Boş vakitlerinizin değerini düşündünüz mü?

Kesin olan gerçek odur ki, boşa harcadığımız vaktimiz, tüm nakdimizi versek de geriye getiremeyeceğimiz değerimizdir.

Boşa harcanan vakit, kibrit çalıp yakılan kağıt parçası gibi uçup havaya gitmiştir. Artık vaktini boşa harcayan kimseye düşen şey sadece pişmanlık, sadece üzüntü ve hatta vaktin gerçek değerini biliyorsa derin bir vicdan azabı çekmektir. Neler yapılıp neler kazanılmazdı ki o boşa harcanan vakitte?

Gel gör ki, insan bir bakıma nisyan kelimesinden alınma derler. Yani unutkanlık, ihmal ve ilgisizlik vardır onun yapısında. Nakitten de kıymetli olan vaktini bazen kolayca boşa harcar da hiç de titremez, üzüntü duymaz.

Halbuki büyük zatların vakitlerini değerlendirme konusunda gösterdikleri titizlik ve dikkatleri bizleri düşündürmektedir. Demek ki büyükler, kazandıkları ilim ve irfanı, vakit değerlendirmede gösterdikleri titizlikle elde etmekteler..

İsterseniz iki büyük müçtehidimiz İmam-ı Şafii ile İmam-ı Malik’ten örneklerle bakalım vakit değerlendirmede gösterdikleri dikkat ve titizliklerine..

İmam-ı Şafii Hazretleri, bir ara Mekke’den kalkıp Medine’ye İmam-ı Malik Hazretleri’ni ziyarete gider. Sıhhatli hadisleri Muvatta’ında toplayan büyük müçtehidi yerinde ziyaret etmek ister. Medine’ye gelip de kapısında görüşmek için izin isteyince gelen cevap düşündürücü olur:

Bir müşkülünüz varsa sorun, cevabı verilsin. Yoksa imamın görüşme günü değil, boş vakti yoktur!

Mekke valisinden bir mektup getirdiğini söylemesi üzerine dışarıya çıkıp bir iskemle üzerine oturan İmam-ı Malik Hazretleri, genç misafirin uzattığı mektubu okurken: Bu mektubu size getiren Muhammed bin İdris eş Şafii genç alimlerimizdendir.. cümlesine gelince, hemen ayağa kalkan İmam Hazretleri:

-Sübhanellah, der, Resulüllah’ın bayrağını dalgalandıran zat da mı bizimle görüşmek için araya vasıta koyacak? Hemen kucakladığı genç imamı alıp odasına bundan sonra götürür, İmam-ı Şafii’ye ancak bundan sonra vakit ayırır.

Genç imam, büyük müçtehidin vaktini böylesine dikkatli ve titiz şekilde kullanmasına hiç şaşırmaz. Çünkü kendisi de Mekke’den Medine’ye doğru yola çıktığında arkadaşlarından hemen geriye kalarak Kur’an-ı Kerim’in hatmine başlar, Medine’ye gelinceye kadar da yol boyunca tam 16 tane hatim okumaya muvaffak olur, yolda geçen vaktini bile boşa harcamaktan böylesine bir dikkatle kaçınır, hem yol yürür hem de hatim okuyarak nakitten de kıymetli vaktini değerlendirmiş olur. Ancak İmam-ı Malik, odasına alıp vakit ayırdığı genç misafirine hemen teklifini yapar:

Hazırladığım şu hadis kitabı Muvatta’yı bir okuyayım da dinle, böylece vaktimizi de değerlendirmiş olalım!

Genç imamın cevabı ise ondan geride değildir:

– Efendim der, siz zahmet buyurmayın, ben okuyayım da siz dinleyin. Ben değerli kitabınız Muvatta’ı Mekke’de iken ezberleyip de gelmiştim huzurunuza! Ve İmam-ı Şafii, müellifinin huzurunda kitabını ezbere okur, böylece o da vaktini tam değerlendirerek ezberlediklerini kitabın sahibine kontrol ettirmiş olur.

Evet, onlar nakitten de kıymetli buldukları vakitlerini işte böyle değerlendirmiş, değil bir iki saat, belki bir iki dakikayı bile boşa geçirmekten titremişler, sonunda da ilim irfan yolunda erişilmez yüceliklere böyle ulaşmışlardır..

Vakit değerlendirmede Efendimiz (sas)’in şu ikazı düşündürücü olmuştur:

İnsanlar iki nimetin kıymetini bilmekte aldanmışlardır. Biri, sıhhatleri, ikincisi de boş vakitleridir!

