Kategori arşivi: Yazılar

1. Dünya Savaşı (Risale-i Nur’da tarih yorumları)

Dünyayı, İslâm âlemini ve Osmanlı Devletini etkisi altına alan son yüzyılın en büyük olayı şüphesiz Birinci Dünya Savaşı’dır. Bu savaş 20. yüzyılda dünya çapında yapılan iki savaştan birincisidir. 28 Temmuz 1914 tarihinde Avrupa’da başlamış ve dünyanın dört bir yanındaki ülkelerin katılması ve diğer kıt’alardaki sömürgelere de yayılması dolayısıyla “Dünya Savaşı” olarak adlandırılmıştır.

Dört yıl süren savaş, 1918 yılında sona ermiştir. I. Dünya Savaşı, Avrupa’da dört merkezi devlete karşı, Avrupa ve diğer kıt’alarda bulunan yirmi beş devletin bulunduğu, o tarihe kadar görülmemiş ilk dünya savaşıdır. I. Dünya Savaşı, Avrupa’da İttifak Devletleri diye adlandırılan Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan Krallığı ile İtilâf Devletleri diye adlandırılan Britanya İmparatorluğu, Fransa ve Rusya İmparatorluğu önderliğindeki Sırbistan, Karadağ ve Belçika devletleri arasında gerçekleşmiştir. Savaşa sonradan İtilâf Devletleri tarafında İtalya, ABD, Japonya, Yunanistan, Portekiz ve Romanya da katılmıştır.

Bu savaşın etkilerini anlatan yorumları Risâle-i Nur’un yüzlerce yerinden okumak mümkün. Bediüzzaman, bizzat Birinci Dünya Savaşı’nın etkisinde kalmış ve savaşın dehşetli anlarını yaşamıştır. Kendi ifadesiyle, yaşadıklarının bir kısmını “Harb-i Umumîde Van şehrinin, Rus’un istilâ etmesi ve ihrak etmesiyle harâbezâr olması; ve ekser ahâlisinin şehâdet ve muhâceretle kaybolması” (Lem’alar, Fihrist, s. 403) şeklinde ifade eder. Başka bir ifadesinde ”Nev-î beşer’e gelen en büyük bir musîbet, Harb-i Umumî hengâmında, çok tehlikelere mâruz kaldım” (Lem’alar, Sekizinci Lem’a, s. 57) demesiyle, Ruslara esir düşmesi neticesinde yaklaşık üç yıla yakın vatanından çok uzaklarda zor şartlar altında hayatiyetini sürdürebildiğini hatırlıyoruz.

Bediüzzaman, Birinci Dünya Savaşı’nın zahirî çıkış sebebini tarihçilerin ortak ifadesiyle şu sözleriyle belirtir: “Öyle zaman olur ki, bir kelime bir orduyu batırır, bir gülle otuz milyonun mahvına sebep olur. Hâşiye: Sırp bir neferin Avusturya Veliahtına attığı bir tek gülle, eski Harb-i Umumîyi patlattırdı, otuz milyon nüfusun mahvına sebep oldu.” (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, s. 457) Bu tesbitlerini aşağıda aktaracağımız ansiklopedik bilgiler de teyit etmektedir:

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Franz Ferdinand, 28 Haziran 1914 günü Saraybosna’yı ziyaretinde bir Sırp Milliyetçisi olan ‘Princip’ tarafından öldürüldü. İki devleti bir arada tutan tek unsur olan Habsbourg Hanedanı’nın tek veliahtı öldürülmüştü. Avusturya Hükümeti’nin tepkisi çok sert oldu. Fakat Rusya’yı tek başına karşısına almaya çekinen Avusturya, öncelikle Almanya’ya danıştı. Almanya’nın verdiği üstü kapalı desteğin ardından, Avusturya Sırbistan’a 48 saat süreli ve bağımsız bir devletin kabul edemeyeceği ağır bir nota verdi.

Sırbistan bu notaya—Rusya’nın desteğiyle— kaçamak cevaplar verdi. Bunun üzerine Avusturya, 28 Temmuz 1914’te Belgrad’ı bombalamaya başlayarak, Sırbistan’a savaş ilân etti. Bunun üzerine Rusya 31 Temmuz’da genel seferberlik ilân etti. Daha önceden Rus Seferberliği’ni savaş ilânı kabul edeceğini açıklamış bulunan Almanya, 1 Ağustos’ta Rusya’ya, 3 Ağustos’ta da Fransa’ya savaş ilân etti. Almanya, barış zamanında hazırlamış olduğu ‘Schlieffen Planı’na uygun olarak, Fransa’yı hemen ezip seferberliğini tamamlama çabası içinde bulunan Rusya’ya sonra dönmek istediğinden, Fransa’ya saldırıda en kolay yol olan ‘Flander Düzlükleri’nden ordusunu geçirmek istedi ve bunun için Belçika’ya ‘Zararsız Geçiş Hakkı’ için başvurdu. Tarafsız bir ülke olan Belçika, İngiltere’ye danıştıktan sonra Almanya’nın teklifini reddedince, Almanya 4 Ağustos 1914 tarihinde Belçika’ya saldırdı ve İngiltere de Almanya’ya savaş açtı. Böylece, 4 Ağustos 1914 tarihine gelindiğinde üç cephede savaş başlamıştı: Alman-Fransız Cephesi, Alman-Rus Cephesi ve Avusturya-Sırbistan Cephesi.

Risâle-i Nur’un değişik yerlerinde Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına ilişkin yorumlara da rastlamak mümkün. İşte o yorumlardan bazı örnekler:

* Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Alman’ın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfî milliyetin nev-î beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. (Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, s. 311)

* Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermâyedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir bîçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz mâdenlerde çalışıp, kût-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa îlân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip, geçer Harb-i Umûmi’den istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizm perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fıkrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref herşeyi kırmak için bir cesâret vermiş. (Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, s. 353)

* Harb-i Umumî neticelerinden hem âlem-i insaniyet, hem âlem-i İslâmiyet çok zarar gördüler. Nev-î insanın, hususan Avrupa’nın mağrur ve cebbarları, bilhassa birisi, kuvvet ve gınâya ve paraya istinad ederek firavunâne bir tuğyana girdiklerinden, o hususî insanlar nev-î beşeri mesul ediyor, diye “insan” ism-i umumîsiyle tabir edilmiş. (Şuâlar, Birinci Şuâ, s. 596)

Bediüzzaman’ın iktibas ettiğimiz bu ifadeleri ile tarihçilerin tesbitleri birebir örtüşmektedir. Ancak Bediüzzaman, işin özünü ifade etmiş olup, ayrıntılara girmemiştir. İşte tarihçilerinde Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları ile ilgili tesbitlerinden bazıları.

