Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

“İyiliği tavsiye, Kötülükten sakındırma” bir görev midir?

Mübelliğ-i Ekrem, tebliğci ve mürşidlerin muâllimi Peygamberimiz (asm): “Hayatımı kudreti elinde tutan Zat’a yemin ederim ki, ya ma’rufu emrederek [iyiliği tavsiye ederek], münkeri [kötülüğü] yasaklamaya çalışırsınız veya Allah size, tarafından bir azap gönderecektir. Sonra siz Ona duâ edeceksiniz, fakat duânız kabul olunmayacaktır. Bir kötülük gizli kaldığı vakit, zararı yalnız sahibine olur; açıktan yapılıp çevre tarafından değiştirilmediği vakit ise, zararı umuma şâmil olur.” (Tirmizî, Riyazü’s-Salihîn: 173.) buyurmuştur.

yangın söndüren adamBu hadis-i şerifin bize de hitabı gayet net değil mi?

Kur’ân, yalnızca “Biliyorum, iman ediyorum!” demekle kurtuluşa eremeyeceğimizi şu iki İlâhî ikaz ile ortaya koyar:

İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘İman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” (Ankebût Sûresi: 2)

O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.” (Mülk Sûresi: 2)

Mü’minler ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar/imkân verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah’a varır.” (Hac Sûresi, 41.)

Peki Kur’ân hadimleri ve talebeleri, “ma’ruf ve münkeri” nasıl yapacak? O dersi de Resûl-i Ekrem’den (asm) almalıyız:

Sizden kim bir münker görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse lisanıyla düzeltsin. Buna da gücü yetmezse, kalbiyle buğzetsin. Bu kadarı, imanın en zayıf mertebesidir.” (Kütüb-i Sitte, Hadis No: 89.) Sahanın uzmanları, hadiste geçen “el (güç) ile düzeltme vazifesi“yle idârecilerin, vazifelilerin; “dil” ile âlimlerin; “kalp” ile ise, bütün vatandaşların, herkesin kastedildiğini açıklar.

Evet, herkes tepkisini ortaya koymalı: Kalben buğz ederek, yüzünü ekşiterek ve kaşlarını çatarak vs. bu vazifeyi ifâ etmeli… Yani, en azından duygusal olarak o hareketi tasvip etmediklerini açıklamakla mükelleftirler.

Buna göre; “iman hizmeti” sadece ilim tahsil etmek ve anlatmak değildir. Hizmeti maneviyât üreten bir fabrika olarak düşünürsek, en büyük çarktan onu tutan cıvataya kadar muhtelif hizmetler vardır. Fabrikanın bekçisi de hizmet ediyor, temizlikçisi de, işçisi de, ustabaşısı da, mühendisi de, müdürü de… Hepsinin hizmeti birbirini gerektiriyor.

Öyle ise, insanlar ve bilhassa gençler, deccalizmin şubeleri olan “ifsat, dinsizlik ve ahlâksızlık komitelerinin” çıkardığı ateşlerde cayır cayır yanarken, o yangını söndürmeye yoğunlaşmalı. Ayağımıza takılan çelmelere değil…

Ve şöyle diyebilmeli: Vazife, hizmet cümleden âlâ, nefis cümleden edna!

Ali Ferşadoğlu

Bediüzzaman’ın İslamofobia Karşısındaki Tutumu ve Namık Kemal’in Renan Müdafaanamesi

Bediüzzaman’ın İslamafobya karşısındaki genel tutumu, batının İslam karşısındaki tutumu ile paralellik arzeder yerine göre.

 On altıncı yüzyıla kadar savaşlarla Osmanlıyı hedef almış olan batı dünyası onları savaş meydanlarında yenemeyeceğini anlayınca farklı stratejiler üzerinde durdu.

Hatta on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında tarihimizin en önemli batı ile savaş olayları cereyan etmesi ve imparatorluğun parçalanması ve Mondros’un ilan edilmesine rağmen batı dünyası yine İslam karşısında galip bir tavır kazanamadı.

Bir milletin coğrafi istiklalini kısmen akim bırakabilirsiniz ama onun dinini ve dininin evrensel ve insanî mesajını bitirmiş olamazsınız.

Dinden Gelen Gayret ve Osmanlı Türk Toplumu 

Batının genel anlamda Osmanlı ve İslam dünyasında büyük bir zihniyet ve İslam düşüncesini bitirme galibiyeti yoktur.

Orta Anadolu’da birkaç vilayete sıkıştırılan Osmanlı-Türk toplumu yine de dininden gelen büyük bir gayretle islamofobyanın uzantısı olan işgali aşmış ve vatanını ve devlet geleneğini devam ettirmiştir.

Batı felsefesinin nihilist ve ateist kısmı genel anlamda bütün dinlere karşı bir tutum sergiler. Bunların içinde batı felsefesinin ateist nihilist kanadından İslam dünyasına dönük bir saldırı ve islamafobya ortaya çıkmıştır.

Bizim bazı bahtsız fikir adamlarımız içlerindeki İslam düşmanı fikirlerini batı felsefesinden tedarik ettikleri silahlarla ortaya sürmüşlerdir. Hatta devleti kurarken batı felsefesine göre bir devlet dizayn etmeye çalışan devletin fikir babaları içlerinde gizli islamofobyayı sistemin içine yerleştirmişlerdir.

Bu devlet kurgusu kanunlara ve kültür uygulamalarına bakılırsa islamafobyanın nasıl sinsi bir şekilde temelin özel noktalarına yerleştirildiği görülür.

Küfür ve İnkâr, İslam Âlemine Dinen Galebe Edemedi

Bu yüzden Bediüzzaman meclise sunduğu yazısında bu islamafobyayı eleştirir.

Batının İslam korkusu bizim ilk teşekkülümüzde dinde laubaliliğe dönüşmüştür.

Bediüzzaman dinde laubaliliğin batının İslam düşmanlığı idealine yardım ettiğini vurgular ve hem sistemi inşa edenleri hem de sistemi İslama çağırır.