Evet bu bir gerçektir. Ne sıhhatli günlerimizin değerini tam takdir ediyoruz ne de boş vakitlerimizin kıymetini tam idrak edebiliyoruz..

Bundan dolayı Basra’nın büyük velisi Hasan-ı Basri Hazretleri boş vakitleri değerlendirme konusunda uyarıda bulunarak demiş ki:

Ben sahabeden öyle zatlara eriştim ki, onlar sizin paranızı boşa harcamaktan çekindiğinizden çok fazla, vakitlerini boşa harcamaktan çekiniyorlardı!

Televizyon karşısında tükettiğimiz vakitlerimize bilmem siz ne dersiniz?

Ahmed Şahin

Hutbe-i Şamiye’ye Sosyolojik ve Eleştirel Yaklaşım ve Bir Bediüzzaman Sosyolojisine Doğru

Hutbe-i Şamiye Ekseninde İslam Birliği ve Küresel Barış Konferansı Tebliğidir.

Dünyada büyük gelişmelerin olduğu dönemlerde bilim ve sanatın gereken önemi gördüğünü müşahede ediyoruz.

Bediüzzaman’ın bütün eserlerinde, burada ise Hutbe-i Şamiye’de genel bir perspektifi var, yani her olayda onu yöneten temel bir prensibi var. Nereye baksa o temel noktadan hareket ediyor. Bilim ve sanata dayanmayan değişmeler kabukta kalmış ve toplumlara bir şey getirmemiştir. Son yüzyılda izmlerin toplum hafızasındaki kalıcı izleri ile dinlerin mükemmel eylemlerle temsil edildiği tarihi dönemlerdeki sanat ve ilim tesirleri kıyaslanamaz. Bediüzzaman medeniyet tarihini okumuş demiyorum, okumanın ötesinde medeniyetin neler üzerinde gerçekleştiğini görmüş. Bu yüzden temel argümanları her zaman her konuştuğunda veya yazdığında çeşitli şekillerde hissettirir, gösterir, hatta bazen ona ikazda bulunur.

GÖZLEMLERE DAYANAN KONUŞMALAR

Bediüzzaman bizde ayrıntısı verilmeyen şablon cümlelerden kaçınır. Onun siyasetnamelerinde yani toplumu reorganize etmeye yönelik toplumsal, sosyal eserlerinde kendisine gelinceye kadarki gelenekten ayrıldığı yön, gözlemlere ve ayrıntıya dayanarak konuşmadır.

Hutbe-i Şamiye’de değişimin sağlanması için iki ana bakış açısı ile bakar her şeye:
Birisi fenni diğeri ise sanatlı bakış.

Çünkü fenlerin ve sanatın bakış açısı ile evreni ve insanı yorumlamayan bir düşünceden insanın melekat birliği doğmadığı gibi toplumların devletlerin de birlikte olması imkânsızdır.

Osmanlı kültürünün hükmettiği coğrafyalarda sadece siyasi bir birliktelik değil edebi ve kültürel bir birliktelik üzerinde durduğu görülür. O siyasi anlamda bittikten sonra da onun asıl yıkılması kültürel ortaklık ve birlikteliği sağlayan eserlerin ve felsefenin yok edilmesi olmuştur. Onun yerine konan kültürün ve sanatın, bilimin ve fennin toparlayıcı bir yapısı olmadığından dolayı sonraki inhitatlar yaşanmıştır ve yaşanmaktadır.

Onun fenni ve sanatsal bakış açısı her cümlesinde hissedilir.

Fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuştur ki kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-ı bizzat ve Sani-i Zülcelal’in hakiki maksatları hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir.” (Hutbe-i Şamiye, s. 41)

Burada iki büyük birliktelik sağlanmıştır.

Tarih boyunca ilimle din bir türlü bir araya gelmemiş, birinden dinsizler diğerinden mutaassıp insanlar ortaya çıkmıştır.

DİN İLİM ve SANAT PARALEL

Burada Bediüzzaman hem dinler tarihinin hem bilim ve fen tarihinin göremediği bir yorum yapıyor. Allah’ın esas maksadı ile fenlerin maksadı arasındaki göreceli olmayan ilişkiyi ortaya koyuyor. Sanatın maksadı: Güzellik ve hüsün ve mükemmeliyet.

