Kategori arşivi: Risale Çalışmaları

Kürt Meselesinin Çözümünde Bediüzzaman’dan Projeler

Bediüzzaman’ın Nur Külliyatı, özellikle “Mektubat” adlı eserindeki “Uhuvvet Risalesi”, “Onaltıncı, yirmiikinci ve yirmialtıncı mektupları” hakiki bir milli barış ve kardeşlik projeleridir. Bediüzzaman, siyaset adamı değildir ama, Türkiye ve dünya siyasetine yön veren adamdır. Kaleme aldığı iman hakikatleri, barış ve kardeşlik projeleriyle Türkiye’ye, dolayısıyla da dünya siyasetine denge ve istikrar kazandırmıştır. Başlattığı iman hareketi ve kaleme aldığı iman hakikatleriyle Bediüzzaman, Türkiye ve dünyada denge ve istikrar siyasetinin mimarı olmuştur.

O okundukça ve okuyucuları arttıkça bu denge ve istikrar gün geçtikçe kuvvet kazanacak, dünya, beklenen, özlenen ve gözlenen gerçek baharına, altın çağına, saadet asrına kavuşacaktır, inşallah. Çünkü o, Allah dedi, Peygamber dedi, başka bir şey demedi. Bir insan Allah’ın rızasını ve gücünü yanına alır, Peygamberin cehd ve gayretini kafasına koyarsa ona ne dayanır? İşte Bediüzzaman bunu yaptı. Bunu yaparken güzel bir yol ve güzel bir yöntem kullandı. İşte o yol ve yöntemin anatomisi:

1-Müsbet hareketi esas aldı. Hikmetle, güzel öğütle davetini yaptı. “Biz, muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur” dedi. Muhabbete muhabbet besledi ve düşmanlığa düşman oldu. Okuyucularına da bunu öğretti. Sevgiden yoksun kalmış bir dünyada bu önemli bir olaydır.

2-Davasını anlatırken, tebliğini icra ederken icbar, zor ve zorbalık yolunu değil, ikna yolunu seçti. Tatlı ve yumuşak üslûbu esas aldı.

3-Adaletin ve özgürlüğün savunucusu oldu, diktaya ve cuntaya boyun eğmedi.

4-Zindanlarda kendisine yer hazırlayanlara, zulüm ve işkence yapanlara beddua etmedi. Ta ki onların masum çocukları babalarına gelen zarardan acı çekmesin.

5-O beş esası sinelere yerleştirmeye çalıştı. Onlar da: Hürmet, merhamet, emniyet, haramdan kaçınma, itaat ve ibadet etmekti.

6-Ona göre din ve dindarlık, iman hakikatlerinin tahsili, doğal ve zorunlu bir ihtiyaçtı. Onun için bütün mesaisini buna tahsis etti.

7-Dünyayı oyun ve eğlence yeri değil, ahiretin bir tarlası ve Allah’ın isimlerinin bir aynası gördü.

8-Kendisi ve talebeleri barış ve asayişin gönüllü muhafızı oldu. Bu hususta yönetimden kendisine destek istedi.

9-Yönetimdekilere, başarılı olabilmeleri için, Allah’ın kanunlarına uygun hareket etmeleri gerektiğini söyledi.

10-Kâfire “hey kâfir!” demeyi eziyet saydı. Köre “hey kör!” demek eziyet olduğu gibi.

11-Şiddet kültürünü besleyen hastalıkları teşhis etti. Reçeteler yazdı, yönetime önemli projeler sundu. Ve şu tavsiyelerde bulundu:

a-Doğu ve Güney doğu vatandaşlarınıza dindarca yaklaşın.

b-Müsbet milliyeti (bütün milliyetleri bağrına basan İslâm milliyetini) esas alın.

c-İslâmiyet’i, Hıristiyanlık ve diğer dinlerle mukayese etmeyin. Çünkü İslâmiyet’in esası, tevhiddir. İslamiyet, vasıta ve sebeplere hakiki tesir vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise “velediyet” fikrini kabul ettiği için, vasıta ve sebeplere bir kıymet verir, benliği kırmaz. Âdeta Allah’ın Rububiyetinin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. “Yahudiler hahamlarını, Hıristiyanlar rahiplerini ve Meryem’in oğlu Mesihi Allah’tan başka Rab edindiler.” (1) meâlindeki ayetin dairesine girdiler. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enaniyetlerini muhafaza etmekle beraber sâbık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar, ya enaniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için bir kısmı lâkayd kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar. (2)

ç-Şark vilayetleri merkezinde din ilimleriyle fen ilimlerinin beraber okutulduğu büyük bir üniversite açın. Böylece İslâm birliğinin en büyük düşmanı olan menfi milliyeti yani ırkçılık belasını da bertaraf etmiş olacaksınız.

Üstad Bediüzzaman Bitlis, Van ve Diyarbakır havalisinde kurulmasını istediği örnek ve model üniversite için sekiz şart ileri sürmüştür. Ben, bu sekiz maddeyi özetleyerek sıralamak istiyorum:

Birincisi: Üniversitenin ismi Medresetü’z-Zehra olmalı. (Zehra, zühreden gelmekte, çiçek demektir. Müzekkeri ezher, müennesi zehra’dır. Mısır’ın Camiü’l-Ezheri gibi Türkiye’nin Medresetü’z-Zehrâsı olmalı. Camiü’l-Ezher’den farkı, dişi olması hasebiyle doğurgan olmasıdır.)