“Âlem-i küfür bütün vesaitiyle medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerlikleriyle âlem-i İslama hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettikleri halde âlem-i İslama dinen galebe edemedi. Ve dâhili bütün firak-ı dalle-i İslamiye de birer kemiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı ve İslamiyet metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda lâubaliyane Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’akarane sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslam içinde mühim ve inkılabvari bir iş görmek İslamiyet’in desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz, Hem olmamış olmuş ise de çabuk ölüp sönmüş.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 99)

Avrupa habis medeniyetinden süzülen bid’akar cereyan sisteme monte edilen islamafobyadır. Bunu görmüş Bediüzzaman ve başarısız olacağını söylemiş, ama onu anlayacak bir kimse yoktu ne yazık ki onların içinde Frenk mantıklı bir sistem inşa etmede artık dönüşü olmayan yola girdiklerinden Bediüzzaman da sarığını alıp zahiren çekilmiştir. Ama sonuçta bir milletin tarihinde yüz yıllık bir süreç zayi edilmiştir.

Yüz Elli Yıl Devam Eden Mücadele

Batı düşüncesindeki nihilist ve ateist filozofların tutumu bizim kâselislere düstur olunca ortaya garabet teşekküller çıkmış ve devletin ancak ayakla kalmak için zulüm ve dayatmadan başka bir silahı kalmamıştır, ama bunun bir gün sora ereceğini düşünmemişler, yer yer gevşeyen zulmü ocak şubat nisan mart gibi kararlarla yamaları kuvvetlendirmişler ve hala bunun sona ereceğini bir türlü düşünmek istememişlerdir.

Bu millet ve içindeki birkaç büyük insan islamafobyanın çeşitli tezahürleri ile yüz elli yılı aşkındır mücadele etmekte ve başarıyı da büyük oranda yakalamıştır. Bediüzzaman ise bu islamafobyanın batı felsefesini yanına alarak yaraladığı İslam toplumunun itikad dünyasını inşa etmekle yeniden gözden geçirmekle islamafobyanın en büyük kalasını yıkmıştır.

“Küfrün bel kemiğini kırdım” sözü aslında islamafobyanın da bel kemiğidir.

Batının islamafobyasının çok yönlü çürük kalesinin taarruzlarına karşı en ideal savunmayı Bediüzzaman yapmıştır.

 Bir islamfobia örneği Renan Müdafaanamesi ve Namık Kemal’in Eleştirileri

Ernest Renan, İslamiyet ve Maarif diye bir konuşma yapmış ve İslamın ilme mani olduğunu iddia etmiştir. Namık Kemal bu eseri eleştirmiştir. Renan’ın bilgilerindeki yetersizlikler ve tezatlardan dolayı tenkid etmiştir. Bu eser Cemalettin Afgani ve başkaları tarafından da muaheze edilmiştir.

Namık Kemal’in eserinin üstünde yazarın eserini kısaca tanıtan bir paragraf vardır.

Fransa Akademisi azasından müteveffa Ernest Renan tarafından İslamiyet’in güya mani-i terakkiyat ve mani-i maarif olduğuna dair irad edilmiş olan bir hitabeye karşı berahin-ı katıayı cami reddiyedir ki şan-ı celil-i İslamiyeti delail-i münevvere-i şer’iyye ve mantıkiye ile bihakkın ila eder.” (Renan Müdafaanamesi, s. 6)

Eser 1910’da basılmış ve kısa süredetükenmiştir.

Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü eseri yeniden yayına hazırlar.

İlk basımını itinalı bulmayan Köprülü, bu yeni basımı mükemmel olarak niteler.

 Fuat Köprülü Kemal Bey’in eseri hakkındaki hassasiyetini nakleder.

 “Namık Kemal bu eseri mektuplarından birinde ifade ettiği gibi adeta bir ibadet hükmünde olarak hazırlamış, yanında lüzumu kadar kitabı bulunmadığı cihetle sadece eski malumatına dayanmış eserin metninde itiraf ettiği vech ile,

Renan’ı kendi sözleri, mütenakız ifadeleri ve Frenk kitaplarından aldığı malumat ile tenkid etmiştir. Kendisi bu eserini yazarken o kadar memnundur ki, ‘Onu gönlümün istediği gibi tepeliyorum’ demekte hiçbir mahzur görmüyor.” (Renan Müdafaanamesi, s. 6)

Bu eser islamfobia tarihinde önemli bir eserdir.

Renan’ın maksatlı ve derinliği olmayan bu çalışmasının Namık Kemal tarafından eleştirilmesi de önemli bir vakıadır. Eser Namık Kemal’i en iyi tanıtan bir vesikadır. Edebiyat tarihi bu esere gereken yeri vermemiş, bütünlüklü bir şahsiyet ortaya koymamıştır. Namık Kemal’in sadece edebi eserleri ile yansıtmak eksik bir yansıtmadır. Onun örnek ve hassas kişiliğini bir manasız bölünme ile ifade etmek, nesillere onu bir iki roman ile bir iki şiir ile dar bir çerçevede tanıtmaktır.

 Eser Renan’ın islamfobiasının muhitini belirlemesi ve Namık Kemal’in de hem filozofu hem de diğer islamfobia muhiti eleştirmesi önemlidir.

Namık Kemaldeki Büyük İlmi Vukuf

 Namık Kemal Avrupa’nın islamfobiasınının da psikolojik kaynaklarını gösterir. Eserde bir korkunun ötesinde bilgileri dejenere ederek yanlış bilgiler üzerine kurulmuş sözde bir bilimsel etüd görülmektedir.

Namık Kemal hutbeyi genel olarak değerlendirir, daha sonra ayrıntılı olarak bazı konuları karşılaştırmalı olarak eleştirir. Büyük bir ilmi vukuf gerektiren çalışma

Bediüzzaman’ın Namık Kemal için “k â m i l b i r z a t” demesini doğrular niteliktedir.

Hutbe kısa bir şey ise de mündericatı birkaç yüz cilt kitap ile cerh olunmağa müsaid

bulunduğu için mütalaamı yazmakla söylenilmiş şeyleri tekrar etmek tarz-ı

bibuhadepuyanesini iltizam etmiş olamayacağımdan eminim.

 İslamiyetin maarife mani değil bilakis mürebbii olduğunu isbat için yanımda lüzumu kadar kitap mevcut olmadığına teessüf ederim. Mamafih Sahib-i hutbe kendi davasının butlanına o kadar çok delil cemetmiştir ki şu cevabı yazabilmek için başka kitaplara müracaat mecburiyeti sakıt hükmüne girmiştir.” (A.g.e. s. 11)

Renan’ın şimşekleri üzerine çekmiş bir eseri Hayat-ı İsa isimli eseridir

 Bu kitap Hıristiyan dünyasında büyük infial ile karşılanmıştır.

