Kategori arşivi: Yazılar

Sosyal Hayatın Çimentosu: Muhabbete Muhabbet

Tarih boyunca insan topluluklarının büyük zaferler elde etmesinde, büyük medeniyetler kurmasında, sonraki nesillere önemli eserler bırakmasında en önemli etkenlerden bir tanesi dayanışma ve bu dayanışma sonrasında oraya koydukları başarı olmuştur. Başarıyı derinleştiren, kökleştiren, şahsilikten, heva ve hevese dayalı olmaktan çıkaran da inanç ve imani esaslar olmuştur. Son ve en mükemmel din olan İslam insanlar arasındaki, özelde iman ehli arasındaki dayanışma ve kardeşliğe çok büyük önem vermiş ve ortaya koyduğu esaslarla bu durumu temellendirmiştir.

İnsanlar arasındaki dayanışma ve işbirliği maddi temellere dayandığı zaman neticesi de maddi olacaktır. Manevi dayanışma ise hem maddeyi hem de manayı biraraya getirmektedir. Manevi değerlerimizin başta gelenlerinden bir tanesi muhabbettir. Kur’an-ı Kerim’in her emrinde muhabbet ve muhabbete davet vardır. Peygamber Efendimizin gönderilişindeki, “en güzel ahlakı tekmil etme”de muhabbet vardır. Hazreti Ebubekir’in (ra) kendi vücudunun büyütülmesini, cehennemin bu şekilde doldurularak müminlerin tümümün cennete gitmesini niyaz etmede muhabbet vardır. İşte bu yüzdendir ki; Risale-i Nurda veciz bir şekilde ifadesini bulunan “muhabbete en layık şey muhabbettir” hükmü ortaya konmuştur.

Muhabbet dostluğun ilacı düşmanlığın da panzehiri olmuştur. Adavet ve düşmanlık ise muhabbetin adeta yok edicileri olmuştur. Muhabbet sosyal hayatta etkili olduğu oranda ittihat ve terakkiyi vücuda getirirken, azalmasına paralel olarak kardeşler arasında kin ve düşmanlık tohumlarının yeşermesine yol açmıştır. Kâinatın özünde var olan muhabbetin nasıl yok edildiğine, normal şartlarda karıncayı dahi incitmekten sakınan insanoğlunun en vahşi canavardan daha vahşi bir hale dönüştüğüne, iki dünya savaşından daha ibret verici bir örnek olamaz. Muhabbetin zerresinin kalmadığı bir ortamda milyonlarca insan yok edildiği gibi, asırlarca vücuda getirilen medeniyetler de yok edildi.

Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur, diyen Bediüzzaman, sadece müminlere değil, tecavüz etmeyen düşmanlarımızın kötü fiillerine dahi düşmanlık edilmemesi gerektiğine vurgu yapmaktadır. Çünkü cehennemle neticelenecek olan İlahi azap kâfidir…

Bilerek veya bilmeyerek insan gururunun, nefsinin etkisiyle iman ehline karşı haksız bir şekilde düşmanlık eder, kendini haklı zanneder. Hâlbuki husumeti değil; muhabbeti gerektiren iman ve İslamiyet yeterlidir. Buna rağmen düşmanlık beslemek bu yüce değerleri hafife almak ve değerden düşürmek anlamına gelir.

İman ehli olan kardeşine kin besleyen, düşmanlık eden insan, bu olumsuz duyguların tedrici olarak kalbini kararttığının farkına varmaz. Uzakta bulunan birilerine beslediği kin ve düşmanlığın bir süre sonra ailesinin içine kadar sirayet edeciğinin farkına vardığında iş işten geçmiş olur. Kin ve düşmanlığın yerleştiği, kökleştiği bir kalpte yeniden muhabbeti ihya etmek hiç de kolay değildir. Onun içindir ki, önceleri basit bir suç işleyen insanın eli titrerken bir süre sonra katil milyoneri olabilmektedir. Çünkü kin ve adavet kalbindeki muhabbetten eser bırakmamıştır. Muhabbetin galebe ettiği kalbi taşıyan insan ise hiç kimseye kin tutamaz sadece acır.