İkincisi: Müsbet ilimler, bu medresede din ilimleriyle harmanlanarak verilmelidir. Böyle olursa izdivaç gerçekleşmiş olur. Çünkü, “Vicdanın ışığı, din ilimleridir. Aklın nuru, medeniyet fenleridir. İkisinin imtizacı (yani birbirine karıştırılması ve evlendirilmesiyle) hakikat tecellî eder. O iki kanatla talebenin gayreti şahlanır. Ayrıldıkları vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe meydana gelir.” (3)

Üçüncüsü: Arapça vacip, Türkçe lazım, Kürt’çe caiz olmalı. Yani Arapça din dili olduğu için vacip olmalı, Türkçe Türk nüfusunun ve nüfuzunun çokluğundan dolayı resmi dil olarak seçilmeli, Kürtçe de fıtratın hakkı ve gereği olarak serbest bırakılmalıdır. İsteyen istediği gibi kullansın.

Dördüncüsü: Kürt âlimler ve Kürtçe bilen öğretim elemanları ve öğretmenler o bölgeye tayin ve tahsis edilmeli. (4)

Dördüncüsü: Kürtlerin ileri gelenleri ve kanaat önderleriyle istişare edilmeli. Herkese aynı ilaç değil, her hastalığa uygun ilaç verilmeli.

Beşincisi: İş bölümü kuralına uygun olarak ihtisaslaşmaya ve branşlaşmaya gidilmeli, her branşın birbiriyle yardımlaşması sağlanmalı.

Altıncısı: Bu üniversiteden mezun olanlara diploma verilmeli, bu üniversite devletin bütün resmi okullarına eşit tutulmalı, mezunlarına iş verilmeli, istihdam alanlarında onlardan yararlanılmalı, yanı sonuçsuz bırakılmamalı.

Yedincisi: Öğretmen okulları da Üniversite bünyesine alınmalı. Bütün okullarımızda intizam, fazilet ve din eğitimi olmalı.

Sekizincisi: Kürtlerin çoğunlukla yaşadığı bölgelerde devam eden bireysel öğretim, genel öğretime, informal öğretim, formal öğretime dönüştürülmeli.

d-Cehalet, zaruret ve ihtilâf düşmanının karşısına marifet, sanat ve ittifak silâhiyle çıkın.”

e-Risale-i Nur’u okuyanların “asayişin manevî bekçileri oldukları”nı, asayişi korumanın tek yolunun da, insanların kalplerine iman ve marifet nurunu yerleştirmekten geçtiğini, bu işi de çağımızda en güzel şekilde Risale-i Nur’un yaptığını bilin.

f-Özgürlüğü, kuralsız ve ahlaksız yaşamak şeklinde görmeyin. “İnsanlar hür oldular, amma yine abdullahtırlar.”(5) Yani yine Allah’ın kuludurlar. “Hürriyet, nefsine de, başkasına da zarar vermemektir.” (6)

g-Kanun-u adalet ve te’dibden başka hiç kimse kimseye tahakküm etmemeli. Herkesin hukûku korunmalı, herkes meşru hareketlerinde şahane serbest olmalı.

ğ-Birlik ve beraberlik korunmalı, bunu bozmak isteyenlerin oyununa gelinmemeli. Üç tane bir ayrı ayrı dururlarsa üç kıymeti var. Eğer bir araya gelseler, omuz omuza verseler yüz on bir kıymet ve kuvvetini kazanırlar.

h-Biz Kalû Belâ’dan Muhammedî Cemiyet’e (Aleyhissalâtü Vesselâm) dâhiliz. Bizi bir araya getiren, bir ve beraber yapan tevhiddir. Andımız ve yeminimiz îmandır. Mademki Allah’ın birliğine inanıyoruz, öyleyse biz biriz. Herbir mü’min i’lâ-yı Kelimetullah’la görevlidir. Bu zamanda, bu görevin en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira yabancılar teknik ve sanayi silâhıyla bizi manevî istibdatları (baskıları) altında eziyorlar. Biz de, fen ve san’at silâhiyle i’lâ-yı Kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehalet, fakirlik ve ayrışmaya karşı cihad edeceğiz. Amma dışa karşı cihadı, nurlu şeriatın kesin delillerinden ibaret olan elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere üstün gelmek ikna iledir, söz anlamayan vahşilere yapıldığı gibi zorla değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, (sevgi kahramanlarıyız) husumete vaktimiz yoktur. İttifak Hüdâdadır, heva ve heveste değil. İnsanlar hür oldular amma yine Allah’ın kullarıdırlar. Ümitsizlik her gelişmenin engelidir. “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdadın (baskı rejimlerinin) yadigârıdır. (7)

(Devam edecek)

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Tevbe, 9 / 31

2-Nursi, aynı yer.

3-Orijinali için bkz. Nursî, Münâzarat

4-Bir Üstad Bediüzzaman’ın yıllar önce ortaya koyduğu bu projeye bakıyorum, bir de Zaman Gazetesinin 8 Şubat 2010 tarihli nüshasındaki habere bakıyorum. Bediüzzaman’ın ne kadar isabet kaydettiğini, o gün o proje dikkate alınsaydı, bu kadar ziyan olmayacaktı, kanaatine varıyorum. Şimdi o habere bir göz atalım: Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu, Diyarbakır’da kanaat önderlerini tek tek dinledi. Halkın ve kanaat önderlerinin isteği şu: 1- Bölgemiz, din hizmetlerinin zayıflatılması sebebiyle bu hale geldi. 2-Kırsalda halk derdini cami imamlarına anlatır. Ancak camilerde görevli imamlar Kürtçe bilmiyor. Bu yüzden halkın itibar ettiği Kürtçe bilen müderrislerin önü açılmalı. 3- Geçmişte ezan bile okutulmuyordu. Şimdi çok daha rahatız. Ancak ülkeyi karıştırmak isteyen şer odaklarına fırsat verilmemeli.