Ernest Renan’ın en ziyade dağdağa nüma-yı iştihar olan eseri Tercüme-i Hal-i İsa unvanıyla yazdığı kitaptır.

Bunun tedkik ve cerhine dair yazılan kitaplar, risaleler bir yere toplansa ayrıca bir kütüphane teşekkül eder. Papazlar tarafından bu kitap hakkında vuku bulan tarizat-ı şedidenin netayicindan olarak kendisi memur olduğu Lisan-ı İbrani hocalığından infisal etmiştir.”(A.g.e. s. 13)

Namık Kemal Avrupa’da genel anlamda bir İslamı yanlış yorumlama, cehalet ve

islamafobi olduğunu belirtir. “Yalnız Ernest Renan değil Avrupa’da ulum-ı Şarkiye’ye intisab ile maruf olanların Diyanet-i İslamiye mebahisinde zihinlere hayret verecek kadar cahil olduklarını pek kolay isbat edebilirim.” (A.g.e. s. 13)

İslama Yapılan Yanlış Yorumlar

 Bediüzzaman ile Namık Kemal’inislamafobia karşısındaki tutumları birbirine benzer. Bediüzzaman İslamı büyük bir savunmapaktı ile savunmuştur, “Bin yıldır rahnelenen kalb-i umumi ve itikad-ı umumiyi” savunmuştur.

Namık Kemal de bu tedkiki ile bir yanlış yorumu eleştirmiştir.

Namık kemal diğer islamfobiacılarından biri olarak ünlü Hammer Tarih-i sahibini gösterir.

Türkçe’de oldukça güzel yazacak kadar meharet kesbetmiş olan Tarih-i Osmani sahibi Hammer bile Diyanet-i İslamiye mebhasine atf-ı makal edince Şark’a dair bir kitap okumayan ecnebiler kadar ve fakat onlardan daha garip bir vukufsuzluk gösterir.” (A.g.e. s. 14)

Bir islamfobia tavırlı batılı da D’Herbelot’tur.

 Namık Kemal onu da bir örneğinin muaheze ederek eleştirir.

Namık Kemal’in eseri bir islamfobia sahibi batılıları kısmen eleştiridir.

Avrupa’da İslamı araştıran mütefekkirlerin hareket noktasının iyi niyet olmadığını tesbit etmiştir.

 “Onların din-i İslam için icra ettikleri tahkikat da papazlar gibi ellerine geçen kitapta mahall-i tariz aramaktır.” (A.g.e. s. 17)

 Bu cümle islamafobianın teorisidir. Bir başka cümlesi de aynı yoldadır.

 “Şark’a müteallik mesail ile uğraşanların en çoğu Diyanet-i İslamiyeyi de bazı akvam-ı vahşiyenin mezahibi gibi eğlence kabilinden olarak tahkik ederler.” (A.g.e. s. 18)

Ayrıntılı olarak da şöyle der. “Şimdi bir Avrupalı mahiyet ve meziyetini anlamak senelerce tamik-i fikre muhtaç olan Diyanet-i Celile-i Muhammediyeyi hürriyet-i efkara hail ve terakki-i medeniyete mani bilerek piş-i nazara alır, bu fikrin netayicinden olarak tahkikatını zorla mutekadat-ı gayr-i makule taharrisine hasreder, tesadüf ettiği her meseleye haşa minetteşbih güya zulu halkının mezhebiyle uğraşır kadar sathi bir imale- i nigahı zihninde hasıl edeceği fikir için kafi görür de tevaggülünün mevkuf-ı aleyhi olan elsineye intisabı da daha kelimelerini doğru telaffuz edemeyecek derecede bulunur ise,yazacağı şeylerin hezeyandan başka birşey olabilmesi aklen kabil midir?” (A.g.e. s. 19)

Renan’ın eseri de bu teoriden hareket etmiştir. “Renan’ın İslamiyet mesailince o esbaba mağlub olan malumat-ı kâzibe ve tahkikat-ı nakısa erbabından olduğu piş-i nazardan ayrılmasın.” (A.g.e. s. 20)

Renan, Müslüman akvamı kabiliyet-i zihniyece hiç hükmünde görür. Onları “Bir şey öğrenmek veya bir fikr-i cedide açılabilmek kabiliyetinden mahrum eyleyen bir nevi demir daire içinde mahsur” görür.

Kemal Bey buna kızar,

 “Acaip şey. Meğer İslam olduğumuz için başımızın etrafına bir demir halka geçirilmiş o halka havass-ı bâtınamızı her türlü ulûma, her türlü tahsile, her türlü efkâr-ı cedideye mesdud tutarmış da bizim hala haberimiz yok.”(A.g.e. s. 22)

 Namık Kemal İslamın ilim tahsiline verdiği önemi ayetler ile teyid eder.

Fünun–ı riyaziye ve tabiye ile iştigal eden Muhammediler, o fünûnun mebahisinde “Güneş de kendi mustakarrında devr ve hareket eder. Bu aziz ve alim olan Allah’ın takdiridir (Yasin,38)

(O sıkıp yağdırıcı bulutlardan bol bol akıcı bir su inzal eyledik” (Nebe, 14)

“Sizi çift çift erkekli dişili yarattık”(Nebe, 8)

 Bedihiyyattan bürhanlar görünürler de imanlarında bir kat daha rüsuh hâsıl ederler.” (A.g.e. s. 23)

Müslümanların sair dinleri tahkir ettiği fikrini ileri süren Renan’a karşı Kemal Bey,

Sair dinler kütüb-i semaviyeye müstenid ise onlar İslam indinde muhakkar değil mensuhtur” der. (A.g.e. s. 24)

Renan’ın Müslümanların ilmi kudret ve ikbale nail olmak için yaptıklarını iddiasına karşı batıdan örnek verir.

M. Renan’ın mensub olduğu Fransa kavmi içinde zadegandan olmadıkca bir mevki-i kudret ve ikbale nail olmak muhal derecesinde müşgil olduğu zamanlar sunuf-ı marifetle tahliye-i nefs etmiş olan Descartesler Pascallar ne türlü kudret ve ikbale nail olmak için çalışmışlar idi.

 Copernic Lehistan da krallığa Galilee Roma ‘da papalığa intihab olunmak için mi maarife bezl-i vücut etmişler idi?

