Kategori arşivi: Yazılar

Biraz tebessüm, biraz da tefekküre ne dersiniz?

Bazı tasavvufi olayları okuyup, vakaları hatırlamak bize birazcık sabır ve tahammül duygusu kazandırır gibi geliyor bana.

Bu düşünce ile bugün sizlere takdirle okuyacağınızı sandığım mesaj yüklü tasavvufi olaylar sunmak istiyorum. Geniş düşünmeye, sabırlı ve tahammüllü olmaya çok muhtaç olduğumuz şu devrelerde bu gibi güzel örneklerden etkilenecek, tasavvufi olgunluk kazanmaktan huzur duyacaksınız diye düşünmekteyim. Takdir yine de sizindir.

Fevkalade değerli bir geniş düşünme örneği:

Diline pek hakim olamayan konuşkan bir adam, Hazreti Ebu Bekir (ra) Efendimiz’i tenkit etmeye başlar. O da hakkı olan cevabı hemen vermeyip sabırla dinlemeyi tercih eder. Efendimiz (sas) ise bu durumu tebessümle seyreder. Ne var ki, adam konuşmasını uzatınca suskunluğunu bozan Ebu Bekir (ra) Efendimiz de cevap vermeye başlar. Bu defa da Efendimiz’in yüzündeki tebessüm kaybolur. Bu tebessüm kaybını merak edip soran Hz. Ebu Bekir’e Efendimiz şöyle açıklama yapar:

-Seni tenkit eden adamı sabırla dinliyor cevap vermiyordun. Bu sırada bir melek senin adına o adama cevap veriyor, seni melek savunuyor, ben de bu durumu tebessümle seyrediyordum. Ne zaman sen sabrı bırakıp cevap vermeye başladın, melek seni savunmaktan vazgeçip sustu. Meleğin susmasından dolayı üzüldüm, tebessümüm ondan kayboldu!..

Demek bazen sabır gösterip susan, savunmasız kalmaz. Gerektiğinde melekler dahi onu savunabilir. Yeter ki meleklerin savunmasını bekleyecek kadar sabır gösterelim bizler..

İsterseniz bir sabır ve tahammül örneği de İmam-ı Azam Efendimiz’den verelim. Kufe Mescidi’nden çıkıp evine doğru yürüyen imamın peşine takılan bir adam söylenerek gelir arkasından:

-Sen İmam-ı Azam filan değilsin ama halka büyük bir alim gibi görünüyor, kendine İmam-ı Azam dedirtiyorsun?

Yolun sonuna kadar söylenerek gelen adamın ithamlarını sessizce dinleyen imam, nihayet geriye dönüp tebessümle baktığı adama der ki:

-Burası benim evimdir, söyleyeceklerin bittiyse izin ver de evime gireyim!

İmam evine girer, kapısını da yavaşça kapar.

Bunca itham ve isnatlara kırıcı bir karşılık vermeden dinleyen imamın bu hali, adamı düşündürür. Ve nihayet kararını veren adam söylenir:

-Bu zat gerçekten de İmam-ı Azam’mış! Şimdi şüphem kalmadı buna halkın İmam-ı Azam deyişinden.. Bir başka misal:

Maneviyat büyüklerinden Malik bin Dinar’ı yolda giderken gören biri, söylenerek der ki:

-Şu adamı görüyorsunuz ya, riyakârın tekidir. Hep gösteriş için yapar yaptıklarını!

Gören halk da onu tasavvuf büyüğü zanneder!.

Malik bin Dinar, sesin geldiği tarafa dönüp adama tebessümle bakar, olanca yumuşaklığıyla şu cevabı verir:

-Allah razı olsun senden. Şimdiye kadar hiç kimse beni bu kadar doğru tarif etmedi.

Nasıl, var mısınız böylesine bir eleştiriye gönül rızasıyla bakmaya, dua ile karşılık vermeye?

Bir misal de Hz.Mevlânâ’dan verelim: Konya çarşısında kendine çok güvenen bir adam, çevresine meydan okuyarak der ki:

-Bana bakın bana! Ben öyle bir adamım ki bana (bir) kelime söyleyen (bin) kelime ile cevap alır!

Hazret-i Mevlânâ, adamın çenesi altına kadar sokulur, gözlerinin içine bakarak cevap verir: -Ben de öyle bir adamım ki bana (bin) kelime söyleyen (bir) kelime ile dahi cevap alamaz!

Çünkü der, meleklerin cevabı yeterli olur bana!.