5-Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neş. İst. 1991, s. 58

6-Bkz. Nursî, Münazarat, s. 55

7-Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, s.9-14

Devamlı Deva

YİRMİ DÖRT devayı geride bırakan, onu özetleyen ve özümseyen bir ifade ile başlar Yirmi Beşinci Deva: “ Gayet nafi ve her derde deva ve hakiki lezzetli kudsi bir tiryak isterseniz “imanınızı inkişaf ettiriniz”.

İmanı inkişaf ettirmek, kemalat mertebelerinde ilerlemek, marifetullahta yükselmek, lezzet-i ruhaniyi kazanmak bütün meseleleri önünde ve üstündedir çünkü keder kementlerine maruz, musibete giriftar, acz ve fakrla sarılı insan için hakiki teselli, gerçek deva, kuşatıcı şifa ondadır ve onunladır. 

İhlâs safi imanın neticesidir ve yine imanı safiyete götürür. Onu kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir sebebi “rabıta-i mevt ve tefekkür-ü imani” olduğundan bahseder Bediüzzaman ikinci ihlâs risalesinde. 

Hayatın ölümsüz hakikati ölümü hatırlamak deni dünyanın sufli zevklerinden uzaklaştırdığı gibi ulvi hislere karşı heyecan oluşturur, gayb kapılarını aralar.

Kâinat kitabını esma talimiyle okumak, hayatı o esma şifreleriyle çözümlemek ve özümsemek; yaşamı renklendirdiği gibi, her şeyde ve her bir şeyde güzellikleri görmeye sevk eder. Huzur-u daimiyi kazandırır, o huzurdan da uzaklaştırmak istemez.

Musibete maruz kalanlar derecelerine göre bu iki iksirden bolca istifade ederler, dertten devaya, hastalıktan şifaya giden yolu bulurlar. 

Yirmi beşinci devaya dönersek, “imanınızı inkişaf ettiriniz” derken bunun pratiğini, hayata dönük uygulamasını da sunar asrın şefkatli Tabibi; “ Tevbe ve istiğfar ile namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsi olan imanı ve imandan gelen ilacı istimal ediniz.” 

Tevbe ve istiğfar ile O’na sığınmak, namaz ve ubudiyetle sığınmayı daha canlı kılmak, dışa dönük ifadelendirmek; bedeni canlandırdığı gibi ruhu hafifletir, kalbi hüşyar kılar, latifeleri adiyattan elini çektirir, aklın yönünü uhraya döndürür. Küçük dünyanın küçük işleri, gelip geçici olayları onu kederlendirmez, üzmez. Üzülecek bir şey varsa Kudreti nihayetsiz, Rahmeti sonsuz dünya ve ahiretin Malik-i Hakiki’sinin rızasına uygun davranışlarda yeterince bulunamamak, hayatının bütününde olduğu gibi her karesinde de O’nu hatırda ve sadırda sürekli taşıyamamak, yeteri şekilde şükürde bulunamamak, ibadetin ve zikrin azlığı… 

“İman ilacı ise; feraizi mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor” dedikten sonra gaflet ve sefahatin o ilacın tesirini izale ettiğini söylüyor Said Nursi ve devam ediyor; “Hastalık, madem gafleti kaldırıyor; iştihayı kesiyor; gayrı meşru keyflere gitmeye mani oluyor; ondan istifade ediniz. Hakiki imanın kudsi ilaçlarından ve nurlarından Tevbe ve istiğfar ile dua ve niyaz ile istimal ediniz.”

Böylesi müjde ile son buluyor Yirmi Beşinci Deva. Üslup tatlılığı, ifade rahatlığı, anlam kolaylığı ile hikmeti arının petekleri şifalı balla doldurması gibi kalb peteklerini iman balı ile dolduruyor. Öyle bir bal ki her derde deva olduğu gibi kabrin arkasında, uzun ahiret yolculuğunda, mahşerin şiddetinde, dehşetli dönüşümlerde, sıratın üstünde tesirini devam ettiriyor bu ilaç, sahibini de cennete kadar götürüyor. Yeryüzü bahçesine bu imanı devşirmek için gelmişiz; musibetler ise en fazla ürün alma zamanı.

Öyle bir imana sahip olun ki devanız devamlı, şifanız daimi, şükrünüz sürekli olsun.

 Hüseyin Eren

 Karakalem.net

Göz, Güzel, Güzellik

Bediüzzaman “Göz bir hassedir ki ruh bu alemi o pencere ile seyreder”diyor. Alemi seyretmek görevi olan gözün , ilk gözüne çarpacak güzelliklerdir. Bir başka cümlesinde ise “Güzelliğin bütün envaını fark eden insan gözü” der. Gayesi görmek olan göz güzelliklerin nevilerini bilmesi gerekir, demek gözün arkasında güzelliklerden anlayan bir fıtri, ilahi, doğuşsal bir güzelliklerden anlama merkezi var. O merkez güzelliğin temel unsurları olan , orantı, ölçü, denge, uyum, armoni gibi değerlendirme tarzlarını içinde taşır. İnsanlar doğduklarında bu değer ölçüleri ve kategorileri asgari düzeyde taşırlar. Ama estetik ve güzellik konusunda ders alanlar, sanat felsefesi okuyanlar bu güzellik nevileri daha iyi görürler ve değerlendirirler. Bediüzzaman güzellik nevilerini estetik tarihinde olmadık bir biçimde genişletir. Onun Dördüncü Şua isimli eserinin Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye isimli bölümü, bütün dünyanın büyük estetikçilerinin çok ötesinde bir güzel muhiti belirler. Bu bahsin tahşiyesi ve yorumu bir kitap olacak kadar büyüktür, ama estetik okumak şartı ile bu bahisler çözülebilir.

