Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Hızır’ın Sırrında Saklı Musâ’nın Aklı

Bir zaman, bir asker, meydan-ı harb ve imtihanda, kâr ve zarar deveranında pek müthiş bir vaziyete düşer. Şöyle ki; sağ ve sol iki tarafından dehşetli, derin iki yara ile yaralı, ve arkasında cesîm bir arslan, ona saldırmak için bekliyor gibi duruyor. Ve gözü önünde bir darağacı dikilmiş, bütün sevdiklerini asıp mahvediyor, onu da bekliyor. Hem bu haliyle beraber uzun bir yolculuğu var.

Seni bugünden yarına taşıyan varlık geminde hiç yara olsun istemezdin. Teninde ne bir çizik olmalıydı ne bir sancı dokunmalıydı kalbine. Sürgünsün ömrünün darlığına. Sevdaların başını sokamıyor dünyanın kuytusuna. Bir tutam hırçın kırmızısın ağarmayan karanın bahtında. Nefesine dolanmış arsız çığlıklar. Sesini eşkıyalar yağmalamış; suskunun uçurumunda her hece tutunacağın son dal.

Sağır gecelerin ayazında kavrulmuş iç huzurunun nazlı tohumları. Eksilmişsin. Dünyanın ölümcül dalgalarında salınıp duran huzurun iki yanından delinmiş. Suçsuz yere irtifasından edilmiş umutların. Durduk yerde kalbin güvertesinde büyüttüğün neşveler hüznün sularına batmış. Acizsin; başına geleceklere karşı dayanağın yok. Yoksulsun; elinde tuttuklarını tutmaya mecalin yok; elinden tutanları saklayacak sığınağın yok. “…o biçare asker sensin. O iki yara ise, birisi müz’iç ve hadsiz bir acz-i beşerî, diğeri elîm, nihayetsiz bir fakr-ı insanîdir.” Mûsa’nın[as] hayreti gırtlağında düğüm düğüm büyüyor: “Halkını boğmak için mi deldin gemiyi?” *** Karşı kıyıya geçmeden tükeniyor varlığın.

Nefesin ecele yazılı. Derin bir mezar kazıyor zaman hatıranın üstüne. Taşa çiziliyor her akşam hüsrânının resmi. Göz bebeğinde büyüttüğün hâreler sönmeye hazırlanıyor. Ayaklarının altından giderek çekiliyor kumlar; seni süzüyor boğumunda dar vakitler. Ölüme b/akıyor göz bebeklerin. Ol hikâyenin kahramanısın ki arttıkça yitiyorsun şafağın koynunda. Ak örtülere sarıyor seni saatler. Her gece seni sessizliğe kefenliyor. Gövden (d)iri bir tabut gibi her daim toprağa, toprağa indiriliyor. Ensende nefesini tüketmeye kurulu o sıcak nefesi hiç eksiltemiyorsun. Akrep yelkovanla nöbetleştikçe bin akrep ısırığı yiyor ömrünü. Yırtıcı bir arslanın önü sıra nefes nefese koşar gibisin. “…o arslan ise eceldir.” Mûsa’nın[as]isyanı sarıyor nefesini: “Tertemiz bir canı katlettin ha!” ***

Hazların köşeye sıkışıyor.Lezzetlerin zevâlin uçurumuna düşüyor. Ayağının altında uçurumlar büyüyor. Yürüdüğün yerler kuyular açıyor kalbine. Yusufleyin gömleğin kanlanıyor; zaman bezirgânının elinde ucuza satılıyorsun. Ederini kimseler bilmiyor. Hiç sebepsiz, hiç zamansız bir ölüm gözlüyor yolunu. Seni ve sevdiklerini, seni ve sevdalarını dar ağacının gölgesine yanaştırıyor her an. Sen kaçtıkça, şah damarına daha sıkı sarılıyor vaktin urganı. Çırpınışın daha bir canlı kılıyor can hışırtısını. Can pareleniyor: tuğlaları düşüyor ömrünün. Keyfini çevreleyen duvarlar yıkılıyor. Hayal kulelerin yıkılıyor hüzünlerin vuruşuyla. Yıkılmak üzere olan bir duvarın önüne sürükleniyorsun. Gövdenin dem-be-dem toprağa yıkılıyor.

Gözünün karanlığa akışını görüyorsun. Kemiklerinin toz olmuş haline şaşıyorsun. “…o darağacı ise ölüm ve zeval ve firaktır ki, gece gündüzün dönmesinde her dost veda eder, kaybolur.” Mûsa’nın[as] şaşkınlığı çarpıyor yüzüne. Yıkık duvarın onarılmasına şaşırması gibi, kurumuş kemiklerinin yeniden hayat bulmasına aklın ermiyor: “Nasıl yaparsın bunu?” *** Said Nursî’nin Yedinci Söz’ü her anına Hızır ile Mûsa kıssasının sancısını taşıyor aslında. İlk olarak, farkediyorsun ki, Rahîm olan Rabbin bir Hızır dokunuşuyla varlık gemini acz ve fakr ile yaralamış. O yaraların sancısıyla O’nun rahmetine koşuyorsun. İkinci olarak, anlıyorsun ki, Hakîm olan Rabbin ecelini ardın sıra koşturarak, Hızır’ın dokunduğu çocuk gibi canını katle yazmış. Ecelin telaşıyla, yolcu kalmaya değil, gitmeye ayarlı olduğunu anlıyorsun.