* Avrupa’daki mevcut dengeler değişti.

* Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu parçalanmış; Çarlık Rusya’sı yıkılmıştır.

* Barış Antlaşmalarında milliyetçilik prensibine dikkat edilmemesi azınlık sorununun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

* Komünizm, Faşizm, Nazizm gibi, demokratik olmayan, totaliter rejimler ortaya çıkmıştır.

* Milliyetçilik güçlendi ve ulusal devletlerin kuruluşu hızlandı.

Bediüzzaman’ın “insanlığın en büyük musîbeti” diye nitelediği Birinci Cihan Harbi’nden, Risâle-i Nur perspektifinden çıkarılacak derslerin ayrıntılı bir şekilde incelenmesi gerekir. Bu konuda uzman kalemlere büyük görevler düşmektedir. Bu gerçekleştirildiği takdirde, Risâle-i Nur’un müsbet ilimlere bakış açısı gözler önüne serilmiş olacaktır.

Kaynak : MEHMET SELİM MARDİN / www.saidnursi.de

Her Halin Öğrettiği

MODERN ZAMANLAR yoksulluğun yerildiği, varsıllığın övüldüğü zamanlardır. İnsan için cesedini daha konforlu yaşatabilmek dışında bir gayeyi meşru görmez. Maddi veya kapital olarak kendi skalasında, kendi değer ölçeğinde anlamlandıramadığı çalışmaları hoş görmez, beyhude görür; mistik, metafizik gibi isimlendirmelerle değersizleştirdiğini, fantastik bir uğraş haline dönüştürdüğünü düşünür.

Modern zamanların lügatinde fakirlik ve acziyetin, içerisinde kaale alınır bir değere işaret ettiği bir anlam veya kavram yoktur. Başarmanın ölçüsü fakirlikten uzaklaşmanın derecesidir. “İhtiyaç hissetme” halinden ne kadar uzakta kalırsan ve “sahiplik, malikiyet” hisleriyle ne kadar hâllenirsen o kadar başarılı olursun.

Modern zamanların hayat ve dolayısıyla insan tasavvuru tek-tiptir. Hayatı tek bir formda okur. Yoksul bir hayat bu formun içerisinde ihmal edilmeye değerdir onun için.

Oysaki mü’min hayatı ve eşyayı tek bir formda okumaz. Zıtların kardeşliğinde ve tezatların buluşturduğu noktada Rabbinin şuunatına mazhar olma halini yaşar. Mü’min varsıl iken şükür ve şefkat vurgulu bir ubudiyet kurgusuyla, yoksul iken ise sabır ve izzet vurgulu bir ubudiyet kurgusuyla hayatı okuması ve muhatap olması gerektiğini bilir; bilmekle de yetinmez, o hali dünyasına taşır, aklındaki bilgiyi kalbindeki marifete ulaştırır ve dönüştürür. Her halükarda insan ister sabır, ister şükür yoğun ubudiyetle mükellef olsun, dünyasını acz ve fakr ile yoğurmak ve beslemek durumundadır.

Şükür halinde “Ben acizdim, fakirdim iktidarım kısıtlı idi, Sen (Muhsin olan Rabbim) bu nimetleri bana ihsan ettin, kudretinle (Kadir olan Rabbim) bana yardım ettin, benim fakirliğim Senin gınana (Ganiyy olan Rabbim) benim acziyetim Senin kudretine işaret eder” bilinci vardır. İnsanın şükür hali dünyasında bu anlamların varlığına işaret eder. Sabretmenin dili de dünyamızda “Ben acziyet ve fakr içindeyim, ancak Senin kudret ve ihsanınla aczimin ve fakrımın perişaniyetinden kurtulabilirim” manasının yerleştiğini gösterir.

Yani modern zamanlar veya zamanın ahiri bizi fakirliği yok sayan bir hayat tasavvuruna çağırır, başarı ve itibar ölçüsü olarak zenginliği koyar önümüze ve dünyamıza. Modern zamanlar için fakirliğin, başarısızlığın ve yenilginin tek formlu hayat tasavvuru içinde yerleri yoktur. Başarısızlık ve sonucu olarak fakirlik bu hayat içerisinde hiçbir anlamsal kalıba tekabül etmemektedir ve bu anlamda işaret ettiği bir değer kesinkes yoktur.

Oysa ubudiyet hali, adı üzerinde bir “hal”dir ve hayatın içerisinde yok saydığı, değersizleştirdiği, ihmal ettiği hiçbir durum söz konusu değildir. Allah Kâbıd ve Bâsıt’tır. Dilediğini genişlendirir, dilediğini daraltır, her halükarda rızkı veren Allah’tır. Hayat ve eşya Rabbinin yazar bozar bir tahtasıdır. Her yazmak ve bozmak bir esma talimine, en nihayetinde ise bir şuunata işaret eder. İnsan ise hem mülktür, hem memluktur, hem de mülkünde çalışmaktadır. Dolayısıyla insanın nefsine ve enesine hiçbir açık kapı kalmamaktadır.

Ubudiyet hali Rabbinin şuunatından nasiplenebilme halidir. Bu halde makbul olan başarmak değildir. Bilakis bazen makbul olan yenilmek de olabilir. Makbul olan “akıbet sahibi” olabilmektir. Ve akıbet muttakilerin olacaktır. Muttakiler ister başarısızlık, fakirlik ve yenilgi ile sabır vurgulu bir ubudiyet halinde olsunlar, ister başarı, zenginlik ve galibiyetle şükür vurgulu bir ubudiyet halinde olsunlar, her ne halde olurlarsa olsunlar, enfüsî âlemlerinin merkezinde fakirlik ve acziyet marifeti vardır. Bu marifetle Rabbinin ihsan etme, şefkat etme, rızıklandırma şuunatına muhatap olur. Varsıllığın veya yoksulluğun, başarının veya başarısızlığın, yenilginin veya zaferin her halin içerisinde bu şuunattan nasiplendirecek bir ubudiyet tavrı vardır. Aslolan hayatı bu ubudiyet tavrını merkeze alan bir duruşla okuyabilmektir. Bunun için modern zamanların zihnimize ve dünyamıza berkittiği, başarıyı her halükarda yücelten, zenginliği de başarının tek ve sarsılmaz ölçüsü olarak sunan duruşuna karşın, zenginliği ve fakirliği de “takva hali”nin farklı renkleri haline getiren “akıbet sahibi muttakilerin” duruşunu dünyamıza taşımalı ve hakim kılmalıyız.