Buradaki kısmı alalım. “Kainatta bulunan bütün güzelliklerin envaı ve çeşitleri gayb alemi arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdırlar.

Malumdur ki her şeyin hüsnü kendine göredir, hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Mesela göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akıl ile fehmedilen bir hüsn-i akli, (akli güzellik) ağız ile zevkedilen bir hüsn-i taam (taamın güzelliği) bir olmadığı gibi, kalp ve ruh ve sair zahiri ve batıni duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler , onların ihtilafı gibi muhteliftir.” (Şualar, 67) Batı estetiği sadece nesnelerin , resmin, şiirin, mimarinin, plastik sanatların matematik ve geometrik nisbetlere dayanan güzelliklerini anlatır. Bediüzzaman onları bildiği için güzelin muhitini genişletir. Güz, kulak, akıl, ağız, kalp ve ruh’un ötesinde ve sair diyerek diğer güzellik çeşitlerini de ihata eden bir genişlik gösterir. Buraya batıni ve zahiri güzellikleri de ilave eder, sınırları belirlemek cidden güçtür.

Daha çok beş duyu gibi çok belirli güzellik kıstasları olanların ötesinde diğer güzellik nevilerini sayar ki buralarda filozoflar ve estetikçiler bir şey söylemişlerdir diyemeyiz.”İmanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Cemil-i Zülcelal’in nihayet derecede güzel olan Esma-ı Hünsasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan , mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.”(Şualar 67)

İman

Hakikat

Nur

Çiçek

Ruh

Suret

Şefkat

Adalet

Merhamet

Hikmet

Tam on güzellik kategorisi daha. Dayanılmaz bir muhit çizmiş Bediüzzaman. Bunların her birine insanlık tarihi ve İslam tarihi, sanat tarihinden örnekler versek bir estetik kitabı olur. Bediüzzaman kayda alınmaz bir büyük gözlemcidir. İşte delili bu metindir.

İmanın güzelliğini anlayana kadar asırlar kan gölüne dönmüş, Peygamberinin imanının güzelliği bütün diğer güzelleri yetiştirmiş mektebinde, Ebubekir, Ömer; Hakikat’ın güzelliği imanın güzelliğinden doğan bir güzellik türü. Haşir hakikatının güzelliği insanlığı neler getirmiştir, onu da kendisi anlatır. Melekler hakikatı anlaşılınca insanlığa neler getirmiştir, ya Mirac’ın hakikatı sonu gelmez güzellikler zinciri. Birde Bediüzzaman’ın hakikatlara getirdiği yeni bakış açıları ve tozlanmış hakikatı cilalaması o da daha derin bir bahis. Nur cami bir kelime yer yüzünü aydınlatır, yüzümüzü aydınlatır, cihanın bütün güzelliklerini gösterir.Çiçek, Bediüzzaman çiçeğe “tebessüm eden ilahi güzellik” der. Bütün çiçekler perde arkasında kendini ihsas ettirmek isteyen bir İlahın güzelliğidir. Kulağa benzeyen yapısı bize neler telkin eder. İnsan ruhu rencide edilmedi mi bütün güzelliklerin kaynağıdır, işte Bediüzzaman’ın ruhu, ve ruh inceliği ve eserlerinin inceliği. Suret’in geometrik uyumlu güzelliği, bütün şarkılar ve şiirler, onlardan doğmuş. Şefkat, Ana’nın şefkati, anaların yavrulara şefkati. Adalet’in güzelliği işte Ömer. Merhamet’in güzelliği işte Ebubekir Efendimiz, Hikmet’in güzelliği işte Bediüzzaman’ın hikmet okyanusu ve bizdeki tecellileri.

İnsan’in temel argümanı mana içinde yoğrulmaktır, siyasi mesail öyle cazibeder bir elbise ile dolaşır ki insanı kendine yabancılaştırır. İnsan anlar ama vakit geçer, Bediüzzaman “Bu zamanda siyaset ruhları anavar etmiştir”der ki elhak doğrudur.

Prof. Dr. Himmet Uç

Risale Hizmetinin Dayandığı Esas Nokta!

Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî, hayatıyla ve eseriyle, ahir zaman mü’minleri için bir örnek niteliğindedir. Onun hayatına bakan ve eserini okuyan herkes, böyle bir zamanda Kur’ân’ın hakikatlerinin nasıl yaşanacağını gördüğü gibi, bu hakikatlerin nasıl tebliğ edileceği konusunda da yolunun aydınlandığını görecektir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin sergilediği bu örnekler, en temelde, onun Kur’ân ile kurduğu bağa dayalıdır. Âlemler Rabbinin Kelâm-ı Ezelî’si olarak Kur’ân, onun ifadesiyle “öyle bir Zâtın kelâmıdır ki, bütün zamanları ve içindeki bütün eşyayı bir anda görüyor.” Madem öyledir; zamanın değişmesi ile, hakikat de değişmez. Bilakis, Kur’ân hakikatleri bütün o değişen zamanların üstünde yol gösterici bir güneş olarak öylece durmaktadır. Yeter ki, gözler açık olup o güneşten alacağı ışığı alabilsin…