Şu dünyada bir ağaç altında gölgelenir gibi gölgelenen o kutlu yolcunun hâlini kuşanıyorsun. Son olarak, görüyorsun ki, Kadîr olan Sahibin ölümü ve ölümün beslediği ayrılıkları yıkık duvar gibi her daim gözünün önünde tutuyor. Hızır suskunluğu ile, kabrinin yıkık taşları altında, ömrünün dağınık yaprakları arasında senin için sonsuzluk sırrını saklıyor.

Senai Demirci

Yazıda bahsi geçen 7. Söz eserinin

Efendimiz’e Üstadımızın Bakışının Bir Nebzesi

Bediüzzaman’ın eserlerinde peygamberimiz, farklı perspektiflerden anlatılır. Kitap piyasasında belki yüzü aşkın Peygamberimizin hayatı isimli eser vardır. Bütün bu eserlerde kronolojik bir seyirde Peygamberimizin kutlu doğumundan ölümüne olaylar anlatılır. Bediüzzaman O’nu eserlerine yansıtırken, yine yapılmayanı yapmış, yeni bir sentez getirmiştir orta yere.

Bediüzzaman evvel emirde peygamberlik kurumunun insanın ve evrenin anlamını ortaya çıkarmakta lüzumunu, mantıki ve akli gerekçelerini anlatır. Bu isbatlar Haşir Risalesinde ve 19. Mektub’un başında verilmiştir. Orada genel anlamda peygamberlik ve özelde peygamberimizin gönderilmesinin akli gerekçelerini anlatır.

Bundan sonra onun hayatına mucizeleri gibi olağan üstü bir pencereden bakmış, mucizeler adı altında onun, arkadaşlarının, savaşlarının, mücadelesinin karakter özelliklerini verir. Eser terkibi ile mucizeler gibi görünse de Peygamberimizi anlatmada kimsenin aklının ucundan geçmediği bir kanevada Resullullah’ı (ASM) anlatmıştır. Peygamber hayatı ile ilgili eserlerde olmayan ve az olan bir şey var, bunu Üstad-ı muhteremimiz düşünmüştür. Peygamberin hayatını okurken duygulanır ve ağlarız. Ama, “Onu nasıl sevmeliyiz, ona nasıl benzemeliyiz?” konusu biraz havada kalır. Bediüzzaman olayın ana noktasını bulmuştur. Onun sünnetine uymak, bu da yine kapalı bir cümle; nasıl uymak. Bediüzzaman “Peygamberimiz nasıl sevilir?” konusunda bütün eserlerinde mesajlar verir. Onun Sözler isimli eseri Peygamberin varlığa, insana bakış açısının muhassalıdır.

YA RESULALLAH ! NEDEN BÖYLE OLDU?

Birinci Söz’de Bismillah’ı anlatır.

Peygamberimiz bir gün bir kaç kişi ile yemeğe oturur, yemeğe daha sonra bir kişi oturur, bir süre sonra yemek biter. Bu bereketin kesilmesi sahabeden birinin dikkatini çeker, o Cenab-ı Nebi’ye derki; “Ya Resullallah bu neden böyle oldu?” o ise fem-i mübarekinden söyle konuşur: “Sonradan oturan, Bismillah demediği için yemeğe şeytan da katıldı ve yemek kısa sürede bitti.

CENNET GARANTİSİ

Dördüncü Söz’de namazı anlatır:

Namaz ne kadar kıymettar ve muhim ve hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır.” Bu cümle Resulullahın namaz öğretisinin bel kemiğidir. Namaz’ını vaktinde cemaatle kılan kişiler cennet garantisini almıştır, ama vaktinde kılınmayan namazlar ve cemaatle kılınmayan namazlar için böyle bir sigorta yok. Ölürken bile son sözlerini namaz ile bitiren bir Nebi’nin namaz konusundaki tutumu Bediüzzaman’ın diğer eserlerin de anlatılmıştır.

Haşre inanmak ve öyle yaşamak

O’nun hayatının en önemli bir misyonu ve Kur’an’ın üzerine özellikle vurgu yaptığı bir konudur. Şimdi onun Haşri anlatırken takındığı tutum hasta aklı tedavidir, dolayısı ile Peygamber’in evren yorumu konusundaki sünnet fikrinin yansımasıdır. O eseri okuyan Peygamberin örgütlediği sünnete uyan kişidir. Yoksa sünnet, “Suyu nasıl içelim?“, gibi muamelata taalluk eden şeyler demek değil, asıl büyük sünnet imanın altı rüknü ile kainatı ve insanı ve Allah’ı yorumlamaktır.