Aslolan şu dünya hayatında modernizmin tamamen maddi ölçüleriyle “dünya hayatından bir zahir bilenler”den olmamak, bir müttaki olarak küfür ve dalalet dışında her halin kalbimize ve vicdanımıza ulaştırdığı şükür derslerinin muhatabı olabilmektir.

Ey talib-i hakikat, belki de bilsen Rabbinden, “yenilme”yi daha çok yenilmeyi, “fakirliği” daha çok fakirliği, “başaramama”yı daha çok başaramamayı talep edersin.

Kim bilir.. Alîm ve Hakîm olan Rabbin bilir.

© 2010 karakalem.net, Metin Ergöktaş

Herkesin Aradığı O Kapı !

Rahman ve Rahîm olan Rabbimiz çok merhametli.

Ama buna karşılık biz insanlar, kusur etmekten, günah işlemekten geri durmuyoruz.

Nefis taşıdığımız için ibadetlerimizi bile çoğu za­man eksik ve kusurlu yapıyoruz.

Ama merhametli Rabbimiz bizlere tevbe etmemiz, af dilememiz için izin veriyor ve günah­larımızı bir pişmanlığımızla adeta temizleyerek rahmetini gön­deriyor.

Aksini düşünürsek bunu daha iyi anlarız. Rabbimiz tüm canlılara ve biz insanlara azap etmek isteyen bir Rab olsay­dı, en küçük bir hatamızda hemen üzerimize azabını indirirdi. Tevbe olmadığı için günahlarımız biriktikçe birikirdi ve hep bir­likte cehennemin yolunu tutardık.

Hattâ böyle bir durumda cennet gibi muhteşem bir ikram ve mükâfat yeri de olmazdı. Ve hepimiz yalnızca azap edilmek için yaratılmış olurduk, ama Rabbimiz azap etmek isteyen bir Rab değil. Zaten öyle olsaydı bunca uyarıcı ve müjdeleyici pey­gamberlere, evliyalara, âlimlere gerek kalmazdı.

Rabbimiz bizi bizden daha çok seviyor, bize bizden daha çok acıyor ve bizi bizden daha çok düşünüyor. Günahlarımızı affetmek için bizle­re tevbe gibi bir nimeti ve Rahmeti ihsan eden Rabbimizden af diliyor muyuz? Tevbe kapısından, rahmet kapısından içeri gir­mekte acele ediyor muyuz?

Şu an hiçbirimizin haberdâr olmadığı bir ağaçtaki, bir elma­nın içindeki aciz kurdun aç karnını bilen ve onun dört bir yanı­nı rızıkla donatan Rabbimiz, bizleri de cennetine, asıl rızık ve ikram sofrasına çağırıyor. Bir pişmanlığımızla, günahlarımızın affını isteyerek bir tevbemizle oraya kavuşabiliriz.

Hayatımızda, günlük yaşantımızda bilerek ya da bilmeyerek yaptığımız kusurlarımız, hatalarımız vardır. Meselâ, bir dostu­muza karşı o anki öfkemizle bilerek kırıcı davransak, bir müd­det sonra hatamızı anlar, özür diler, onun gönlünü almaya çalı­şır ve affedilmeyi bekleriz.

Yolda, otobüste giderken birine çarpmamızın, bilmeyerek bi­rinin ayağına basmamızın hemen ardından gelen söz, “affeder­siniz özür dilerim” sözüdür. Bilerek ya da bilmeyerek işlediği­miz kusurlarımız içimizdeki vicdan süzgecinden geçer, içimiz­de küçük bir azap uyandırır. Bu yüzden insanlardan özür dile­yerek, af isteyerek içimizi rahatlatmaya ve vicdanımıza huzur getirmeye çalışırız. Hele özür dilediğimiz insan” Zararı yok, olur böyle şeyler” diyerek hoşgörüyle affetse derin bir oh çeke­riz.

Hatalarımız sonucunda insanlardan özür dilemek, onların gönüllerindeki merhametin devreye girmesini beklemek kadar tabîi ve affetmeleri kadar bizi rahatlatan bir şey yoktur, insanlar arasındaki durumumuz böyle. Onlara karşı hatada bulunuyo­ruz. Gönüllerine yerleşen Rahîm sıfatının tecellisi, küçük mer­hamet kırıntıları sonucu affediliyoruz ve rahatlıyoruz.

Peki Rahman ve Rahîm olan Rabbimize karşı işlediğimiz ku­surlarımız, günahlarımız bizim vicdanımızda bir rahatsızlık uyandırmıyor mu? Gönlümüze soralım. Bakın ne kadar pişman olduğunu fısıldıyor. Fısıldamak bir yana adeta haykırıyor. Ve Peygamberimiz de (a.s.m.) buyuruyor ” Bir kimse bir günah iş­ler, sonra pişman olursa, bu pişmanlığı günahına keffaret olur. Yani, affına sebep olur” diyor.

Bunca nimete mazhar olup, bunca günahı işlemek acziyetimizi ortaya koymakla birlikte yüreğimizi dağlıyor. Üstelik nimet­ler şu anda da gelmeye devam ediyor, ama bizler ibâdetlerimizi bile kusurlarla beraber yapıyoruz. Hiç tanımadığımız, bize hiç­bir iyiliği dokunmamış bir insanın ayağına bastığımızda hemen özür dilerken, Rabbimize olan özrümüzü ne derece dile getiri­yoruz?

Şimdi de bize karşı hatalı olan dostlarımızı düşünelim. Diye­lim ki, dostunuz sizi kırdı, sizin bir eşyanızı alıp geri vermedi, sözünde durmadı, istediğiniz iyiliği yapmadı… Ve hâlâ hatasını anlayıp da bir türlü gelip sizden özür dilemiyor. Siz sadece su­çunu kabul edip, Özür dilemesini bekliyorsunuz. Bir “Özür dile­rim.” sözcüğü sizi ne çok memnun edecektir. Ama hâlâ yapma­dı. Bir de daha ötesini düşünün. Suçunu görüp af istemek bir yana bir de kendisinin suçu olmadığını söylüyor, pek çok maze­retler öne sürüp kendisini savunuyor. Hattâ öylesine kafa tutu­yor ki neredeyse sizi suçlu çıkaracak.