Kur’ân’ı işte böyle gördüğü; devirlerin ve insanların gelip geçiciliğine karşılık onun bütün devirleri aydınlatan bir Kelâm-ı Ezelî olduğuna yürekten iman ettiği için, nazarları Kur’ân’a çevirmek, onun inşa etmiş olduğu iman hizmetinin esasını oluşturur. Bu çerçevede yazdığı Risaleleri Kur’ân’dan aldığı dersle ve bir bakıma ‘Kur’ân’a hazırlık okulu’ olarak yazan Bediüzzaman, Kur’ân’a yönelik olması gereken nazarların kendisine çevrilmesine ise asla müsaade etmez. Bu noktadaki duruşu, son derece açık ve nettir:

Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikate zulümdür. Her cihetle kemâlde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye mâruz ve müptelâ şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır.” (Emirdağ Lâhikası I, 39. Mektup)

Kur’ân’a yönelmesi gereken dikkatlerin kendi şahsına yönelmesi ve Kur’ân hakikatlerine bina edilmesi gereken bir hizmetin kendi şahsı üzerine bina edilmesi ihtimali karşısında bu uyarıyı yapan Bediüzzaman, diğer taraftan, Risale-i Nur’un ahir zaman şartlarında Kur’ân’ın anlaşılması ve yaşanması noktasındaki değerini ve önemini şöyle belirtir:

Lillâhilhamd, Risaletü’n-Nur, bu asrı, belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler ve vâkıalarla körlere de göstermiş. Ona ait medh ü senânız tam yerindedir; fakat bana verdiğinizden, binden birine de kendimi lâyık göremem.” (Kastamonu Lâhikası, 2. Mektup)

Bu iki mektup, Bediüzzaman’ın durduğu istikametli yeri net bir şekilde gösterir. Onun, Kur’ân’dan alınmış dersler ve devalar olarak Risale-i Nur’da yazılan esaslardan asla şüphesi yoktur. Ama bu esasların Kur’ân’dan alınmış dersler ve devalar olduğu; kendi şahsına mal edilemeyeceği konusunda da şüphesi yoktur. Dolayısıyla, hayatın akışı içerisinde ‘her cihetle kemâlde ve devamda’ bir hizmet, fani şahsı üzerine bina edilmemeli, Kur’ân hakikatleri üzerine bina edilmelidir.

Risale-i Nur ile şahsı arasında bu temel noktadan hareketle bir ayrım yapan ve talebelerinden de bu ayrıma uygun hareket etmelerini isteyen Bediüzzaman’ın yine Kastamonu Lâhikası’ndaki bir mektubu da bu bakımdan manidardır:

Aziz, sıddık kardeşlerim,
Onuncu Şuâ namında yazdığınız Fihristenin ikinci kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümit verdi ki: Risale-i Nur, benim gibi âciz ve ihtiyar ve zaif bir biçareye bedel, genç, kuvvetli çok Said’leri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için bundan sonra Risale-i Nur’un tekmil-i izahı ve haşiyelerle beyanı ve ispatı size tevdi edilmiş, tahmin ediyorum. Bir emaresi de şudur ki:

Bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettimse de çalıştırılamadım.

Evet, Risale-i Nur size mükemmel bir mehaz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, mesela Kur’ân kelâmullah olduğuna ve i’câzî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı burhanlar cem edilse ve hâkezâ, mükemmel bir izah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş; başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşaallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif ile ve Dokuzuncu Şuânın Dokuz Makamını tekmille ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle devam edecek.

Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı mânevî, size bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.” (Kastamonu Lâhikası, 35. Mektup)

Risale-i Nur’un temsil ettiği iman ve Kur’ân hizmetinin ‘her cihetle kemâl ve devamı’ için bir yol haritası niteliği de taşıyan bu mektupta, Bediüzzaman, talebelerinden Risale-i Nur’a tam bir bağlılık ile beraber şu beş vazifeyi yerine getirmelerini beklemektedir:

Her bir iman hakikatine dair, ayrı ayrı risalelerdeki bahislerin biraraya toplandığı müstakil derlemeler oluşturulması;

Risale-i Nur’daki izah ve tafsile muhtaç bahislerle ilgili olarak, ‘şerh ve izah; ve tekmil ve tahşiye; ve neşir ve tâlim’ çalışmalarının yapılması;

Risale-i Nur’un ‘tanzim ve tertip ve tefsir ve tashih’i;

Risale-i Nur’da kendisine bir yer ayrıldığı halde telif edilememiş “Yirmibeşinci Mektup” ve “Otuzikinci Mektup” gibi risalelerin Risale-i Nur’un talebelerince telif edilmesi;

Risale-i Nur’un hitama ermemiş, yarım kalmış “Dokuzuncu Şua” gibi risalelerinin ise yine Nur talebelerince tekmili.

