Kör ve Nankör

Varlıklar içerisinde en fazla ikrama layık görülen varlık, insandır. Kâinat ve içindeki her şey insan için yaratılmıştır. Bütün varlıklar ve canlılar, Allah’ın emriyle insana hizmetkâr olarak yaratılmıştır.

Her şey insan için çalışıyor, insanın yardımına koşuyor ve ona hizmet ediyor. Bütün varlıklar içinde Cenab-ı Hak, insanı kendisine muhatap seçmiştir. İnsan en şerefli varlık olarak yaratılmıştır. İnsan, görünen ve görünmeyen ( maddi – manevi ) sayısız nimetlere sahiptir.

Kutsal Kitabımız Kuran-ı Kerimdeki, “Allah’ın nimetlerini saymakla bitiremezsiniz” mealindeki ayet de bu konuya ışık tutmaktadır. İnsan şu kâinatın sultanıdır.

Örneğin; Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle;

Şu dünya insanın evi, Hayvanlar hizmetçisi, Güneş soba ve lambası, Bahar bir deste gül, Yaz bir nimet sofrası, Ay gece lambası, Yıldızlar karanlık gökyüzünü süsleyen mumlar, Dağlar ise dünya evimizin su depolarıdır…

İşte bir insanın bu dünyada hiçbir şeyi olmazsa bile böyle mükemmel bir zenginliğe – her insan- sahiptir. Ayrıca; akıl nimeti, var olma nimeti, sağlık nimeti, İslamiyet nimeti, insan olma nimeti, hayat nimeti gibi daha birçok asıl zenginlikler ve nimetler…

İşte bir insanın bunca nimetleri görmemesi ve bilmemesi körlüktür. Bu nimetlere imanıyla, ibadetiyle, ahlakıyla ve kulluğuyla layık olmaya çalışmaması ise nankörlüktür…
Rabbim bizi kör ve nankörlerden eylemesin. Sahip olduğu nimetlerin farkında olan ve bu nimetlere layık olmaya çalışanlardan eylesin. Âmin…

İbrahim Yardım / İlahiyatçı – Yazar

Bismillah, Rahman ve Rahim’deki Hazineye Bakınız!..

kainatBismillah Allah’ın adı ve sikkesidir. Yani o’nun mührüdür. Bir Ayet olduğu halde Neml (karınca) süresinin içinde de bir defa geçtiği için Kur’an-ı Kerimde yüz on dört defa besmele geçmektedir. Bütün kâinatın mecmuundaki yardımlaşma, dayanışma, kucaklaşma ve cevap vermeyi tezahür eden ve koruyanıdır. Arşı ferşe bağlayan ve kâinatı ışıklandıran her dakika herkes ona muhtaç olan bir hakikattir.”Her hayrın başıdır.” “hayır”, öyle bir şey olmalı ki; o hayra Bismillah’la başlandığında bereketlensin, o iş daha kolay yapılabilsin, zor işler kolaylaşsın, onun için Cenab-ı Allah’ı (cc) şefaatçi yapıp hayır işlerde kullanıldığı zaman kolaylığa, berekete ve hayra vesile olur. Aksi takdirde Allah’ın rızası olmayan şeylere vesile edip işin kolaylığı dilenmez. Besmele ayni zamanda bir “meşruiyet ve helallik” garantisidir. Besmeleyi şuurlu olarak kullanırsak hem bir ibadeti kazanır hem de gafletten kurtuluruz.

Bediüzzaman, “…Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.” Demek emirle güzellik, nehiyle çirkinlik tahakkuk eder.”Diyor. 1

Demek ki, Allah’ın rızası hayır ve güzellikte var, yasakladığı şeyler de rızası yok, o’nun ismiyle başlanmayan iyi bir amel dahi olsa hayır yoktur. Çünkü o mübarek isimde kolaylık ve bereket vardır.

Bediüzzaman,“… bu kelam güneş gibidir. Yani güneş başkalarını gösterdiği gibi, kendini de gösterir, başka bir güneşe ihtiyaç bırakmaz. Bismillah başkalarına yaptığı vazifeyi, kendisine de yapıyor; ikinci bismillah daha lazım değildir.”Diyor. 2

Bismillah’taki :”be” cardır. “İsm” ise mecrurdur. Yani “be” kelime başına getirilerek ile manasında kullanılır. Mesela: Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile… Derken “ile” kelimesi “be” ile temin ediliyor. Yani “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile “De ki” söyle manasınadır. Bu konuya Bediüzzaman şöyle bir açıklık getiriyor: De ki” “kelimesi mukadderdir. Yani:  “Ya Muhammed! Bu cümleyi insanlara söyle ve talim et.”