-Siz de var mısınız meleklerin cevabıyla yetinmeye?

Ahmed Şahin / Zaman

Şahin Kuşunun Hazin Hikâyesi

Mevlana Hazretleri Mesnevî’de bir hikâye anlatır.

Yaralı şahin kuşu, bir yaşlı kadının bahçesine kondu. Yaşlı kadın perişan görünümlü şahine acıdı, merhamet etti yanına aldı.

Aç şahinin önüne çocukları için hazırladığı hamur bulamacını koydu. Şahinin, önüne konan tasa gagasını daldırması ile başını sallayarak geri çekmesi bir oldu. Çünkü şahin et yerdi, hamur bulamacını yiyemedi.

Yaşlı kadın, şahinin bu hâlini görünce üzüldü: ”Vah!” dedi, “Gagan uzamış, kıvrım kıvrım olmuş. Yumuşacık bir hamur bulamacını bile yiyemez olmuşsun. Senin önceki sahibin hiç mi Allah’tan korkmazdı ki, şu gaganı düzeltmemiş hiç!..” dedi ve eline aldığı kör makas ile şahinin gagasını kesmeye çalıştı.

Şahin yaşlı kadının elinden kurtulmak için çırpınsa da, nafile, kaçamadı. Yaşlı kadın şahinin gagasını kesti.Şahin çırpınırken, yaşlı kadın, şahinin kanatlarını gördü: ”Vah!..” dedi, “Senin eski sahibin sana hiç bakmamış, şu kanatların ne hâle gelmiş, kimi uzun, kimi kısa kalmış!..” diyerek, şahinin o güzelim kanatlarını elindeki makasla düzeltmeye başladı.

Şahin acı ile kıvrandı, çırpındı… Çaresizce pençelerini kadının koluna attı ve tırnaklarını kadının koluna geçirdi. Yaşlı kadın, şahinin kanatlarını -güya- düzeltirken koluna batan tırnakları gördü: ”Vah vah! Önceki sahibin nasıl merhametsizmiş ki, bir kere bile tırnaklarını kesmemiş. Tırnakların ne de çirkin olmuş.” dedi ve elindeki makas ile şahinin avlanmakta kullandığı pençelerini söküp attı.

Cahil ve yaşlı bu kadının elinde rezil olan şahinin gözleri doldu. Yaşlı kadın, şahinin bu hâlini görünce hiddetlendi: ”Kimseye iyilik yaramıyor ki!..” dedi, “Ben iyilik yapıyorum, kuş ağlıyor.” diye söylendi. Sonra da elindeki kuşu: “Git hadi, bildiğin yere!” diyerek kaldırdı havaya attı.

Şahin çırpındı uçmak için… Ama kanatları kesikti, uçamadı… Acı ile yere inmek istedi, tırnakları sökülmüştü yere de konamadı… Kendini yan üzeri bir kulübeciğin arkasına attı. Koca koca avları, gökyüzünde süzüle süzüle avlayan cesur şahin kuşu, cahil kadının elinde korkak bir kargaya dönüşmüştü.

Çocuğu tanımadan, çocuk terbiyesi olmaz. Birçok anne-baba, çocuklarını yeterince tanıyamadıkları için, ellerindeki “şahin” bakışlı çocukları, kargaya çeviriyorlar da, farkında değiller. Hâlbuki çocuk terbiyesinin birinci ve en önemli maddesi, çocuğu tanımaktır.

Hiçbir çocuk, bir diğeri ile aynı değildir. Nasıl ki, gökyüzünden dökülen milyarlarca kar tanesi görünüşte birbirine benzediği hâlde, aslında hiçbiri bir diğerinin aynı değildir; tıpkı bunu gibi, her çocuk da bir diğerinden farklı karaktere sahiptir. Bu çocuklar öz kardeş bile olsalar…

Eğer çocukların bu farklılıkları göz önüne alınmadan, çocukların karakterleri tanınmadan çocuk terbiyesine girişilir ise, o takdirde, şahin karakterli bir çocuk, bir süre sonra korkak bir kargaya dönüşme riski taşır. Çocuğunuzu yeniden keşfedin.

Albert Einstein’ı bilirsiniz. Hani dünyanın en zeki adamı olarak kabul edilen ünlü Alman fizikçi… Albert Einstein’ı, çocukluk yıllarında ne öğretmenleri, ne de ailesi yeterince keşfedebilmişti. Öğretmeni, Einstein’ı her defasında babasına şikâyet ediyor: “Çocuğunuz öğrenim zorluğu çekiyor, bu da diğer çocuklara öğreteceğim konuların hızını kesiyor!” diyordu.