ALLAH’IN DİNİ VE DAVET

Sonra sevginin ölçüsünü verir, Onuncu Söz’ün İkinci Hakikatında, kainatı bu kadar güzelliklerle yaratan Allah’ın tanınması gerekir, yaratmak tanımayı gerektirir. Sonra bu güzel kainatı ve güzel nimetleri süsleyen, insana kendini sevdirmek istiyor demektir, bu sevdirmeye verilecek cevap ibadetle sevmektir. Yani sevginin yolu peygamberin dikkat ettiği ibadeti yerine getirmekle olur. Bir zat Ona(ASM) gelir müslüman olmak istediğini söyler. Resulullah ona yapması gereken şeyleri anlatır, o da; “Efendim, ben varlıklı bir adamım, zekat veremem çok olur, sonra ben korkak bir adamım savaşa gidemem” der. Resulullah celallenir: “Be adam zekat vermeden, cihat yapmadan nasıl cennete gideceksin?” Ve yüzüne bakar, gözleri ile karşı karşıya gelen adam; “Bir anda içimdeki bütün tereddüdler gitti. Kabul ettim” der.

İşte en büyük sünnet her devrin şartlarında cihat, herkes Allah’ın dininin kendisine gelmesinde getirenlerin meşakkatini hiç düşündü mü?

SOSYAL HAYATIN İLACI VE TEDAVİSİ: SÜNNETLER

Kur’an’ın her harfi için binlerce insan öldü, o zaman biz de her gün bir veya yarım saatimizi hizmete verelim. O zaman sünneti anlarız. Risale-i Nur’a sünnetin yansımaları sünnet adı altındaki bölümler ile sınırlı değil, bütün eserler onun sünnetinin bütün vecheleridir. Onun sünneti aklın ve kalbin, toplumun marazlarına ilaçtır, bu onun ifadesinin bir başka şekilde ifadesi.

Şimdi Bediüzzaman bu akli, kalbi ve ictimai marazların hepsine çareler düşünür.

Felsefi sekamete, gençlik çılgınlıklarına, ihtiyarların umarsızlıklarına, hanımların yanlış tutumlarına daha nice bahislerde sünnetin telkinini yapar. Mirkatü’s-Sünne isimli risalesinde Resulullah’ın sünnet anlayışını çok yönlü olarak ifade eder ve sünnete uymanın ne kadar mutlak bir zorunluk olduğunu anlatır. Bu devirde sünnete uyanın yüz şehidin sevabını kazanacağını söyler. Kapı açılsa çeşitli savaşlarda ölmüş kefenli yüz ölünün odamıza girip bize; “Niye sünnete uymuyorsun, bak biz yüz şehit Allah için öldük, sen sünnete uy bizim kadar şehidin sevabını kazanacaksın” dese, biz ne deriz, ölmesek sünnete uyarız.

DÜNYA FİKİR VE DİN TARİHİ VE RİSALE-İ NUR

19. Söz Bediüzzaman’ın Peygamberimizin bütün mücadelesini, kişiliğini, olaylara bakış açısını anlatan bir büyük kitap olacak kadar büyük çekirdek fikirlerden oluşan bir eser. O kısa bölüm onun icmal gücünün dehasal bir görüntüsüdür. On Dört Reşha’nın her birini oluşturan cümlelere on örnek versen koca bir kitap olur. Sadece bir cümle alalım:

Hem o nur ile kainattaki harekat, tenevvüat, tebeddülat, tagayyürat manasızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp birer Mektubat-ı Rabbaniye birer sahife-i ayat-ı tekviniye birer meraya yı Esma-i İlahiye ve hem alem dahi bir kitab-ı hikmet-i samedaniye mertebesine çıktılar.” Bu cümle bütün Risale-i Nur’un kozmik bahislerinin özetidir. Bütün Risale-i Nur bunun açılımıdır. Dünya fikir ve din tarihinin en önemli sorunu alemdeki değişimlerin, başkalaşmaların, nevilerin ne manaya geldiği konusudur, bu bin yıllık bir kozmik bocalamadır. İşte Bediüzzaman’ın Peygamber-i Zişanımıza bakış açısına bir cümle ile baktık.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer  / www.risaleakademi.com

Muhâsebe için tutulan kayıtlar

…Her yerde, her köşede, müteaddit fotoğraflar kurulmuş, sûret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddit kâtipler oturmuşlar, bir şeyler yazıyorlar. Her şeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukûâtı zaptediyorlar…” (1)

Haşir Risalesinin mâna yüklü derinliklerinde seyâhat ederken, yedinci sûrete girip meyvelerinden koparmak istedik. Oniki Sûret, dört işaret ve oniki hakîkatın her biri, öylesine ilmî, hâlî, aklî, kalbî, rûhî meseleleri ve hakîkatleri en yüksek mertebede izah ve isbat ediyor ki, insanı evc-i kemâlatın zirvelerinde dolaştırıyor, bütün latîfelerini okşayarak bambaşka ufuklar açıyor, sırların derûnunu keşfediyor, esmânın kapılarını açıyor, sıfatları okutturuyor. Tekvînî ve teklîfî şerîatın çerçevesini ve boyutlarını ortaya koyuyor.