Al-İmran Suresi 3. Ayette; “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin”, buyrulmaktadır. O Yüce Peygamber ki, içlerinde hiç iman ehlinin olmadığı, kendileri davet etmiş olmalarına rağmen taş yağmuruna tuttukları Taiflilerin helakini değil bağışlanmalarını talep etmiştir. Dolayısıyla böyle bir Peygambere (asm) uymanın yolu, adavetten değil muhabbet etmekten geçer.

Risale-i Nur’da dikkat çekilen ve vurgusu yapılan önemli hususlardan bir tanesi de Hazreti Hasan’ın (ra) sadece altı ay süren halifelik müddetidir. Bu süre çok kısa olmasına rağmen çok büyük bir önem arz etmektedir. Çünkü O büyük insan savaşı değil barışı, bölünmeyi değil ittifakı arzu ettiği ve istediği için halifelikten feragat etmiştir. Sıradan bir makam veya mevki bile terk edilmezken Hazreti Hasan’ın (ra) halifelikten çekilmesi büyük bir ehemmiyet arz etmiştir.

İman ehli olanlar arasında nurani bağ olan muhabbet sahibine de çok büyük faydalar sağlar. Kalbe genişlik ve ferahlık verir. İmanın kuvveti nispetinde bu genişlik artar ve manen inkişaf eder. Diğer taraftan kâinatta meydana gelen hiçbir olumsuzluktan dehşete kapılmaz. En büyük musibetlere karşı gelebilir. Ruhi ürperti duymaz. Bunun da en büyük kaynağı Allah’ı bilmek ve iman etmektir. İman şuuru; insana şu ihtarda bulunur: Senin yaratıcın bu memleketin gerçek sahibidir. Her şey onun emri dairesinde hareket eder. Her şeyin dizgini onun elindedir. Bütün bu zahiri bela ve musibetlerden kurtulmak için Yaratıcıya sığınmak ve Ona bağlanmak yeter. Ona dayandıktan sonra, insanı ağlattıran, hazin durumlara sokan şeyler adeta suret değiştirerek düşman sureti yerine dost suretine bürünürler.

Sosyal hayatta farklı guruplar arasında güçlü bağ oluşturan ve her türlü bölünmelere, ayrılıklara engel teşkil eden hususların başında iman kardeşliği gelir. Bu kardeşlik yerine menfi milliyet fikrini aşılamak sadece çatışmalara zemin oluşturur. Devlet bütünlüğünü ve milletin kaynaşmasını değil, toplumun zararında menfaatini görenlerin işine yarar. Örneğin; Kürtlük, Araplık, Türklük tesis etmek; bunun oluşmasına ve gelişmesine engel teşkil eden dini bağları zayıflatmak, sadece toplumsal barışın mahvına yarar. Kardeşin kardeşe düşmesine, muhabbetin buharlaşıp adavetin yaygınlaşmasına vesile olur. Ülkemizde değişik dönemlerde uygulamaya konulan menfi milliyet ülke menfaatine zarar verdiği gibi hiçbir kesime de yarar sağlamamıştır.

Toplumun kaynaşmasını değil ayrışmasını netice veren, ırkçı olmayanları da ırkçılığa sevk eden ve bu yolla toplumda büyük tahribatlara yol açan menfi milliyetçilik iman esaslarına taban tabana zıttır. Toplumumuzda ittifakı sağlayan nurani bağ değil, ayrılıkları netice veren zulmani bir olgudur. Irkçılık fikri müminler arasında mevcut olan nurani bağları tahrip eden en büyük felaketlerin başında gelir. Dolayısıyla iman bağı ayrılıkları değil dayanışmayı gerektirir. İman birliği kalplerin birliğini ister ve gerektirir. Aynı inanca ve iman değerlerine sahip olma da sosyal hayatta birlik ve beraberliği, kardeşliği gerektirir.