Einstein’ın babası, artık okulun bu baskılarından bunaldığı için, oğlunu okuldan aldı ve “hiç olmazsa bir mesleği olsun” diyerek meslek okuluna kayıt ettirdi.12 yaşına kadar oğlunun eğitim problemleriyle boğuşan baba, elindeki çocuğunun dünyanın en zeki insanı olduğunu bilseydi, her sinirlendiğinde:“-Senin kadar aptal bir çocuk daha dünyaya gelmemiştir!” diye bağırıp çağırmazdı.

Einstein okulda başarısızdı, çünkü öğretmenin öğretmeye çalıştığı konular onun ilgisini çekmiyordu. O dönemde tarım toplumu olan Almanya’da; “İnek nasıl sağılır, toprak nasıl gübrelenir, ağaç nasıl budanır?” konuları çocuklara öğretiliyordu. Einstein için bunlar anlamsız şeylerdi. O yüzden dikkatini veremiyordu bir türlü anlatılan derslere…

O, kâinattaki ince dengenin nasıl kurulduğunu, maddenin ötesindeki mananın nasıl şekillendiğini merak ediyordu. Yıllar sonra onun farklılığı fark edildiğinde, bilim dünyası onun her konuşması karşısında nefeslerini kesip onu dinlemeye başlamıştı başlamasına, ama ne yazık ki, her çocuk Einstein kadar şanslı değildi!

Derslerinde başarısız olan binlerce çocuk, bir ömür boyu karga muamelesi yapılarak; tırnakları, gagası, kanatları yolunarak; şahini şahin yapan tüm özellikler kopartılıyor da kimsecikler fark etmiyor bile… Tıpkı Van Gogh’un fark edilmediği gibi… 

Dünyaca ünlü ressam Van Gogh’un tabloları bu gün paha biçilemeyecek kadar değerli olduğu hâlde, yaşadığı dönemde kimsecikler dönüp onun yaptığı resimlere bakmıyordu bile…

Hatta eşi ona bir gün: “Bırak şu gereksiz işleri de, git adam gibi bir işte çalış!.. Evinin ihtiyacını karşıla, evde yemek yapacak bir şeyimiz kalmadı.” dediğinde, öyle sinirlenmişti ki, atölyesinde bulunan onlarca tabloyu o gün sokak ortasında bir parça ekmek karşılığında satmıştı.

Dün bir ekmek karşılığında satılan o tablolar, bu gün kimin elinde ise, o kişi dev bir hazinenin sahibi durumunda…

Başarısızlık, daha çok dikkat çekmemeli… Çocuğunun eğitimi konusunda tavsiyeler isteyen bir anne: “Kızım, Tarih ve İngilizcede çok zayıf. İstemeye istemeye özel derse gönderiyorum. Bu da onu çok yoruyor. Onu motive edebilmem için ne tavsiye edersiniz?” diye sormuştu.

Bense bu anneye, kızının hangi derslerde iyi olduğunu sormuş ve anneden “matematik” dersinde kızının çok başarılı olduğu cevabını almıştım.“Peki, neden kızınızı matematikte özel derse yazdırmıyorsunuz?” diye sorduğumda ise anne, omuz silkerek: “Gerek görmüyoruz, çünkü kızım çocukluğundan beri matematik dersinden hep on üzerinde on alır.” demişti.

Şaşırmıştım, annenin “Gerek görmüyoruz!” deyişine… Kızı matematik dersinde bu kadar başarılı olan bir anne, kızının başarısız olduğu derslere gösterdiği önem kadar, başarılı olduğu derse önem vermiyordu.

Hâlbuki bu çocuğun kabiliyeti, açık bir şekilde matematik sahasında ortaya çıkmış olmasına rağmen, anne, kızının bu başarısını, “Gerek yok!” diye geçiştiriyordu.

Hâlbuki çocuklara başarısız oldukları sahalarda ekstra yardımlarda bulunulduğu gibi, belki de daha önemlisi, başarılı olduğu sahalarda destek gösterilmelidir. Ancak, ve ne yazık ki, günümüz eğitim sistemi, “her şeyden bir şey” öğretmeye yönelik olduğu için, “bir şeyden her şeyi bilmeye” kabiliyetli çocuklar arada kaybolup gitmektedir.