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur talebelerinden, Risale-i Nur’u ‘hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla ihata etmiş’ ‘mükemmel bir me’haz,’ ‘bir kuvvet-i zahr’ ve bir ‘rehber’ bilerek ifa etmelerini istediği bu hizmetlerin dördüncüsü ve beşincisi için yine Kastamonu Lâhikası’ndaki başka mektuplarda dile getirdiği düşünceler de manidardır. Bir talebesinin ‘iki üç senedir’ yeni risaleler telif edilmemesinin hikmetini sorduğu 96. Mektupta, Bediüzzaman, “Bunun cevabı uzundur” dedikten sonra, bu durumun bir hikmetini “Hem, Risale-i Nur şakirtlerinin teliften hisseleri kalmak için” diye açıklamaktadır. Bir diğer mektupta ise, haşre dair, tamamlanmamış Dokuzuncu Şua’dan bahis ile, şu dikkate değer ifadeleri serdetmektedir:

İnşaallah bir zaman, Risale-i Nur’un şakirtlerinden birisi veya birkaç tanesi, o dokuz makamı ve berahini telif edecek ve Mukaddeme-i Haşriyenin başındaki âyât-ı âzamın dokuz fıkrasının hazinelerini, Risale-i Nur’da münteşir haşr-i cismanî berahiniyle ve kalblerine gelen sünuhat ve ilhamat ile açıp, Dokuzuncu Şua’yı Onuncu Söz’den daha parlak, daha kuvvetli bir tarzda tekmil edecek.” (Kastamonu Lâhikası, 131. Mektup)

Bu ve benzeri mektuplar, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur hizmetinin ‘kemâliyle devam’ edebilmesi için nasıl bir yol ve yön gösterdiğini ortaya koymaktadır. Bu mektuplar, bir açıdan, onun Risale-i Nur talebelerine bir vasiyeti niteliği de taşır.

Bu hizmetin salimen yürümesi için ise, Bediüzzaman’ın Mektubat’ta ortaya koyduğu şu ölçünün akılda tutulması gerekmektedir:

Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer.” (Mektubat, Yirmidokuzuncu Mektup, Altıncı Kısım)

Bütün bu mektupların ortaya koyduğu istikamet, ifrat ve tefritten azade olarak şöyle özetlenebilir: (1) Bediüzzaman, Risale-i Nur talebelerinden, ‘allâme ve müctehid de olsalar’ Risale-i Nur’u esas bilmelerini, bütün hizmetlerini Risale-i Nur üzerine bina etmelerini istemektedir. Risale-i Nur’u ‘ulûm-u imaniyede’ yetersiz gören bir anlayış, Risale-i Nur talebeliği ile bağdaşmaz. (2) Ama bu noktadaki sadakat, Risale-i Nur üzerine hiçbir çalışma yapmamak anlamına da gelmez. Bilakis, Risale-i Nur’daki hakikatlerin inkişafı için, ‘şerh, izah ve tanzim’ çalışmalarına da ihtiyaç olduğunu Bediüzzaman bizzat ifade etmekte; ve birçok mektubuyla talebelerinden bu noktada gayret göstermelerini istemektedir.

Nitekim, Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu bu ölçüler mucibince, Risale-i Nur talebeleri daha Bediüzzaman hayatta iken risaleler için fihristeler telif ettikleri gibi, ihtiyaca binaen, Zülfikâr, Asâ-yı Musa, İman ve Küfür Muvazeneleri gibi derlemeler de yapmışlardır.

Bediüzzaman’ın vefatından sonra ise, yine ihtiyaç karşısında, Risale-i Nur talebeleri Risale-i Nur’daki değişik bahisleri ‘tanzim ve tertip’ ederek Hizmet Rehberi, Beyanat ve Tenvirler gibi başlıklar altında biraraya toplamışlardır.

Gündemde olan ve ihtiyacı duyulan meselelere dair Risale-i Nur’un vermiş olduğu cevapları bir bütün halinde ortaya koymak adına, genel yayın danışmanı görevini sürdürdüğüm Nesil Yayın Grubu bünyesinde oluşturulmuş bir heyetle, bu meyanda bir derleme çalışması gerçekleştirdik. Uzun zamandır Risale-i Nur müntesiplerinin yanında farklı toplum kesimlerinden insanların da dile getirdiği ihtiyaçları gözönüne alarak, Risale-i Nur’daki Namaz, Aile, Kader, Dua, Ehl-i Beyt ve Tasavvuf ile ilgili bahisler sistemli bir bütün halinde biraraya topladık. Bunun yanısıra, insanların en ziyade manevî desteğe ve imanî yardıma muhtaç olduğu şartları dikkate alınarak hapis musibetine düşenler için Medrese-i Yusufiye, bir yakını vefat etmiş olanlar için Taziye, vesvese musibetine duçar olanlar için Vesvese, sabra medar herhangi bir musibetle yüzyüze olanlar için ise Sabır bahisleri birer risale halinde biraraya toplandı. Yanısıra, mü’minlerin bütün namazların bütün rekatlarında okudukları Fatiha’ya dair Bediüzzaman’ın yapmış olduğu tefsirleri Fatiha Tefsiri başlığı altında topladığımız gibi, hac ve umre ziyaretleri için bir manevî hazırlık ve inkişaf olarak yine Risale-i Nur’un ibadet ve hac hakkında söylediklerini de Haccın Hikmetleri başlığı altında biraraya getirdik.

Risale-i Nur’daki ilgili bahislerin birbirini takip eden, birbirine bakan ve birbirini açıp şerheden sistemli bir bütün halinde biraraya topladığımız bu çalışmaların yenileri, Nesil Yayın Grubu bünyesinde, ihtiyaç dahilinde biiznillah devam edecek.

Bu çalışmalarla, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur talebelerinden istediği beş vazifenin yalnızca birini bir derece ifa edebildiğimizin de farkındayız.