Risale-i Nur iman edenler arasındaki manevi ve sağlam bağları dikkate sunarken; Yaratıcımızın, Rızkımızı verenin, taptığımız Allah’ın birliğine dikkatimizi çeker. Devamında; peygamberimizin, dinimizin, kıblemizin, devletimizin, memleketimizin… Birliğine işaret eder. Dolayısıyla birlik ve beraberliği gerektiren manevi bağların sayılamayacak kadar çok olduğu ikazı yapılırken buna karşı ayrılığı ve farklılığı gerektiren şeylerin ise örümcek ağı gibi zayıf ve ehemmiyet olduğu vurgusu yapılır. Dolayısıyla müminlere, bütün bunlara rağmen kin bağlamak söz konusu manevi değerlere karşı hürmetsizlik ve münasebetsizlik olduğu açık bir şekilde ortaya çıkar. Aynı zamanda böyle bir saygısızlığın zulümle eşdeğer olduğu da ifade edilmektedir.

Bediüzzaman muhabbetin nur ve nurani olduğunu, nurani şeylerin mahiyetinde yansıma ve etkileme olduğunu kaydeder. Bu yüzdendir ki, dostumuzun dostu bize de dost olmaktadır. Muhabbet insanlar arasında iyilik ve yardımlaşmayı had safhaya çıkarırken, insanların şahsi hayatında da maddi-manevi huzuru yeşertir. Yirminci yüzyılda zirve yapan sefahat ve dalaletin Cenabı Hakkın gazabına vesile olduğu, ırkçılığı ve tarafgirliği şırınga eden cereyanların kalpleri katılaştırdığı ve akabinde meydana gelen iki dünya savaşının insanları adeta helak ettiğine şahitlik edilmiştir.

Bediüzzaman, bu olumsuz cereyanların etkisi ile imanı zayıf olan bir kısım velilerin dahi birinci sırada görmeleri gereken iman hakikatlerini ikinci, üçüncü sıraya bıraktıkları tespitini yapmaktadır. Siyasi tarafgirlik yüzünden kendi görüşlerinde olmayanları haksız bir şekilde tenkit ettiklerini, dini hisleri ve düşünceleri söz konusu olumsuz cereyanlara tabi kıldıklarını, dolayısıyla insanlar arasında muhabbet yerine tenkit ve düşmanlığın ön plana çıktığı tespitini yapmaktadır.

Yrd. Doç. Dr. Abdulnasır Yiner

risaleakademi.com

Aile Hayatının Temel Esasları : Ahirete İman

Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradı, herbiri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azablar çeker. O cenneti, cehenneme döner. Veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahetlerle aklını tenvim edip uyutur. (Devekuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor, uçamıyor. Başını kuma sokar, tâ görünmesin.) Başını gaflete sokar, tâ ölüm ve zeval ve firak onu görmesin. Divanece, muvakkat, ibtal-i his nev’inden bir çare bulur.

Eğer âhirete iman o haneye girse, birden ışıklandıracak, ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karabet ve muhabbet kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı âhirette saadet-i ebediyede dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimî hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlâk yükseklenir. Hakikî insaniyet saadeti o hanede başlar inkişafa. Bu mana dahi hüccetlerle Risale-i Nur’da beyanına binaen kısa kesildi.

(11.Şua, 8.Mesele)

Yaz Kışa, Gençlik Yaşlılığa Değişecek

Gençlik, Allah’ın lütfu olan en güzel çağdır ve bu dönemde yapılan ibadetler, sonsuz kurtuluşa ulaşabilmek için çok değerli vesilelerdir. Yaşlanmadan evvel değeri iyi bilinmelidir.

Gençlik dönemi, Kur’an ahlakını yaşamak, yaygınlaştırmak ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için en verimli çağdır. Kur’an’da kıssaları verilen elçiler, peygamberler ve onlarla birlikteki müminlerin de çoğunluğunu gençler oluşturuyordu. Bu kutlu gençler yaşlarına rağmen taşıdıkları sorumluluk bilinciyle, imanî olgunlukları ve güzel ahlaklarıyla birçok insanın imanına vesile olmuşlardır.