Hâlbuki anne-babalar, çocuklarının başarısızlığına dikkat çektiği ve özen gösterdiği kadar (ve hatta daha da fazla) çocuklarının başarılı oldukları sahalara da dikkat çekmeli ve o sahalarda yollarını açmalı, destek vermelidir. Çocuğu en iyi tanıyan annedir.

Hiç kimse, bir çocuğun kabiliyetini keşfetme konusunda anne-baba kadar bilgiye sahip olamaz. Özellikle anneler, çocuklarının doğduğu ilk günden son güne kadar hangi kabiliyetlerinin olduğunu anlayabilecek özel donanıma sahiptirler. Yeter ki, bu donanımı “empati: karşısındakinin yerine kendini koyma” kanallarını tıkamadan kullanabilsinler.

Tabii ki, her anne-baba iyi niyetlidir ve çocuklarının geleceğini en iyi biçimde şekillenmesini ister. Ancak iyi niyet, her zaman iyi netice vermez…

Nitekim Mevlana’nın hikâyesindeki yaşlı kadın da iyi niyetliydi, bahçesine konan şahinin gagasını, kanatlarını ve pençesini iyi niyetle kesti. Ancak o güzelim şahin, iyi niyetli, ama bilgisiz yaşlı kadının elinde rezil olmaktan kendini kurtaramadı.

Adem Güneş

Sinemizdeki mabutları devirmedikçe…

Ölmemenin çaresi doğmamaktır. Dünya bir misafirhanedir ve dünya cennetin bekleme salonudur. Dünyaya gelen insan cennete gitmek için gelmiştir.

Çünkü Allah, rahman ve rahimdir. Amma bazı insanlar günaha dalarak cennete gitmek istemiyorlar.

Mesela biz, Allah kelamı ederken, dinî kitaplar okurken yoruluyoruz; kahvedekiler yorulmuyor, dinleniyormuş (!) Akşam geç vakit eve gittiğim zaman sokaklardan geçerken bakıyorum, meyhanelerin ışıkları pırıl pırıl parlıyor… Bu sebepten her zaman derim ki, cehenneme gitmek isteyenlerin gayreti hayatım boyunca bana hız vermiştir. Dinî çalışmalarımızda yorulmamalıyız, diye düşündürmüştür.

Kendime soruyorum: İman hakikatlerine nasıl hizmet edebilirim? Acaba yılların ve kütüphanemin bendeki birikimini Müslümanlara nasıl aktarabilirim? İşte bunun sancısını çekiyorum.

Efendim, zaman kötü, bu devirde günaha bulaşmamak mümkün değil” diyorlar. Müslüman’ın imanı güçlü, kuvvetli ise günahların sel gibi aktığı yerde de boğulmaktan kurtulur. Günah yükseldiği kadar yükselsin, o, iman salına binip selamet sahiline çıkar. Bizim durumumuz sahabenin durumundan daha mı kötü? Her yerde müşrikler ve herkes cani… Allah’a iman etmeden önce içki içen, zorbalık eden, zina yapanlar, Yaradan’a teslim olunca bu günah ve alışkanlıklarının hepsini yakıp, külünü göğe savurmuşlar. “Alıştım, ben bu günahları terk edemem” dememişler. Çünkü vicdanının, beyninin, gönlünün, nefsinin kıyılarına gümbür gümbür iman dalgaları çarpmış.

Ömer’i, Hz. Ömer yapan, imandır!..

Bu sebepten düşüneceğiz… Hayat yolunda ilerliyoruz. Yükümüz günah mı, sevap mı? Yoksa karışık mı? Karışıksa oran ne? İnsanlar yaşadıkları Avrupa hayatına öyle alışmışlar ki, içinde bulundukları sefahet bataklığından başlarını kaldırıp, “Rabbim bizden ne istiyorsun?” diye sormuyorlar. Modaya uydukları kadar İslam’a uymuyorlar.

Takvimden koparılan her yaprak, ömrümüzden giden bir gündür. Nasıl ki takvim bitiyor, bir senelik ömür de bitmiş oluyor. İnsanlar, nehirdeki su kabarcıkları gibidir. Su kabarcıkları çıkar batar. İnsanlar da zaman denilen nehirde su kabarcığı gibi çıkar ve batar. İnsan bu dünyada misafirdir. Ev sahibinin isteklerine uygun yaşamışsa, ev sahibini memnun etmişse daha güzel bir yere davet edilir. Her yolcunun çantası vardır. Ahirete giden yolcunun çantasında sevaplar çoksa götürdüğü bu hediyeye karşılık ona saadet-i ebediye verilir.

