Malawi’den hizmet haberleri ve selam var!

Esselâmü aleyküm !

Muhterem ağabeylerimiz ve sevgili kardeşlerimiz.

Malawi’ de dershaneyi açtıktan sonra buradan ilk mektubumuz olacak. Malawi halkı, Allah’ın izniyle açılan dershanemizi safây-ı kalple kabul edip hırz-ı cân etti, hâzâ min fadli Rabbi. Önce Kurban faaliyetleri vesilesiyle tanıştığımız bazı cami heyetleriyle ve cemaat gruplarıyla dersler yaptık. Ve bu derslerimizin ve ziyaretlerimizin düzenli olacağını ifade ettik. Onlardan da; “bizim için gelseniz de olur, gelmeseniz de” gibi bir tavır bekledik. Evimize döndükten birkaç gün sonra telefonla arayıp hal-hatırımızı sordular. Tekrar ne zaman geleceksiniz, sizi gene bekliyoruz diye iştiyak izhar ettiler. Bu da bizim için şevke vesile oldu. Fakat memlekette petrol problemi bazen bu ziyaretlerimizi aksatmaya sebep olsa da, biz onlara kitapları kendilerinin okumalarını, ve zaman zaman bir araya gelip ders yapmalarını tavsiye ettik. Öyle yaptıklarını haber alıyoruz. Biz de imkan nisbetinde onlara iştirak ediyoruz.

BU KİTAPLAR BAŞKA KİTAPLARA BENZEMİYOR

Burada bize hizmetlerimizde yardımcı olan rehberimiz Abdülmecit Abiyle beraber 3 okulu ziyaret ettik. Türkiye’den getirdiğimiz kitaplarımızdan bahsettik. Öğrencilere İslam ve iman ile alakalı faydalı dersler verebileceğimizi ifade ettik. Okul idaresi güzel karşıladı, memnun oldu. Bir program dahilinde bu okullarda ders yapmaya başladık. Fakat buradaki halkın yaygın olarak kullandığı lisan Çeçova dili. Bizim mutlaka bu dilde de kitaplarımız olması ihtiyacını hissettik. Bize yaşlı mübarek bir şeyhi tavsiye ettiler. Başta Kur’an-ı Kerimi ve çok dini kitapları çeçova diline tercüme eden bu zata tercüme etmesi için Küçük Sözleri gönderdik. Ve bu kitabın tercümesini bitirdi. Telefonlarda bize ifadesi: “Ben bugüne kadar çok kitaplar tercüme ettim ama bu kitap başka kitaplara benzemiyor, beni çok etkiledi. İslamiyeti derinliklerimde hissettim. Gelin tanışalım, beraber hizmet edelim.

Üstadımızın 10. Lem’ada :”Bu hizmet-i kudsiyenin kerameti üç nevidir. Birinci nevi: O hizmeti ihzar etmek ve hadimlerini o hizmete sevketmek“, ifadelerini hatırladık, Cenab-ı Hak’ka şükrettik. Bu şeyhi daha sonra Türkiye’den gelen Abdullah ve Alparslan ağabeylerle beraber ziyaret ettik, tanıştık. Şimdide ihlas ve uhuvvet risalelerini tercümeye başladı.

80 KİŞİ MÜSLÜMAN OLMAK İSTİYOR

Bu arada kurban faaliyetlerinde tanıştığımız ve irtibat halinde olduğumuz bir cemaatten bir telefon aldık. Bir köyün yarısı, yani 80 kişi kadar bir grubun Müslüman olmak istediklerini, ne yapmak gerektiğini sordular. Bizde öncelikle oradaki şeyhlerle istişare edip Kur’an-ı Kerim ve manevi tefsiri olan Risale-i Nur okutmalarını ve bazı fıkhi bilgileri öğretmelerini tavsiye ettik. İçlerinden 30 kişiye de daha güzel istifade edebilecekleri başka bir şehirdeki şeyhin yanına 2 haftalık bir programa gönderdik. Önümüzdeki hafta bu kardeşlerimizin isim değiştirme merasimleri olacak Abdullah ve Alparslan ağabeylerle beraber yanlarına gideceğiz. Videoya çekip size de göndereceğiz. Koyacağımız ilk isim de MUHAMMED SAİD olacak İnşaallah.

Bu arada Abdülmecit Abiyle hapishane hizmeti başlatmakta arzu ediyoruz. Dua edin Cenab-ı Hak muvaffak etsin. Buranın hapishaneleri de Medrese-i Yusufiye olsun.

Kotakota şehrine derse gittiğimizde yeni bir cemaatle tanıştık. Cemaatin ismi “ NUR CEMAATİ’ ymiş” . Fakat Nurlardan haberleri yok. Bizde Nur Cemaatiyiz dedik ve onlara Nurları verdik, dersler yaptık. Son derece memnun oldular ve bizi her zaman derse bekliyorlar.

