Sevgililer Sevgilisi’ni sevmektir. Meşrû sevgi; sevgi sebeplerini aşarak her şeyi O’nun adına sevmek, O’nu hatırlamaktır. Elbette anne-babamızı, çoluk çocuğumuzu, eşimizi, dostumuzu; peygamberler ile sahabelerini, evliyaları, ilim ehlini ve meşrû olan her şeyi severiz. Fakat, O’nun yarattıklarını ve dünyayı, Esmâsının tecellisi ve ahiretin tarlası olması açısından sevebiliriz, sevmeliyiz.

Her şeyi, yüce Rabbimizin Habib/Rahim/Vedûd gibi sonsuz isim ve sıfatları hesabına seversek; sevgimizin gücü de sonsuzlaşır. O takdirde, Allah’ı tanımaktan gelen sevgi, en büyük maya ve iksir olur. Sevgi, eğer tevhid sırrı yardım etse (yani sonsuz sevgi sahibi Habib’den beslenirse), bizi kâinat kadar büyütür, genişlik verir ve yaratılmışların nazenin bir sultanı yapar.

Kur’ân, sevgiyi, aynı zamanda psiko-sosyal bir güç kaynağı, bir kaynaştırıcı olarak nazara verir:

Allah’a iman edenler, Allah’a olan sevgileri cihetiyle daha kuvvetlidir.

İman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kaleler de sevgi sebebidir.

Allah, sırat-ı müstakim denilen doğru yolda olanları sever, temiz olanları sever, iyilik yapanları sever, merhamet edenleri sever, sevenleri sever. Kendi basit, küçük sevgisiyle O’nun sevgisini birleştirenler, sonsuz bir sevgiyle bağlantı kurar.

Bediüzzaman, sadece mü’min kardeşliğini ihya etmez. Diğer taraftan, iman hakikatiyle, “yaratılmışlar”la bizi kardeş ilân ederek, aradaki vahşeti, yabancılığı kaldırır, dostluğa ve kardeşliğe dönüştürür.

Ali FERŞADOĞLU

Çanakkale Savaşında Milli ve Manevi Şuur

Toplumlar da insanlar gibidir.İnsanlar, ruhları ile nasıl canlı ise toplumlar da Milli ve manevi şuur ile canlı ve güçlü kalabilir.Milli şuurdan yoksun olan toplumlar sömürge olmaya ve tarihten silinmeye mahkumdur.Milli ve manevi şuurun önemi ile ilgili yakın tarihte yaşanmış bir anekdotu aktarmak istiyorum.

Bir dönem Cumhurbaşkanı Turgut Özal milli değerlerine sıkı sıkıya bağlı olan Japonların Batı’ya meydan okuyan ilerleyişi karşısında , 1980 li yıllarda Japon eğitim sistemine ilgi duyar.

Bu sebeple inceleme ve araştırma yapmak üzere bir Japon Pedagog (Eğitim Bilimci) heyetini Türkiye’ ye davet eder. Alanında uzman olan bu heyet ülkemizin çok değişik yerlerinde araştırmalar yapar, görüşme ve temaslarda bulunur. Sonra da bütün bu faaliyetlerin sonuçlarını takdim etmek üzere, zamanın Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler ile birlikte Başbakan Turgut Özal’ın huzuruna çıkarlar.

Eğitim alanında uzman olan heyetin kararı kısa ve kesindir.

Derler ki: “Sizin gençlerinizde milli ve manevi  şuur eksik” Bu karar, Başbakanlıkta bulunan Türk yetkililer üzerinde bomba tesiri meydana getirir ve büyük bir şok yaşatır.
Biraz şaşkınlık biraz da hayret içinde: “Nasıl yani…?” diyerek şu soru sorulur:…

“Peki siz Japonlar, gençlerinize milli ve manevi şuur verme adına ne yaparsınız? Hangi programı, nasıl uygularsınız?” Bunun üzerine Japonlar ilginç, ilginç olduğu kadar da bizim açımızdan acı ve düşündürücü olan şu cevabı verirler:
“Biz, sizden aldığımız “AMİN ALAYI” ( Osmanlılarda çocuğun yaşı 4 yıl, 4 ay, 4 gün olunca Amin Alayı denen bir törenle eğitime başlatılırdı.) ile eğitime giriş yaparız.