Rabbimiz de bizden suçumuzu kabul edip, itiraf edip, özür dilememizi istiyor. Ama hâlâ çoğumuz kusurumuzu görmüyor, kendimizi güya haklı çıkaracak nedenler ileri sürüp savunuyor ve hâlâ özür dilemiyoruz. Hattâ daha çok günah işlemek suretiyle adeta kafa tutuyoruz.

Suçu kabul edip, itiraf ederek af dilemek ya da suçu kabul et­mek bir yana, kalkıp kafa tutmak olayını çok gerilerde, insanlı­ğın en başında görüyoruz. Hz. Adem ve Havva (a.s) şeytanın yalan yeminine kapılarak yasak meyveden yediler ve cennetten çıkarıldılar. Fakat suçlarını itiraf edip, af dilediler ve affedildi­ler.

Oysa şeytan, Hz. Âdem ilk yaratıldığında ona secde emrine uymamış, kendinde üstünlük görmüştü. Hatasını anlayıp af di­leyeceği yerde Rabbine kafa tutmaya başladı. Bir de kıyamete kadar mühlet isteyip, doğru yolda olanları saptırmak için izin istedi.

Sonuçta ne oldu? Hz. Âdem ve Havva (a.s) affa mazhar oldu­lar, şeytansa ebedî cehennemlik oldu.

Şu sonuca varabiliriz: suçu itiraf olayı, bizim için çok önemlidir.Çünkü suçunun farkına varmayan insan, kendini suçsuz gö­rür. Suçunu gizlemeye, herkesi suçlu, kendini suçsuz çıkarmaya çalışan insan kendini kandırır. Suçunu bilip itiraf eden ve af di­leyen insan da affedilir.

Diyelim ki sizi inciten dostunuz size gelip suçunu itiraf etti, sizden özür diledi. Ama siz bir türlü affetmeye yanaşmıyorsu­nuz. Böyle zamanlarımızla bazen karşılaşırız. Affetmemiz için bin bir dil döker, elinde hediyelerle gelir ama dönüp bakmayız bile. Çünkü suç işleyen gözümüzde daha bir küçülmüştür, biz de böylece güya büyümüş oluruz. Peygamberimizin ahlâkına bakalım. Uhud gazasında kâfirler yanağını kanatıp, dişini kır­dıkları zaman onların affını istemişti. Biz insanlarsa küçücük bir olayda öfkelenip affetmeye yanaşmıyoruz. Affetmeyi bilmiyo­ruz, ama Rabbinden en çok af isteyenler de yine bizleriz.

O halde şunu diyebiliriz ki, suçu kabul edip özür dilemek işi, aslında bir nefsi yenme işidir. Nefsini yenemeyen insan suçu ol­sa da özür dilemez. Ancak nefsini yenen insanlar büyük oldu­ğuna göre, özür dilemek aslında bir büyüklüktür. Ama, kendi­sinden özür dilendiği halde affetmeyen insan, kendini kusur­suz, karşısındakini kusurlu gördüğü için affetmez. Bir çeşit kib­re bürünür. Oysaki, “Affetmeyen affedilmez.” Yerdekilere mer­hamet etmeyene, göktekiler merhamet etmez.”

“O Hâlık-ı Azimdir ki, size korku ve ümit için şimşeği göste­rir ve ağır ağır bulutlar yaratır.” (Ra’d Sûresi, 12)

Bir şimşeğin gümbürdeyerek çakması, bulutların adetâ ateşle­nerek elektriklenmesi bizi çok korkutur. Hepimiz bu ateşten ve gürültüden korkup, sığınacak yerler ararız, camdan bile bakamaz geri çekiliriz. Bu hadise Rabbimizin azabından korkarak, Onun rahmetine sığınmamıza yol açar. Rabbimiz, “Rahmetim gazabımı geçmiştir” buyuruyor. Gerçekten de şimşek çakmala­rı, bu şiddetli ve korku dolu gürültü birkaç kere duyulur ve gö­rülür. Ardından günlerce rahmet olan yağmur, gökyüzü semâlarından, bulutlardan yeryüzüne iner ve biz canlılara ha­yat verir. Bu hadise gerçekten de rahmetin âzâbı geçtiğine bir delildir.

O halde Rahman ve Rahim olan Rabbimizin azabından kork­malı ve merhametine sığınmalıyız. Affetmeyi seven Rabbimizin affına mazhar olmamız için pişmanlığımızı dile getirip, tevbe etmeliyiz. Tevbe, Rabbimizin bize ihsan ettiği bir nimet, bir rah­mettir. Rahmet yağmurları, kirli yolları temizlediği gibi, bir rah­met olan tevbe de günah kirlerimizden bizi temizleyecek ve arındıracaktır.

Hiçbirimiz tozu-kiri sevmeyiz. Doğarken günahsız doğduğu­muz için fıtratımızda bir temizlik var. Kirlerden hoşnut olmadı­ğımız ve onları temizlediğimiz gibi, günah kirlerimizden de hoşnut olmayalım ve onları temizleyelim. Halıyı süpürürcesine günahlarımızı süpürelim, masadaki tozları silercesine günahla­rımız silelim, bulaşıklarımızı suyla yıkarcasma gönlümüzü yı­kayalım.

Tevbe, günahlarımızı silmek için yaptığımız bir temiz­lik faaliyetidir. Bir daha kirletmemek üzere gönlümüzü temizle­yelim. Bir daha dönmemecesine günahlarımızdan tevbeyle dö­nelim. Rahmet kapıları açılmak üzere tevbemizi bekliyor. Bu kapıdan içeri girmek için daha fazla beklemeyelim.

Tevbe etmek için güneşin batıdan doğmasını, kıyametin kop­masını beklemeyelim. Çünkü kıyamete kadar yaşamayacağımız kesin. Kendi kıyametimizin kopmasını, yani ölüm halimizi de beklemeyelim. Çünkü Firavun da son anda, öteki âleme geçiş anında tevbe edip iman etmişti, ama bir faydası olmadı.

O halde tevbe etmek için en uygun vakit şimdidir. Vakit şim­didir, “isteyin size verilir, arayın bulursunuz, kapıya vurun, si­ze açılır.”

Hülya Kartal

Bu gelenekler sadece bayramda yaşanıyor

Gazi Üniversitesi Türk Halk Bilimi Araştırma ve Uygulama Merkezi, yaptığı araştırmada ülkemizdeki bayram kutlamalarına ışık tuttu. Her evden alınan bir parça etin cami önünde pişirilmesi, çocukların grup kurarak ‘ebebiş‘ toplaması, aşure dağıtılması, yaşatılan geleneklerden sadece birkaçı. İçerikleri ve yöreleri farklı da olsa dayanışma ve mutluluk ortak.