Haşir Risalesinin ana temeli altıncı hakîkattir ve bu hakîkatte Celîl ve Bâkî isimleri izah edilmektedir. Diğer hakîkatler ve isimler ise, bu hakîkat ile bu isimler üzerine bina edilmektedir. Dördüncü işâret, altıncı hakîkatin, dolayısıyla Haşir Risalesinin bir özeti hükmündedir.

Bu görünen memlekette öyle bir gözetleme ve kayıt sistemi kurulmuş ki, bir kıpırdama, hareket, iş, söz ve tavırlar şeklen ve sûreten murâkebe ve muhafaza ediliyor.

Metinde geçen “fotoğraflar” tâbiri, Levh-i Mahfûza, onun nümûneleri olan kuvve-i hâfızalara, çekirdeklere, tohumlara, nutfelere ve yumurtalara; hava, toprak, su ve güneş gibi unsurlara işaret ediyor. Sadece insanın amelleri değil, aynı zamanda kâinatta cereyan eden bütün iş ve işlemler kaydediliyor.

Havadaki her bir zerre, fotoğraf makinası gibi her şeyin ses ve şekillerini çeker. Bütün unsurlar birer muhafaza memuru olarak insanın yaptıklarını kaydederek, kıyamet günü otaya dökerler. Her şey Hafîz ismine birer aynadır. Nasıl ki ev ve iş yerlerine kameralar yerleştiriliyor, kâinat sultanın da, memleketinin her zerresine gizli kameralar yerleştirmesi mümkün ve gereklidir.

Her bir hava zerresi bir kamera görevi yapmakta, hem alıcı, hem de verici görevi yaparak ses ve sûretleri aynı anda bütün hava zerrelerine bildirmektedir. Her bir insanın parmak izleri, dokunmak şeklinde kayıt işlemine tâbi tutulmaktadır.

Hizmetin küçüklüğü-büyüklüğü insana göredir. Allah’a (c.c) göre her hizmet kayda değer mahiyettedir. Her tarafta yazıcılar (kâtipler), stenograf hassasiyetinin ve çabukluğunun çok ötesinde kayıtlarını ince ve hassas bir performansla;

-Sûretlerini alıyorlar,

-Yazıyla kayda geçiriyorlar.

En üst noktada, en yüksek kapasite ile çalışan bir kamera (Levh-i Mahfûz) kurulmuş, memleketteki her hâdiseyi tüm ayrıntısına kadar bir anda zapteder. Bu ana kayıt merkezi, varlık âlemine çıkarken ve varlık âleminde iken kesintisiz bir biçimde, küçük kameraların (hâfızalar, tohumlar, çekirdekler, hava atomları gibi) tüm bilgi ve kayıtlarını tutar, varlık âleminden gittikten sonra da belleğindeki veri tabanında saklar.

Cenâb-ı Hak, Hayy ismiyle Levh-i Mahfûza tecelli ettiğinden, kayıt altına alınarak bir nevi hayata mazhar olur. Demek o büyük ana kameraya geçen sûretler/fotoğraflar/resimler cansız değildir. Cenâb-ı Hakk’ın Alîm ve Hafîz ismlerinin de tecellisiyle hiçbir nesne kaybolmuyor. Levh-i Mahfûzun kapsama alanı, tüm âlemleri toptan içine alacak tarzda programlanmış yüksek kapasiteli bir görüş alanıdır. Ezelî ilmin tecellîsine mazhar olduğu için, zaman üstü olup bütün zamanları birden görür ve kuşatır. Her şeyin içini ve dışını birlikte kaydeden bir mahluktur. Tıpkı röntgen, tomografi, MR (Manyetik Rezonans/em ar) gibi kaydediyor. Çünkü ilerideki muhâkeme, muhâsebe ve davranışlar (muâmele) bu kayıtlar esas alınarak gerçekleşecektir.

Üstad’ın ifadesiyle; “…İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tabiriyle ‘manzar-ı a’lâdan, ezelden ebede kadar her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-ı a’lâdır” (2)

İşte bu manzaranın adı; mukarrebîn meleklerinin de toplandığı ve tasarrufları altında olan ‘mele-i a’lâ’ dır. Bu melekler, insan için bir seyrangâh olan Levh-i mahfûzdaki amellerini seyrediyor.

Âlemde hiçbir şey kaybolmuyor. Eşya; vücûda gelmeden, geldiğinde ve gittikten sonra üç defa kaydedilmiş oluyor.

Cenâb-ı Hakk’ın bunları yazıyla kaydettirmesi İmam-ı Mübîne, sûretlerinin/görüntülerinin alınması da Kitâb-ı Nübîne işâret etmektedir. Bütün bunlar, Allah’ın (c.c.) zulmetmediğini göstermek ve şâhidlerin huzurunda ortaya koymak için yapılmaktadır. Aynı zamanda insanı daha dikkatli ve duyarlı olmaya da sevk etmektedir.