CAMİLERDE YAPILAN DERSLER

Salima ve Kotakota şehirlerindeki derslerimizde en azından 20-30 kişi iştirak ediyor.Derslerimiz camilerde oluyor. Namaz kılıyoruz, gelen cemaatle tanışıyoruz. Şeyhler çeçova diline tercüme ediyor. Dersten sonra cemaate götürdüğümüz ikramları takdim ediyoruz. Ve onlarla okunan ders hususunda sohbet ediyoruz. Ne anladıklarını soruyoruz.Aldığımız cevaplar bizi memnun ediyor. Ve diyoruz; bu kitapları Afrika’nın bu mütevazi insanları bile anladıktan sonra herkes anlar. Demek Risale-i Nurlar anlaşılabilir eserlermiş Elhamdülillah.

Buraya ilk geldiğimiz günlerde tanıştığımız bir hristiyan dostumuz vardı. Zaman zaman bizi arar yanımıza gelmek isterdi. Bizde Salima’ya derse giderken beraber gidelim dedik. 3 hristiyan beraber geldiler. Yolda biryerde mola verdik , bir şeyler yedik. Salima’ya varınca camide namaz için mecburmuyuz dediler. Biz dinimizde zorlama yok, siz bizim dostumuzsunuz. Girmesenizde dostluğumuz azalmaz dedik. İçlerinden birisi ben de girip sizin gibi ibadet etmek istiyorum ne yapmalıyım dedi. Bizde, sen bizi taklit edersin dedik. Dersten dönerken, dininizi bana da öğretirmisiniz diye tekrar tekrar söyledi. Cenab-ı Hak inşallah hidayet nasip eder, islamiyetle müşerref olur, dua edin.

Burada çalışan Türklerle de Perşembe akşamları ders yapıyoruz.

MÜSLÜMANLAR KABA DEĞİLMİŞ

Dershanemizin bulunduğu sitenin tamamı hristiyan aileler. Yan komşumuz Koreden gelmiş bir misyoner. Dershanemize davet ettik, geldiler. Biz de İsa aleyhisselâmı peygamber olarak tanıdığımızı, en az sizin kadar sevdiğimizi v.s. bahsettik. Evden çok memnun ayrıldılar. Biz Müslümanların çok kaba insanlar olduklarını zannediyorduk, hiç de öyle değilmiş dediler. Daha sonra onlarda bizi akşam yemeğine davet ettiler, icabet ettik.

Hasıl-ı kelam burada insanlar Risale-i Nurlara ve imana çok muhtaç. İnşaallah Nurlar onlarında kalplerini NUR, gönüllerini NUR, yüzlerini NUR edecek, ülkeye bereket ve selamet getirecek diye ümit ve iman ediyoruz.

Umuma binler selam ediyoruz, dualarınızı bekliyoruz.

Esselâmü Aleyküm ve Rahmetullahi ve bereketühü

Malawi Nur talebeleri adına M.Salih Bayrakdar – Hasan Aras

15.02.2012

www.NurNet.Org

Ahirete İman

Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar kararıp döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde, kıyılmaz mallar bırakıldığında, vahşi hayvanlar bir araya toplandığında, denizler kaynatıldığında, ruhlar bedenlerle birleştirildiğinde, diri diri toprağa gömülen kızlara: ‘Hangi günahtan dolayı öldürüldünüz?’ denildiğinde, amel defterleri açıldığında, gök sıyrılıp açıldığında, cehennem kızıştırıldığında ve cennet yaklaştırıldığında herkes (hayır ve şerden) ne getirmiş olduğunu anlar. (Tekvir 1-14)

Kur’an’ın bu ve benzeri ayetlerinin sarahatiyle, bir gün gelecek ve bu âlemin kıyameti koparak başka bir âlemin kapısı açılacaktır. Bu, gözümüz önündeki şu âlemin vücudu kadar katidir.

“Ahirete İman” isimli bu eserimizde iman hakikatlerinden biri olan haşir, yani öldükten sonra dirilme ve mahşere çıkma, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilmektedir. Bu eserde anlatılan hakikatler o kadar kuvvetlidir ki en inatçı kâfiri dahi ilzam eder ve susturur.

Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri dava etse: “Şu saray veya şehir, tahrip edilip yeniden sağlam bir surette bina ve tamir edilecektir.” dese… Elbette, onun davasına karşı altı sual terettüp eder.

Birincisi: “Niçin tahrip edilecek? Sebep ve gerekçe var mıdır?” Eğer, “Evet, var.” diye ispat edilse bu sefer ikinci soru sorulur.

İkincisi: “Bunu tahrip edip tamir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?” Eğer, “Evet, yapabilir.” diye ispat edilse bu sefer üçüncü soru sorulur.

Üçüncüsü: “Bu sarayın veya şehrin tahribi mümkün müdür?” Eğer, “Evet, mümkündür.” diye ispat edilirse bu sefer dördüncü soru sorulur.

Dördüncüsü: “Mümkün olan bu tahrip gerçekleşecek ve vukua gelecek midir?” Eğer, “Evet, gerçekleşecektir.” diyerek vukuu ispat edilse iki sual daha ona varid olur ki:

Beşinci ve altıncı sualler: “Acaba şu acayip saray veya şehrin yeniden tamiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tamir edilecek midir?” Eğer, “Evet” denilerek bunlar da ispat edilse o vakit bu meselenin hiçbir cihette hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şüphe ve vesvese girebilsin.