 Maarif bir nazenin-i dilrübadır ki mübtelaları yalnız neyl-i visal içün ifna-yı ömr eder. İlmi vesile-i istifade etmek için istihsale çalışanların hiçbir vakit malumatca bir mevki-i imtiyaz ve kemale vasıl olduğu bilinemez.” (A.g.e. s. 25)

Renan İslam dininin milletlerin kavmiyetini inkâr ettiği iddiasını öne sürer.

Namık Kemal “Tarihçe sabittir ki düvel-i İslamiye arasında zuhur eden birtakım ihtilafat üzerine İslamiyete dâhil olan akvamın hemen kâffesi kavmiyetini muhafaza edebilmiştir. Yalnız hangisine sorulsa İslam sıfatını mesela Çerkes veya Efgan ünvanına takdim eder ki bu tercih edyan-ı saire mutekidlerince dahi caridir.” (A.g.e. s. 27)

Bu fikrine bir garip fikir daha ekler Renan

Bu halden yalnız İran müstesna olarak fikr-i mahsusunu muhafaza edebilmiştir. Çünkü İran İslam arasında bir mevki-i mahsus ihraz etmiştir. İranlılar Müslümanlıktan birkaç kat daha şiidir.”(A.g.e. s. 27)

 Namık Kemal bu ifadeyi mizahi bir cümle gibi muaheze eder.

Müslümanlıktan daha ziyade Şiiyyet ne demek oluyor?

 Müslüman olmadık Şii de mi varmış!

 Bu türlü baziçe-i elfaza bazı letaif-i edebiyede cevaz olabilir; fakat ciddi bir esere manasız söz karıştırmakta bir münasebet yoktur.” (A.g.e. s. 29)

Renan’ın İslam’dan önce Araplar arasında Tevhidin farklı yollarının mücadelelerinin var olduğunu söyler.

 Namık Kemal “İslam’ın birinci asrından birkaç asır evvel Arabistan’da Tevhid-i Bari itikadının mevcut olduğuna ve hatta bundan dolayı kabail arasındamücadeleler bile vuku bulunduğuna dair M. Renan’ın keşfedip de meydana koyduğu hakikatı şimdiye kadar hiçbir kitapta görülmediğini hiçbir delili de olmadığıyçün kendisinden başka dünyada kimse kabul edemez.” (A.g.e. s. 29) der.

Renan İslam’dan önce Sasani medeniyetinin üstünlüğünü anlattığı bölümlerde İslamı küçük düşürmek istemesine karşı Sasani medeniyetinin otuz kırk yıl sürebildiğini ve İslam’ın zuhuru ile hal-i vukufa düşmüş olduğunu belirtir.

Nuşirevan ve Hüsrev zamanlarında İran’ın maarifçe ileri olduğu bahsine de katılmaz, Renan bir delil ile konuşmaz, mücerred iddiada bulunur.

 Hazret-i Ömer’in İskenderiye kütüphanesini yaktırdığı iddiasını papazlar uydurmuştur. Renan bu iddianın yalan olduğunu da söyler. Böylece Renan birbiri ile zıt iddialar öne sürer.

Namık Kemal Sasani devletinin Arab’a intikal eden bir maarifi olsaydı edebi ve ilmi teliflerin olabileceğini böyle teliflerin de olmadığını söyler.

 Renan İran’dan hareket ederek gerek Şii mezhebini gerek Sasani medeniyetini fevkalade göstermesi bir ihtilafı kaşımasından bir meded olarak da yorumlanabilir.

Renan Ebul Abbas Seffah ile Ebu Cafer Mansur’un tam itikatlı olmadığını öne sürer.

İslamiyetle mutekid olan bir adamın muhibb-i ilim olmasını bir türlü kabul edemez. Namık Kemal ise Bakara/269’uncu ayetini

Allah hikmetini kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir. Bunları ancak kâmil akıl sahipleri tezekkür ve teemmül eder.

 Lokman Suresi /12 ayet “Andolsun ki biz Lokmana hikmet verdik ve sana verilen hikmetten dolayı şükr et dedik. Kim şükr ederse kendi nefsi için şükreder, küfran-ı nimette bulunan da kendisine etmiş olur . Zira Allah ganiyy-i Hamiddir.”

El Mücadele suresi,

Ayet/11 “Ey iman edenler size meclislerde yer açın denildiği zaman hemen yer verin ki Allah da size açıklık ve genişlik versin . Kalkın denilince de kalkıverin. Allah içinizde iman etmiş olanlarla kendilerine ilim verilmiş bulunanların derecelerini artırır. Allah sizin yaptıklarınızdan haberdardır.

“Dördüncü Ayet, Ez Zumer suresi Ayet/9 “De ki bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? “Beşinci Taha Suresi Ayet/114 “Ey Rabbim benim ilmimi artır de”

Burada zikredilen ehadis-i Şerifeden 

Birincisi : Âlimler peygamberlerin varisleridir.

İkincisi: Bir âlimin ölmesi âlemin göçmesi gibidir.

Üçüncüsü: Beşikten mezara kadar ilim taleb ediniz.

Dördüncüsü: Çinde de olsa ilim taleb ediniz. Çünkü ilim talebi her mümine farzdır.”

Bu örnekleri verdikten sonra Namık kemal konuyu din ile bağlar ve Renan’ı eleştirir.

Hal böyle iken mutekid olduğu din tarafından tahsil-i ilm ve hikmete memur olan bir millet efradının mübalat-ı diniyeden teberri etmedikce ilim ve hikmete meyledemeyeceğini iddia etmek zulmetin indifaını güneşin gurubuna mevkuf addeylemek kadar bedihiyyülbutlan bir maskaralık değil midir?” (A.g.e. s. 36)

Renan Abbasilerin Arapçayı kaldırmak ve kendinden önceki medeniyeti tahrib ettiğini söyler ki Namık Kemal “Sübhnanallah Ali Abbas Arabi’yi ortadan kaldırıp da hangi lisan ile tekellüm edecekler idi?

 Halife-i İslam olmak itibarıyla dünyanın en büyük taht-ı saltanatına nail olmuş iken, dinin lisanını ve dini red ve inkâr ile devletlerini esasından harap etmeğe çare taharrisiyle mi meşgul olacaklar idi?” (A.g.e. s. 36)

Kemal Bey tarihi hakikatleri tahrib ettiğini söyler Renan’ın.

 Renan’ın bir diğer esassız iddiası da Harun Reşit ve Memun’un İslamiyet ile mutekid olmadıklarıdır.

Harun Reşit saltanatının ekser eyyamını hac ve gazada imrar etmek cihetiyle İslam indinde aizze-i kiramdan maduddur.