Demek besmelede İlahi ve zimni bir emir var. Binaenaleyh, şu mukadder olan “de ki” emri, risalet ve nübüvvete işarettir. Çünkü Resul olmasaydı, tebliğ ve talime memur olmazdı. Kezalik, haşrı ifade eden câr ve mecrurun takdimi, tevhide imadır.”  2

Yani, “de ki” bir emir kipidir. Cenab-ı Allah (cc) Peygamber efendimize (asv) hitap ve beyanda bulunmaktadır. “de ki” hem tevhit hem de nübüvvette işarettir.

Rahman sıfatı yardıma, rızka muhtaç olan bütün mahlûkatına hiçbir ayrım yapmadan merhamet etmesidir.  “Rahman Rezzak manasınadır. Rızık, bekaya sebeptir. Beka, tekerrür-ü vücuttan ibarettir. Vücut ise, birincisi mümeyize, ikincisi muhassısa, üçüncüsü müessire olmak üzere, “ilim, irade, kudret” sıfatlarını istilzam eder.

Beka dahi, semere-i rızık mahsulü olduğu için, “basar, sem, kelam” sıfatlarını iktiza eder ki, merzuk, istediği zaman ihtiyacını görsün, istediği zaman işitsin, aralarında vasıta bulunduğu takdirde o vasıta ile konuşsun. Bu altı sıfat, şüphesiz, birinci sıfatı olan “ hayat”ı istilzam ederler.” 3  

Demek ki “Rahman” hayatı gerektirdiği gibi şeriat ve adaleti de iktiza eder.

Rahim sıfatı ise, “Zat-ı zül cemalin “fiili sıfat-ı gayriyeye işarettir.” . Cenab-ı Allah’ın (cc) insan camiasına şefkat ve merhameti Rahim sıfatının tecellisidir. Rahim sıfatı tüm mahlûkatın her birine ayrı ayrı tecelli ettiğini ve tek tek ilgilendiğine işarettir. Bu da haşre delâlet eder.  Rahman sıfatı büyük nimeti, Rahim sıfatı ise küçük nimeti gösteriyor. Yani, Vahdet ve Tevhit gibi. Vahdet külli ihata eder, Tevhit ise tek tek mahlûkat üzerinde tecelli eder. Mesela, güneş bir iken etrafı külli bir şekilde aydınlatması Vahdete,  denizdeki kabarcıklar üzerinde güneşin tek tek görünmesi ise Tevhide örnek gösterilebilir,  

Netice-i kelam, Kur’an’ın dört esası olan; Tevhit, Nübüvvet, Şeriat ve adalet ile Haşir, Bismillahirrahmanirrahim’de de ima edilmektedir, şöyle ki: Bismillah, car ve mecrur kaidesince: “de ki” Tevhit ve Nübüvveti, Rahman: şeriat ve adaleti, Rahim ise haşrı işaret eder.

Yâ Rabbi ve yâ Rabbe’s- Semavati ve’l’- Aradin! Yâ Halıki ve yâ Hâlık-ı Külli Şey!

Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilâtıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyetiyle teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hakimiyetinin ve rahmetinin hakkı için…….Bediüzzaman Sad Nursi Hazretleri ile  tüm Risale-i nur talebelerini nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve cehennem ateşinden muhafaza  eyle ve cenetü’l- Firdevste mes’ut kıl. Âmin,âmin,âmin….

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR

Kamu Yöneticisi

 

KAYNAKLAR

1- Sözler, 21. Söz

2- işaratü’l i’caz fatiha süresi

3- 14.Lem’a,2 makam

Toplanamayanlar hep dağılıyor…

Yıllar önceydi… Bir camide ikindi namazını kıldık. İmam efendi, “Muhterem cemaat, her gün her zaman Allah’a yalvarıyoruz; “Ya Rabb! Bizleri düşmandan, kıtlıktan, felaketlerden koru!” diye… Fakat dualarımız kabul olmuyor. Neden Türkiye’de anarşi var? Neden içten ve dıştan pek çok düşman ve dert bize musallat oluyor? Neden dualarımız bu felaketleri önlemiyor?