Kefenin cebi yoktur. Kefenin süslü olması cenazeye fayda vermez. Cenazenin kendisiyle beraber götüreceği, sadece sevapları ve günahlarıdır. Başka hiçbir şeyi kendisiyle götüremez.

Ahirete götüremeyeceğimiz şeye kalbimizi bağlamamalıyız. Kalp Beytullah’tır. Yani Allah’ın evidir. O evi çöplük haline getirmek en büyük saygısızlıktır. Bu sebepten her şeyi kalbimize alamayız. Her şeye kalbimizde yer veremeyiz. Bu hal bize yeter.

Sinemizdeki mabutları devirmedikçe, Lailahe illallah’ın manasını anlamamışız demektir!..

Hekimoğlu İsmail – Zaman

Hem post, hem de dost kavgasından kurtulmak ister misin?

Geçtiğimiz Pazar sabahı bir derse katıldım. Okunmak için tercih edilen kitap İhlas Risalesiydi. İhlassızlıktan ve nefsimin yaramazlıklarından kurtulmak için bu bir fırsattı. Bu fırsatı bana veren Rabbime sonsuz şükürlerimi arz ettim. Okumaya başladık. Herkesi bilmem ama okunanlara ve anlatılanlara muhatab olarak kendimi seçtim. Çünkü herkesten çok o prensiplere benim ihtiyacım vardı. Şimdi o dersten çıkardığım prensiplerden bazılarını arz edeceğim. Nefsini terbiye etmek isteyen bu prensipleri yudumlamakta bana arkadaş olabilir.

Okunan yerden çıkardığım prensipler şunlar:

1-Amelinde ve hizmetlerinde Allah’ın rızası olmalı. Allah’ın dinine hizmetin içinde bulunuyorsan orada ihlasla yani Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle duracaksın. Dünya menfaati için, iş yapmak, ticaretini geliştirmek, malını pazarlamak için değil. Yaptığın işler Allah’ın razı olduğu işler olmalıdır. Onu memnun edersen, bütün dünya küsse bir şey olmaz. Onu memnun edemezsen, bütün dünya seni alkışlasa da sen zarardan, ziyandan, tokattan, helaket ve felaketten, ahirette de müflis olmaktan kurtulamazsın.

2-Hizmetteki kardeşlerini ve arkadaşlarını, hizmette önde gidenleri eleştirme, onlara üstünlük taslama, onların ayıbını görmek, gıybetini yapmak yerine onlara yardımcı ol, eksiklerini tamamlamaya çalış. Bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabet etmez, birbirinin önüne geçmez. Herkes kendi alanına düşen hizmeti yapar. Kim kardeşinin kusurunu görse, eleştirse, çalışma şevkini kırar, onu çalışmaz hale getirir. Bunu yapan da zalim olur. Böyle bir zalimin yüzünden fabrikanın sahibi de fabrikayı kırar, dağıtır. Allah, dine hizmet nimetini adamın elinden alır, layık olanlara verir. Allah bizi bu nimetten ayrı ve mahrum bırakmasın.

3-Üç elif ayrı ayrı durursa üç kıymeti olur. Yanyana, omuz omuza verirlerse 111 kıymet ve kuvvetini kazanırlar. Dört kere dört ayrı ayrı dururlarsa 16 eder. Yanyana durur ve omuz omuza verirlerse 4444 kıymet ve kuvvetini kazanırlar.16 fedakâr kardeşlerimizin kıymet ve kuvveti samimi bir ihlasla ve kardeşlik duygusuyla yan yana ve omuz omuza durdukları müddetçe 4444’ü geçtiklerini bir çok olay isbat etmiştir.
Bunun anlamı şudur: Gerçek bir dayanışma içinde olan her ferd, diğer kardeşlerin gözüyle bakacak, kulağıyla işitecek. Birlikte hareket eden on arkadaşdan her biri, yirmi gözle bakacak, on akılla düşünecek, yirmi kulakla işitecek, yirmi elle çalışacaktır. Bu şekilde çalışanlara cami yaptırmak, okul, dershane, yurt, üniversite açmak ağır gelir mi?

4-Bütün kuvvetini ihlasta ve hakta bil. Çünkü ihlaslı ve haklı olan güçlü olur. Bilerek ihlası kıran tokada müstehak olur.