Memun ise itikadında hıffet değil belki taassub bulunduğunu tabi olduğu Mezheb-i itizalin tervicinde istimal ettiği cebirler isbat eder.” (A.g.e. s. 37)

Seffah, Harun, Mansur veMemun’un dinsizlikle ithamını Renan’ın asılsız iddialarından sayar.

Sokratı İdam Edenler      

Renan Müslümanların filozofları mevt ve işkenceye maruz bıraktığı iddiasına karşı,

medeniyetin mucidi telakki edilen yunanlıların Tevhid-i Bari itikadında bulunan Sokrat’ı  idam etmelerini, İtalyanlar ise Galileyi idam etmediyseler de idama yakın işkencelere uğrattılar, Fransızlar ise Ruso’nun Emil isimli kitabını yaktırdılar ve kendisini tevkif etmek istediler.

Halbuki Arabın marifet devrinde asılmış bir veya işkence edilmiş bir insan yoktur. Diyerek Renan’a cevap vermeye devam eder.

 İbn-i Rüşt’ün metruk ve mahzun olarak ölmesine karşı da Abelard’ın bir kız ile velisinin rızası olmadan evlendiği için reculiyetten mahrum edildiğini ifade ederek karşılaştırma yapar.

 Hikmet ‘in İslam arasında daima muhakkar olduğu iddiasına da,  “Hükema-yı Arab’ın en büyüklerinden olan İbn-i Sina ile İbn-i Rüşt ‘ün birincisi iki devlet-i İslamiyede vezir-i azamlık, ikincisi kezalik iki devlet-i İslamiyede kadı’ul- kudatlık mesnedlerine nail olmuşlar idi.” (A.g.e. s. 41) der.

 Uluğ Bey Rasathanesi ve Güneş Tutulması   

Fatih’in Fatih Camii civarında tıp okulları açtığını ve hala camide hikmet dersleri verildiğini söyleyerek Renan’ın vukufsuzluğunu ortaya koyar.

 Renan’in Müslümanların heyet ilmini sadece kıbleyi tayin için kullandığına Uluğ Bey ve rasathanesini örnek verir.

Volter’in Rusyalıların cehaleti ile ilgili naklettiği bir fıkra yı da asıl cehaletin nasıl Avrupa’da olduğunu belirtir.

Güneşin tutulacağını haber verdiği için İran elçisini Ruslar Moskova’da yakmak istemişlerdir. Salibiler ve Tatarların kitapları atların ayakları altında mahvetmesine ise onların İslam dinine tabi olmadıklarını söyleyerek cevap verir.

Batıda Gotlar, Avarlar ve Hunların da medeniyeti tahrip ettiklerini belirtir.

Kemal Bey Volter’in peygamberimizi zemmettiği Muhammed piyesini de bir cehalet örneği olarak verir. Bu kitabı yazan filozofun tutumu da bir islamafobia bahsidir ve oldukca yankılanmıştır.

Sultan Abdulhamid Han bu tiyatroyu Londra ve Paris’te oynatmamak için gerekeni yapmış ve iki millet oynatma cesareti gösterememiştir.

 Arabın medeniyetinin araba isnat olunamayacağı noktasında İbn-i Sina ve İbn-i Rüşt’in arap olmadığını örnek veren Renan’a Namık Kemal, bu münasebetsiz yoruma karşı Napolyon’un Fransız, Bismark’ın ise slav kavminden geldiği halde Alman olduğunu, Rüşt, Farabi ve İbn-i Sina’nın da böyle yorumlanması gerektiğini belirtir.

Kemal Bey, Renan’ın Arap tarihini okumadığını örneklerle anlatır.

 Herbelot’un Kitaphane-i Şark isimli eseri bunlardandır.

Batının ilim adamlarına iyi davranmadığını Renan’ın hayatından örnek verir, İsanın Hayatı isimli kitabın neşrinden sonra Renan İbrani dersi vermekten çekilir.

İslam’ın ilmi men ettiğine dair iddialarına da yine örnekler verir.

İslam’ın havas âlimleri ile ilgili sonra gelen tabileri öncekilerden daha itikadlı söylemesine de Namık Kemal “İslam içinde itikadca selef-i salihine tefevvuk iddiasında bulunur ferd veya feride yoktur.” (A.g.e. s. 50)

İslamiyetin cebir ve şiddet de Engisizyondan ileri olduğu iftirasına karşı Kemal Bey, Saint Barthelemy vakasını örnek verir.

 Kral Dokuzuncu Şarl Protestan mezhebine mensub olanları katl ve idam etmiştir. İslam döneminde ise böyle bir vaka yoktur.

İspanyolların icra ettikleri zulüm ise buna büyük bir örnektir. İnsanlara, kitaplara ve medeniyet eserlerine büyük tahribat yapmışlardır.

Batıda dini ilimlerin beşerin fikrini ezmekte ne kadar uğraştığı konusunda örneklerin çok olduğunu söyler Namık Kemal.

İslam ise ilahi hakikatları tebarüz ettirmeye çabalamıştır. Müslümanların ilim tahsilindeki hassasiyetini anlatır.

Muhammediler tahsil-i maarif ettikçe vicdanen hasıl ettikleri telezzüzden başka evamir-i ilahiye ve nebeviyeye ittiba etmiş oldukları cihetle bir de mecur olmak itikadında bulunduklarından hayat-ı ebediyelerine hizmet için ilme çalışır hatta sevk-i diyanetle hayat-ı faniyelerini bu sa’y yoluna hasrederlerdi.” (A.g.e. s. 57)

Kemal Bey tedkikini şöyle bitirir. “Ernest Renan’ın böyle cehl-i sırftan mütevellid tevehhümat ile malamal bir hutbe iradiyle istihsal edebileceği yegâne netice bize kalırsa kendisinin edyan aleyhindeki gayzına ve İslamiyete göstermiş olduğu hucumlar ile de ne kadar mümkin ise o kadar adi ve müstekreh bir burhan-ı nevin ikame eylemekten ibaret kalmıştır. Böyle bir netice ile âlem-i İslamiyet üzerinde hâsıl edebildiği tesir ise bütün asar-ı cehalet ve garezini şu risalede birer birer gösterdiğim bu zavallı Akademi hocasının vukufsuzluğuna karşı bir istihkar-ı anif ile mukabele etmekten başka bir şey olamaz!” (A.g.e.s. 62)

Prof. Dr. Himmet Uç

İslamofobya Sempozyumu Tebliği /BEDİÜZZAMAN’IN İSLAMOFOBYA KARŞISINDAKİ GENEL TUTUMU VE BİZDE İSLAMOFOBYA KARŞITI BİR ESER. NAMIK KEMAL’İN RENAN MÜDAFAANAMESİ

Said-i Meşhur’un Bir Mektubu

Kürd eşrâf ve mu’teberânından Molla Saîd-i Meşhûr tarafından ulemâ ve meşâyih ve rüesâ ve efrâd-ı Ekrâd’a hitâben yazılan mektûbudur:

Ey verese-i Enbiyâ olan ulemâ ve meşâyih-i Ekrâd! Merkezde olduğum içün size tenbîh ediyorum.