Biraz nefes aldı. Kederli olduğu her halinden belliydi… Devam etti:

Muhterem cemaat; dualarımızın kabul olması için bir şeyler yapmalıyız. Mesela sabah namazına gelirken ağlamalıyız! Ağlayarak dua etmeliyiz ki, dualarımız kabul olsun; Müslüman ülkelere güneş doğsun. Türkiye anarşiden kurtulsun…

Sonra dua etti, cemaat amin, dedi. Fatiha okuyup dağıldık…

Camiden çıkınca cemaatten biri diğerine anlatıyordu: “İmam efendi, ağlayın diyor… Müslümanların derdine ağlamak lazım. Amma hepimiz oturup ağlasak, dertlerimize deva bulmuş olur muyuz?” Oturup düşünmeliyiz, İslamiyet’in hangi kısmını yaşamıyoruz ki, bu dertler başımızdan eksik olmuyor? Ey cemaat, şimdiye kadar dilimizle dua ettik. Bunun yanına fiilî duayı da koyalım. Alimler, dua, hem dil ile hem hal ile yapılır derler. Bizler, dil ile yapılan duayı epeyce beceriyoruz. Şimdi hal ile yapılan duaya biraz hız verelim. Oturalım, konuşalım. Acaba Allah’ın emredip de bizim yapamadığımız nedir? Acaba Asr-ı Saadet’in hangi kısımlarını taklit edebiliyoruz, hangi kısımlarını taklit edemiyoruz, yani yaşayamıyoruz? İşte bu hususları araştırıp noksanlarımızı tamamlayalım. Asırlarca Müslümanlara hayat dini olan İslamiyet, bizi de kurtaracaktır. Yeter ki bu dini yaşamasını bilelim.

Tek bir misal verelim…

Neden Müslümanlar birbirine itimat etmiyor? Bu derdin dermanını birer eczane olan Kur’an’da hadislerde arayalım, bulalım. Çalışmalarımızı İslam’a uydurup, hareketlerimizi ibadete tahvil edelim. Bir yanda da parayı esir alıp İslam’ın emrine sokalım. Parçalanmış motor parçaları gibi, hurda şeklinde durmayalım.” İmam efendi bunları demeliydi. Diyemedi. Belki meseleleri gereği gibi anlayamamış. Biz de imamlık yapamıyoruz. İşte bu “yarımlıklar” bizi perişan ediyor.

Yine dağıldık…

Kimisi işine, kimisi evine…

Hekimoğlu İsmail / Zaman

Abdurreşid İbrahim Kimdir? (1857-1944)

Abdürreşid İbrahim, bir asra yakın ömrünü İslam’ın ihyasına, İslam dünyasının kurtuluş ve uyanmasına, Müslümanların dert ve meselelerine harcamış bir isim. Avrupa, Asya ve Afrika’yı gezen Abdürreşid İbrahim özellikle Japonya’da İslam’ın tanınması ve yayılması konusunda önemli hizmetler yapmıştır.

Bir asra yakın ömrünü İslam’ın ihyasına, İslam dünyasının kurtuluş ve uyanmasına, Müslümanların dert ve meselelerine harcayan Abdürreşid İbrahim, Sibirya bölgesinde yaşayan Rusya Türklerindendir. 1857 yılında Tobolsk vilayetinin Tara kazasında dünyaya geldi. Babası Ömer Efendi, Tara’nın eski Özbek ailelerinden İbrahim Ahond’un oğludur. Abdürreşid İbrahim soy isim olarak dedesinin ismini almıştır.

Abdürreşid İbrahim, o devirde takip edilen eğitim usullerine göre düzenli bir dinî ve ilmi eğitim gördü. O zamanın meşhur medreselerinden sayılan Kışkar’da okudu. 20 yaşına varıncaya kadar memleketindeki medreselerde temel eğitimini tamamladı. Bir müddet Kırgız bölgesinde dolaşarak dinî dersler verdi, halkı aydınlatıcı irşat hizmetinde bulundu.

Bilgi ve görgüsünü arttırmak ve tahsilini ilerletmek maksadıyla İslam memleketlerindeki ilim ve irfan merkezlerine gitmek üzere yola çıktı. İlk defa 1877’de İstanbul’a geldi. Burada bir müddet kaldıktan sonra Mekke ve Medine’ye geçti. Dinî tahsilinde esas teşkil edecek ilmi bu mübarek topraklarda elde etti.