5-Kendileri zaruret içinde bulunsalar da kardeşlerini kendilerine tercih ederler.”(1) ayet-i celilesi gereğince kardeşlerini, hizmet arkadaşlarını şerefte, makamda, teveccühte, hattâ maddî menfaat gibi nefsin hoşuna giden şeylerde kendine tercih et.

Bu özellik, hadis-i şerifte tavsiye edilenin de bir adım ötesinde. Hadis de şöyle buyuruluyor: “Sizden biriniz, kendisi için istediğini, din kardeşi için de istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.”(2) Yani bende olan kardeşimde de olsun. O da buna layıktır, dememiz isteniyor. Allah bunun da ötesini yani kendi ihtiyacı olduğu halde mümin kardeşini tercih etmesini istiyor.

İmkânsız ve yaşanmız gibi görünen bu karakteri, Medineli Müslüman, dinleri için her şeylerini bırakıp gelen Mekke’li Müslüman’a yardım ederek yaşadı. İhlası ve Allah’ın rızasını da kazandı.
Herkese bu ahlak hâkim olsa, dünyada boğuşma kalmaz, anarşi ve terör diye bir şey olmaz, yurdumuz ve dünyamız cennet olur.

6-Kardeşlerinin ve hizmet arkadaşlarının meziyetlerini ve faziletlerini, kendi meziyetin ve faziletin gibi say onların şerefleriyle iftihar et. “Tefanî” yani birbirinde fani olma, yok olma sırrıyla kendi duygularını unutup kardeşlerinin meziyetleriyle övün. Kardeşlerine en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve kardeş ol.

7-İhlası kazanmanın ve korumanın en etkili yolu, ölümü daima hatırlamaktan geçer. Öyleyse ölümü hiçbir zaman hatırından çıkarma. Çünkü ölümü bu kadar yanında ve yakının da hisseden adam, başkasını maddeten ve manen öldürmeye kalkmaz. Eliyle, diliyle ve haliyle kimseyi incitmez. İncitmişse özür diler, helallik ister. Hizmette tenbellik etmez. Derse gitmekten, hizmetin sıkıntılarını omuzlamaktan geri durmaz. Hizmet kahramanlarını yalnız bırakmaz.

8-İhlası kazanmanın ve korumanın en etkili yollarından biri de Allah’ın her yerde hazır ve nazır olduğunu düşünüp Ondan başkasının teveccühünü aramamaktır. Nerde olursan ol, O seninle beraberdir. Çünkü Onun huzurunda, Ondan başkasının teveccühünü aramak edebe aykırıdır.

9-İhlası kıran ve insanı gösterişe sürükleyen sebepleri bilmelisin. Onları üç maddede toplamak mümkün:

a-Maddî menfaatten gelen rekabet yavaş yavaş ihlası kırar, hizmeti zedeler, o maddî menfaati de kaçırır. Maddî menfaat istenilmez, belki verilir. Lisan- hal ile de istenilmez. Belki ummadığı bir yerden gelir. Yoksa ihlası zedelenir.

b-Makam sevdasından gelen şöhretperestlik, şan ve şeref perdesi altında insanların teveccühünü kazanmak, dikkatleri kendine çekmekle enaniyeti okşamak ve kötülükleri emreden nefse bir makam vermektir. Ki bu psikolojik bir hastalıktır. Bu hastalık, gizli şirk denilen riyakârlığa, kendini beğenmişliğe kapı açar ve ihlası zedeler.

c-İhlası kıran ve insanı riyaya sürükleyen sebepleri iyi tanımak ve ihlassızlıktan kurtulmak için en az on beş günde bir İhlas Risalesini okumalısın.

NEDEN ON BEŞ GÜNDE BİR?

-Neden?

-Çünkü dünyada, özellikle ahirete yönelik hizmetlerde temel, ihlastır. Temeli olmayan binanın ayakta durması mümkün olmadığı gibi, ihlası olmayan bir amelin, bir hizmetin ayakta kalması, devam etmesi de mümkün değildir.

En büyük bir kuvvet ihlastır, ihlaslı olan güçlü olur. Ümitsizliğe düşmez. Çünkü ihlaslı adam, her yerde Allah’ın yardımının kendisiyle beraber olduğunu bilir.

En makbul bir şefaatçi ihlastır. Sıkıntıya düştüğünüz zaman o sizi kurtarır.