Ve ilk eğitime şok testler uygulayarak başlarız. Bu çocukları uçak kadar hızlı giden trenlere bindirir ve çok katlı yollardan geçiririz. En üstün teknolojiyle ve robotlarla çalışan dev fabrikalarımızı gezdiririz. Bu baş döndürücü teknoloji karşısında sarsılan ve şok olan çocuklarımıza deriz ki: “Gördüğünüz bu hızlı trenleri ve üstün teknolojiyi sizin atalarınız yaptı. Eğer siz daha çok çalışırsanız, daha hızlı giden ulaşım araçları yapar, daha üstün teknoloji meydana getirir, daha gelişmiş ve modern fabrikalar kurarsınız.”

Daha sonra da bu çocukları Hiroşima ve Nagazaki’ye götürüp gezdiririz. İkinci Dünya Savaşı’nda atom bombasıyla yerle bir edilen bu bölgeleri biz, gelecek nesillere ibret olsun diye aynen koruruz. Buraları çeşitli bilgiler vererek onlara gezdirir ve gösteririz. Atom bombasıyla hiçbir canlının ve bitkinin yaşayamaz hale geldiği bu yerleri çocuklarımız büyük bir dikkat ve hayretle seyrederler. Bu gördükleri manzaralar onların taze hafızalarında hiçbir zaman silinmeyecek derin izler bırakır. Ve yine onlara deriz ki: “Eğer siz çalışmazsanız, vatanınızı korumaz,birlik ve dirlik içinde olmazsanız; işte böyle düşmanlar sizin ülkenizi bombalar, yakar, yıkar ve yaşanmaz bir hale getirirler. Ama çalışırsanız, güçlü olursanız yücelir, milletiniz yükselir. Dünyadaki bütün insanlar size saygı duyarlar. Artık çalışmak ve çalışmamak konusunda kararınızı siz verin…”

Bu ikinci şokla çocuklarımız kendilerine gelerek iyi ve çalışkan bir Japon olmaya doğru ilk adımı atmış olurlar. Böylece de MİLLİ BİR ŞUUR kazanırlar.” Tam bu sırada orada bulunan Türk yetkililerden biri: “İyi de bizim Hiroşima ve Nagazaki’ miz yok ki” der. Bunun üzerine Japonlar der ki: “Sizin binlerce Hiroşima ve Nagazaki gibi değerleriniz var. Bizimkilerden çok daha etkili ve tesirli tarihi bölgeleriniz var. Birinci Dünya Savaşı içinde meydana gelen ve bir metrekareye altı bin merminin düştüğü Çanakkale Zaferi’nin kazanıldığı bu bölge; çocuklarınız ve gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile…”

Evet Milli şuur Kınalı kuzularını cepheye yollayan  annelere Haydi oğlum, haydi git; Ya gazi ol, ya şehit! sözlerini söyleten şuurdur.

Bu şuur Seyit Onbaşıya 250 kiloluk bombayı kaldırtan şuurdur.

Bu şuur savaşta gözlerini kaybeden Memiş’in; komutanın: “Vah evladım vah! Gözlerinden mi oldun?” demesine karşılık: “Üzülme paşam, üzülme! Bu gözler göreceğini gördükten sonra bu hale geldi!” sözlerini söyleten şuurdur.

Evet bu şuurla iman tekniğe meydan okumuştur.Öldü denilen bir Millet küllerinden doğarak sömürgecilere dur demiştir.Dünyanın en güçlü orduları karşısında milletimiz iman gücüyle karşı koymuş ve muzaffer olmuştur.

Bu şuurla Kimin himmeti (gayreti) milleti ise o kişi tek başına bir millettir.diyerek atalarımız  destanlar yazdılar.

Kısacası milli ve manevi şuur bizi biz yapan şuurdur.Kendimizi kaybetmemek için milli ve manevi şuurumuzu kaybetmemeliyiz.