Abdürreşid İbrahim zihin ve hafızasına yerleştirdiği ilim ve irfan; duygularını doldurduğu yiğitlik ve cesaretle mukaddes beldelerden ayrıldı. 1881’de tekrar İstanbul’a geldi. Sadece bilgi ve görgünün kâfi gelmeyeceğinin farkındaydı. Memleketinde daha faydalı olabilmek, Rus tahakkümü altında mazlum bir vaziyette bulunan milletine hizmet edebilmek ve bütün Müslüman Türkler arasında daha verimli çalışabilmek için tecrübeye de ihtiyacı vardı.

O zamanlar İstanbul’da çeşitli Türk oymaklarından gelmiş, Müslüman Türkler arasında dil ve kültür birliğini kurmayı hedef edinmiş seçkin bir heyet de bulunuyordu. Bu heyetle birlikte bir çalışma ve ziyaret programı tertip ederek İstanbul’da mevcut eğitim kuruluşlarında incelemeler yaptı; ilim, fikir, edebiyat, eğitim ve kültür sahasında isim yapmış şahsiyetlerle görüştü. Namık Kemal, Ahmed Vefik Paşa, Muallim Naci, Cemaleddin Efganî, Ahmed Mithat Efendi gibi kişilerin çeşitli konulardaki tecrübe ve çalışmalarından istifade etti, bilgi aldı. Bilhassa eğitim ve öğretim programlarının tanzim, tertip ve ıslahı; müspet ilimlerle dinî ilimlerin birlikte okutulup öğretilmesi hususunda yaptığı incelemeler sonunda tatbike yönelik kararlar aldılar. Varılan bu kararları bütün Türk bölgelerinde, daha çok Sibirya Türkleri arasında tatbik yollarını araştırdılar.

Bu inceleme ve araştırmalardan sonra düşüncelerini ve alınan kararları kendi memleketinde ve esir Türkler arasında tatbik etmek gayesiyle memleketine döndü. Genç neslin yetişmesi, halkın irşadı ve uyanması, ortak düşmana karşı Müslümanların güç birliği içinde bulunmaları için mühim teşebbüslere geçti. Okullar açtı, tasarlamış olduğu eğitim programını tatbik etme imkânı buldu. Camilerde vaaz vererek, çeşitli toplantılar tertip ederek Müslümanların uyanmasına çalıştı.

“Reşid Kadı”

Dinî ilimlerde derin bir bilgiye sahip olan Abdürreşid İbrahim, Rusya Müslüman Türkleri arasında “Reşid Kadı” olarak da tanınırdı. Resmen de kadılık vazifesi yapmıştı. 1787 tarihinde II. Katerina, Müslümanlara şirin görünmek maksadıyla Orenburg’da şer’î bir mahkeme kurdurmuştu. Bir art niyete âlet gayesiyle kurulan mahkeme Müslümanlara büyük hizmet etti. Milyonlarca Müslüman’ın mercii oldu. Fakat daha sonra Rusya hükümeti, Müslümanları buradan soğutmak için mahkemenin başına cahil ve ehliyetsiz kimseleri getirdi.

1890’lı yıllarda bu mahkemeye aza olarak seçilen Abdürreşid İbrahim, reisin bulunmaması üzerine sekiz ay kadar da mahkemenin reisliğini yaptı. Hükümetin nasıl bir tuzak kurarak mahkemeyi kendi emellerine âlet ettiğini anlayınca daha fazla dayanamadı. Zaten elinden gelen bir şey yoktu. İstifasını vererek 1895’te İstanbul’a geldi.

İstanbul’da bulunduğu sırada Rusya Müslümanlarının geleceğini, Orenburg Şer’î Mahkemesi’nin durumunu, idarî şeklini, mahkemenin ıslahı için yapılması gereken hususları anlatan Çolpan Yıldızı adında bir kitap yazdı. Kitabı gizliden bastırarak Odessa’ya ulaştırdı ve Rusya Müslümanları arasında yayılmasını sağladı.