En kuvvetli bir dayanak noktası ihlastır. Ona sırtını veren yıkılmaz.

En kısa bir hakikat yolu ihlastır. Gerçeği ve hedefi yakalamanın en kısa yolu odur.

En makbul bir manevî dua ihlastır. İhlaslı olanın duası ve bedduası reddolmaz. Böylelerinin duası alınmalı, bedduasından da korkulmalıdır.

Maksadlara kavuşturan en değerli bir araç ihlastır. Onu elde eden yolda kalmaz.

En yüksek bir haslet ihlastır. İhlas vazgeçilmez karakterin olmalıdır.

En saf ve katıksız bir kulluk ihlastır. Maddî hayatımız için hava ne ise, manevî hayatımız ve hizmetimiz için ihlas da odur. Havasız hayat olmaz. İhlassız da iman, ibadet ve hizmet olmaz.

Ey nefsim! Kur’an kevserinden süzülen tatlı ve büyük bir havuzu kazanmak istersen, bir buz parçası türünde olan şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine at, erit.(3)

Böylece hem post kavgasından, hem de dost kavgasından kurtulur, Allah’ı bulursun. Allah’ı bulan postu da bulur, dostu da bulur. Bulamayan da ne bulursa bulsun, başına bela bulur.

Vehbi Karakaş – Risale Haber

DİPNOTLAR:
1-Haşir, 59 / 9
2-Buhârî, Îmân 7; Müslim, Îmân 71-72. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, Îmân 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9
3-Bu makale, 21. Lem’a’dan istifade ile yazıldı

Anadolu Pedagojisi

Madem ki bu topraklar üzerinde Yunuslar, Mevlana’lar, Hacı Bektaşlar, Hacı Bayramlar, Muhammed Raşit Erol’lar, Bediüzzamanlar, Esat Coşan’lar, Fatih’ler, Yavuzlar, Alparslanlar yetişmiş ve onları yetiştiren anneler ve babalar bu topraklarda yaşamış…

O halde bu gün yapılacak şey, gözümüzü farklı kültürden kanımıza karışan ve bizimle doku uyuşmazlığı sağlamayan çocuk terbiyesi usullerini değil, Anadolu insanının pedagojik usullerini su üzerine çıkartmaktır. Bu topraklar üzerinde yüzlerce yıldır uygulanan “kişilikli insan” yetiştirme tecrübelerinin bu gün de kullanılmasıdır.

Günümüz uzmanlarına düşen en en önemli görev, Anadolu pedagojisinin felsefesini su üzerine çıkartmaktır. Eğer böyle olunmaz ise, yabancı kelimeler girdabında boğulur, evham olan bir isana “obsesif” deme komikliğini sergiler, Bediüzzaman çocukluk yıllarında minarelerin tepesinde yürüyor diye “Hiper Aktif” çocuk tesbiti koyar, Hacı Bayram Veli halk içine çıkmıyor “çilehanesinde” gözyaşı döküyor diye “asosyal kişilik bozukluğu” etiketi yapıştırır…

Pedagoji, kültürel öğeleri dikkate almadan çocuk terbiyesinde fikir yürütemez. Çocuklarda davranışları incelerken yaşanılan toplumun özellikleri, kültürel yapısı, hatta çocuğun içinde bulunduğu aile yapısı hesap edilmeden çocuk hakkında bir kanaate varılamaz. Eğer siz Doğu Anadolu’da yaşayan halkı tanımamış, onların yaşamlarını görmemiş, duymamış bilmemişseniz, koca bir çağa ışık tutacak olan Bediüzzaman’ı hiperaktif davranış bozukluğu var diye ilaçla söndürmeye kalkarsınız… Yada sessiz ve derinden oturuşu ile etrafa üfül üfül sekine yayan Mevlana hazretlerinin “Sosyal Fobi”si var dersiniz…

Maalesef günümüzde, çok yaygın bir kanaat ile zeki çocuklar hiperaktif diye uyuşturucu ilaçla tedavi edilmeye kalkılıyor, toplum içinde yüzü kızaran bir kız çocuğunun durumu “haya” duygusu hesaba katılmadan sosyalleşmesi için telkinlerde bulunuluyor… Hasbilik duygusu gelişmiş, başkalarının derdi ile dertlenen kişilere “bağımlılık” teşhisi konulup, kazanılmış böylesi özellikler, terapi ile yok edilmeye çalışılıyor…

Halbuki konuştuğunuz kişi eğer Anadolu insanı ise, bir uzman olarak kullandığınız kelimeler Anadolu insanının anlayacağı kelimeler olmalı… Teknik terimleri yarım yamalak İngilizce aksanı ile söyleyerek komik duruma düşmemeli. Ve eğer, karşınızda duran kişi bir Anadolu insanı ise, kullandığınız yol ve yöntem Anadolu Pedagojisi olmalıdır.