Ama burada oraya gidiş yolu fenlerin araştırmalarıdır, Allah’ın da maksadı nihai noktada sanatın hedeflediğidir. Ama sanat bu sonuçlara varmak için dini göz ardı etmiş, Bediüzzaman ise olayın özünde fenlerin araştırmaları ile Allah’ın hedefi arasında birlikteliği yakalamış, bu da sanatın hedefidir. Burada din, ilim ve sanat arasında bir paralellik kurulmuştur.

SELAHADDİN-İ EYYUBÎ – FATİH – YAVUZ SULTAN SELİM

Bediüzzaman’dan önce Osmanlı’nın yıkılışa doğru gittiğini gören siyasiler ve üdeba siyasetnameler yazmışlar.

Namık Kemal Evrak-ı Perişan isimli eserini padişahları ataları gibi davranmaya ve onlar gibi misyon ifade etmeye çağırır. Büyük Osmanlı ve İslam hükümdarlarını örnek gösterir. Bunlardan biri Selahattin Eyyübi’dir. Diğeri Moğolları Müslüman eden Emir Nevruz, biri Fatih biri de Yavuz Sultan Selim’dir.

Devletin toparlanmasını yukarıdan bir mantıkla düşünür. Padişahın değişmesi ile ataları gibi yönlendirmesi ile imparatorluğun kurtulacağını örgütler.

Bediüzzaman ise böyle yukardan bir reçete ile değil, bizzat çözülmenin kaynaklarına nerede battığımızı gösterir, nereden hareketle yukarı çıkacağımızı birlikteliğimizi sağlayacağımızı anlatır.

Tanpınar bu biyografileri anlatır. “1872 ile 1873 arası ilk üç cüzü Selahattin-i Eyyübi, Fatih, Sultan Selim yazılan ve Devr-i İstila ile beraber Evrak-ı Perişan adı altında neşredilen bu biyografilere Kemal, Magosa’da ayrı bir mukaddeme ile Emir Nevruz’u ilave etmiştir. Söylemeğe hacet yok ki bu dört insanda Kemal, kendi fikirlerinin kahramanlarını görmektedir.

Mücadeleleriyle Haçlılar istilasını karşılayan Selahattin-i Eyyübi İslam birliğinin bir kahramanıdır.

Fatih ‘in dehası ona göre bir istilanın kazançlarını bir vatan haline getirir.

Sultan Selim safevilerle olan mücadelesiyle Mısır’ın ve Arabistan fethiyle Hilafetin İstanbul’a nakli ile yine i s l a m b i r l i ğ i n i n kahramanıdır. (Tanpınar, s. 400)

Bediüzzaman İslam birliği fikrinde Namık Kemal ile halef seleftirler, o da İslam birliği idealine çalışmış bu uğurda mücadele etmiş, eserler yazmış, tarihi eserler kaleme almıştır.

Dikkat edilirse onun sevdiği şahısları Bediüzzaman da sevmekte ve fikirlerini takdir etmektedir. Namık Kemal’in ileri sürdüğü iddialar bugün Bediüzzaman tarafından sahayı tatbike konulan düşüncelerdir. Evrak-ı Perişan bizi muharrirlerimizin kahraman ve vazife fikrine getirir.

O sade fertlerin değil cemiyetlerin dahi bir misyonu olduğuna kanidir.

Türk milleti onun nazarında ila-yı kelimetullaha memur olan bir millettir.

İslam ise ittihatla mükelleftir.

Dostoyevski’nin Tanrısını taşıyan milletine çok benzeyen bu düşüncenin Şinasi’den geldiği görülür. Kahraman topluma ait bu vazifeyi nefsinde en kuvvetli duyan ve duyuran adamdır.

Selahattin-i Eyyübi başa geçmekten o kadar çekinmesine rağmen emirliğe ve hatta hükümdarlığa muayyen bir işi yapmağa memur olduğunu anladığı için razı olur.

Yavuz tıpkı Selahattin gibi cemiyet hayatının kendisinden istediği şeyi yapmakla mükelleftir.
Fatih keza yukarda söylediğimiz gibi imparatorluğu tabii hudutlarına Anadolu’yu milli Rumeli’yi coğrafi birliğine kavuşturacaktır. O da misyona sahiptir.

Emir Nevruz misyon sahibidir Moğollar onun zamanında Müslüman olacaktır. Celal misyon sahibidir, Moğollara karşı İslam alemini muhafaza edecektir.” (Tanpınar, s. 403) Bediüzzaman zorunlarla İslam birliğini Namık Kemal ise şahıslarla, örnek şahıslarla savunur.