İstanbul’da daha fazla kalmayan Abdürreşid İbrahim 1897 Nisan’ında başlayıp 1900 yılı Ocak ayının 4’ünde sona eren, Avrupa, Kuzey Afrika ve Asya’yı içine alan üç senelik uzun bir seyahate çıktı. İstanbul’dan Mısır’a, oradan sırasıyla Tihame (Sina çölünden Kızıl Deniz boyu uzanan bölge), Filistin ve Hicaz bölgelerini dolaştı. Buradan Avrupa’ya geçti. Fransa’dan başlayan bu seyahat, daha sonra İtalya, Avusturya, Sırbistan (Yugoslavya), Bulgaristan ve Batı Rusya’dan Kafkasya tarafına, oradan Hazar Denizinin üst bölgelerinden Buhara, Batı ve Doğu Türkistan, Yedisu ve Sibirya yoluyla asıl vatanı olan Tara’da son buldu. Fakat bu seyahati esnasında tutmuş olduğu notları daha sonraki yıllarda yayınlamaya fırsat ve imkân bulamadı.

1900’de yeniden İstanbul’a geldi. Fakat 1905 yılında Rusya’da meşrutiyetin kabulünden sonra Müslümanları uyandırmak ve birleştirmek hususunda daha serbest çalışma imkânı doğdu. Bunun üzerine Sibirya’ya döndü. Birkaç yoldan faaliyete geçti.

Bu sahadaki hizmetlerini teşkilat kurarak, kongreler tesis ederek, hatta partilerde vazife üstlenerek yaptığı gibi, basın ve yayın yoluyla da ayrı bir cepheden İslamî potansiyeli muhafazaya, aktif hale getirmeye, Müslümanların gasp edilen hak ve hukuklarını elde etmeye, Rusya idaresine karşı varlıklarını kabul ettirmeye gayret etti.

Fakat 1907 yılı ortalarında Rus idaresi başlatmış olduğu hürriyet havasını kıstı, bilhassa Müslümanlar tarafından yapılan bütün faaliyet ve çalışmalara yasaklama getirdi. Matbaaları kapattı, gazetelerin yayınına son verdi, kurulan teşkilatları lağvetti, dağıttı. Bu arada Abdürreşid İbrahim’in Ülfet Matbaası ve aynı adla çıkarmış olduğu gazetesi de kapatıldı. Artık yıllar önce düşünmüş olduğu seyahate çıkmaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı. Bunun için 1907 sonlarında Batı Türkistan bölgesini, Buhara, Semerkand, Yedisu ve civarını içine alan bir seneyi bulan bir seyahate çıktı. Evinin bulunduğu Tara’ya geldikten sonra ailesini ve çocuklarını Kazan’a yerleştirdi. 1908 Eylül’ünde Sibirya, Moğolistan, Mançurya, Japonya, Kore, Çin, Hindistan ve Orta Doğu’yu içine alan ve 1910’da İstanbul’da nihayet bulan bu uzun ve yorucu seyahate başladı.

Büyük seyahat

Abdürreşid İbrahim, gayesini ve seyahate çıkış maksadını kendisi şöyle ifade eder: “Ben tiynet ve yaratılış icabı olarak millî hayatım demek olan şu İslamî hayata hizmet yolunu tuttum. Bu uğurda türlü zahmetlere göğüs gerdim. Çoluk çocuğumu feda ederek İslam düşmanlarına karşı ne gibi teşebbüsler münasip görüldüyse, sebeplerine yapışmakta kusur etmedim.”

Bu seyahati esnasında Asya kıtasına serpilmiş vaziyette bulunan, Rusya ve Çin gibi mütehakkim devletler tarafından hak ve hukukları gasp edilmiş, ikinci sınıf vatandaş muamelesine tâbi tutulmuş azınlık halde yaşayan, çoğu Türk olan Müslümanların yurtlarına uğradı. Hayat tarzlarını yerinde gördü, maddî ve manevî meselelerini dinledi, hal çareleri araştırdı. Dinî hayatlarını, İslam’ı nasıl tanıdıklarını, yaşadıklarını, millî ve İslamî hüviyetlerini muhafaza edip edemediklerini müşahede etti. Netice şuydu: Rusya ve Çin idaresi altında yaşayan Müslümanların hem dünya hayatları, hem de dinî hayatları içler acısıydı, eksikti. Birçok hurafe ve batıl âdetlerin, inançların tesiri altında kalmışlardı. Sevindirici tarafı da vardı: Bu kadar baskılara rağmen bütünlüklerini korumuşlar, dinlerini bırakmamışlardı. Az bir gayret ve yardımla uyanabilir, düzelebilirlerdi.

Malezya ve Hindistan gibi birer İngiliz sömürgesi olan ülkelerdeki Müslümanların durumunu da gören Abdürreşid İbrahim, aynı problem ve sıkıntılarla onların da karşı karşıya olduklarını gördü. Buradaki Müslümanların daha çok cehaletlerine kurban gittikleri açıkça belliydi.