Gazi Üniversitesi Türk Halk Bilimi Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin yaptığı “Geleneksel Bayram Kutlamaları” araştırması, geçmişten bugüne yaşatılan geleneklere ışık tutuyor. Araştırma, çeşitli illerde bayramlarda gerçekleştirilen kutlamalara örnekler sunuyor. Çevre köyden gelen insanlarla kahvaltı yapma, toplu halde mezar ziyaretleri, zahmetli işlerin birlikte yapılması buna birkaç örnek. Hâlâ sürdürülen bu geleneklerle bayramın coşku ve mutluluğu herkesle paylaşılıyor.

Kapı kapı dolaşılarak aşure dağıtılıyor: Aydın’ın Karacasu ilçesinde Kurban Bayramı’nda kurban kesen herkes aşure dağıtır. Maddi durumu iyi olan bir aile tarafından aşure hazırlıkları başlar. Yakın komşular da yardıma gelir ve her evden bir malzeme toplanır. Aşurenin içinde en az yedi çeşit malzeme olması gerekir. Tencereye her malzeme konuluşunda ağızlardan dualar dökülür. İlk önce yaşlıların tattığı aşure sofrasına diğer kişiler de “siz de buyurun” denilerek davet edilir. Yakın komşulara tabaklarla götürülürken daha uzaktaki evlere ise kovalara doldurularak kepçelerle ikram edilir.

Çevre köydekileri davet edip kahvaltı yapıyorlar: Kastamonu Kızılcaören köyü, bayramlarda çevre köylerden gelen misafirlerle dolar. Bayram namazından çıkan cemaat cami avlusunda halka olur ve herkes birbiriyle bayramlaşır. Çevre köylerden bayram namazına gelenleri, Kızılcaören köylüleri ikişer, üçer kişilik gruplarla kendi evlerine götürür ve birlikte kahvaltı yaparlar. Öğle namazına gidilirken, kadınların hazırladığı yemekler cami avlusuna götürülür. Bütün köylü toplanır, çevre köylerden gelen misafirlerle birlikte yemekler yenir, eğlenilip hoşça vakit geçirilir.

Grup kurarak ‘ebebiş’ topluyorlar: Ankara Kızılca-hamam’da bayram namazından sonra çocuklar kendi aralarında gruplar oluşturur. Grubun idarecisi olacak olan bir ebe seçilir. Ebe, grubun ziyaret edeceği evleri belirler. Ebe önderliğinde çocuklar bütün mahalleyi kapı kapı dolaşır. Büyüklerin ellerinden öpüp, karşılığında yemiş, şeker veya harçlık alırlar. Bunlara “ebebiş” denir.

Her evden alınan bir parça et, cami önünde pişiriliyor: Ordu Ünye’de bayramın birinci günü bayram namazından sonra köylü caminin önünde toplanır, Kur’an-ı Kerim okunur. Hep bir ağızdan tekbir getirilerek herkes evine döner ve kurbanlar kesilir. Her evden birer parça et alınır ve cami önünde bir aşçı tarafından pişirilir. Aşçıya her evden bir kadın yardımcı olur. Herkesin bir arada olması sebebiyle şenlik havasında hazırlanan yemekler yendikten sonra cami imamıyla birlikte köy mezarlığına gidilir.

ANKARA AA

Bir Transkritik; Bediüzzaman ve Namık Kemâl-1

Namık Kemal ile Bediüzzaman arasında davaları, hissiyatları, mücadeleleri yönünden birçok benzerlik vardır. İki insan da geri kalışımız yüzünden huzursuz ve ne yapmalı gibi soruları hayatları ile cevap arayan kimselerdir. Namık Kemal yüz elli senedir devletin dertlerini benimsemiş bir ailenin oğlu idi. Babadan babaya ta Topal Osman Paşaya kadar büyük cedleri iktidar mevkiinin büyük işlerine karışmışlardı. Namık Kemal onların siyasi hummalarına varisti.

Bediüzzaman ise, dinin karşısında örgütlü olan batının ve batı düşüncesinin saldırgan tutumu karşısında bir şey yapmaya iktidarı olmayan doğu düşüncesinin hezimetini düzeltmeye çalışıyordu.

HAYATINI KUR’AN SAVUNMASINA ADAYAN ZAT

Kur’an’ın Müslümanların elinden alınması lazım geldiği konusunda radikal düşünceli İngiliz devlet adamının tutumuna, Kur’an’ın anlaşılması için gerekeni yapacağı konusunda kendine söz veren büyük bir ahid sahibi idi. Her iki insan da bir gidişten üzgündüler, ama bir şey yapacak iktidarları da vardı. Bediüzzaman bütün hayatını tahsil çağlarını hatta bize göre çocukluk sayılacak ona göre yine büyük deha olan küçüklük yaşlarını bile ilme ve yeterli bir Kur’an savunmacı olmaya harcadı. Hayatı taş taş İslamı savunmak için geçti, günün birinde bu görevini Barla’ya sürgün edildiğinde yerine getirmeye başladı. 1960 yılında öldüğünde “küfrün bel kemiğini kırmış” bir inanılmaz büyük adam olarak öldü.

O devleti kurtarmak gibi zahiri bir iddia ile değil dini ve özellikle imanı kurtarmak için çabaladı, ama onu kurtarınca öteki de kurtulacaktı, önemli olan tarlaya suyu dağıtmaktı, o da eserleri ile iman güneşi ve ibadet suyu dağıttı bütün dünyaya, gittiği her yeri yeşertti ve büyük insanlar ortaya çıkarttı. Bugün onun sayesinde Anadolu toprağı ve bütün dünya kökten tepeye büyük bir değişim içine girdi.

Namık Kemal 21 Aralık 1840 ‘da Tekirdağ’da doğdu. Bediüzzaman 1876’da Nurs’ta doğdu. Namık Kemal 1888 de öldüğünde Bediüzzaman on iki yaşlarındadır. Otuz altı haneli ve iki yüz elli nüfuzlu Nurs köyünü Nurs Deresi suları ile ikiye ayırmakta, dağların yamaçlarında basit ve kerpiçten evler sıralanmaktadır. 1876 yılı baharında bir seher vakti Nurs Köyü’nün kıbleye bakan yamacındaki kerpiç duvarlı ve toprak damlı evlerinden birinde bir çocuk dünyaya geldi. Bediüzzaman “Ben şefkat dersini annemden, hizmet, nizam ve intizam dersini de babam Mirza’dan almışım.” (Necmettin Şahiner, 41) demiştir.