MADDÎ MANEVİ BATARYALARI GEREKENİ YAPAMAYAN İNSAN

Bediüzzaman Hutbe-i Şamiye’de insandan hareketle çözülmüş hayata bakış açısı karartılmış, maddi manevi bataryaları gerekeni yapamayan insandan hareket eder. Bediüzzaman toplumun birlikteliğine giderken bu güne dek geri kalışı “bizi maddi cihette kurun-ı vustada durduran” nedenleri anlatır. Bu eserin başlangıç noktasıdır, buradan hareketle ileriye doğru gider. Bu özellikleri kendinde taşımayan bir insan ve cemiyet elbette ne kendi birliğini ne de toplumun birliğini bunlardan ötesi İslam birliğini nasıl gerçekleştirsin.

Ümitsiz, sadakat hissini kaybetmiş, özellikle bu ikincisini söylerken üstü kapalı o dönemde İngiliz siyaseti ile Osmanlıyı arkadan vuran Müslüman ve Arap ülkelerini ikaz eder, çünkü burada sıdk ferdi bir arıza olmanın ötesinde siyasi bir hastalıktır. Çünkü yüzyıllarca birbiri ile birlikte yaşamış millet birbirini arkadan vurmaktadır.

Yemen de kaleye hapsedilen Osmanlı askeri acından ölmektedir, kumandan Molla olan yemen kumandanına bunların Müslüman olduğunu, acından öldüğünü hatırlatır, onun söylediği ise “Osmanlı burayı terk etsin, daha ötesini istemiyoruz” der zulmüne ve lakaytlığına devam eder.

Bediüzzaman “Sıdkın hayat-ı ictimaiye-i siyasiyede ölmesi” ile bunu kasteder.

Adavete muhabbet, nurani rabıtalara kayıtsızlık, istibdad, şahsi menfaat fikri.

Şimdi bu altı özellik bir ferd için gerekli olduğu gibi toplumlar için de gereklidir. Bediüzzaman birlikteliği bu psikolojik, dini ve psikanalitik değerlere bağlarken, eleştirisini insan merkezli yapar.

Namık Kemal ve benzeri Tanzimat üdebası daha sonraki dönemlerdeki yazarlar ve siyasiler hep yukardan inme bir eleştiri yaparken Bediüzzaman insandan başlar önce onun kurtarılmasını ve bazı yapıcı özelliklere sahip olmasını düşünür ve fikirlerini insan üzerine kurar.

TARİHTEN HABERSİZ OLMAK

Bediüzzaman ferdi ve toplumsal anlamda eleştirisinin bir öğesi de tarihten habersiz olmaktır. “Hakiki vukuatı kaydeden tarih hakikate en güzel şahittir” diyerek tarihin insanlar için zorunlu bir mukayese ve gelişme unsuru olduğunu en güzel şekilde ifade eder. Japon başkumandanının tarihi tespitini kendi onaylar.

“Hakikat-i İslamiyet’in kuvveti nispetinde Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslam temeddün edip terakki ettiğini t a r i h gösteriyor. Ve ehl-i İslamın hakikat-ı İslamiyede zafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini vahşete ve tedenniye düştüklerini ve hercümerc içinde belalara mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor.” (Hutbe-i Şamiye, s. 24)

Metnin devamında tarih bize gösteriyor ki, tarihler bize bildiriyorlar gibi tekrarlar ile tarihe dikkat çeker. Bir ideal insan ortaya çıkarmak gerekiyor ve onunla toplumun ve İslamın birlikteliği sağlanacaksa o kişinin fikirlerini tarih ile müşavere etmesi gerektiğini anlatır.

ONARMAK İÇİN ELEŞTİRİ

Eleştirilerin zeminine aklı ile düşünen, Kur’an’ın akla hitab eden hitaplarını hesaba katan, ilim ve fennin verileri ile olayları yorumlayan bir insan istemektedir. Camii Emevi’deki insanlara ve ehli ilme bütünlük kazanmış bir insan, doğru düşünmek ve fikretmek için ideal bakış açıları ile cihazlanmış bir insanın bizi ve hepimizi kurtaracağını salık verir. Eleştirmek için değil, tamir etmek onarmak için eleştirir. Bediüzzaman’ın gözlem gücünü insanımızın nerelerden kaybettiğini uzun süreli takiplerle elde ettiğini göstermektedir.