Şöyle ki:

Bu zamân-ı âhirde fikr-i istibdâdın sehâb-i muzlimi İslâmiyyet’in ulviyyet ve husn-i hakîkîsini setr etmiş idi. Hattâ âdetâ İslâmiyet ecnebîlerin nazarında mâni’-i terakkî ve adâlet ve hürriyyet gibi telakkî olunuyordu. Hâşâ sümme hâşâ!… Zîrâ sadr-ı evvelin hürriyyet ve müsâvât ve adâleti bürhân- bâhirdir ki, Şerîat-i Garrâ hürriyyet ve adâlet ve müsâvâtın cemî’ revâbıt ve levâzımını câmi’dir. Çünki Şerîat Kelâm-ı Ezelîden geldiğinden ebede gidecekdir.. Binâen aleyh nasıl ki, enbiyâ vahy ile kavâidi te’sîs ve müctehidîn de ictihâd ile ahkâmı istinbât etmişler, siz de ilcâât-i zamâna o ahkâm-ı âdileyi tevfîk ve tatbîk ediniz..

Ey şecâat-nihâd rüesâ-yi Ekrâd!

Şimdiye kadar Pâdişâha iktidâ etdiniz fakat milletin vahşetinden dolayı tedennî ve inkırâzın mahkûmu olan kuvvet ve cebri milletde isti’mâle luzûm gördünüz! Şimdi de Pâdişâh imâmdır iktidâ ediniz. Zîrâ o ömr-i ebedîye mazhar olan ma’rifet-i adâlet ile milletini idâre edecek.. Siz de öyle yapınız.. Kuvvet ve şiddet yerine akıl ve zekâyı isti’mâl ediniz. Tâki, necât bulasınız! Çünki, hâkim bir ferd değil ki, aldatmak mümkin olsun.. Şimdi hâkim ittihâd-ı milletdeki efkâr-ı umûmîdir. Buna karşı hıyle, terki hıyle ve doğruluktur… Hâsıl- kelâm Efendimiz o kadar haşmetli ağalık kürkünü sündüs-i adâlet ve merhamete tebdîl etmiş! Siz de o eski ağalık abâsı yerine hulle-i adâleti ve riyâset-i âdilâneyi giyiniz!

Ey bağlı arslanlar gibi olan efrâd-ı Ekrâd!. Şimdiye kadar iki sûretle esîr idiniz.. Biri hükûmet-i müstebidenin tekâlîf-i zâlimânesi! Biri de ba’zı zâlimlerin gasb ve tecâvüzâtıyle… Şimdi bu inkılâb-ı azîmden sonra azâdesiniz!. Her biriniz âleminizde hukùk-ı ibâda tecâvüzü men’ etmek şartıyle ve hükûmet-i âdileye itâat sûretiyle hürsünüz. Bunu muhâfaza etmek içün ellerinizden geldiği kadar bu ittihâd-ı millete her cihetle hizmet ve ebnâ-yi vatanın muhâfaza-i hukùkuna himmet ve gayret ediniz. Zîrâ bizim ve belki umûm Millet-i İslâm’ın ve mutlak Osmanlılar’ın necât ve hayâtı bu ittihâd-ı milletle kàimdir.

Ey umûm Ekrâd!…

Müteyakkız olunuz! Tâ ki efkâr-ı fâside sâhibi sizin iftirâk-ı kulûbünüzden istifâde etmesin..Ve bu şanlı olan ittihâd-ı millete bir fesâd-ı illet vermesin. Çünki o vakit bütün millet ve İslâmiyyet sizden da’vâcı olacak! Bu ihtilâf keşmâkeşini zamânın tokadını yemeden terk ediniz. Zîrâ necât ve selâmet ittihâd-ı efkârdadır. Biz muvahhidiz. Tevhîd-i efkâra ve ittihâd-ı kulûbe mevzufuz.

Bunu da muhakkak biliniz ki; her tarafa hücûm eden medeniyyete karşı vahşet muhâfaza edilemiyecektir. Sizden beklediğim nokta, Kürdlük’ün nâmûs ve haysiyetini muhâfaza ve yiğit ve kahraman olan Arnavudlar’a iktidâ ediniz! Bu da adâlet, musâvât ve uhuvvete hizmetle olur. Yaşasun Şerîat-i Garrâ! Yaşasun adâlet-i İlâhiyye!. Yaşasun şecâat-i mücesseme olan askerlerimiz!.. Yaşasun satvet-i muşahhasa olan ordularımız! Yaşasun Halîfe-i Peygamber!.. Yaşasun akıl ve hamiyyet-i mücesseme olan cem’ıyyet-i milliyyemiz! Yaşasun bütün Osmanlılar!

[Bedîüzzamân’ın, İttihâd ve Terakkî Gazetesinin 24 Ağustos 1324 / 6 Eylül 1908 nüshasında neşredilen mektûbunun Osmanlıca aslına uygun olarak yeniyazıya çevrilmiş şeklidir.

Bu Mektûb bil’âhare az değişikliklerle “NUTUK” isimli eserde de yayınlanmıştır. (bknz: Eski Saîd Dönemi Eserleri, Y. Asya 2009, s.190)]

Bilâl Tunç, Özgür İzzet Pektaş, Yusuf Seydâ Tunç

Kaynak: RisaleTalimHaber.com

Âdem(as)’in Çocukları..

İçinde yaşadığımız şu günlerde, ülkemizin bazı etnik problemleri aşamamış olması, hamiyet sahibi her insanı düşündürmeli ve çözüm için gayrete getirmeli.

İslâmi açıdan etnik problemi – diğer adıyla ırkçılığı – ele alacak olursak bu anlayışın ne dinde ve ne de insanlıkta yeri olmadığını göreceğiz.