Namık Kemal’in babası Müneccimbaşı Mustafa Asım Bey’dir, Bediüzzaman’ın babası ile Sofu Mirza’dır. Namık Kemal Osmanlı Aristokrasisi içinde bir ailenin çocuğu iken Bediüzzaman bir Anadolu köylüsü idi, her köylünün yaşayışı onun da hayatıydı.

Her ikisi de hakperesttir, haksızlığa karşı tavır alırlar.

Namık Kemal’in dedesi Sofya’da vali iken, valiliğe girenlerden yönetim para alır, Namık Kemal daha küçüktür ve dedesine bu yapılanın haksızlık olduğunu söyleyerek onu eleştirir.

Bediüzzaman da hakperesttir, onun hayatı sayısız hakperestlik örnekleri ile doludur. Hayatı Hakk’a saldıranların önünde inanılmaz bir sed gibi geçmiştir, herkes aşılmış ama o hiçbir zaman ne eğilmiş ne de aşılmıştır.

DİN-BİLİM-GÖZLEM-YORUM-SEVGİ-MUHABBET-İBADET BİRLEŞİMİ

Küçükken medreselerdeki eğitimin insan kişiliği ve bilgi alışı açısından baskıcı olduğunu kabul eder, insana daha hürmetkâr bir eğitim tarzı için mücadele verir. Klasik medrese tahsili içinde her zaman tavrını koyar, kabul görmese de yine o tutumunu devam ettirir. Yıllar sonra geliştirdiği bütün hayatın genel alanlarına göndermelerde bulunan bir özel eğitim tarzıdır. Risale-i Nur, okuma ve yorumlama tarzı isteyenlerin fahri olarak katılığı bir özel eğitim kurumudur, isteklilerin önüne yeni kapıların açıldığı bir eğitim tarzıdır. Herkesin içindeki okuma zevkine göre yer aldığı ve zevk almanın sonunda eğitici olduğu bir görülmemiş mekteptir Risale-i Nur ve okumalar mektebi.

Bin yıldır Hıristiyan ve Müslüman eğitim kurumlarının ortaya koyamadığı din-bilim-gözlem-yorum-sevgi-muhabbet-ibadet sıralı büyük inkılâbı yapmıştır. Kilisenin ve Caminin dayanamadığı materyalizmi darmadağın edip bütün dinlerin beklediği adam olmuştur.

Namık Kemal de eğitime yeni yönelimler getirme gayreti vardır. Onun de eserleri yasaklıdır, okuyanlar hakkında ceza uygulanır. Harb okullarında, yeni mekteplerde, liselerde onun yaşadığı dönemde eserlerini okumak yasaktır, hatta kitapları yakalatanların okuma hakkına son verildiği de olmuştur.

Namık Kemal de Bediüzzaman da çok yönlü eleştirmendir.

Edebi, siyasi, dini, toplumsal birçok alanda eleştiriler yaparlar. Hatta onların hayatı eleştirel bir hayattır denebilir. Onlar gazete kürsülerinde sadece eleştiren rahat entelektüel, eli sıcağa değmemiş, tatlısu eleştirmenleri değildirler. Eleştirdikleri gibi, eleştirinin doğurduğu düşmanlıkları da göğüslemişlerdir.

Bediüzzaman dini dolayısı ile ilahi kurumları sarsan küfrü ve materyalizmi, ilmi ve tabiatçılığı eleştirmiştir.

Namık Kemal devletin işleyişini, hayattan kopuk edebiyatı, yalaka aydınları, rahat döşeğindeki yastığa yorgana ve rahata mağlup aydınları eleştirir. “Ne utanmaz köpekleriz, kimi görsek etekleriz” derken menfaat gördüğü yere mitili atan aydınları eleştirir.

Yasak, hapis, tecrit, sürgün, zulüm hem Namık Kemal’in hem de Bediüzzaman’ın hayatının en önemli öğeleridir. Onların kişilikleri bu saydığımız şeyleri bir yayığın içinde maruz kalmışlardır, oradan oraya itile kakıla büyük adam olmuşlardır. Zulüm ve sürgün onların gıdası olmuştur.

Tahsilleri otodidakt bir tarzdadır, her ikisi de özel eğitim ve kendi gayretleri ile kendilerini eğitmişlerdir. Namık Kemal’in resmi tahsili bir yıldır, Dedesi Abdüllatif paşanın yanında özel öğretim aldı. Her iki insanın önemli yönü sormak, araştırmak ve öğrenmektir.

SİZ DE BENİM GİBİ TALEBESİNİZ

Küçük Said amirane söylenen en küçük bir söze tahammül edemez, çok izzetlidir. Anlayış ve idraki fevkaladedir. Medreselerde intibak edemeyince büyük biraderi Molla Abdullah’ın haftada bir gün köye geldiği zaman ondan ders aldı. Her zaman merdane tavırları ile dikkat çekerdi. Annesi Said’e hamile kalınca abdestsiz yere basmaz ve onu bir gün olsun abdestsiz emzirmez. (N Ş 51) Hocalarının bile tahakkümüne baş kaldırır. Kendini eleştiren Mehmet Emin Efendi’ye “Efendim bu medresede bulunmak hasebiyle siz de benim gibi talebesiniz. Şu halde burada hocalık hakkınız yoktur.” (N Ş 52)

Abdurrahmanı Taği talebelere dikkat eder ve “Bu Nurs’lu talebelere iyi bakın, bunlardan biri Din-i Mübin-i İslamı ihya edecek. Fakat hangisidir ben de bilmiyorum” der. (N Ş 54)

Her ikisi de muhalifti.1865’te Şinasi’nin Paris’e gitmesi üzerine Tasvir-i Efkâr’ı tek başına devam ettirdi. Yazıları idareyi eleştirdiği için gazete kapatıldı. 1867’de Ziya Paşa ve Ali Suavi ile birlikte Avrupa’ya kaçtı. Londra’da muhalefet gazetesi olan Hürriyet’i çıkardı. (1868)
Bediüzzaman siyasetle uğraştığı zamanlarda dahi genel kanonun dışında eğitim için koştu, yoksa siyasetle klasik anlamda uğraşmadı, ne yöneten, ne yönetilen, ne de kötü yönetim değil, her dönemde eğitimi ıslah yeni bir eğitim tarzının peşinde koştu. Namık Kemal ise hep siyasi düşündü, kötü yönetim ve yönetilmeyi eleştirdi, vezirlerle, padişahlarla savaştı.