KENDİ GELENEĞİNDEN KOPAN AYDIN

Türk sosyologlarının bugün tartıştığı bir mesele batıya bağımlı düşünmektir. “Eleştiri ve tartışma fikre büyük değer katar, katkı sağlar. Ülkemizde bağımsız düşünme ve birlikte harekete geçme olanaklarının kısıtlı oluşu geliyor. Türk düşüncesi 200 yıldır batıya göre biçimlenmiştir. Kendi geleneğinden bağını koparmıştır. Türk aydını entelektüeli dünyayı kendi gözleriyle görmüyor, referansları farklıdır. Bir ülkenin aydını ve entelektüelinin bağımsız düşünme alışkanlığını kazanması gerekir. Gerçek anlamda bağımsız entelektüel etkinliğin yolu da bağımsız ipoteksiz düşünmekten geçer.” (Sosyoloji Yıllığı 20/57)

Bediüzzamanın sosyal organizasyonları, cemiyeti ve dini yeniden toparlamaya dayanan fikirleri tamamen ülkenin kendi insanı ve şartlarına göre yapılmıştır.

Münazarat da aşiretleri masaya bir anatomist gibi yatırmış oradan bakmış.

Muhakemat da din, edebiyat ve sanat, kelam ve daha başka konulardaki mutadı eleştirmiş,

Hutbe-i Şamiye’de ise İslam milletlerini oluşturan insanları ve toplumları bir Caminin penceresinden görmüş ve eleştirmiş ideal olan duruş ve davranışları belirlemiştir. Onun farklılığı sosyal bakışının harikalığı buradadır.

Sosyolojimiz Bediüzzaman’a özel bir sayfa açmalıdır, bugün olmasa yarın bu muhakkak olacaktır. Çünkü onun bütün eserlerinin sosyolojik yanları vardır, hepsi yerinde yorumlanacaktır. En büyük sosyolojik yönü dinin toplumda algılanma ve değerlendirme tarzındaki yanılgıları ülfet, gaflet ve dalaletleri tamir etmektir, bunu yapmıştır, diğerleri de buna ilave edilebilir.

Bir Bediüzzaman Sosyolojisi oluşturulmalıdır. Türk aydınının körlüğü gittiği gün bunu bütün çıplaklığı ile görecektir. İbni Haldun’dan Ahmet Rıza’ya sonra Cumhuriyetin kültürel yapısını oluşturan Ziya Gökalp’a kadar bütün sosyologların bakış açıları ve toplumu etüd etmeleri ile Bediüzzaman’ın fikirleri karşılaştırılmalı ve yeni bir toplum ortaya çıkarma veya düşüş ve çözülme dönemlerindeki toplumu sağlıklı bir yapıya kavuşturma konusunda onun fikirlerinin fevkaladeliği ortaya konmalıdır ve konacaktır.

İDEAL İNSAN VE MÜSLÜMAN PORTRESİ

Bugün Mustafa Kemal ve onun arkasında Ziya Gökalp’ın görüşleri ile Bediüzzaman’ın görüşleri sosyolojik açıdan karşılaştırılmalıdır. Çünkü şu an Anadolu sahnesinde olan onların görüşleridir. Yüzeydeki kavgaların ve çekişmelerin aslında bu ikili duruş ve hareket vardır. Bu yüzden bir adamın kabul edilmemesi reddetmek tarzında değil de onun karşısındaki en makul duruşa revaç vermekle ve onun fikirlerini avami bir din hareketi gibi değil, entelektüel bir birikim tarzında yorumlamak ve Türk ve dünya aydınına onun görüşlerini akademik ve ilmi bazda anlatmak gerekmektedir.

Müslüman Anadolu toplumu ruhsal telakkileri ve iştiyakı ile hangi tür bir toplumsal tedavi mekanizmasını kabul ettiğini ve neyi reddettiğini bugün içinde bulunduğumuz durumda göstermektedir. Bu gün Türkiye bir kültür ve siyaset krizinin çeşitli sancılarını yaşıyorsa bunun nedeni klasik sosyoloji reçetelerinin tedaviyi geçersiz veya bu yapıyı onların ortaya koymasıdır.

Bediüzzaman’ın kendinden önceki büyük sosyologlardan farkı o değişimi fertten başlayarak yukarıya doğru düşünür. Onun gayreti bütün Risale-i Nur da şu anda Hutbe-i Şamiye’de kişiden hareket etmektir. Hutbe-i Şamiye’de bütün anlatılan bahisler eleştirilen ve yerilen bir insan portresi ile onun yerine konan ideal bir insan ve Müslüman portresidir.