İşte, bu temsil gibi:

·     Dünya sarayının ve şu kâinat şehrinin tahribi ve tamiri için gerekçeler olduğu,

·     Fail ve ustasının buna muktedir olduğu,

·     Tahribinin mümkün olduğu ve vaki olacağı,

·     Ve tamirinin de olası ve vuku bulacağı meseleleri ispat edilirse, artık bu mesele hakkında şüphe ve vesvese edilmez.

İşte eserimizde bu altı cihetin her biri, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilecek ve ahiretin varlığı güneş gibi kati gösterilecektir.

Eserimizden hakkıyla istifade edebilmeniz için, ilk önce eserde takip ettiğimiz yolu ve metodu bilmeniz gerekir. “Ahirete İman” isimli eserimizde şöyle bir yol takip ettik:

Ahiretin varlığına dair delilleri başlıklar ve maddeler hâlinde inceledik. Her bir başlık müstakil olup tek başına ahiretin varlığını ispat etmeye kâfidir. Bütün başlıkların toplamındaki kuvvet ise asla karşı gelinemeyecek kuvvettedir.

Her bir delilde iki basamaklı bir yol ve bir tarz takip edilmiştir.

1. Basamak: Bu basamakta, kâinattaki fiillerden ve tecellilerden bahsedilmekte ve daha sonra fiilden faile, isimden müsemmaya, yani ismin sahibine ve sıfattan da mevsufa, yani sıfatın sahibine geçilmektedir.

Mesela birinci delilin birinci basamağında kâinatta gözüken saltanattan bahsedilecek ve bu saltanat delil yapılarak Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. İkinci delilin birinci basamağında ise kâinatta gözüken merhametten bahsedilecek ve bu merhamet delil yapılarak Rahim olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. Üçüncü delilin birinci basamağında ise kâinatta gözüken izzetten bahsedilecek ve bu izzet delil getirilerek Aziz olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. Diğer delillerde de aynı yol takip edilmektedir.

Demek 1. Basamakta, kâinatta tecelli eden fiillerden, isimlerden ve sıfatlardan bahsedilecek ve fiilden faile, isimden müsemmaya ve sıfattan da mevsufa geçilecektir. Zira fiiller failsiz, isimler müsemmasız ve sıfatlar mevsufsuz olamaz; bir iğnenin ustasız ve bir harfin kâtipsiz olamayacağı gibi…

Demek birinci basamakta aynı zamanda ispat-ı vücud da yapılmaktadır. Yani ahiretin varlığından önce Allah’ın varlığı ispat edilmektedir.

2. Basamak: 1. Basamakta fiil ve tecelli anlatılıp faile ve müsemmaya çıkıldıktan sonra, 2. Basamakta mezkûr ismin ahireti gerektirdiği ve mezkûr sıfatın ahireti iktiza ettiği ispat edilmektedir. Demek bu basamak, ahiretin varlığının ispat edildiği basamaktır.

Her bir delilde anlatılan meseleler âdeta üç zincir halkasından oluşmaktadır:

1- Kâinattaki tecelli.

2- Bu tecellide gözüken isimler ve sıfatlar.

3- Bu isimlerin ve sıfatların ahireti gerektirmesi.

Bu halkalar birbirine geçmiş olup tamamını koparamayan, bir halkaya ilişemez. Ya da başka bir ifadeyle, bir halkayı koparabilmek için tamamını parçalayabilmek gerekir. Mesele bir bütündür; bütünü çürütemeyen, parçaya ilişemez. Parçaya ilişebilmek için bütün çürütülmelidir.

Dolayısıyla diyebiliriz ki:

·     Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce faili ve müsemmayı yani Allah’ı inkâr edebilmek gerekir.

·     Allah’ı inkâr edebilmek için de kâinatta gözüken fiilleri ve isimleri inkâr edebilmek gerekir.

·     Kâinatta gözüken isim ve fiilleri inkâr edebilmek için ise bizzat kâinatın kendisini inkâr edebilmek lazımdır. Bu ise mümkün değildir.

·     Başka bir ifadeyle, kâinatı inkâr edemeyen, göz önündeki fiilleri inkâr edemez; fiili inkâr edemeyen, faili inkâr edemez; faili inkâr edemeyen de o fiilde gözüken, faile ait ismin ahireti gerektirmesini inkâr edemez.

Sözün özü: Her bir başlıkta öyle bir yol takip edilmiştir ki, ahireti inkâr edebilmek için şu göz önündeki âlemi inkâr etmek ve akıldan istifa etmek gerekecektir. İşte bu eserde ahiretin varlığı bu kadar net bir şekilde ispat edilecektir.

“Ahirete İman” isimli eserimiz hazırlanırken Bediüzzaman Hazretleri’nin “10. Söz” namıyla maruf “Haşir Risalesi” kaynak eser olarak kullanılmıştır. Eserimizde anlatılan bütün hakikatler, Bediüzzaman Hazretleri’nin mezkûr eserinden iktibas edilmiştir.