Üzerinde durduğu ve ihmal etmediği bir husus da, uğradığı her devlet, her şehir ve hatta en küçük bir yerleşim merkezinde dahi orada bulunan okul ve medreselere uğrayıp hocalarıyla görüşmesi, talebelerini imtihan etmesi, program ve müfredatını tetkik etmesiydi. Bilhassa İslam beldelerinde bu meselenin üzerinde çok durdu. Müslümanların terakkisinin eğitimden geçtiğinin farkındaydı. Hatta bu ihtiyacı hissettiği için, Türkistan’da bir kasabada bir müddet kalıp ders bile verdi. 6-7 ay kadar Japonya’da kaldığı müddetçe en çok meşgul olduğu, alaka duyduğu ve incelediği meselelerden birisi de Japon eğitim usulüydü. Okulların tertip ettiği merasimlere katılıyor, konuşmalar yapıyor, her sahada kurulan okulları geziyor, incelemelerde bulunuyor, teftiş ediyordu.

Japonya’da İslam

Japonya’da bulunduğu sırada bir işçiden, bir köylüden milletvekiline, bakana ve hatta prense varıncaya kadar her kesimden ve seviyeden insanlarla görüştü, fikir alışverişinde bulundu, Japonya’nın tarihi, kültürü, geleceği ve millî hususiyetleri hususunda bilgiler aldı. Yeri geldikçe, münasip bir zemin buldukça da, kendisi İslamiyet hakkında bilgi veriyor, İslam’ın hususiyetlerini anlatıyor, İslamiyet’i onlara tanıtmak ve hoş göstermek için çok ihtiyatlı hareket ediyordu. Nitekim bu çalışmasının neticesini de gördü. Görüştüğü bu kimselerden bir kısmı Müslüman olmuş, büyük bir kısmı İslamiyet hakkında sağlam ve sıhhatli bilgilere sahip olmuştu.

Bu seyahatte dikkate değer başka bir husus da, Abdürreşid İbrahim’in Japonya’yı Japonya yapan millî âdet, ahlâk ve değerleri incelemesi, Japonya’nın terakki sırrını araştırması, yerinde görerek tespit etmiş olmasıydı.

Japonya’da bulunduğu zaman teşebbüs edip tahakkukuna çalıştığı hedeflerden birisi de Japonya’da İslamiyet’in yayılmasına hizmet edecek bir cemiyetin kurulmasıydı. Kurulan cemiyete Asya Gı Kay adını verdi. Bu, Asya Savunması Gücü manasında Asya Kuvve-i Müdafaası demekti. Bu ismi verirken ihtiyatlı ve tedbirli olmayı düşünmüştü. Şayet ilk anda “İslam’ı Yayma Cemiyeti” diyecek olsaydı, pekçok hücumlara maruz kalabilirdi. Cemiyetin başına meşhur Japon diplomatlarından ve Müslüman olarak Ebu Bekir ismini alan Ohara getirilmişti.

Abdürreşid İbrahim seyahati esnasında yapmış olduğu tetkikleri, gezip gördüğü yerleri kaleme alıyor, yazdıklarını Kazan’da yayınlanan ve oğlu Ahmed Münir’in idare etmiş olduğu Beyanülhak gazetesine gönderiyor, orada yayınlatıyordu. Meşrutiyet’in ilanından sonra da seyahat intibalarını İstanbul basınına, bilhassa Eşref Edib’in çıkardığı, başta Mehmed Akif gibi devrin mühim yazar ve şairlerinin yazılar yazdığı Sırat-ı Müstakim mecmuasına gönderdi. Bu yazılar Sırat-ı Müstakim’de yayınlandı.

1910 başlarında İstanbul’a döndü. Fazla bir ara vermeden notlarını bir araya getirdi. Aynı yıl yine Sırat-ı Müstakim aracılığıyla abone kaydı usulüyle Âlem-i İslam isimli kitabını neşretti. Kitap bölüm bölüm fasikül halinde basıldı, daha sonra bir cilt haline getirilerek, son sayfasında çıkan reklamların da yardımıyla satışa sunuldu. İkinci cilt de 1911-1913 yılları arasında yayınlanarak seyahatname tamamlandı. Daha sonra her iki cilt bir araya getirilerek tek cilt halini aldı.