Hamit DERMAN

Ahirete Hazırlık (Şiir)

İnsan ömrü su gibi yürüyüp akmaktadır
Yavaş yavaş ölüme her an yaklaşmaktadır

Ecel bir gün bizim de kapımızı çalacak
Herkes mutlaka sonsuz yolculuğa çıkacak

Bu dünya canlıların yaşadığı bir handır
Salih amel işlemek için bir imtihandır

Madem her canlı gibi insan ömrü bitecek
Eceli geldiğinde sonsuz yola gidecek

Madem insanın ömrü geçip tükenmektedir
Zaman yıldırım gibi hızlıca gitmektedir

Madem ölüm yok olup bitip gitmek değildir
Mademki şu ölümden kaçmak mümkün değildir

Madem dünya hayatı bir imtihan yeridir
İmtihanı başarmak kulluğun gereğidir

Mademki şu dünyada imtihan oluyoruz
Bir gün biteceğini kesinkes biliyoruz

Madem dünya fanidir hem madem ömür kısa
Fani dünyanın ömrü son bulacak nasılsa

O halde şu ölümü iyi karşılamalı
Ölüm gelmeden önce hazırlıklı olmalı

Can bedenden çıkmadan fırsatı ganimet bil
Allah’ın huzurunda sonsuz hürmetle eğil

Dünya hayatı için ahireti unutma
Keyf-u sefaya dalıp ikisini bir tutma

Sakın ahiretini dünyaya feda etme
Malayani şeylerle ömrünü telef etme

Hayati ebediye burda kazanılacak
İyilik ve fenalık cezasız kalmayacak

Sen de ebedi hayat sermayesini kazan
Sonsuza kadar mutlu olacaksın o zaman

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Cemil Meriç, Said Nursî ve Risale-i Nur’un dili

Cemil Meriç’in, Said Nursî’yi tanımaya çalıştığı, Risâle-i Nur’la ciddî mânâda meşgul olduğu ve kanaatlerini açık yüreklilikle, merdâne ifade ettiği günlerde, bazı çevreler Risâle-i Nur’un dili üzerinde bazı istifhamlar uyandırma gayreti içine girmişlerdi.

Bediüzzaman’ın rahle-i tedrisinde yetişen ve hizmetinde bulunan talebeleri o teşebbüslere birlikte neşrettikleri lâhika mektupları ile cevap vermeye çalıştılarsa da camianın dışındaki insanlar üzerinde fazla tesirli olamadılar.

Bunun üzerine Nur Hareketinin naşir-i efkârı olan ve o günlerde Yeni Nesil adı ile yayınlanan Yeni Asya gazetesinin muhabirleri, meselenin mütehassısı olan aydınların görüşlerini sordular. Lâkin her vesile ile her sahada konuşan pek çok kişi kanaatini beyan etmekten çekindi.

Bu hususta en güçlü ses yine Cemil Meriç’ten geldi. Necmeddin Şahiner’in, Risâle-i Nur’un dili hakkında sorduğu sorulara ‘her eserin kendi dili ile doğduğunu, milletimize Rabbanî bir iltifat olan Risâle-i Nur’un dilinin Kur’ânî, İslâmî bir lisan olduğunu, Risâle-i Nur’un kelimeleri ile oynamaya kimsenin hakkının olmadığını’ ifade etti.

O da biliyordu söylediği sözlerin ona muhalif çevreleri rahatsız edeceğini. Muhataplarının, Risâle-i Nur üzerinde yapılacak tahlil ve tefsir çalışmalarına karşı olduğu zehabına kapılmalarına fırsat vermemek için de sözlerini biraz daha netleştirdi:

Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerini, ancak Said Nursî kabiliyetinde ve İslâmî kelime hazinesini onun kadar iyi bilen birisi nihayet tevil ve tefsire kalkışabilir. Bunu da ne kadar yapabileceği, yaptıktan sonra belli olur.” (Nurculuk Nedir s: 17)

Tarihî cihetini, ‘Büyük bir imparatorluğun son sözleri’ diye tavsif ettiği Risâle-i Nur’u Türk dilinin temel eserlerinden biri olarak kabul eden Cemil Meriç’e göre o eserlerin Türkçe telif edilmesi, millet için olduğu kadar dil ve düşünce dünyası için de büyük bir kazançtı.

Nitekim dili tahrip edilerek inancı, mânevî değerleri ve mazisi ile bağlarından koparılıp ‘bir toz yığını’ hâline getirilmek istenen millet, resmî baskılara, fiilî zorluklara ve maddî sıkıntılara göğüs gererek Nurları sahiplenmişti.

Ekseriyeti kırlarda, köylerde yaşayan ve işlerinin çokluğundan düşünmeye bile vakit bulamayan insanların, küçük risâleler halinde ellerine geçen Nurları iştiyakla okumaları, anlamaları, yakın çevreleri ile birlikte dersler yapmaları Risâle-i Nur’un dilinin, günlük konuşma dilleri ile inançlarını imtizaç ettirmesinden ileri geliyordu.