Ümidimiz ve temennimiz odur ki, bu çalışmalar ahir zaman mü’minlerinin şiddetli ihtiyaç duydukları meselelerde Risale-i Nur’un ortaya koyduğu imanî derinliği ve Kur’ânî ufku keşfetme ve hayata taşıma noktasında yeni bir vesile teşkil etsin.

Yine ümit ve temenni ediyoruz ki, Risale-i Nur talebeleri, Risale-i Nur’dan aldıkları dersle Bediüzzaman’ın onlardan beklediği tefsir ve izah, telif ve tekmil vazifelerini de ifa edebilmelerini mümkün kılacak bir cehd, gayret ve cesaretle kuşansınlar…

Metin Karabaşoğlu / Moral Haber

Arap Baharını Tetikleyen Alim

Risale Akademi, bize bir davet mektubu gönderdi. Mektupta, 1 Ekim 2011 Cumartesi Ankara-Kızılcahamam Asya Termal Tesislerinde “Münâzarât Ekseninde Milliyetçilik Fikri ve Demokrasi” konulu bir konferans tertiplendiği söyleniyor, bizim de bu konferansa bir tebliğle katılmamız isteniyordu.

Ben de bu nazik daveti memnuniyetle kabul ettim. Belirlenen günde ve mekânda hazır bulunarak tebliğimi sundum.

Böyle bir konferans düzenlemelerinden ve bizi davetlerinden dolayı başta Risale Akademi’ye, Akademik Araştırmalar Vakfına ve Risale Haber’e teşekkür eder, daha büyük ve güzel organizasyonlara imza atmalarını Ceneb-ı Hak’tan niyaz ederim. Program organizatörlerinin birleştirici, kucaklayıcı, olumlu, ılımlı, nazik, samimi, efendi, hürmetkâr olmaları ve bazı eksikliklere rağmen konferansın başarılı geçmesi bizi memnun eylemiştir.

Konferansta sunduğum tebliğimin başlığı şu idi: “1911 Tarihli “Kürt Reçetesi”nin Günümüz “Kürt Meselesi”yle İlgisi”. Şimdi o tebliğden bir özet siz sevgili okurlarıma arz etmek istiyorum:

Sadece Münâzarat’tan değil, Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şâmiye’sinden ve Nur Külliyat’ından da yola çıkarak, derim ki: Bediüzzaman, kıyamet öncesi son devrin imamı, müceddidi, görevlisi olması hasebiyle Sözleri’ni, eserlerini sadece yaşadığı günler için değil, gelecek günler, aylar, yıllar için kaleme almıştır.

Bu davet mektubundan sonra “Münâzarat”ı bir kere daha gözden geçirdim. Bildiklerimin ve inandıklarımın doğru çıktığını görmenin hazzını, sevincini yaşadım. Bir kere daha inandım ki Bediüzzaman’ın Münâzarat’ı ve Külliyat’ı sadece o günler için değil, bu günler ve yarınlar için yazılmış hattâ bir çoğu mânevî canipten yazdırılmıştır.

Bu sözlerimin aksini iddia edenleri, Risale-i Nur’u ve Münâzarat’ı objektif bir gözle, insaf ve vicdan gözlüğü ile okumaya davet ediyorum. Benim düşüncelerimin ve sözlerimin aynını düşünmez ve söylemezlerse ben bu sahadan çekileceğim.

Anayasa çalışmalarının yapıldığı bu günlerde Bediüzzaman’ın eserleri, özellikle Münâzarât’ı istifade edilmesi gereken eserlerin başında olmalıdır.

Gerek Münâzarât ve gerekse Nur Külliyatı’nın omurgasını teşkil eden ve Bediüzzaman’ın seksen küsür yıllık hayat felsefesini özetleyen iki cümlesi var:

Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba’-ı Kur’andır. Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.” (1)

Günümüz Türkçesiyle ifade edecek olursak:

Hasta bir çağın, hasta bir milletin, hasta bir organın reçetesi Kur’an’a uymaktır. Büyük ama bahtsız bir kıtanın, şanlı ama tali’siz bir devletin, değerli ama sahipsiz bir toplumun reçetesi İslâm birliğidir.

Bu iki cümle, Bediüzzaman’ın, günümüz problemleri için hazırladığı çözüm paketinin de bir özetidir.

Yukardaki cümlelerden ve 6000 sayfalık Nur Külliyat’ından de anlaşılıyor ki, Bediüzzaman, Kürt kavgası vermemiştir. İman ve Kur’an kavgası vermiştir. Bediüzzaman’ın talebelerinin çoğu Türk’lerdendir. Eğer o Kürt kavgası vermiş olsaydı, bu gün her kesimden ve her ırktan insanlar onun arkasına düşmeyeceklerdi.

Bediüzzaman’ın, Münâzarat’ı, Ekrad (Kürt) reçetesi olduğu gibi aynı zamanda Etrak (Türk) reçetesidir. Hattâ bütün ırkların reçetesidir. Reçete hasta olanlara verilir. Münâzarat Türk ve Kürtlerden ırkçılık hastalığına yakalanmış ve yakalanması muhtemel olanlar için yazılmıştır.

1911’lerde 100 sene sonraki boğuşmaları manevî bir sinema ile gören Bediüzzaman, Kürtlerin şahsında Türkler’e, Kürt’lere ve Arap’lara ders vermiştir. Kızım sana diyorum, gelinim sen anla” kabilinden. Onun için dedim ki, “Münâzarat” sadece kürt değil, aynı zaman da Türk, aynı zaman da Arap vs. milletlerin reçetesidir. “Sizin milliyetiniz İslamiyet’le mezc olmuş, kaynaşmış İslam milliyetidir.” demiştir. Ve yine demiştir ki: “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve imandır.” (2)

Bu reçeteyi yazan Üstad, milliyet fikrini inkâr etmez. Hatta onunla iftihar edileceğine bile dikkat çeker. (3) Ancak Bediüzzaman’ın bu iftiharı, herkesin anasıyla-babasıyla iftihar etmesi gibi bir iftihardır ki bu meşrudur. Yoksa kendi ana-babasını üstün görme uğruna başkasının ana-babasını inkâr, red ve tahkir iftiharı değildir.