Abdürreşid İbrahim Türkiye’de Meşrutiyet’ten sonra, yani seyahat notlarının mecmualarda neşrinden sonra tanındı ve şöhreti yayıldı. Seyahat dönüşü İstanbul’a geldiğinde başta eğitim olmak üzere çeşitli mevzularda konferanslar verdi, camilerde vaaz etti. “Seyyah-ı şehîr / meşhur seyyah” olarak büyük şöhret kazandı.

Abdürreşid İbrahim’in seyahati bu tarihte de noktalanmış değildi. 1911-12 yıllarında İtalyanlar Trablusgarb’ı işgal edince Afrika’daki cihat hizmetinde bulunmak üzere Trablusgarb’a gitti, bir müddet cephede çalıştı. Cihat fetvasını dağıttı, halkı işgalcilere karşı harekete geçirdi. 1915’te Rusların Sarıkamış’ı işgal etmeleri üzerine Sarıkamış muharebesinde bulundu.

Yine bu yıllarda Teşkilat-ı Mahsusa tarafından görevli olarak Almanya’ya gitti. İtilaf devletleri ordularından alınan Müslüman esirlerin durumunu yakından gördü. Orada bulunan yüz bine yakın esire nasihatte bulundu.

Rusya’da baş gösteren Bolşevik İhtilali üzerine Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Çin sınırını aşarak Doğu Türkistan’a geçti, orada yaşayan Müslümanların kızıl tehlikeye karşı uyanık durmalarını temine çalıştı, faaliyetlerde bulundu. Sonradan burada meydana gelen hareketlerde bu faaliyetin izleri göründü.

Yeniden Japonya

Dönüşünde İstanbul’a geldi. 1930-1931 yıllarında tekrar Mekke’ye gitti. Orada Hindistan İslam cemiyet temsilcileri ve Japonya’dan gelen Müslümanlarla temasa geçti. Yıllar önce Asya milletlerinin birleşmesi hususunda attığı temelleri sağlamlaştırmak maksadıyla Japonya’ya yerleşmeye karar verdi. Nihayet 1933’te İstanbul’dan yola çıktı. 1934 başlarında Japonya’ya vardı. Buraya yerleştikten sonra o zamana kadar belli bir mesafeye gelmiş olan İslamî hizmetleri yaygınlaştırmaya, civar ülke ve adalara uzanmasına çalıştı. Daha önce kurmuş olduğu Asya Kuvve-i Müdafaası Cemiyetinin faaliyetini hızlandırdı. Hindistan, Malezya ve Endonezya gibi mühim İslam muhitlerine kadar tesir sahasını arttırdı. İkinci Dünya Savaşı’nda bu milletlerin bağımsızlıklarına kavuşmaları için Japonlarla işbirliği yapmak hususundaki ortak hareketleri bunun canlı bir deliliydi. Bir zamanlar hayal gibi görünen şeylerin sonunda hakikat sahasına girmekte olduğunu sağlığında görmesi o uzun ve yorucu çalışmasının mükâfatıydı.

Japonya’ya İslam’ın kökleşmesine, yerleşmesine yönelik hizmetleri önemli bir gelişme gösterdi. 1937’de Tokyo Camii’nin açılmasını, 1939’da İslamiyet’in Japonya’da resmen tanınması izledi. Bu camide vazife yaptığı ve Japonya’da bulunduğu sıralarda pek çok talebe yetiştirdi. Nihayet 17 Ağustos 1944’te Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Kızı Feyziye Hanım’la yapılan bir mülakatta ifade edildiği gibi, vefatı Japon radyoları vasıtasıyla her tarafa ilan edildi. Cenaze namazına iştirak etmek isteyenlerin her taraftan gelmeleri için cenaze dört gün bekletildi. Muhteşem bir cenaze merasiminden sonra toprağa verildi.

Mehmed Paksu / Moral Dünyası Dergisi

Mü’min Ve Kısmet

Hakikî mutluluk ve saadetin vesilesi kadere teslim ve kısmete rızadır. Mutsuzluğun vesilesi de sıkıntı ve memnuniyetsizliktir. İlâhî takdire boyun eğmek, kader ve kısmetine razı olmak, imanın mühim bir esası ve mü’minin üstün bir vasfıdır.

İman sahibi bir mü’minde düşünce şudur: Kendisini, kendisinden önce düşünen birisi var. Onun için doğmadan ve doğduktan sonra nimetler hazırlayan ve ebedî saadetin yollarını gösteren Rabb-i Rahimi var.