İmam Rabbanî Mektubat 73.Mektup’ta, “Biz kuluz. Sahibimizin emrindeyiz. Başıboş değiliz. Her istediğimizi yapmaya serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören akıl sahibi olalım! Kıyamet günü utanmaktan, pişman olmaktan başka, ele bir şey geçmez. Gençlik çağı, kazanç zamanıdır. Mert olan, bu vaktin kıymetini bilip elden kaçırmaz. İhtiyarlık herkese nasip olmaz. Nasip olsa da elverişli vakit ele geçmez.” sözleriyle gençlik çağının imanî açıdan önemini vurgular.

Yaşadığımız zaman, dejenerasyonun en fazla yaşandığı, bu nedenle de Kur’an ahlakının yaygınlaştırılmasının çok gerekli olduğu dönemdir. Bu döneme en büyük katkıyı sağlayacak kişiler kuşkusuz samimi iman sahipleridir. Özellikle de imanı kalbine yerleştirmiş gençler, Kur’an ahlakına hizmet etmek için yoğun çaba göstermelidirler.

Din ahlakından uzak yaşayan cahiliye toplumunda, gençlik döneminin deli dolu ve kontrolsüz yaşanan bir dönem olduğu düşünülür. Yine bu dönemde insanlar eğitimlerini tamamlar, meslek edinir, geleceklerini ve yaşlılıklarını garantiye almaya çalışırlar. Dünya hayatına dair bu işler doğal olarak gençlik dönemine rastlar. Ancak tüm bunlar amaç değil, Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olacak araçlardır. İnsanın fiziksel ve zihinsel en sağlıklı olduğu, en zinde ve enerjik dönemi olan gençlik yılları, Allah yolunda ciddi çaba gösterilebilecek, açık zihinle derin düşünülebilecek çok değerli bir yaşam dilimidir.

Cahiliye toplumu anne babaları, çocuklarını Allah’ın değil insanların beğendiği gibi yetiştirmeye çalışırlar. Oğulları kesinlikle güzel bir meslek edinmeli, kızlarını da ne ‘doktorlar ne mühendisler’ istemelidir.

Toplumun bu gibi yanlış telkinleri yüzünden, insanlarda Allah’a bağlılık önemsenmez ve birçok genç dinden uzak yaşar. Oysa insandaki en önemli özellik takvadır ve bu üstün özellik Kur’an’da, “Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır…” (Hucurat Suresi, 13) ayetiyle haber verilir.

Kur’an’dan Örnekler

Kuran’da da bildirildiği üzere Yüce Allah, kutlu kullarına, genç yaşlarında müjdeci ve uyarıcı olarak elçilik ve peygamberlik görevlerini vermiştir. Allah’ın peygamberlikle şereflendirdiği kutlu gençlerden biri Kendisine dost edindiği Hz. İbrahim’dir. Hz. İbrahim putperest olan kavmine genç yaşta dini tebliğ etmiştir. Hz.İbrahim’in oğlu Hz. İsmail de, çocuk yaşında yaşadığı imtihanında, imanını, teslimiyetini ve Allah’ın buyruklarına olan itaatini kanıtlayan örnek bir mümindir.

Diğer yandan Hz. İsa ve onun yardımcıları olan Havariler de Allah’ın genç yaşta hidayet verdiği müminlerdir.

Kur’an’dan bir diğer örnek de Hz. Yusuf’tur. Çocukluğu, gençliği, atılan iftira ve yaşadığı hapis hayatıyla müminler için hikmetli ve önemli örnektir. Allah’ın Hz. Yusuf’a genç yaşta hidayet verdiği “… Erginlik çağına erişince, kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte Biz, iyilik yapanları böyle ödüllendiririz.” (Yusuf Suresi, 22) ifadesiyle Kur’an’da bildirilir.

Firavun döneminde büyük bir mücadele örneği gösteren Hz. Musa’nın çağrısına icabet eden ve yardımcıları olan kişiler de İsrailoğulları’nın gençlerinden oluşur.