Ayrıca da, kurulan saltanat ve yönetim anlayışının kayıt ve tescil yöntemiyle, yönetilenlere karşı haksızlık ve kayırmacılıktan uzak bir sistemin (bilişim ve teknoloji ile her türlü sağlıklı tesbitlerin) teşkil ve teşekkülüne teşvik etmektedir.

Hz. Süleyman (a.s)’a bahşedilen mu’cizevâri bir devlet teşekkülünü de örnek olarak nazarlarımıza sunmaktadır. Ehl-i saltanata (yöneticilere) devlet sistemiyle alakalı ipucu niteliğinde pek çok mesajlar vermektedir.(3)

İşte bu dikkatli hıfz ve muhâfaza, elbette bir muhâsebe içindir.

Meselâ; Cenâb-ı Hak, kıyâmet günü hava zerresini çağırır, kayıt ve diğer görevlerini yapıp yapmadığını sorar. Hesâbını aldıktan sonra meleklere emrederek içindeki kayıtları (bilgileri) boşaltıp bir insan gibi Cennet’e götürmelerini emreder. Her mevcûdun hesabı böylece sorgulanıp tamamlanacaktır. İnsan hâfızası getirilecek, bir CD gibi döndürülecek, mercimek tanesi kadar olan o mânevî hâfızada her şey gösterilecektir.

Çorak araziden niçin ürün vermediğini, yabani otlardan sebze ve meyvelerin yetişmelerine neden engel olduğunu, kısaca ineği, sineği, tüm varlıkları sorgular, gereğini yapar. Çünkü Âdil-i mutlak, teklîfî kanunlara uymayan insanları ve cinleri cezalandırdığı gibi, tekvînî (kevnî/yaratılış kanunu. Kainatta kurulu düzen, fizik kanunlarının bütünü) kanunlara muhâlefet eden mevcûdâtı da cezalandıracaktır.

Her iki cihanda mes’ûd ve bahtiyar olmanın yolu, her iki şeriata tam riâyet etmekle mümkündür.

Bu memlekete gönderilen en değerli varlık olan insan; Firavunlaşmış, Nemrutlaşmış, zulmetmişse, başıboş mu bırakılacak? Başını secdeye koyanla, Sultana baş kaldıran aynı seviyede mi tutulacak? “ (Hâşa) Şeriat çağ dışıdır, modern bir hayatta tesettüre ne gerek var, Kur’ân hükümleri geçmişte kaldı, kısacık beşerî aklımızla koyacağımız hükümler ve sistemler bizi idare edebilir” hezeyanını kusanla, Kur’ân ve Sünnete inkiyâd etmiş bir insan arasında fark gözetilmeyecek mi? Hâşa! Aslâ ve kat’a…Herkesin mükâfâtı ve mücâzâtı, ince ve dakik bir hesapla gerçekleşmiş olacaktır.

Haşir meydanı büyük bir meydandır. Kaçışları önlemek için omuz omuza verecek olan azametli on dokuz melek görevlendirilir. Haşrin etrafını ablukaya alırlar. Sırat Köprüsünden başka hiçbir çıkış yolu yoktur. O gün orada bütün yollar Sırat Köprüsüne çıkar. Allah (c.c) şer’î hükümleri Sırat Köprüsü şeklinde tecessüm ettirecektir. Bu hükümlere uyanlar dünyada iken mânen geçmiş sayılırlar. Sırat Köprüsü, tıpkı şer’i şerif gibi kıldan ince, kılıçtan keskindir.

Üç bin yıllık mesafedir. Bin yılı yokuş, bin yılı düz, bin yılı ise iniştir. Cehennem üzerine kurulduğu için, geçemeyip düşenler Cehennem’e yuvarlanırlar. Herkes bu köprüden geçecektir. Ama geçişler farklı farklı olacaktır. (4)

Demekki bu geçici dünyada her şeyin kayıt altına alınması, haşmetli bir padişahın, kudretli bir sultanın büyük bir mahkemesinin var olduğunu göstermektedir.

Daha pek çok sırları içinde barındıran bu yedinci sûretle ilgili özet bilgileri, köşemizin imkân verdiği ölçüde ifadeye muvaffak kılındık biiznillah.

Daha bunun gibi pek çok hakîkatın müzakeresinde ve ‘Cennet’in câzibesi’nde buluşmak temennisiyle, şimdiden mübarek Kurban bayramınızı tebrîk eder, hacılarımızın ‘Lebbeyk’ nidâlarına kalben, rûhen ve niyeten iştirak etmeyi Ka’benin Rabbinden niyaz ederim.
(Devam edecek…)

İsmail Aksoy

Dipnotlar:
1.Bediüzzaman Said Nursî, 10. Söz, yedinci sûret
2. Sözler, 26. Söz, 2. Mebhas
3. bkz. Sözler, 20. Söz, 2. Makam
4. bkz. Sözler, 4. Söz

Arzunun Halleri…

GÜNDÜZ VAKTİ herhangi bir dost ziyaretinde, dost sohbetlerinin vazgeçilmez ortak paydası çay teklifine hayır dediğim durumlarda, “Niyetli misin?” diye bir soru sorulur hep. Bir hüsnüzannın tetiklediği bu soruya verdiğim mutad cevap ise, “Niyetim var, ama iradem yetersiz” şeklindedir. Kudsî nebînin sünnetine muvafık şekilde gün aşırı oruç tutmak, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutmak veya en azından her ayın üç gününü oruçlu geçirmek hep bir arzu olarak yüreğimde vardır; ama bu arzunun fiiliyata geçtiği zamanlar ne yazık ki zikre değmeyecek kadar az sayıdadır.