Cemil Meriç, bizzat yaşayanlardan görerek ve görüşerek müşahede ettiği bu hakikati “Risâle-i Nurları okumadan ne Türk dili öğrenilebilir, ne de Türk düşüncesi. Risâle-i Nurlar bizim millî hazinemizdir” (Nurculuk Nedir s: 13) gibi sözleri ile dile getirdi.

Bu arada, resmî mercilerden destek alan ve onların talimatıyla hareket eden bazı kişilerin hedefinden saptırmaya çalıştığı bir gerçeğe daha işaret etti. O da Risâle-i Nur’un etrafında kenetlenen insanların teşekkül ettirdiği cemaat ve onun ismi altında faaliyet gösteren cihanşümul hareketti.
Said Nursî’nin, ‘küfrün hücumlarının bir şeye yaramadığını anlayarak kendi kendine pişman olmasını sağlayan’ imanî eserler vermesinin yanında güçlü bir cemaat teşekkül ettirmesi de onun dikkatini çeken hususlardan biriydi.

Hâl-i hazırda da, gelecekte de Nur Hareketine makul bir nazarla bakmak isteyen insanların, ancak onun başarabileceği bu gerçeği de görmesini sağlamak maksadıyla Bediüzzaman’ın Nurları telif etme gayretini, Nur Talebelerinin o sıfatı alma mücadelelerini ve cemiyet içindeki yerlerini nazara vermek istedi.

Ülkemizin yüzüstü bırakılan insanları, onun Nur Risâlelerini okuyarak İslâmiyetin ne kadar aydınlık, ne kadar muhteşem, ne derece şerefli bir inanç manzumesi olduğunu idrak ettiler. Zilletleri izzete tahavvül etti. Mukaddes iman ateşini söndürmemek için bütün çile ve işkencelere katlandı. Sonunda dünyadan ebediyete muzaffer olarak intikal etti. Bediüzzaman ışığı vatan sathına en çok yayılan gür bir meş’aledir. İslâm’ın bayrağını zinde bir imanla gelecek nesillere devretmek için hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen Nur Talebeleri hem sayı, hem ihlâs bakımından önde olmak vasfını muhafaza etmektedir.” (Nurculuk Nedir s: 17 )

Cemil Meriç bu ve benzeri sözleri; Said Nursî, Risâle-i Nur, Nurculuk hakkında kimsenin konuşmaya cesaret edemediği, konuşanların istihbaratın sıkı takibine, tacizine maruz kaldığı, kendini aydın diye adlandıran karanlık çevreler tarafından horlandığı, dışlandığı bir zamanda söyledi.

Gazetelerde, dergilerde yayınlanan o sözleri bir mensubiyet hissiyle veya yeni çevre edinme maksadıyla da söylemedi. Her mütefekkirin göstermesi gereken medenî cesareti gösterip yapması icap eden ilmî hareketi yaptı ve düşünceye saygı duymasının, dâvâsının mücadelesini veren insanlara hürmet etmesinin iktizası olarak ifade etti.

Çünkü ‘Said dağ başında va’z eden bir mürşit. O konuştukça laikliğin kartondan setleri yıkıldı birer birer’ dediği Said Nursî de, ‘Nurculuk bir terkiptir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı imanın, Batıya karşı Doğunun isyanı’ (C. Meriç’in Dünyası s: 140) diye tarif ettiği Nur Talebeleri de o saygıyı ve hürmeti hak eden dürüst, mert, fedakâr, ihlâslı insanlardı.

Böylece Cemil Meriç, düşünceye saygının tezahürü olan bu gibi sözleri ve cesur hareketleri ile bir mütefekkirin, haklının yanında yer alıp mazlûmu müdafaa ettiği nisbette her düşünce sahibi tarafından sayılıp sevilebileceğini gösteren güzel bir örnek oldu.

Kaynak: Risale-i Nur Enstitüsü

Her şeyin ilacı iki rekat namaz..

Şafakta kılınan iki rekat namaz bir yana, tüm dünya serveti diğer yana. Efendimiz (asm) bizi uyarıyor. ”Dünyada hayra hizmet etmeyen servetleri, ahirette sahiplerine fayda sağlamayacaktır”

Aleyhissalat-ü ves’selam Efendimiz, şafakta kılınan iki rekat namazın eşsizliğini unutamayacağımız ifadeyle şöyle haber vermiştir:

”Fecir vaktinde kılınan iki rekat namaz dünyadan da, içindekinden de hayırlıdır!..