Resûlullah’ın (sav) tebliğine de Mekke’nin önde gelen ailelerinin gençleri, toplumdaki diğer kişilerden daha çok ilgi göstermişlerdir. İslâm’ı yayma konusunda Peygamberimiz’in (sav) destekçi ve yardımcıları bu iman sahibi gençlerdir.

Peygamberimiz (sav) gençlere büyük önem vermiş, vahiy katibi olarak genellikle gençleri görevlendirmiştir. Gençleri öğretmenlik ve ordu komutanlığına tayin etmiştir. Peygamberimiz’e (sav) tabî olan bu gençlerin, Arap Yarımadası dışında da Kur’an ahlâkının tebliğinde çok önemli katkıları vardır.

Sonuç Olarak;

Gençlik, Allah’ın lütfu olan en güzel çağdır ve bu dönemde yapılan ibadetler, sonsuz kurtuluşa ulaşabilmek için çok değerli vesilelerdir. İnanan tüm gençler kutlu peygamberleri ve Allah yolundaki samimi müminleri örnek almalı, yalnızca Allah’ın hoşnutluğunu amaçlayarak çaba içinde olmalıdırlar.

Bediüzzaman’ın da gençlik hakkındaki bir tefekkürü şöyledir: “Gençlik hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat’iyetinde (kesinliğinde), gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek.

İnsan, ön yargılarını kırıp yaşamını gerçekçi düşünmelidir. Zaman çok hızlı geçmektedir ve dünya hayatında geçen her gün insanı yaşlılığa biraz daha yaklaştırmaktadır. Yaşlılık dönemi ise, “Allah, sizi bir za’ftan yarattı, sonra (bu) za’fın ardından bir kuvvet kıldı, sonra bu kuvvetin ardından da bir za’f ve yaşlılık verdi...” (Rum Suresi, 54) ayetiyle bildirildiği gibi insanın zayıf olduğu dönemlerdir. Allah, yaşlılık döneminde insanda eksiklikler yaratarak, dünyanın geçiciliğini hatırlatır. Dünyadaki eksiklikler de görebilenler için, gerçek yurt olan cennete olan özlemi artırır.

Gençler, dünyanın her köşesinde Allah’ın beğendiği ahlakın yayılmasından, çatışmaların, savaşların, acıların sürmesinden, Müslümanların zulüm görmelerinden kendilerini sorumlu hissetmelidirler. Müminlerin en önemli görevlerinden olan iyiliği emredip kötülükten sakındırma ibadetini samimiyetle yerine getirmeli, çarpık görüş ve sapkın felsefelerle fikir mücadelesi yapmalıdırlar. Allah’ın kutlu elçilerini ve onlarla birlikte Rabb’leri yolunda malını ve canını satmış samimi genç müminleri kendilerine örnek almalıdırlar. Bu çabalar –Allah’ın dilemesiyle- insanlığı aydınlık günlere ulaştıracaktır.

Fuat TÜRKER

nurdergi.com

Stres

Bazen gazetelerde insanın tüylerini ürperten resimler görürüz. Çoğunlukla Kuzey Afrikalı fakir ve perişan insanların resimleri… Her biri sanki canlı birer iskelet… Kemiklerle etler arasında nerdeyse mesâfe kalmamış. Bu halleriyle bize olanca güçleriyle haykırırlar: “Biz açız, bize yardım elinizi uzatın!” diye…

İşte maddî açlık insanı böyle perişan, böyle zayıf, böyle güçsüz ediyor… Beride maddî problemleri yok denecek kadar az, ama kendilerini eğlenceyle, sefahatle, içkiyle yahut uyuşturucuyla avutmak isteyen huzursuz kalabalıklar. Bunların dertleri öncekilerinden daha ileridir.

Ruh, beden ülkesinin sultanıdır. Açlıktan kıvranan insanlarda hizmetçi zayıf düşmüştür, huzursuz insanlarda ise sultan perişandır. Birincilere her insaf ve vicdan sahibi acır, merhamet eder. İkincileri ise herkes kınar, herkes onlara düşman kesilir. Halbuki asıl acınmaya, el uzatılmaya muhtaç olanlar bunlardır… Çünkü bunlar hem hastadırlar, hem de ilâç düşmanıdırlar. Bunlara karşı, tedavi ehlinin çok şefkatli ve çok sabırlı olması gerekir. “Fâsıklara ancak ârifler acır.” Abdulkadir Geylâni (ks.)