Niyetlenmek ile gerçekten niyet etmek, arzu etmek ile bilfiil yapmak arasındaki bu mesafe, hayatıma baktığımda, nafile oruçlar ile ilgili durumumdan daha geniş bir yelpazede karşıma çıkmaktadır. Dahası, gördüğüm üzere, benim yaşadığım bu hali nice iman kardeşim ya aynen veya benzer şekilde yaşamaktadır.

Hayatımıza hükmetmesini arzu ettiğimiz nice güzelliğin, nice faziletin, nice salih amelin, nice hayırlı fiilin ‘arzu’ düzeyinde kalıp ‘bilfiil’ hayatlarımızda görünemeyişi gerçeği, Risale-i Nur müellifinin kurduğu ihtiyaç-iştiyak-aşk denklemiyle beraber düşünüldüğünde, beni ‘arzunun dört hali’ne götürür. Arzu ediyor olmak, içinde o yönde bir temayül hissetmek, öyle olsun istiyor olmak, arzu ettiğimiz o halin bilfiil tahakkuk etmesi yolunda birinci basamaktır yalnızca. Sadece bu basamakta kaldığımız içindir ki, ötesi gelmemekte; bu yüzden iç dünyamız, hep ‘keşke’ler etrafında dönmektedir.

Bir bütün olarak harikulâde bir imanî talim yüklü “Otuzikinci Söz”ün “İkinci Mevkıf”ında geçen az önce sözünü ettiğimiz denkleme ait cümle, işte bu noktada, bize yaşadığımız bu ketlenme halini nasıl aşacağımızın ipucunu veriyor gibidir. Bediüzzaman’ın söylediği üzere, “Muzaaf ihtiyaç iştiyaktır; muzaaf iştiyak aşktır” diye ifade ettiği ilgili denklemin öğrettiği üzere, ihtiyacın cidden hissedildiği bir durum, bizi ihtiyacın katmerlenmiş hali olarak ‘iştiyak’ düzeyine götürecek; ‘iştiyak’ın ziyadesiyle hissedildiği bir durum ise, bizi ‘aşk’ haline eriştirecektir.

Bu üçlüyü ‘arzu’yla birleştirdiğimizde ise, arzunun dört hali ve ‘istediğimiz’i ‘yapabilir’ hale gelmenin dört basamağı çıkmaktadır karşımıza.

Arzu etmek, ilk basamaktır. Arzu ettiğimiz şeyin tahakkukuna tam bir ihtiyaç hissettiğimizde, ilk basamak aşılmış, ikinciye ulaşılmış haldedir. Üçüncü basamakta ‘iştiyak,’ dördüncüde ise ‘aşk’ vardır. Birinci basamakta duranın henüz ‘arzu ediyor’ olduğu şey, dördüncü basamakta duran kişi için artık hayatının ‘olmazsa olmaz’ıdır.

Tam da burada, Bediüzzaman’ın daha yirmibir yaşında bir delikanlı iken İngiliz müstemlekât nazırının Kur’ân’la mü’minlerin arasını ayırmaya yönelik sözünü okuduğunda kendi iç dünyasına hissettiği “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu gösterme” kararlılığını; ve yine Bediüzzaman’ın bu kez yaşı seksene varmış bir ihtiyar olarak, “Kur’ân yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, cenneti de istemem, orası da bana zindan olur” sözünü hatırlayalım. Kur’ân’a hizmetin ‘arzu’ düzeyinde kalmadığı gibi, ‘ihtiyaç’ düzeyinde, hatta ‘iştiyak’ düzeyinde dahi kalmayıp ‘aşk’ düzeyine çıkmış olduğu bir durumdur onun yaşadığı. Kur’ân’ın hakikatini gösterme arzusunu aşk düzeyinde hissettiği içindir ki, koskoca bir ömrü bu yolda yaşamış; âlemler Rabbinin ona verdiği bütün kabiliyetleri bu uğurda kullanmıştır. Bu bakımdan, Risale-i Nur, Kur’ân’a intisabı ve Kur’ân’ın hakkaniyetini gösterme azmi ‘aşk’ düzeyine çıkmış bir insana Allah’ın bir ihsanıdır.

Ama Bediüzzaman’da ‘aşk’ düzeyine çıkmış bu ihtiyaç iştiyak düzeyinde dahi kalmış olsa, ihtimal ki araya başkaca meşgaleler girecek; ve bir sadık rüyada Peygamber aleyhissalâtu vesselamdan aldığı emir uyarınca ‘İ’caz-ı Kur’ân’ı beyan et!”meye adanmış bir ömür, ‘değil bu asrı, belki gelecek asrı da tenvir edebilir bir mucize-i Kur’âniye’ hükmündeki harikulâde bir eserle sonuçlanmayacaktı.