Neden böylesine önemlidir şafakta iki rekat namaz?

Çünkü dünya da, içindeki mal, mülk de ahirette geçer akçe değildir. Ancak iki rekat namaz orada geçer akçedir. Dünyada kalan servetin sağlayamadığı faydayı sağlayacak, sahibini Cennet nimetlerine kavuşturabilecektir.

Nitekim burada dünyanın servetine sahip olan nice ibadetsizler, orada yoksulluk içinde kıvranırken, ibadetinde ihmale düşmeyen nice yoksulların da orada Cennet nimetleriyle zenginleştikleri görülecektir.

Demek ki, dünyada hayra hizmet etmeyen servetleri, ahirette sahiplerine fayda sağlayamayacaktır; ama amel defterinde yazılı iki rekat namazları orada onları her türlü Cennet nimetlerine sahip kılacaktır.

Öyle ise özellikle yaz gecelerinde erken yatıp erken kalkmalı, şafakta teheccüd’den sonra gelen imsak’la güneş doğması arasındaki eşref vakitte, dünyadan da kıymetli olan sabah namazını mutlaka vaktinde kılmalıdır.

Bunun için yatarken, sabah namazına mutlaka kalkacağım niyetiyle yatmalıdır. Bu vicdani karar, onu ibadete uyandıracak, dünyadan da kıymetli olan şafak vakti ibadetini zamanında yaptıracak, uykuya dalıp da sonra vicdan azabı çektirmeyecektir.

Bununla beraber, insanlık halidir bu, hiç arzu edilmediği halde kalkamaz da, namazı güneşten sonraya kaldığı da olursa ne olacak?..

Artık her şey mahvoldu gitti diyerek ümitsizliğe düşmek fevkalade yanlıştır.

Bu durumda yapılacak ilk iş: Güneşin doğmasıyla başlayan (45 dakikalık) kerahet vakti çıktıktan sonra öğlenin kerahet vakti girinceye kadarki zaman içinde sünnetiyle birlikte kılamadığı farzı hemen kaza etmek, namaz borcuyla kalmamaya özel bir dikkat göstermektir.

Bu gibi ihmallerde mühim bir husus şudur:

İnsan istek dışı da olsa hatalarının üzüntüsünü derinden derine duymalı, vaktinde kılamadığı namazının vebalini sırtına yüklenmiş bir dağ ağırlığında her an hissetmelidir. Bu sebeple bir an evvel namazı kaza ederek, bu ağır yükten kurtulma gayreti içinde olmalıdır.

İhmal ettiği ibadetinden dolayı bu üzüntüyü duymamak, vicdan azabı çekmemek, tabiri caizse kılı bile kıpırdamamak ise hayra alamet değildir. Çünkü üzüntü duyan insan, kendisini üzen yanlışla tekrar yüz yüze gelmek istemez. İbadetlerini vaktinde yapma azmi içinde olur. Nitekim bu konuda Efendimiz’in (sas) çarpıcı ikazı şöyledir:

“Mümin, günahını üzerine yıkılacak dağ gibi büyük görür, tedbir alır. Münafık ise burnu ucuna konmuş sinek gibi küçük görür, kayıtsız kalır!..”

Günahını büyük görme duygusu, tekrar etmeme tedbirine sevk ederken, küçük görme duygusu da tekrar etmekten çekinmeme umursamazlığına iter. Halbuki tekrar edilmeyen büyük günah küçülür, ısrar edilen küçük günah ise çoğalarak büyür, küçük damlalardan meydana gelen sel gibi sahibini günah bataklığında boğar. İşte bütün bunlardan sonra demek istiyorum ki:

Özellikle yaz aylarında bu konular daha çok hatırlanmalı, ibadetleri vaktinde yapma titizliğimizi daha çok hissetmeli, hadisin ikaz yüklü müjdesini hep birlikte tekrarlamalıyız:

Şafakta kılınan iki rekat namaz, dünyadan da, içindekinden de hayırlıdır!..

Demekki bizim için en hayırlı olan, namazları vaktinde kılmaktır.

Ahmet ŞAHİN