Bugün huzur ve saadet arayanlar sadece bu insanlar değildir. Hemen herkes bu dertten bir iz taşımaktadır. Öyle ise biz öncelikle kendi nefsimize bir şeyler söylemeye çalışalım:

Neden yer yer ruhî sıkıntılara giriyor, sabırsızlanıyor ve bir şeyler yapamamanın ıstırabıyla ruhumuzu kıvrandırıyoruz. Beden sıhhatimizden, mali durumumuza, toplumdaki itibarımızdan dünyevî zevklerimize kadar her şeyi kendimize dert ediniyor ve bunları çözemeyince de üzülüyor, rahatsız oluyoruz…

Niçin, dünyanın üstünde gezeceğimize altına giriyor, bize hizmet etmesi gereken eşyaya biz hizmetçi oluyoruz.

Bu halimiz ruhumuzu hayli yoruyor ve takatten düşürüyor. Bütün bu olup bitenlere karşı sabırla karşı koymayı da başaramıyoruz. Zira, Üstat Bediüzzaman’ın o güzel teşhisiyle, biz sabır kuvvetimizi maziye ve müstâkbele dağıtıyoruz; hâle karşı sabrımızda güç kalmıyor ve sonunda sıkıntıya, ümitsizliğe düşüyoruz.

Bütün bunların kaynağına indiğimizde şu yanlışla karşılaşırız: “Biz nefsin doymasıyla, kalbin tatmin olmasını birbirine karıştırmışız.”

Yanlış yoldan giden yorulur. İşte bizi yoran, sıkıntıya düşüren ve sonunda perişan eden bu büyük hatadır. Bundan döndüğümüz an huzur ve saadete yönelmiş olacağız.

Nefis şerle beslenir. Şer ise kalbi yaralar, vicdanı rahatsız eder ve huzuru kaçırır. İşte bu fasit daire, stresin ve huzursuzluğun önemli bir kaynağıdır. Bu çemberi aşamayanlar, nefislerini besledikçe kalp ve vicdanlarında huzur melekesini kaybederler. Ve bunun çaresini yeniden nefsin tatmininde ararlar.

Sadece birkaç misâl:

Nefis cimrilikten yanadır. Para biriktirdikçe mutlu olacağını zanneder. Halbuki, kalp ve vicdan muhtaçları doyurmaktan zevk alırlar.

Nefis büyüklenmekten hoşlanır. Kalp ve ruhun rahatı ise tevazuda, alçakgönüllü olmaktadır.

Nefis oyun ve eğlence düşkünüdür. Akıl ise çalışmayı ve gayreti emreder, onunla rahat bulur.

Ve nihayet nefis, fâni ve geçici eşyanın meftunudur. Kalp ise bekâya, ebediyete aşıktır. İşte bütün huzursuzluklar bu çelişkilerin ürünüdür. Ve insan, nefsini beslemekle değil, kalbini tatmin ile saadet bulur.

Ve her türlü bunalım ve huzursuzluğun İlahî reçetesi:

“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur (Allah’ı anmakla sükûnet bulur). (Ra’d Sûresi, 28)

Maddî ve manevî nice rızıklara muhtaç olan insanoğlunun kalbini, ancak Allah’ı zikir, yâni Onu yâd etme, Onu hatırlama tatmin edebilir. O halde insan, Ondan başka neyi yâd etse mahlûku yâd etmiş, Ondan gayri neyi sevse fâniyi sevmiş olur. O ulvî kalp, bu süflî eşya ile tatmin olmadığı içindir ki, gafil insanı daima rahatsız eder. İşte can sıkıntısı, huzursuzluk, bunalım, stres dediğimiz şeyler hep bu doymayan kalbin açlık feryatları, ölüm çığlıklarıdır.

Adnan Şimşek – Zafer Dergisi

Gıybet silahını kimler kullanır?