Bir ailenin çocukları birbirinin aynı olmadığı halde, kardeştirler diye nasıl birbirini sevmekte, birbirlerinin meziyetleriyle iftihar etmekte, birbirlerinin imkânlarından yararlanmakta; aynen bunun gibi biz insanlık ve İslam ailesinin çocuklarıyız. Kardeşiz. Öyleyse neden birbirimizin meziyetleriyle iftihar etmeyelim? Neden birbirimizi sevmeyelim, neden birbirimizin imkânlarından yararlanmayalım, yararlandırmayalım?

Kubbeyi oluşturan taşlar, düşmemek için baş başa verirler. İslam binasını ve kubbesini ayakta tutmakla görevli olan ve bu şerefe layık görülen Türkler, Kürtler, Araplar ve bütün Müslümanlar bu taşlardan daha mı taş, daha mı aşağıdırlar ki düşmemek için baş başa vermezler, iç ve dış düşmanların işini kolaylaştırırlar?

Bediüzzaman’nın, talebelerinin çoğu Türklerdendir. Bediüzzaman, Müslümanlığının yanında Kürtlüğünü de öne sürseydi ve Kürt milliyetçiliği yapsaydı, bu gün onu canından çok seven ve ayrı ırka mensup olan Müslümanlar, onu bu kadar çok sevmeyeceklerdi.

Biz Kürd’ü Kürt olduğu için değil, Müslüman olduğu için, Türk’ü Türk olduğu için değil, Müslüman olduğu için severiz. Çünkü Yaradan’ın arzusu ve rızası bunu gerektirmekte ve bunu istemektedir. (4)

Peygamberimiz, nasıl Araplara değil de, âlemlere peygamber gönderilmişse, onun hakiki varislerinden biri olan Bediüzzaman da Kürtlere değil, Türk’lere ve bütün milletlere hizmet vermekle görevlendirilmiştir. Zâten Bediüzzaman da bundan başkasını yapmamıştır.

Bediüzzaman, Türklerin ve Kürtlerin üzerinde ittifak edebilecekleri bir odak noktadır. Bediüzzaman, barış elçisidir, barış köprüsüdür. Kürtler ve Türkler o noktada buluşmalı, o köprüden birbirlerine gidip gelmeli, onun mirasını paylaşmalı, onun eserleriyle dirilmeli, şahlanmalı, sulh ve sükûna, saadet ve selamete kavuşmalıdır. Onu bulan Türkler ve Kürtler zaten bundan başka bir şey de yapmamaktadırlar. Problem onu bulamamış olanlardadır!

1911’de söylenmiş şu cümleye dikkatlerinizi rica ediyorum:

Şu hayat, âlem-i İslâmdaki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek, umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı mânevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir.” (5)

İşte bir asır önceden bu günü görmek buna derler. Bin maşallah! Zâten Bediüzzaman’ın gündemde kalmasının ve sözlerinin eskimemesinin sebebi bu günü görerek konuşmuş olmasındandır. Allah o zat-ı muhtereme bu kuvveti ihsan ve ikram eylemiştir. Bu asrın etkili ve yetkililerine düşen, onun sözlerinden ilhamla günün problemlerini çözmek ve milleti rahata kavuşturmak olacaktır.

Başta Allah’ın lutfu, sonra din ricalinin ve dindar devlet ricalinin cesaretli, basiretli tavrı, milletimizin sağduyusu bir araya geldi. Bir asra yakın bir zamandır milletimizin üzerine bir kara bulut gibi çöken despot yönetimlerin, bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat kararlarının belini kırdı. Keser döndü, sap döndü, hesap döndü. Milletin kollarına vurulan kelepçeler, milleti kelepçeleyenlerin kollarına takıldı. Millet, özgürlüğüne kavuştu. Milletimiz derin bir nefes aldı. Maddeten ve manen güçlenen Türkiye Allah Teâlâ’ya hamdolsun bir bahar dönemine girdi.

Türkiye’nin bu bahar dönemi, Arap baharını tetikledi. Despot yönetimler yıkıldı, kalanlar da yıkılacak. Bana bu sözleri söyleten Bediüzzaman’ın en karanlık günlerde verdiği şu müjdedir: “Ümitvâr olunuz, şu istikbal inkılapları içinde en yüksek gür sadâ İslam’ın sadâsı olacaktır!” (6)

Daha da önemlisi, Bediüzzaman bundan yüz sen önce bu gün dünyanın kavuştuğu bahar döneminin ismini veriyor ve şöyle diyor: “Ne yapayım acele ettim, kışta geldim, sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır. (7)

Şimdi biz karşımızda o çiçekleri görüyoruz.

(Devam edecek)

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Nursi, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, s. 440

2-Nursi, Said, Münâzarat, 50

3-Bkz. Nursî, Said, Münâzarat, 16

4-Bkz. Hucurat, 49 /13

5-Nursî, Münâzarat,

6-Nursî, Siad, Sünûhat, 61

7-Nursî, Münâzarat, 39-40