Bu eserle amacımız:

·     Ahirete iman hakikati hususunda imanlarımızı taklitten tahkike çıkarmak,

·     Ahiret hakkında şüphesi olanları şüpheden kurtarmak,

·     Ahireti inkâr edenlerin imana girmelerine bir vesile olmak,

·     Ahiret hakkında kâfirler ile mücadeleye girmek zorunda kalanlara bir rehber olmak,

·      Ve bu vesileler ile Cenab-ı Mevla’nın rızasını kazanmaktır.

Tevfik ve inayet Allah’tandır!

Kaynak: Ahireteiman.com

Anneler Birer Şefkat Kahramanıdır

Anneyi anne yapan onun şefkati ve fedakârlığıdır. Annelerdeki bu iki his yani şefkat ve fedakârlık hisleri geliştirilir ve yerinde kullanılırsa, anne gerçek anneliğini yapmış olur. Şimdi bu hislerin nasıl geliştirilmesi ve kullanılması gerektiği üzerinde duralım.

Evet, her bir anne bir şefkat kahramanıdır. Çocuğuna karşı mukabelesiz, karşılıksız bir fedakârlık taşımaktadır. Bu fedakarlık ve şefkat hisleri yerinde kullanıldığı takdirde, çocuğun hem dünya saadetini hem de ahiretteki ebedi saadetini kazandırabilir. Onun için birer hazine hükmünde olan şefkat ve fedakarlık hislerinin yerinde kullanılması çok önemlidir. Risale-i Nurlar’da bu husus şu şekilde açıklanmaktadır:

Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibariyle kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki; hanımlarda gâyet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile; hem hayat-ı dünyevîyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymetdar seciye inkişaf etmez veyahût sû-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur: O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyevîyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmağa çalışıyor, Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, âhirette şefaatçı olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, ‘Niçin benim îmanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?’ diye şekva edecek. Dünyada da terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatının hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder. Eğer hakikî şefkat sû-i istimal edilmeyerek, bîçare veledini haps-i ebedî olan Cehennem’den ve îdam-ı ebedî olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, validesinin defter-i a’mâline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de değil dâvâcı olmak, bütün ruh- u cânı ile şefaatçı olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlâd olur” .

Burada; “Annelik şefkati nasıl kötüye kullanılabilir?” diye bir soru hatırımıza gelebilir. Evet, bir anne, masum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan ahiretini, ebedi hayatını düşünmiyerek, geçici kırılacak şişeler hükmünde olan kısacık dünya hayatına çevirmesi, bu şekilde ona şefkat göstermesi, o şefkati kötüye kullanmaktır.

Hâlbuki bu çok kıymetli olan annelik şefkati, çocuğun hem geçici olan dünya rahatını hem de ebedi olan ahiretteki rahatını kazandırmak için verilmiştir.

Diğer önemli bir husus da, islamiyetle güzelce terbiye edilmiyen bir çocuk, annelik hakkına karşı gerekli hürmet ve saygıyı tam gösteremez. Dünyada annesine karşı yapması gereken vazifesinde çok kusur eder. Diğer taraftan ahirette sevaplarıyla yardımcı olamadığı gibi, “Neden imanımı İslam terbiyesi ile kuvvetli iman dersleri ile kurtarmadınız?!..” diye davacı olur.

Dr. İdris Görmez

Risale-i Nurların sadeleştirilme krizi iyi yönetildi mi?

Bu hafta bir süredir kamuoyunu meşgul eden sadeleştirme krizi konusunu ele almayı kendi misyonum açısından vicdanî bir borç olarak gördüm. Geçen hafta Allah’ın (cc) bizi birbirimize ve sair ümmetlere karşı şahit olarak yarattığına işaret etmiştim. Bu hafta bu önemli şahitliklerden birini denemiş olacağım.

YAYINCI AÇISINDAN SÜREÇ

Ufuk yayınları bu işe uzun bir süre önce karar vermiş olmalı. Zira Lem’alar gibi ağır bir metnin sadeleştirilme ameliyesi, kısa süre içerisinde tamamlanamaz. Daha önce yapılan sadeleştirme denemeleri cemaatin bir kısmından sert tepki gördüğü için sonuçsuz kaldığı düşünülecek olursa, yayınevi yeni bir tepki dalgasıyla karşılaşacağını hesap etmiş olmalı. Buna rağmen bu tepkiyi artıracak şekilde teknik bir hatanın işlenmiş olması –yayıncı kurnazlığı olarak bilerek yapılmadıysa- görmezden gelinemez.

Öteden beri sadeleştirme, şerh etme, özetleme (muhtasar) gibi tasarruflarda kitabın dış kapağı üzerine kitabın orijinal ismi, yazarın ismi ve sadeleştirmeyi yapanın ismi açıkça yazılır, okuyucunun aldatılmasına meydan verilmezdi. Oysa tartışmaya konu olan neşirde, kapak üzerinde ne sadeleştirildiğine dair bir bilgi ne de sadeleştirenin ismi yer almamış. Bu affedilemez bir yayıncı kusurudur. Kanaatimce derhal düzeltilmelidir. Bu işlem yayıncılık açısından önemli bir güçlük oluşturmaz.