Bediüzzaman tahsil yıllarında eğitim uygulamaları ve ulema aristokrasisini beğenmedi, insanı kenara iten, mantık ve muhakemeye sırt çeviren yapısından dolayı yeni bir yapıyı tesis etmek istedi. Bu dönemlerde karşısında bir uygulama vardı, daha sonraki yıllarda ise muhalefeti ilmin işleyişindeki hantallıktı, yeni bir din algılama ve ilimler tahsili için çabaladı. İstanbul’a gittiğinde imparatorluğun en büyük yeniliği dini algılamada ve eğitimde yapması gerektiğini bilfiil gördü. Dini algılama ve yorumlamadaki farklılığını göstermek için ulemaya kendini ispat etmek niyeti ile her soruya cevap verdi.

Padişah ve çevresindeki donmuş değerlendirme tarzları ile karşılaştı, anlaşılmadı, tımarhaneye kadar gönderildi. Çünkü o ilimde ve ulemadaki sıralamalı hareket tarzını benimsememişti, insanlar ancak bulundukları daire içinde vardılar, kimse o dairenin dışına çıkamazdı, çıkan ancak deli olarak telakki edilirdi. Bediüzzaman bütün bunları hiçe saydı, kılığı, kıyafeti, iddiacılığı, fikirleri ile doğulu olan, Hürriyeti dağların başında anlamış biri olarak padişaha nasihat etmek cüretini makul olarak telakki etti, bu o günün şartlarında inanılmaz büyük bir gaftı ama o yolundan vazgeçmedi.

İLAHİ SAN’ATI MÜŞAHEDE

Namık Kemal’in hafızası güçlüdür. Necip Fazıl anlatır: “Hafızasının harikuladeliğine misal, hocası Şakir Efendi’den bir kere dinlediği koca kasideyi hemen ezberleyivermesi. Çocuklukta bu müthiş hafıza kuvvetine ekseriyetle her büyük adamda tesadüf ediyoruz.” (N F K, Namık Kemal 31) Gözlem gücü de artar: “Tek başına geçirdiği hayal ve tahassüs anları, her tesadüf ettiği manzara karşısında hayran bir düşünce hazırlığı, çocukluğuna göre keskin bir müşahede kudreti, onun teşekkül halindeki ruh maktalarını gösterir.”( aynı eser, 31)

Bediüzzaman da gözlem ve hafıza, tedai olmadık derecede gelişmiştir, eserleri buna şahit olduğu gibi bir hatırası da bunu ortaya koyar. “1950 senelerinden sonraydı Isparta’da Üstadın hizmetinde bulunduğum zaman bir gün evin penceresinden dışarıdaki ağaçların yapraklarını seyreden Üstad tebessüm ederek döndü “ve iki yaşındayken annem beni kucağına alıp pencerenin kenarından dışarıyı seyrediyorduk. Nurs’taki evimizin önündeki ağacın yaprakları aynıdır. Her ikisinde de ilahi sanatı müşahede etmekteyim” diyerek bir hatırasını anlatıyordu. Tefekkür bahsinde ise, “Kudretin mucizatını seyrediyorum” diyordu. (N Ş. 48) Mucizat-ı Kur’an’iye ve Mucizat-ı Ahmediye isimli eserlerinde bütün Kur’an tarihi, ve İslam tarihini hiçbir kaynağa bakmadan haritasından seyreder gibi okumak ve değerlendirmek, yorumlar yapmak görülmedik bir hafıza genişliğidir.

Namık Kemal, ihtilalcıydı, Belgrat ormanlarında Türkistan Erbab-ı Şebabı olarak bir ihtilal teşkilatı kuruldu arkadaşları tarafından. Onların hedefi devleti tepeden inme bir değişiklik ile yenilemekti. Ama devlet bunu haber aldı ve mensuplarını sürgünlerle cezalandırdı.
Bediüzzaman hiçbir zaman sistemi karşısına almak, ihtilal yapmak gibi bir düşüncesinde olmadı. O hadd-i zatında devletle bir kavganın içine girmedi, hep bozuk da olsa düzenin içinden düzenin yenilenmesine inandı, radikal olmadı, düzene düzenin içinde yön vermeyi düşündü. O hiçbir zaman saldırmadı, sadece kendisine saldırıldı.

NAMIK KEMAL VE YENİ OSMANLILAR

Namık Kemal, ihtilalcı idi. Devletin kötü gidişinin yukardan aşağı yapılacak ihtilalla gerçekleşeceğini düşünen bir ekibin içinde idi.”Nuri Bey Namık Kemal’i Cemiyet’e kazandırmak azmiyle evine gitti. Namık Kemal evinde bazı arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. Kendisiyle görüşecek mahrem bir mesele olduğunu söyledi. Başka bir odaya geçtiler, Orada Nuri Bey kısa ve heyecanlı hatlarla davayı Namık Kemal’in önüne serdi. Nuri Bey’in anlattığı ve katılmasını teklif ettiği cemiyet şairin ruhunda bir zamandan beri kendi kendisine billurlaşan âleme aykırı gelmiyordu. Ertesi günkü görüşmede konu daha etraflı görüşüldü. Nihayet Namık Kemal Yeni Osmanlılar cemiyetine girmeye razı oldu.” (NFK 73)

Namık Kemal, Bediüzzaman’ın önünde bir tecrübe idi, onun mücadele tarzını gözden geçirdiği, eserlerini okuduğu ve onlardan yaptığı alıntılarla Namık Kemal’e bigâne olmadığı aşikârdır. İki insan da imparatorluğun badireli, fırtınalı ve iyi idare edilmediği birbirinin devamı olan dönemlerde yaşadılar. Her ikisi de iyi idare edilmeyen devletin yaptığı yanlışları görüyordu. Namık Kemal siyasi bir cemiyet ile mücadele etmeye inanmış ve Türkistan Erbab-ı Şebabı’na katılmıştı.