Bediüzzaman aynasında hayatlarımıza baktığımda, arzu ettiklerimiz ile fiilen gerçekleşenler arasındaki geniş mesafe, ‘arzunun dört hali’nin henüz birinci basamağında kalakalışımızı düşündürür bana. Bediüzzaman gibi, Kur’ân’a hizmetle şereflenmiş ve Kur’ân’ın hakkaniyetine adanmış bir hayat arzu ediyoruz hepimiz; ama arzular şelâle olup ihtiyaç nehrine akmadığı, ihtiyaç şiddetlenip iştiyak denizine dönüşmediği, iştiyak şiddetlenip bütün varlığımızı kuşatan bir aşk okyanusuna inkılab etmediği için ‘arzu ettiğimiz’le kalıyoruz.

Haydi, Bediüzzaman’ın hayatını ‘çok özel’ görüyoruz diyelim; onun bir talebesi olarak Zübeyr Gündüzalp’in şahsında dile gelen “Teessür ve ızdırap karşısında kalbden bir parça kopsa idi, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında, o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir” sözüne ne demeli?

Arzunun ihtiyaç, iştiyak ve aşk halini, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’un ‘dost, kardeş ve talebe’ halkaları ile karşılaştırmaya sevkediyor bu tablo beni… ‘Talebe’ olmak için, Risale-i Nur’un yol göstericiliğinde Kur’ân’a hizmete arzu ve ihtiyaç duymanın, hatta iştiyak duymanın ötesinde bir ‘aşk’ halini yaşamamız; hizmet-i Kur’âniyeyi hayatımızın ‘olmazsa olmaz’ına dönüştürmüş olmamız; hayatımızı bu şekilde tanzim etmemiş isek, ömrümüzü, yılımızı ve günümüzü bu minvalde yaşamıyor isek kendimizi yaşamış saymaz derecede bulunmamız gerekiyor diye düşünüyorum.

Bediüzzaman, Kur’ân karşısında böyle bir noktada durmuş; Hâfız Ali’den Zübeyr Gündüzalp’e Nur’un talebeleri böyle yaşamışlardı…

Metin KARABAŞOĞLU

Haşir Risalesinin Hakkıyla Anlaşılması

Sanırım Haşir Risalesi üzerine beşinci yazımız. Daha pek çok beşi geride bırakacak gibi görünüyor.

Haşir Risalesinin daha iyi anlaşılabilmesi için bazı noktaların tesbitine ihtiyaç vardır.

Üstad Bediüzzaman (r.a) Haşir Risalesinde üç hakikatı isbat ediyor:

1.Öncelikle kâinattaki eserleri nazara verip muntazam fiilleri isbat ediyor. Fiil failsiz olmadığından, elbette bu hârika işlerin failini (yaratıcı ve yapıcısını) anlatarak vücûbunun vücûdunu ve vahdetini isbat ediyor. Vâhid ismi vahdâniyyet sıfatından gelmektedir. Vâhidiyyet; Cenâb-ı Hakk’ın fiilleri, isimleri ve sıfatındaki birliğidir.

Ehadiyyet ise; Zâtının birliğidir. Demek ki Vâhid; Ef’âl, esmâ ve sıfatında bir olan demektir. Ehad ise, zâtında bir olan demektir.

Cenâb-ı Hakk’ın Zâtında ortağı olmadığı gibi; ef’âl, esmâ, sıfat ve şuûnatında dahi şerîki, nazîri, niddi, zıddı, misli, misâli ve mesîli yoktur.

Demek tevhîd beş mertebede ortaya çıkar:

a)Cenâb-ı Hakk’ın Zâtında şerîki yoktur.

b)Şuûnâtında şerîki yoktur.

c)Sıfatında şerîki yoktur.

d)Esmâsında şerîki yoktur.

e)Fiillerinde şerîki yoktur.

2.O muntazam fiillerin kaynağı olan İlâhî isimleri nazara verip onları isbat ediyor.

3.O Esmâ üzerine cismânî haşri koyarak isbat ediyor.