Hiçbir insan, doğduğunda ırkını seçmemiştir. Çünkü farklı ırkların olması, ilahi bir tercihtir. İnsanların farklı ırklarda yaratılmalarının hikmeti ise Yüce Yaratıcı’nın Kelamı olan Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir:

Biz sizi taife taife ve millet millet olarak yarattık ki tanışıp kaynaşasınız diye. Yoksa birbirinizi inkâr edesiniz diye değil”( Hucurat suresi – 13. ayet )

Irklar, insanlık kilimindeki farklı renk ve desenlerdir. Renk ve desenler farklı olsa da ancak dokuyanı ve boyayanı birdir ve bir elden çıkmıştır.

Mesela: Bir otomobil fabrikası, farklı model ve renklerde otomobil üretir. Sadece model ve renk farkından dolayı onlar için farklı fabrikalar aramayız.

Aynen öyle de Cenab-ı Hak, Hz. Âdem ve Havva’yı çeşitli ırkları netice verecek bir özellikte yaratmış ve zamanla da farklı ırklar meydana gelmiştir. Ayrıca aynı topraktan rengârenk çiçekleri yaratan Allah, Hz. Âdem ve Havva’dan da farklı ırk ve renkteki insanları yaratması O’nun kudretine zor gelmez.

İslamiyet; ırkı değil; ırkçılığı reddeder. Kimin ırkı neyse bunu ifade etmesinde bir sakınca yoktur. Ancak ırkını üstün görüp bunu dava haline getirmeyi İslamiyet ve insaniyet kabul etmez.

İnsanlık âleminde örneğimiz olan Peygamber Efendimiz de bir insandı ve ırkı vardı. Fakat O, “ üstünlük ancak takva iledir” diye buyurmuştur. Takva ise Allah’tan korkmak ve O’na yakın olmak demektir.

Üstün olmak istiyorsak maddi ve manevi anlamda fazilet sahibi insanlar olmalıyız. Zaten en büyük dava da budur. Yani “insanın geride güzel bir iz bırakıp kabre de imanla girmesidir.” Böyle bir hayat, insana iki dünya saadetini kazandırır.

Irk cesetle ilgilidir. Çünkü ruhun ırkı yoktur. Cesedin de kabirdeki akıbeti mâlumdur. Önemli olan ruhu; imanla, ibadetle, marifetle, muhabbetle ve ilimle zenginleştirmek ve terakki ettirmektir.

İnsanlık âleminde önemli olan, faydalı ve iyi birer insan olabilmektir. Faziletli ve faydalı bir insan, hangi ırktan olursa olsun sevilir ve sayılır. Kötü ve zararlı bir insan, öz kardeşimiz bile olsa kabul görmez ve sevilip sayılmaz. Örnekte de görüldüğü gibi ırkçılık anlayışı, insanlığa da yakışmayan bir fikirdir.

Bediüzzaman Hazretleri, ırkçılık için “frenk illeti” tabirini kullanır. Yani ırkçılık, Avrupa’nın içimize soktuğu bir hastalıktır.Tarih buna şahittir. Gerçekten de tarihe ibretli bir nazarla baktığımızda göreceğiz ki 1789 Fransız İhtilali ile bu fikir, ecdadımız olan Osmanlı’ya ve coğrafyasına yayılmış ve bu muhteşem medeniyet imparatorluğunun yıkılmasında en önemli etkenlerden birisi olmuştur.

Mesela Emevilerin ırkçı politikası yine aynı olumsuz neticeleri doğurmuştur. Örneğin; Kerbela olayı gibi… Zaten aynı hatalar aynı sonucu verir. Tarihteki hatalardan ders almalı. Dolayısıyla da ülkemizin ve birbirimizin değerini bilmeli.

Biz Anadolu milletini birbirine bağlayan o kadar ortak noktalarımız var ki…

Dinimiz, bizi iman bağıyla birbirimize bağlamış ve “İslam kardeşi” yapmış. Nitekim şu ayet de bu manayı vurgulamaktadır: “Muhakkak ki inananlar kardeştir”.

Bir kimse Müslüman olduktan sonra hangi ırktan ve milletten olursa olsun onunla bir nevi kardeşliğimiz var. Din, iman ve Kur’an kardeşliği…

  • Çünkü Allah’ımız bir,
  • Dinimiz bir,
  • Peygamberimiz bir,
  • Kıblemiz bir
  • Kitabımız bir ve hakeza…

Bütün bu bir birler, bizi birbirimize bağlamalıdır. İnşallah… Demek oluyor ki bir insan, Müslüman olsun yeterli. Hatta insan olması bile yeterli. Gönül dostu Yunus, ne güzel ifade etmiştir bu manayı. “Yaratılanı severiz; Yaratandan ötürü”. Biz de insan olan bütün insanları sevmeliyiz. Zaten biz bütün insanlar; Allah’ın kulları ve Âdem’in çocukları değil miyiz?

İbrahim Yardım / İlahiyatçı – Yazar

Kaynak: www.NurNet.Org

Said Nursi (R.A.) “Peygamber Soylu” Olmasa Ne Olur Ki?

Muhterem Ahmet Akgündüz’ün çalışması ince bir emek ürünü ve uzunca bir sabrın göz aydınlığı meyvesidir. Emeğe hürmet ediyorum. Sabrı tebrik ediyorum. Yeni bir şey öğrendik; bu güzel…

Bir: “İnanıyorum ama kalbim mutmain olsun, keyfim gele gele inanayım” diyen İbrahimî ihtiyacın farkındayız elbette. [Bakınız, Bakara, 260] Said Nursi’nin onca eseri ortada iken, henüz kalbi mutmain olmamış olanlar olabilir. Bu belge onlara itminan verir, inanışlarına keyif katar inşaallah. Diğer taraftan, “perde-yi gayb açılsa yakinim ziyadeleşmeyecek” diyen İmam Ali’nin [ra] yolunun da hakkını vermemiz gerekiyor. Said Nursi’nin kimliğine dair bir perde açıldı: Ben hiç şaşırmadım. Kanca peygamber soyundan geldiğini öğrendiğim gün kalbimi yokladım; Said Nursi’ye muhabbetim kıl kadar artmamış! Aksi olsaydı, kıl kadar azalmayacaktı muhabbetim. Bu böyle biline…

İki: Elimizde bir senet var; doğru. Bulup getirenlere teşekkür borçluyuz. Çabaları mübarek olsun. Ama ben kalbimdeki senede dayanıyorum. Bağlılığımı geçmişe dair bir detaya değil, şimdi ve burada olan aktif ve aktüel senetlere dayandırıyorum: Söz’e, yani vahye. Böylesi Said Nursi’nin kişiler üzerinden değil, hakikat üzerinden kurduğu intisap yöntemine daha uygun. Ve bana yetiyor.