ORTAYA KONULAN TEPKİ AÇISINDAN SÜREÇ

Kanaatimce Ağabeyler adına yayınlanan bildiri dikkatli bir şekilde hazırlanmamıştır. Yayıncının tahrik edici yöntemine bir karşılık olduğu ileri sürülse de üzerinde önemle durulması gereken eksiklikler içermektedir.

Birincisi dili oldukça sert ve kırıcıdır, kamuoyuna açıklanacak bir metin, insanları gıybet ve dedikoduya sevk edecek tahrik edici unsurlar içermemelidir. İkincisi, böyle durumlarda olayın ilerideki süreç içerisinde alabileceği bütün şekiller hesap edilmeli, her hale uygun diplomatik ve dengeli bir metin hazırlanmalıdır.

Uzun süredir yüzyüze istişare etme imkanı bulunmayan ağabeyler arasında böyle bir metin hazırlamak gerektiğinde anlaşılan, abilerden biri tarafından metin dikte edilmekte, diğerlerine telefon ya da faksla ulaştırılmaktadır. Çoğu nezaketen kabul edilmiş görünen bu metinlerde istişareden beklenen menfaatler yerine, o abinin etrafında o anda bulunan insanların halet-i ruhiyesi etkili olmaktadır.

Son yayınlanan ortak metnin dili öfkeli bir halet-i ruhiyenin dilidir.  İstişare metninde yer alması sakıncalıdır. Bir vesile ile elimizde bulunan istişare metinleri bu husustaki incelikleri şöyle izah eder:

Mü’min kardeşini sever ve sevmeli, fakat fenalığı için yalnız acır; tahakkümle değil belki lütufla ıslahına çalışır.” (Yirmibirinci Lem’a)
Risale-i Nur’un mesleği nezihane, nâzikane, kavl-i leyinledir. Haklı meşveret ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden böyle mahzurlu hallerin izalesi yine ancak sıhhatli meşveretlerle olabilir. (25.11.2010 Kayseri)

Konu sadece olayın hukukî boyutu ile meşgul olacak insanlar arasından çıkarılıp, umumileştirildiğine göre, bu konuda cemaatin umumi bir meşveretine ihtiyaç vardır. Bu tür ani kararların ve keskin beyanların yapılacak istişareleri etkileyecek olması diğer önemli bir kusurdur. Öteden beri istişarelerden beklenilen neticenin alınamaması buna bağlıdır. Başka bir istişare metni bu meseleyi şöyle ifade eder:

Cemaatimiz nezdinde şimdiye kadar icra edilen istişarelerin müessiriyetine mani olan halleri şöyle sıralayabiliriz:
(a)Hürmet telakkimizdeki yanlışlıklar. Yani bir büyüğümüze hürmet etmek başka,  edep ve terbiye tahtında farklı kanaat izhar etmekse başkadır. Bu iki hususu, biri birinden ayıramadık.
(b)Cemaat olarak, karşılaştığımız imtihanlarda tarafgirlikten hasıl olan rahatsızlıklar, makul olmayan düşünce ve kanaatler hizmet adına zararlar tevlit etmiştir.
(c)Kendilerine hürmet edilen ve ağabey kabul edilen muhterem zevatta farkında olunmadan tezahür eden tahakküm alışkanlığı, farklı fikir serdetmeye mani teşkil etmiş ve netice olarak istişare kâmil manada icra edilememiştir.
(d)Hissiyatın aklıselime galip geldiği hallerde, cemaat mensupları arasında rekabet duyguları, maalesef, tezahür etmektedir. Bundan kaynaklanan muhalefet, kâmil manada meşvereti imkânsız hale getirmektedir. (Erzurum 8.Temmuz.2006)

Üzerinde iyi çalışılmayan bir metin olduğunu söylemem boşuna değil. Sekizinci maddede yer alan “Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir..” ifadeleri ve devamının konuyla uzak yakın bir ilgisi görünmemektedir. İlk paragrafta adresi de verilen ithamın -her şeye rağmen, risalelerden yüz çevirmeyip sadeleştirerek de olsa yüzbinlere risale okutmayı hedefleyen bir girişim için kullanılması doğrusu inandırıcı değildir.

NELER YAPILABİLİRDİ?

Gelinen noktanın seçenekler arasındaki en iyi tercih olduğunu söylemek ehl-i insafa yakışmaz. Ben sebep olma noktasında herhangi bir tarafı işaret edebilecek durumda değilim. Ancak ortada önü alınmaz ise, tehlikeli bir sürecin başladığını söylemek durumundayım. En hafifi gıybet ve dedikodu olmak üzere iftira ve düşmanlıklara varabilecek bir uçurumun başındayız. Tarafların doğrudan ya da ikili görüşmeler yapması, arabulucuların denenmesi, hukuki sürecin işletilmesi, bütün bunlardan netice alınamaz ise sessizce dershanelerde bu eserlerden uzak durulması öğütlenebilirdi.