Bu hususun açıklamasını Barla Lâhikasında şöyle ifade ediyor: “Her bir hakîkat, üç şeyi birden isbat ediyor; hem Vâcibü’l-Vücûdun vücûdunu, hem esmâ ve sıfatını, sonra haşri onlara bina edip, isbat ediyor. En muannid münkirden, tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes, her hakîkatten hissesini alabilir. Çünkü, hakîkatlerde, mevcûdâta, âsâra nazarı çeviriyor…

Bir başka nokta ise; Haşir Risalesinde geçen sûret ve hakîkatlerde, öncelikle kâinatta cereyan eden tekvînî kanunlara dikkat çekiliyor. Teklîfi kanunlar üzerinde durulmadığı (tayyedildiği) için isbatı görünmese de, sonuçta onların isbâtı ve hakikatı da ortaya çıkmış oluyor. Çünkü teklif olmazsa haşrin olmasının da bir anlamı olmaz. Her şeye hakkını vermek, bir ölçü çerçevesinde yaratmak, her şekilde (istidat, ihtiyaç, ıztırar lisaniyle) yapılan tüm duâlara cevap vermek, haksız olanların hakkından gelmek, bir adaletin varlığını gösterir. Öyle ise, tüm varlıkların reisi ve efendisi olan insan için Allah ve kul haklarının korunmasını temin edecek bir kanuna ihtiyaç vardır. Bu ise, peygamberler aracılığıyla insanlığa tebliğ edilen teklîfî kanunlardır. Yani Şerîat-ı garrâdır.

Madem insanlığın bir kısmı, hukûkullah ve hukûkul ibâddan ibaret olan ‘adâlet’e uymakla imân, sâlih amel ve takvâ dâiresinde hareket ettikleri gibi; bir kısmı da, inkâr veya isyan bayrağını açarak adalete sırt çevirip küfür, şirk ve isyan yolunu tercih ediyorlar. Öyle ise, zâlim izzetinde, mazlum zilletinde kalarak ölüm gerçeğiyle eşit ve aynı seviyede yaptıklarıyla baş başa bırakılmış oluyorlar. Mutlak adalet sahibi olan Allah, zulüm ve haksızlık yapmaktan münezzeh ve beridir. Öyle ise, gerçek adaletin ve ayrışmanın gerçekleşmesi için bir haşre ve neşre ihtiyaç vardır. İyiler için ödül, kötüler için bir cezanın ön görülmesi, adaletin tam ve mükemmel olarak te’sis edileceği büyük bir mahkemenin kurulmasıyla mümkün olabilir. Onun yeri de âhiret yurdu ve mahşer meydanıdır.

Çok önemli bir başka nokta da; Haşir Risalesi okunurken, baştaki sûretler, hakîkatlerle birlikte okunmalıdır. Bir sûret, bir hakîkat şeklinde takip edilmelidir.

Başta şu kâinatı hiç yoktan var eden ve idare eden Vâcibü’l-Vücûd, bin bir ismiyle haşri isbat eder.

Resûl-i Ekrem (a.s.m) başta olmak üzere tüm peygamberler, mu’cizelerine dayanarak haşri isbat ederler. Ulûhiyyet risâletsiz olmaz. Zât-ı Ekrem (s.a.v) hem tekvînen, hem de teklîfen en mükemmel kuldur. Tekvînen ve teklîfen bütün mevcûdâtın ibâdet ve isteklerini İlâhî dergâha sunmuş, Rabbü’l-Âlemînin istek ve arzularını da eklîfen alıp beşere getirmiştir. Risâlet-i Muhammediye, haşrin en büyük ve en güçlü delilidir.

Öyle ise, “Lâ ilâhe illallah” cümlesi, “Muahhammedün Resûlullah” sız olamaz. Bütün esmâ-i İlâhiyyenin tasdîk ve ikrarı ancak bu iki cümleyi birlikte söylemek ve tasdîk etmekle mümkündür. Kemâl sıfatı ve Kâmil ismi “Muhammedün Resûlullah” sız olamadığı gibi, umûm sıfat ve esmâ da “Muahammedün Resûlullah”sız olamaz. Çünkü onları ruh aynasında en mükemmel biçimde yansıtan Muhammedî hakîkattır. Bu hakîkatın hâricinde nur ve kurtuluş arayanlar beyhûde bir arayış içindedirler.

Tek bir sıfat veya esmâyı inkâr, haşri inkâr olduğu gibi, bir tek peygamberi inkâr da haşri inkâr anlamına gelmektedir.

Başta Kur’ân olmak üzere bütün semâvî kitaplar ve suhûflar haşri isbat ederler.

Bütün evliyâ kerâmetlerine, asfiyâ ise hüccet ve delillere dayanarak haşri isbat ederler.

İnsanaki bekâ aşkı ve ebedi yaşama şevki haşri açıkça isbat eder.

Öyle ise haşir ve neşir haktır. Haşre inandık ve iman ettik. Madem haşir meydanına gidilecek. Öyle ise, her insan; söz, fiil ve davranışlarından sorumlu tutulacak. İlâhî rıza dairesinde bir hayat sürmekten başka çare yoktur.

Kıyâmet gününde sual ve cevaplar; Arş-ı A’zamdan gönderilen Kur’âna, onun müfessiri olan hadîse, Kur’ân ve hadîsin de müfessiri olan icmâ-i ümmete ve kıyâs-ı fukahâya göre olacakır.

Şayet amellerimiz edille-i şer’iyye dairesinde ise korkmamalı, aksi ise korkmalı ve titremeliyiz.

Şayet iman selâmeti ve sağlam akidemz varsa, Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle;

El mevtü yevmü nevrûzina= Ölüm, nevrûz günümüzdür

(Devam edecek…)

İsmail Aksoy