İbn-i Haldun, Ahmet Rıza ve Ziya Gökalp yukardan bir mantık ile toplumu düzeltmeyi ve yapıyı organize etmeyi düşünürler. Mesela altı büyük hastalık insana ait arızalardır, bunların yerine hangi olumlu özellikleri yüklemek gerektiğini anlatır. Kötülerin yerine yenileri ikame eder. Yirminci sahifeden başlayan altı arıza ve onların yerine konulan müspet vasıfların izahı elli sahife sürer. Demek Hutbe-i Şamiye toplumsal düzenleme insan üzerine mükemmel bir insan portresi üzerine kurulmuştur. Bütün eleştiriler ve önerilen yeni vasıflar insanı kurtarmak, toplumu kurtarmak, İslamı kurtarmaktır. Ferdi anlatılan özelliklerle donatmadıktan sonra yukardan aşağıya hangi düzenlemeyi getirseniz yeni bir şey yapamazsınız.

Bizim modern dönem dediğimiz batılılaşma serüvenimizde bütün değişim devlet üzerinden yapılır, çürümüş bir ferd ve ondan doğan aile mahalle ve şehir ve ülke nasıl ayağı kalkabilir. Bediüzzaman’ın bu bakışı kendinden öncekilerde yoktur. O mesele ve dejenere olan ile iyi bir empati kurmuştur.

Ziya Gökalp Osmanlıyı yıkmaya çabalayan bir mantık içinde yıkılıştan sonraki toplumun sosyolojisini yapar, Bediüzzaman ise geleceği gören biri olduğundan Osmanlının inhitat döneminde de o yine Osmanlı ve ittihad-ı İslama inanmış bir insandır, şartlar bunu gerçekleştirecek bir boyutta olmadığı halde o yine onları gerçekleştirmenin yorumlarını yapar. Cumhuriyet kurulduğunda dahi batı menşeli bir cumhuriyet fikrinde ısrar eden o günün insanlarının sa’ylerinin heba olacağını söyler, ama onlar artık yollarına girmişlerdir. Bediüzzaman sosyal bir elbisenin ömrünün ne olacağını bildiği için “Demek âlem-i İslam içinde mühim ve inkılab vari bir iş görmek, İslamiyet’in desatirine inkıyat ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise çabuk ölüp sönmüş” (Mesnevi-i Nuriye, s. 99)

Şimdi o gün daha taze bir devletin ömrünün nereye kadar olacağını ilahi bir deha gözü ile görmüş ve zaman onu haklı çıkarmıştır. Onlardan ayrılmış, ama o Cumhuriyetin eksiği olan mana ambarını telif ettiği eserleri ile doldurmuş, sonra iflas etmiş bir uygulama, mükemmel bir uygulama ile rövanşı ortaya çıkmıştır. Bediüzzaman’ın mecliste okuduğu bahis içinde Ziya Gökalp’ın kültür ve devlet felsefesi vardır. Çünkü da harici düşünür, batılı sosyologlardan aşırma düşünür.

Prof. Dr. Himmet Uç

Cihad mı üstün, ana-baba hakkı mı?

Cihad mı üstün, ana-baba hakkı mı? Çocuklar, yalanla aldatılabilir mi? Kur’an’ın ilk emri ‘Oku‘dan mesaj yüklü misaller neler? Ahmed Şahin Hoca yazdı.

Işık Yayınları, “Kur’an’ın İlk Emri Oku!” kitabını, okuyucusunun istifadesine sunmuş.

Gürol Akci’nin hazırladığı 224 sayfalık kitapta Asr-ı Saadet’ten ibretlik örnekler de sıralanmış, mesaj yüklü misaller de sunulmuştur. İlgi duyarak okuduğum bu misallerin bazılarını kısaltarak sizinle paylaşmak istedim. Benim gibi sizin de etkilenerek okuyacağınızı sandığım örneklerin eksiksiz asıllarını ise kitaptan incelemek gerekmektedir.

***

Önce ilim, sonra zikir ve dua…

Hz. Adem’i meleklerden üstün kılan fark ilimdir. İlmin üstünlüğünü şu örnek olay da açıkça ifade etmektedir. Abdullah bin Amr anlatıyor:

Resulüllah (sas) Efendimiz, bir gün mescide girdiğinde iki yanda iki grup insan gördü. Bir grubu ilimle meşgul oluyor bir grubu da dua ve zikirle iştigal ediyordu. Buyurdu ki:

Bu iki grubun ikisi de hayır üzeredirler. Ancak onlardan birisi diğerinden daha hayırlı bir meşguliyet içindedir. Çünkü onlar ilimle meşgul oluyorlar, hem kendileri öğreniyor hem de başkalarına öğretiyorlar. Diğerleri de zikir ve dua ile meşguller. Zikir ve dua da ilimle birlikte olursa aynı değerde olur.