Ben bir cemaate mensubum. Bu vesileyle birçok insanla tanıştım.

Aynı evi paylaştım. Her yıl tanıdık listeme yenileri ekleniyor. Asıl sorunum, istemediğim halde her defasında yeminler edip pişman olduğum halde gıybet ediyorum ya da yapana ortak oluyorum ama sonrasında çok pişmanlık duyuyorum, tövbe ediyorum. Fakat aynı hataya tekrar düşüyorum. Bu kadar çok tövbe ve yemin edip tekrar aynı hataya düşmekle tövbem kabul olmaz mı? Ayrıca helallik de alamam. Çok bunalıma girdim. Allah’ın beni sevmediğini, affetmeyeceğini düşünmekten yoruldum. (Rumuz: Yavuz)

Böyle bir ümitsizliğe düşmeyin. Hiçbir günah tövbesiz değildir. Tövbeler günahlar için vardır. Tövbeleri kabul edecek olan Allah’tır.

Dikkat ederseniz, gıybet günahının anlatıldığı ve çirkinliğinin tasvir edildiği âyetin sonunda Allah kendisini “Tevvâb/Tövbeleri çok kabul eden” olarak tanıtır. Bu kelimeden önce “Allah’tan korkun!” uyarısı yer alır ki, burasının dikkate alınması gerekir.

Yine sizin ümitsizlik girdabından kurtulmanıza vesile olmak için bir Kur’ân gerçeğini hatırlatmak isterim.

Kur’ân “Allah’tan korkan takva sahiplerini” anlatırken şu tasnifi yapar:

Onlar çirkin bir iş yaptıkları yahut bir günahla nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlarlar ve günahlarının bağışlanmasını isterler. Zaten Allah’tan başka günahları bağışlayacak kim var? Onlar, işledikleri günahta bile bile ısrar etmezler.” (Âl-i İmran, 3:135.)

Bu âyetin açıklamasında size bir kurtarıcı el daha uzanıyor. Bu el Sevgili Peygamberimiz’in elidir:

İstiğfar eden (Allah’tan bağışlanma dileyen) kimse, günahında ısrar etmiş olmaz-günde yetmiş kere günahına dönse de…

***

Yalnız bu ümit ve şefkat eli, aynı günaha devam için bir “fetva” anlamına gelmesin, günahı gözünüzde küçültmesin!

Kur’ân’da çirkinliği ve iğrençliği bu kadar açık ifadelerle anlatılan bir başka günah yoktur.

Bir bir iman kanseri, bir kardeşlik mikrobu olarak anlatılan gıybeti Kur’ân şu cümlelerle tasvir eder:

Birbirinizin gıybetini yapmayın. Sizden biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz” (Hucurat, 49:12)

Gıybetin tanımını Peygamberimiz şöyle yapıyor:

Gıybet, din kardeşini hoşlanmadığın bir şeyle anmandır. Eğer o söylenen şey kardeşinde varsa gıybet etmiş yoksa iftira etmiş olursun.

***

Yıllar önce bu konuyu araştırırken Said Nursî’nin Mektubat‘ında âyetin kelime kelime tefsirini görünce gerçekten çok irkilmiştim.

Ayette şu anlamlar dikkate veriliyordu:

İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşınızı dişle parçalamayı yapıyorsunuz?”

Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?”

Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir hâlde bir kardeşinize karşı etini yemek gibi en müstekreh (çirkin) bir işi yapıyorsunuz?”

Bu cümlelerin ardından bu tespitlere de yer veriliyordu:

“Gıybet, ehl-i adâvet (düşmanlık ehlinin) ve haset ile inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sahibi bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez.

Nasıl meşhur bir zat demiş: Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf, zelil ve aşağıların silâhıdır.

Bu bahsin sonunda bir de dua öğretilir:

Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit ‘Allah’ım bizi ve gıybet yaptığımız kişiyi bağışla‘ demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rastgelse, ‘Beni helâl et’ demeli.” (22. Mektub)

Mehmed Paksu – Bugün Gazetesi