Basın aracılığı ile tartışma Nurculuk geleneğinde pek görülen bir usul değildir. Maalesef en sonunda bile yapılmaması gereken şey, en baştan yapılmış oldu. Bu gün çoktan unutulmuş olsa da risalelerin Osmanlıca ya da Latin harfleri ile yazılması konusundaki ihtilafta, Üstad’ın yazılı bir tek satır bırakmaması esasen bize yol gösterici bir tedbirdi.

RİSALELERİN ANLAŞILMA PROBLEMİ VAR MI?

Bu konuda samimi itiraflarda bulunmalıyım!

Acizleri 2014 yılına kadar yaşarsam ilk derse gidişim üzerinden 40 yıl geçmiş olacak. Bu sürede çok sayıda insanın dersini dinleme imkanım oldu. Şimdi geriye baktığımda sadeleştirme işine en çok karşı çıkan ağabey ve kardeşlerin yaptıkları derslerde hemen iki üç cümle okuduktan sonra tam bir vaiz gibi izahlara giriştiklerini gülümseyerek hatırlıyorum. Hatta bazen o kadar konu dışı atıflar, temsiller, sözler, havada uçuşuyor ki onları bir çuvala sığdırmak için neredeyse daire-i imkan haricine çıkmak gerekiyor. Öyleyse samimi olalım! Risale-i Nurların bir anlaşılma problemi vardır. Üstad’ın vefatından sonra neredeyse bir ara sınıf ortaya çıkmış durumda. Uzaktan bakan şöyle görüyor. Cemaat içinde bir okuyup izah eden sınıf, bir de dinleyen sınıf var.

Anlaşılma problemini farklı yöntemlerle aşmaya çalışan kardeşler de var. Her konunun kolay anlaşılabilir yerlerini bir araya getirip, derslerde o bahisleri okuyorlar. Tabi ki çoğu zaman seçilen bahisler arasında mantık ilgisi kurmak zorlaşıyor. Az çok fikri ilerlemiş kardeşler, bu bahis burada niçin okundu acaba diye akıl çilesi çekiyorlar.  Daha farklı yöntemler de var ama uzatmayalım! (Uzatmayalım dedim ama sonradan uzatmak icap etti. İlk zamanlar sayfalarda geçen ayetlerin meallerini verme ve eserlerin sonuna lügatçe ekleme, cemaat içinde tartışılır, ancak bunun Üstad’ın tarzına bir ihanet olduğu ileri sürülür reddedilirdi. Aradan geçen süreçte her nasılsa bu ihanete artık alıştık. Tartışmıyoruz!)

Risale-i Nurların aslı okunduğu için bu yöntemlerin zararları telafi ediliyor. Esasa zararları olmuyor. Ancak bu nur dershanesi için geçerli bir durumdur. Tekrar etmeye gerek yok risalelerin anlaşılma ihtiyacı vardır. Bunu çözümü için sadeleştirme alternatif olabilir mi bunu tartışacağız!

ÜSTADIN RİSALELERE PARMAK KARIŞTIRMA KONUSUNDAKİ ŞİDDETLİ BEYANLARI

Bu noktada hemen Üstad’ın şiddetli beyanları hatırlanacaktır. Bunlara can ve başla itaat ediyoruz. Ancak sözün zahiri altında kastedilen manaya dikkat etmek gerekir. Üstad’ın ilgili beyanları risalelerin yazılma ve neşir döneminde söylediği dikkate alınmalı. Risaleler elle yazılıyor ve yazanların -birkaç isim dışında- yazı ile Osmanlıca ile bir ilgileri bulunmuyordu. Hiç kimsenin bir harfle dahi oynamaması, eserlerin sıhhati açısından son derece önemliydi. Üstad büyük bir himmetle ve sıra dışı bir gayretle 600 bin nüshaya varan el yazma risaleyi tashih etmiş, eserlerin hatasız yazılmasını temin etmişti. (Haze min fazlı Rabbina). 1957’den itibaren çoğumuzun bildiği şekilde vefatına kadar geçen sürede Latin harfleri ile neşrini tamamladı.

Üstad’ın vefatından önceki bir kısım tasarrufları, işaret ettiğim anlayışın doğruluğunu ortaya koyar. Bu arada Üstad’ın bütün hayatı boyunca bir çok meselede nazara verdiği ve ona binaen çözüm ürettiği usul-i İslamiyenin bir kaidesine işaret etmeliyim.  “Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz.” Bu kaide Risale-i Nurlarda önemli bir yer işgal eder. Asıl konumuz olan üslup açısından bu kuralın uygulanışını görmek için Nurun İlk Kapısı ile Küçük Sözleri kıyaslamak yeterli olur.

Üstad bu kaideye sadeleştirme açısından riayet etmiş midir? Asıl önemli soru bu. Lise talebeleri derse geliyor diye Latin harflerine müsaade eden Üstad için bu sorunun cevabı hayır olamaz! Bu tartışmalar sırasında yeni bir şey daha öğrendik.