Bediüzzaman hiçbir zaman bir cemiyet kurmadı, hayatı boyunca mahkemelerde bir cemiyet ithamı ile yüz yüze kaldı ama hiç kimse bir cemiyet ispat edemedi, onun cemiyeti müminler arasındaki dini ve imani bağlılıklardı ki, onun ne kaydı vardı, ne aidatı, ne de sistem veya idare edilenlerle bir kavgası. Ama Namık Kemal’in davasının, idealinin yarıda kalmış ve hüsranla sonuçlanmış olması muhakkak ona bir ibret dersi olmuş, belki Namık Kemal’in tarzındaki yanlışlar onun daha sağlam adım atmasına neden olmuştur. Çünkü Bediüzzaman Türk siyasi tarihini ve tarih içindeki mücadeleci şahsiyetleri biliyor, onların tarzı dışında bir yol bulurken onların başarısızlıklarından ders alıyordu. Bediüzzaman’ın Namık Kemal ile mukayeseli literatüre com pare tarzında anlatmanın gayesi de bu idi. Sonraki dönemde Osmanlıdan daha derin bir derin devlet anlayışı vardı, Bediüzzaman’ın yaşadığı yirminci yüzyılın başından göçtüğü yıllara kadar.

BEDİÜZZAMAN VE ASR-I SAADET

Bediüzzaman kendinden önceki mücadele eden adamların nasıl ezilip büzülüp tesirsiz hale getirildiğini biliyordu. Bu yüzden adeta mücadele edenlere karşı büyük bir ezici baskı ve vehim devri olan bu dönemde o kadar büyük engelli koşu içinde yürüyüp bir davayı istediği noktaya getirme noktasından Bediüzzaman Asr-ı Saadetten sonra en büyük stratejist idi. Onun dehası yanında onunla yarışabilecek bir başkası olamaz.

Cemiyette vezirlerden, âlimlerden, askeri idarecilerden, mülkiye memurlarından, halktan olmak üzere iki yüz kırk kişi mevcut idi. Mısırlı prens Mustafa Fazıl Paşa, yeni Osmanlıların mücadelesini seyrediyor ve hükümetin aleyhine bir mektup neşrediyordu, Genç Osmanlılar bu mektubu yayınladılar. Namık Kemal ve arkadaşları, Belgrat Kalesi’nin Sırplara bırakılması, Girit ise kaybedilmek üzere olmasından rahatsızdılar; Namık kemal hem yazıları hem de fiili teşebbüsleri ile bir ihtilal çocuğu, fedai kemal diye anılmaktadır. Ziya Paşa da Belgrat kalesinin Sırbistan’a verildiğini yaşadığı tarihi kıymetleri ve on sekiz defa düşmandan alınmış bir kale olduğunu, bu uğurda nice Türk çocuğunun kanını oluk oluk akıttığını halkı şaşırtacak ve kışkırtacak bir tarzda ortaya döküyordu. Namık Kemal ‘in yazısı olayı bir vatan olayına çevirdi. Devletin bu zayıflığı anında Mısır Valisi İsmail Paşa, sultandan sultanlık derecesinde pay koparmaya kalkan bir teşebbüste bulundu. Vali kendine aziz unvanı, arma ve para bastırma hakkı istiyordu. Devlet bu olaylar karşısında yatalak bir hastaya benzetiliyordu. Hükümet Muhbir gazetesini bir ay süre ile kapattı. Ali Suavi tevkif edildi. Kastamonu’ya sürgün edildi. Namık Kemal Erzurum vilayeti vali muavinliğine, Ziya Paşa ise Kıbrıs’a sürgün ediliyordu.

BEDİÜZZAMAN’IN SÜRGÜN YILLARI BAŞLIYOR

Bediüzzaman İstanbul’da milli mücadele lehinde çalışmaları yüzünden Ankara’ya davet edilir. 1 Haziran 1922 ‘de Ankara’ya geliyor, Ankara’da yeni kurulmakta olan devlete, devletin başkanına bir mektup yazarak, kuruluş safhasında devletin Selahattin Eyyübi gibi inşasını, Napolyon gibi inşa edilmemesini söyler. Aynı mektubu mecliste okur. Ancak Ankara’da umduğunu bulamaz, Van’a gider. 1926 baharında Van’dan İstanbul’a getiriliyor, Antalya, Burdur, Isparta ve nihayet Barla’ya getiriliyor. Bediüzzaman’ın sürgün yılları böyle başlıyor.

Risalelerin telif 1927 de başlanıp 1935’e kadar devam ediyor, çeşitli zulümlere uğrayan Bediüzzaman ve talebeleri 25 Nisan 1935’de işlerinden alınarak tevkif ediliyorlar. Ölmek için sürgün ettikleri bir büyük dehanın ortaya eserler çıkarması baştakilerin hoşuna gitmiyor katmerli zulümler başlıyor. 1935’in Nisan’ında Bediüzzaman tevkif ediliyor. Eskişehir’e götürülüyor, tecrid-i mutlakta on bir ay geçiriyor.

HAPİSHANE VE SÜRGÜN

Bediüzzaman hapishanelerde büyük eserler vücuda getirmiştir.

Kendisi anlatır : “Denizli medrese-i Yusufiyesinin bir ders-i azamı Meyve Risalesi olduğu ve Afyon Medrese-i Yusufiyesinin kıymettar bir ders-i ekmeli Elhüccetüzzehra olması gibi, Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin gayet kuvvetli bir ders-i azamı da İsm-i Azamı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden Otuzuncu Lem’adır.” (Nesil 1, 797)

Sürgün, yetmemiş tutuklama, hapishane, tecrit Bediüzzaman bu büyük kumpas içinde yine eser vermiş, kendisini ispat etmiştir. Allah istedi mi zulüm, baskı, tecrit, hapis, sürgün gıdaya dönüşür, Napolyon’un dediği gibi, “ zulüm dehaların ekmeğidir” Bediüzzaman en çok zulüm gördüğü yerde en büyük eserlerini vermiştir. İmparatorluklar kurmuş, bin yıl koca bir coğrafyayı idare etmiş milleti sıradan değil adileştirmek için kurulan komiteleri yanıltmıştır Bediüzzaman. Süleyman Nazif’in dediği gibi “Nasıl zinde bir millet çıktı gördüm hasta sinenden” der. On altıncı asırdan beri oyunlarla süflileştirilirmiş Anadolu ve İslam dünyasını Bediüzzaman mayalamış ve zinde bir nesil ortaya çıkarmıştır.

Namık Kemal de artık siyasetten ümidini mecburen kestikten Magosa sürgününden sonra en fazla eser vermiştir. O günün yöneticileri onu muhalefet görevinden alıp Magosa’ya sürgün etmiştir, o da bunu bir fırsat bilerek hayatının en önemli eserlerini vermiştir.

[devamı gelecek…]


Prof. Dr. Himmet UÇ
Kaynak: risaleakademi.com