İnsana bu kadar önem veren, bütün kâinatı onun emrine veren bir Yaratıcıya karşı insanın vazifesi şükür, rıza ve kanaattir. Zira insanın şikâyete de, verilen nimetlere sahip çıkmaya da hakkı yoktur. Bize ihsan edilen nimetlerin hiçbirine kendi imkânımız ve gücümüzle kavuşmadık. Bir an bize ihsan edilen bu nimetlerin vazifelerini bıraktığını düşünelim. Onları çalıştıracak, vazifelerini yaptıracak gücümüz var mı?

En büyük varlığımız olan aklımıza sahip olmak için özel bir mesaimiz var mı? Hiçbir şeyle değişemeyeceğimiz mükemmel duyularımız ve organlarımız bize verilirken herhangi bir müdahalemiz oldu mu? Hayır. Aksine, hepsini hazır bulduk. Onlar en münasip şekilde yerli yerine konurken bize sorulmadı.

Bütün bu verilen paha biçilmez âletlerin karşılıkları olan nimetler de verilmiş ki, bir işe yarasın. İşte verilen bu nimetlerin fiyatı ve karşılığı ise, bunları verene şükretmek ve teşekkürde bulunmaktır. Bunun haricindeki tavır ve şikâyetler, yâni itirazlar, bütün bunlara hakkı varmış gibi, Yaratıcıyı itham eder tarzda itiraz ve kısmete razı olmamak, insanı hakikî kulluktan çıkardığı gibi, İlâhi rahmetten de uzaklaşmasına sebep olur.

Resulullah (asm) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Allah tarafından kendisine takdir edilene razı olması insanoğlunun saadetindendir. Allah tarafından hayırlı şeyi istemeyi terk etmesi ve Rabbinin kendisine takdir ettiğine (kısmetine) kırgın olması, âdemoğlunun bedbahtlığındandır.’’ (Tirmizî, Kader: 15)

Bediüzzaman Hazretleri de rıza ile alâkalı olarak şunları söylemektedir: “Madem O’nun Rububiyetine razıyız, O Rububiyeti noktasında verdiği şeye de rıza lâzım. Kaza ve kaderine itirazı işmam eden (hissettiren) bir tarzda, ’ah, of’ edip şekvâ (şikâyet) etmek bir nevî kaderi tenkittir. Rahimiyeti ittihamdır. Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar. Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır.’’ (Lem’alar, s. 10)

Sadece dünyaya bağlanıp onun için çalışan kimsenin dini işleri de nifaka döner. Allah’ın kendisine takdir ettiği malı elde eden ve dünyadan kazandıklarıyla mânevî hayatını rahatça devam ettirme niyetinde olan kimse gerçek yolu bulmuş demektir. Burada asıl olan, Allah’ın takdirine rıza göstermektir. Resûlullah Efendimiz (asm) kısmetine razı olan, Allah’ın kendisine lâyık gördüklerine kanaat eden mü’minleri dostları arasında saymıştır:

Dostlarımın içinde en çok imrendiklerim: Hâli hafif olan (bakmakla yükümlü olduğu aile fertleri az), namazın mânevî zevkinden hissesi olan, Rabbine halisâne ibadette bulunan, ona gizlilik halinde de itaat eden, insanlar içinde gizli kalan, parmakla gösterilecek kadar tanınmayan, kendisine değer verilmeyip iltifat edilmeyen mü’min. Kendisine yetecek kadar rızkı olan ve buna sabreden mü’min. Ölümü çabuk, ardından ağlayanları az ve mirası da cüz’î olan mü’min.” (İbn-i Mâce, Zühd: 4; Tirmizî, Zühd:35)

Hırs göstermeden çalışıp kanaat gösteren ve elinden geldiği kadar şükrünü edâ eden bir mü’min Allah ve Resûlü’nün (asm) dostudur. Kanaat etmeyip devamlı şekvada bulunan ve hırsa kapılan ise, nifaka düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Yâni dinde riya durumuna düşmektir.

Şu şükür ölçüsünü mezcedersek Allah ve Resûlü’nün (asm) dostluğunu kazanırız: “Şükrün mikyası, kanaattır ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı, hırstır ve israftır, hürmetsizliktir; haram ve helâl demeyip rastgeleni yemektir.’’ (Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî, s. 341)

Kasım Ferşadoğlu / Nur Postası

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version