Üç: Said Nursi’nin Sözleri peygamber soyludur; aslolan da budur. Başka türlü bir soyluluk senedine ne ben ne Said Nursi ihtiyaç duyar.

Dört: Said Nursi bizi Söz üzerinden, yani Kur’ân üzerinden bağlar Peygamber’e… Başka türlü bir bağ arayışı içinde olmak vahiy üzerinden kurulan bağı göz ardı etme anlamı taşıyabilir. Niyet böyle olmasa da, aktüel ve aktif olan Söz bağını başka gözlerde zaafa uğratır. Said Nursi’nin kendisini bir şeyh gibi görüp şahsına hürmet ederek ziyaret edenlere Kur’an’a elçilik eden Risale’yi işaret ettiği sayısız belgeyle ortadadır.

Beş: Said Nursi’yi kan bağı üzerinden tanımlamak, eserlerine karşı sorumluluğumuzu geri plana itebilir. Kur’ân, İbrahim’in [as] babasını anlatırken, Nuh’un [as] oğlunu hatırlatırken, soyun kan üzerinden değil, iman üzerinden kurulması gerektiğini ima eder. İman üzerinden kurulan Said Nursi-Peygamber [asm] bağını bir de kanla desteklemek iyidir, güzeldir; amma velakin diğer türlü bağlanma cehdinden uzaklaştırabilir bizi. Kan bağı kimseye bağlanma sorumluluğu yüklemez ama iman bağı, bağlanmayı aktif bir çaba olarak omuzlara yükler. Ter dökülmeden kazanılan bir itibar sahih değildir. Uğrunda ter dökülmemiş bir itibarı bağlılık gerekçesi yapmak da sahih değildir.

Altı: İman bağı geniştir; herkesi içine alır; her türlü ırka davet sunar ve her geleni kucaklar. Ancak kan bağı dardır; kimilerini uzaklaştırır, çoğunluğu dışarıda bırakır. İnsanları baştan kaybedilmiş bir mağlubiyete uğratır. Said Nursi’ye talebe olmak, Said Nursi yüceltmesi yapmayı değil, Said Nursi’ce var olmaktır. Said Nursi’nin hikmetli ve şefkatli söylemi soya dayalı “ya hep ya hiç” hesabını bozar.

Yedi: Said Nursi, kendi soyuna sevgi isteyen Peygamber’in bu isteğini de imana endeksler. Demek ister ki “ehl-i beyt soyca dedelerinin doğal taraftarı olduğu için iman davasından yana durarak bu sevgiyi hak eder.” Bir diğer deyişle, kimse kan bağından ötürü hazır muhabbet kazanamaz, kimse de kan bağını baştan kaybettiği için muhabbetten olamaz.

Sekiz: Said Nursi ne kendi şahsına itibar arar, ne bedenine mezar talep eder. İster ki, diri ve diriltici olan Kur’an’ın mesajı dillerde ve dimağlarda dolaşımda olsun. Risale’nin Kur’an kelimeleri ve esma-i hüsna üzerinden yürüyen özel dili okuyucusunu “yürüyen Kur’ân” yapmayı amaçlar. Çok iyi bilindiği gibi, şahsı türbeleştirilen şahsiyetler, çok geçmeden nesneleşir ve tüketilmeye başlar. Çokları onların ne dediği ile ilgilenmez hale gelir, eserleri gözden ve gönülden düşer. Said Nursi’nin Sözleri halen aktif ve aktüel bir iman çabasının kayıtlarıdır. Hayat doludur; hayata çağırır. Anladığım kadarıyla, Said Nursi’nin şahsı etrafındaki her türlü yüceltmeyi engellemesi, eserlerin elçilik ettiği Söz’e emek vermeye teşvik etmek içindir. Bu da onun benzersiz şefkatinin ürünüdür.

Dokuz: Hadi ben insaflıyım diyelim. Bir de insafsızların ağzıyla konuşayım, izninizle. Said Nursi’nin Arap olduğunu ispatlama çabası, Said Nursi’yi “Kürt olma” şaibesinden(!) “temizleme” niyeti olmasın sakın! Elbette ki değil! Her hücresiyle ırkçılığa karşı imanı ortaya koyan Said Nursi’nin talebelerinin Kürt olmayı bilinçaltında “aşağı” sayması, olacak iş değil! Said Nursi’nin Kürt olmasını ya da Kürt diye bilinmesini itibar kaybı sanmak Nur talebelerinin işi değil elbette.

On: Bir başka muhtemel ve hatta vâki insafsız söz de şöyle: Soyca ehl-i beyte bağlamak, iyice kızışmış olan “mehdi pazarı”na Said Nursi’yi de sürme çalışması mı yoksa! Yine asla! Bin kere asla! Said Nursi mektebinde nezaket dersi almış bir talebe, mehdinin kim olduğuyla değil, kendisinin kim olduğuyla ilgilenir. “Mehdiye gelmişse, gelecekse, her kimse; mehdiye talebe olacak donanım var mı bende?” diye sorar.

Onbir: Said Nursi, hatırasına hürmet bekleyen biri değil, eserlerine gayret bekleyen biridir. Said Nursi’nin geçmişine yönelik belgelerden daha ziyade öngördüğü geleceğe dair değerler üretmek gerekiyor. Acil olan budur. Said Nursi üzerinden kendimize değer atfetmeye çabalamaktansa, Said Nursi’nin ürettiği değerleri insanlığa “peygamber soylu” bir duruş olarak takdim etmemiz gerekiyor.

Oniki: Değer üreten her güzel insan, kendisine gölge olunmasını değil, gövde olunmasını hak eder. Gölge geçmişe dairdir. Gölge hatıralar üzerinden uzar. Ancak gövde olmak, şimdiye dairdir. Gövde olmak sorumluluk almayı gerektirir. Said Nursi’ye gövde olmak, onun durduğu yerde, onun gibi durmayı, nihai tahlilde Peygamberce var olmayı kanıyla canıyla yine, yeni, yeniden gerçekleştirmek demektir vesselâm.

Senai Demirci

Kaynak: Haber7