Bundan sonra kendisi de ilimle meşgul olanların içine girip oturarak buyurdu ki:

Ben de ilimle meşgul olan bir muallim-öğretmen olarak gönderildim. Bir saat ilimle meşgul olmak, uzun zaman nafile ibadetle meşgul olmaktan hayırlıdır…

İlmin de faydalısı faydasızı olduğuna işaret eden Efendimiz (sas), duasında şöyle niyazda bulunuyordu:

Allah’ım! Faydasız ilimden, ürperme hissinden mahrum kalpten, doymak bilmeyen nefisten, kabule layık olmayan duadan Sana sığınırım!

***

Cihad mı üstün, ana-baba hakkı mı?

Bir adam mescide gelerek Allah Resulü’nden (sas) cihada gitmek için izin istedi.

Efendimiz (sas), adama sordu: Hizmetine muhtaç annen baban var mı hayatta?

Adamın, evet var, demesi üzerine buyurdu ki:

Öyle ise senin cihadın, yardıma muhtaç anne-babana hizmette bulunman, onların kalplerini gönüllerini kazanıp dualarını almandır!..

***

Çocuklar, yalanla aldatılabilir mi?

Abdullah bin Amir, çocukluk günlerinden kalma bir hatırasını şöyle anlatıyor:

Resulüllah (sas) Efendimiz, bir gün bize gelmişti. Ben de çocuktum, oynamak için dışarıya çıkıyordum. Annem beni yanına çağırarak, ‘Gel bak sana ne vereceğim!’ dedi. Bunun üzerine Resulüllah (sas), ‘Çocuğa ne verecektin?‘ diye sordu. Annem de, ‘Hurma verecektim‘ deyince şöyle hatırlatmada bulundu: “Eğer söz verdiğin şeyi çocuğa vermeyecek olsaydın, onu yalanla aldatmış olma günahına girmiş olurdun. Sana bir yalan günahı yazılırdı. Dikkat edin, çocuklarınızı yalanla aldatmaya alışmayın.

Yalan söyleme konusunda Efendimiz’in ikazları çok şiddetliydi. Buyurdu ki:

Size günahların en büyüğünü haber vereyim mi? Biz de, ‘Ver ya Resulellah‘ dedik. Bunun üzerine buyurdu ki:

İlk en büyük günah Allah’a şirk koşmak, sonra anne-babaya itaatsizlikte bulunmak, sonra da yalan söylemek, yalancı şahitlik etmek. Bu son günahı söylerken iki dizi üzerine gelip tekrarlayarak buyurdu ki: Yalan söylemekten sakının, yalan söylemekten sakının!.. Bu sözünü o kadar çok tekrarladı ki, artık susmayacak sandık!..

***

Deniz suyu ile abdest alınır mı?

Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor:

Beni Müdliç kabilesinden gelen bir adam şöyle sordu:

Biz bazen gemide uzun yolculuk yapıyoruz. Bu sırada yanımızdaki su ancak içmemize yetiyor. Bu durumda deniz suyu ile abdest alabilir miyiz?

Allah Resulü buyurdu ki: “Alabilirsiniz. Denizin suyu temiz, içinde yeni ölen balığı da helaldir.”

****

Kadınların mescidde özel vaaz günü isteği…

Ebu Said el Hudri anlatıyor:

Kadınlar, erkeklerden ayrı olarak bize bir gün tayin etseniz de biz de o gün gelip sorularımızı sorsak, bilmemiz gerekenleri öğrensek, dediler.

Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.s), hanımlar için özel bir gün tespit etti. O günde mescidde toplanarak istedikleri soruları sorup ihtiyaçlarını öğrenme imkânına kavuştular, bilgilerini çoğalttılar.

Malawi’den hizmet haberleri ve selam var!

Esselâmü aleyküm !

Muhterem ağabeylerimiz ve sevgili kardeşlerimiz.