Anadolu Pedagojisi Nedir?

Anadolu Pedagojisi, çocuğu fıtrat üzerine yetiştirmek ister. Çocuğun fıtratını bozacak her türlü davranış ve tazyikten uzak durur. Çocuk anne babası ile birlikte iken olduğu gibidir, istendiği gibi değil. Yanlış yapmaktan korkmaz, anne baba da yanlışları deşelemekten hoşlanmaz. Yanlışlar doğruya doğru giden bir işaret taşıdır diye kabul edildiği için ne kadar yanlış yapılırsa o kadar kalıcı bir öğrenme olur diye hesap edilir.

Anadolu Pedagojisinde her bir çocuk ayrı bir çocuktur. Çocuklara eşit davranılmaz, adaletli davranılır. Çocukların farklılıkları göz önüne alınarak, ona göre muamelede bulunulur. Bir çocuk çok duygusal, diğeri çok sosyal ise, bu iki çocuk aynı şekilde sevilmez, aynı şekilde elbise alınmaz, aynı okullarda aynı gelecek beklentisi olmaz…

Anadolu Pedagojisinde, ceza ile korkutmak, mükafat ile suni tetikleme yapılmaz. Peygamber Efendimizin çocuklara hiç ceza vermeden yetiştirdiği düşünülerek, çocuğa ceza vermenin onu izzetsiz kılacağı, onu yüzsüzleştireceği düşünülerek cezadan uzak durulur. Adına atasözü dense de menşei belli olmayan şiddet içerikli tüm tavsiyeler Anadolu pedagojisine ters düşer. Anadolu pedagojisi “Kızını dövmeyen dizini döver” diye değil “Kızını döven dizini de döver” diye olaylara bakar… Anadolu pedagojisinde çocuk istemediği bir davranışı mükafat karşılığında yapmaya teşvik edilmez. Böylesi bir halin çocukta suni duygular gelişeceğini, çocuğun sahte benliğe bürüneceği düşünülerek mükafat hissini çocuktan bir beklentiye dönüştürmemeye çalışır.

Anadolu pedagojisinde Anne babalar potansiyel bir çocuk bağımlısı olduğu düşünülerek, anne babaların çocuklarından bağımlılık riskini “bağlılık” çizgisine getirmesi tavsiye edilir. Anne babaların büyük yanılgısı olan, “nasıl olsa çocuğum beni sevmek zorunda, ben onun anne babasıyım” yanılgısından kurtarmak ve anne babaya kendilerini çocuklarına sevdirmeleri gerektiği konusunda tavsiyelerde bulunur.

Anadolu pedagojisinde, anne babalığın çocuğun duygularını tanımadan yapılamayacağı bilindiği için anne babalara “hissedebilme” kabiliyetini elinden alan her türlü farklı alanlara yoğunlaşmayı engellemeye çalışır. Anadolu pedagojisi çocuk merkezcidir. Aile çocuğun dünyasına göre şekillenir.

Anadolu pedagojisinde anne babaların asli görevlerinden biri çocuklarının “biyolojik ritmi”nin bozulmamasını sağlamaktır. Günümüz insanının en büyük sorunlarından biri olan “hızlı yaşamak” ve “hissetmeden yaşamak” alışkanlığı Anadolu pedagojisinde daha başlangıçtan itibaren anne babalar tarafından “yavaş yaşayarak” “hissederek yaşayarak” engel olunmaktadır.

Anadolu pedagojisinde, çocuğa sunulan sevgiler koşulsuzdur. Çocuk kendisinin koşulsuz olarak sevildiğini bilir ve hiçbir sevgi gösterisi karşısında minnet duygusu yaşamaz. Eğer çocuk da kendisini seveni sevecek ise, o kişinin kendisini sevdirebildiği ölçüde geri dönüşüm sevgisi gerçekleşecektir. Böylece çocuğa kendisini sevdirmek için çalışan yetişkin, kendilerinde yanlış olan davranışları otomatik olarak düzelttiği için “çocuktan terbiye olma” Anadolu pedagojisinin özünü oluşturur.

Adem Güneş