Üstad şefkat-i imaniyesi gereği Kastamonu Lahikasında ölçüyü kendi çizmiş:

”Saniyen: Burada, Lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem’a’nın ism-i Adl ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem’ası hâtimesine kadar, Âyetü’l-Kübrânın, ‘Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafir…’ diye başlayan Birinci Makamın başından ilham, vahiy mertebeleri hariç kalıp, ta On Sekizinci Mertebe olan kâinatın hudus hakikatı, ta imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı maneviyle izin verdik. Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla ehl-i inkâra on ikilik top güllesi gibi atabilirsiniz. Fakat yirmi sene evvelki Türkçe ile şimdiki Türkçe farklı olduğundan, yeni Türkçe için bazı kelimat-ı Arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle yapabilirsiniz. Risale-i Nur yirmi sene evvelki Türkçe ile konuşur. O zamanı görmeyen gençlere teshilat olması için bazı tabiratı değiştirirseniz iyi olur.” (Bu ibarenin sonradan çıkarıldığını ileri sürmek, meselenin aslını ortadan kaldırmıyor. Abdurrahman Iraz’dan alıntı.)

Bana göre bundan sonraki kararı zaman verecektir. Zaman bir şey hakkında karar verse itiraz edilmez. Zamanı gelmemiş ise zaten hiçbir teşebbüs başarıya ulaşamaz.  Öyleyse sadeleştirme konusunda yapılan işi, vicdan-ı umumiye havale etmek en doğru çözüm olacaktır. Vicdanlar kabul eder, efkar-ı umumiyede yaygınlaşırsa sadeleştirmenin zamanı gelmiş demektir. Yoksa reddedilir. Bu konuda kavga çıkarmak yerine, halkın sağ duyusuna güvenmek daha emin bir yoldur.

İslam tarihi, Üstadımız ve emsali pek çok alimin menkıbelerine şahit olmuştur. Zaman içinde bunların eserleri yeniden yeniye ele alınmış, bir kısmı özetlenmiş, bir kısmı yeni bir üslupla yeniden yazılmış, izah edilmiş, tefsiri yapılmıştır. Zamanın ömrü varsa bunların hepsi Risale-i Nurlar için de yapılacak, zamanı geldikçe bu işlere el atan insanlar ortaya çıkacaktır. Bu bir yaratılış kanunudur. Sünnetullahtır. Duamız bu işlere layık ellerin uzanmasıdır.

Nur cemaatleri kendi vazifelerine bakacaklar, ancak ilim alemi bu eserleri ince eleklerle eleyecek, farklı usul ve yöntemlerle farklı eserler elde edeceklerdir. Bu gelişmelere “az olsun benim olsun” mantığı ile karşı çıkmak, oyuncağı elinden alınan çocuğun ağlamasından öte bir anlam ifade etmeyecektir.

Şunun farkına varmak lazım,  Bediüzzaman bir dünya lideridir. İttihad-ı İslamın temini, uhuvvet-i imaniyenin inkişafı, fen bilimlerini esma tecellisi olarak gösteren kainat tefsirini bütün dünya dillerinde okutturma gibi, yüce hedefleri vardır. Kusura kalmayın bu haliyle Bediüzzaman’ı hiçbir cemaat, hiçbir şahıs, tek başıyla temsil edemez, istiab edemez, kucağına sığdıramaz! Hepimiz birbirimize muhtacız. Birinci farz aramızdaki uhuvvettir. Bu hiçbir gerekçeye feda edilemez!

BEN CEMAATİMİZİN SADELEŞTİRİLMİŞ METİNLER OKUMASINI İSTEMİYORUM

Sadeleştirme için benim ne düşündüğümün bir önemi yok. Bu konuda Nur talebeleri arasında ortak bir kanaat vardır. Ben şahsen Üstad’ın üslubu dışında hiçbir dini metni okuyamam. Zaten hiç kimse eserlerin aslını bırakın bunları okuyun diye bir telkinde bulunmuyor.

Bu durumda sadeleştirmeye karşı olmakla birlikte bu konuda ısrarlı olanlara karşı alınacak tavır ne olmalıdır sorusu önem kazanmaktadır.

Allah için şahitlik yapacak isek Risale-i Nur’un “hayat dairesi” ile ilgili görevlerini başarılı bir şekilde yerine getirdikleri açıkça görülen bir cemaatin, ihtiyac-ı dahiliden geldiğine inanılan sadeleştirme tasarrufu hakkında, insaflı olunmalıdır. Yukarıda kendi dershanelerimizde yaşanan garipliklere işaret etmiştim. Bunları dershane ortamında izale etmek kolaydır. Ancak okul, yurt, dershane, üniversite gibi umumi ortamlarda hizmete soyunan bir cemaatin, bizim yöntemimizle Risalelerin anlaşılmasını sağlama imkanı yoktur. Hem çok sayıda yerlerde bu eserleri okuyup izah edecek yetişmiş insan bulunmaz, hem de açıklama ve izah ihtiyacı “kürsüden serbest atış yöntemi (!)” ile karşılanamaz. Bu yerlerde en iyi yöntem kayıt altına alınan, yanlışı doğrusu rahat bir şekilde kontrol edilebilen ciddi bir emekle yapılmış sadeleştirmedir. Bunun zararı daha az olur.

Daha önce bu konuda iki defa geri adım atıldığını biliyoruz, bu defa katî bir ihtiyaç olmasa gereksiz yere tartışma çıkarılmaz, yeni bir teşebbüste bulunulmazdı. Demek oluyor ki bu adım kararlı bir adımdır. Her halükarda her cemaat kendi bildiği tarzda hizmetine devam edecek, ama kardeşlik ve duaya zarar verilmeyecektir. İttihad-ı İslamı ve uhuvvet-i İslamiyeyi korumak farz, risaleleri aslından okumak sünnet hükmündedir.

Bu olayı bir an unutup şu örneği düşünelim: Söz gelimi yeni bir cemaat çıksa, “kardeşim biz Risale-i Nur okuyacağız. Ama bunları kendi anlayacağımız şekilde sadeleştireceğiz, kendi anladığımız şekilde hizmet edeceğiz” deseler.  Biz bunlara “hayır Risale-i Nurlara dokundurtmayız. Sizi mahkemelerde perişan ederiz. Sizi her yerde gıybet ederiz” diye savaş mı ilan edeceğiz?

Elbette o cemaatin menfaatini dikkate alan şefkat-i imaniye sahipleri, bunlara diyecek ki “Kardeşim tamam öyle yapın! Lakin bunları sadeleştirmek için biz size yardım edelim. Elden geldiğince doğru olarak yapılsın!”

Gençleriniz bilmez, bir zaman şimdi iki kuvvetli cereyan aleyhinde iki broşür yayınlatıldı. Aradan kırk yıl geçti, açılan yarayı hala tamir edemedik. Manevi vücudumuzda yeni yaralar açmak, gelecek asrın öncüleri olarak bakılan genç kardeşlerdeki akl-ı selim ile kabil-i telif olmadığı inancındayım.

(Dipnot: Aziz okuyucum. Bir iki defa Üstada ait, yayınlansın yayınlanmasın bütün mektupların bir merkezde toplanması, bir süre sonra yeni iddiaların kabul edilmemesi gerektiğine ve eserlerin Osmanlıca nüshalar arasında edisyon kritik yöntemi ile neşrinin yapılması mecburiyetine işaret etmiştim. Ama yayıncıların hiç biri bu konuda ses çıkarmadılar. Şimdi herkes cebinden kurşun çıkarır gibi mektup çıkarıyor. Bu durumun sürdürülmesi imkansız. Bana kalırsa öncelikle bu gereğinden fazla büyütülen gündemi bırakıp bu iki konuyu tartışmalıyız.)

Ramazan Balcı / Risale Haber

Namaz Gönüllüleri, gençleri namazla buluşturacak

Namaz Gönüllüleri Platformu, düzenlediği basın toplantısı ile 2012 yılını ‘Gençlik ve Namaz Yılı’ ilan etti.

Bu kapsamda yıl boyunca gençlerin namazla buluşmasını sağlayacak teklifler hazırladıklarını söyleyen platform sözcüsü yazar Abdullah Yıldız, sosyal hayata da namazı yaymak istediklerini belirtti.

Namaz Gönüllüleri Platformu, ‘Gençlik ve Namaz Yılı‘ için okullara mescit açılması, mesai saatlerinin cuma namazı kılmaya müsait hale getirilmesi, AVM’ler gibi sosyal hayatın her yerinde namaz kılmaya elverişli mekânların hazırlanması, din derslerinde Peygamber Efendimiz’in hayatın ve Kur’an’ı anlamıyla öğrenmek isteyenlere uygun hale getirilmesi ve camilerin gençlerin ve kadınların rahatça ibadet edebilecekleri şekilde düzenlenmesi gibi teklifler getirdi.

Platform üyelerinden gazeteci yazar Abdurrahman Dilipak, konunun gündemde tutulabilmesi için okul ve alışveriş merkezleri için mescit projesi yarışmaları düzenlenebileceğini söyledi. Gençlerin buluşma mekânı olarak camileri tercih etmelerinin namaza yönelişi artıracağını söyleyen Dilipak, ibadet mekânlarının buna uygun hale getirilmesi gerektiğini belirtti.

Toplantıya Abdullah Yıldız ve Abdurrahman Dilipak’ın yanı sıra Cemil Tokpınar, Ramazan Kayan, Ramazan Hafızoğlu ve Ali Eren gibi yazarlar da katıldı. Toplantıda gençliğin namaza nasıl yönlendirileceği konusu üzerinde duruldu. Namaz Gönüllüleri Platformu, bugüne kadar farklı vilayetlerde 250’ye yakın dernek ve vakıf ile birlikte binin üzerinde program gerçekleştirdi.

Zeynep Haşlak / Zaman Gazetesi

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version