Malawi’ de dershaneyi açtıktan sonra buradan ilk mektubumuz olacak. Malawi halkı, Allah’ın izniyle açılan dershanemizi safây-ı kalple kabul edip hırz-ı cân etti, hâzâ min fadli Rabbi. Önce Kurban faaliyetleri vesilesiyle tanıştığımız bazı cami heyetleriyle ve cemaat gruplarıyla dersler yaptık. Ve bu derslerimizin ve ziyaretlerimizin düzenli olacağını ifade ettik. Onlardan da; “bizim için gelseniz de olur, gelmeseniz de” gibi bir tavır bekledik. Evimize döndükten birkaç gün sonra telefonla arayıp hal-hatırımızı sordular. Tekrar ne zaman geleceksiniz, sizi gene bekliyoruz diye iştiyak izhar ettiler. Bu da bizim için şevke vesile oldu. Fakat memlekette petrol problemi bazen bu ziyaretlerimizi aksatmaya sebep olsa da, biz onlara kitapları kendilerinin okumalarını, ve zaman zaman bir araya gelip ders yapmalarını tavsiye ettik. Öyle yaptıklarını haber alıyoruz. Biz de imkan nisbetinde onlara iştirak ediyoruz.

BU KİTAPLAR BAŞKA KİTAPLARA BENZEMİYOR

Burada bize hizmetlerimizde yardımcı olan rehberimiz Abdülmecit Abiyle beraber 3 okulu ziyaret ettik. Türkiye’den getirdiğimiz kitaplarımızdan bahsettik. Öğrencilere İslam ve iman ile alakalı faydalı dersler verebileceğimizi ifade ettik. Okul idaresi güzel karşıladı, memnun oldu. Bir program dahilinde bu okullarda ders yapmaya başladık. Fakat buradaki halkın yaygın olarak kullandığı lisan Çeçova dili. Bizim mutlaka bu dilde de kitaplarımız olması ihtiyacını hissettik. Bize yaşlı mübarek bir şeyhi tavsiye ettiler. Başta Kur’an-ı Kerimi ve çok dini kitapları çeçova diline tercüme eden bu zata tercüme etmesi için Küçük Sözleri gönderdik. Ve bu kitabın tercümesini bitirdi. Telefonlarda bize ifadesi: “Ben bugüne kadar çok kitaplar tercüme ettim ama bu kitap başka kitaplara benzemiyor, beni çok etkiledi. İslamiyeti derinliklerimde hissettim. Gelin tanışalım, beraber hizmet edelim.

Üstadımızın 10. Lem’ada :”Bu hizmet-i kudsiyenin kerameti üç nevidir. Birinci nevi: O hizmeti ihzar etmek ve hadimlerini o hizmete sevketmek“, ifadelerini hatırladık, Cenab-ı Hak’ka şükrettik. Bu şeyhi daha sonra Türkiye’den gelen Abdullah ve Alparslan ağabeylerle beraber ziyaret ettik, tanıştık. Şimdide ihlas ve uhuvvet risalelerini tercümeye başladı.

80 KİŞİ MÜSLÜMAN OLMAK İSTİYOR

Bu arada kurban faaliyetlerinde tanıştığımız ve irtibat halinde olduğumuz bir cemaatten bir telefon aldık. Bir köyün yarısı, yani 80 kişi kadar bir grubun Müslüman olmak istediklerini, ne yapmak gerektiğini sordular. Bizde öncelikle oradaki şeyhlerle istişare edip Kur’an-ı Kerim ve manevi tefsiri olan Risale-i Nur okutmalarını ve bazı fıkhi bilgileri öğretmelerini tavsiye ettik. İçlerinden 30 kişiye de daha güzel istifade edebilecekleri başka bir şehirdeki şeyhin yanına 2 haftalık bir programa gönderdik. Önümüzdeki hafta bu kardeşlerimizin isim değiştirme merasimleri olacak Abdullah ve Alparslan ağabeylerle beraber yanlarına gideceğiz. Videoya çekip size de göndereceğiz. Koyacağımız ilk isim de MUHAMMED SAİD olacak İnşaallah.

Bu arada Abdülmecit Abiyle hapishane hizmeti başlatmakta arzu ediyoruz. Dua edin Cenab-ı Hak muvaffak etsin. Buranın hapishaneleri de Medrese-i Yusufiye olsun.

Kotakota şehrine derse gittiğimizde yeni bir cemaatle tanıştık. Cemaatin ismi “ NUR CEMAATİ’ ymiş” . Fakat Nurlardan haberleri yok. Bizde Nur Cemaatiyiz dedik ve onlara Nurları verdik, dersler yaptık. Son derece memnun oldular ve bizi her zaman derse bekliyorlar.

CAMİLERDE YAPILAN DERSLER

Salima ve Kotakota şehirlerindeki derslerimizde en azından 20-30 kişi iştirak ediyor.Derslerimiz camilerde oluyor. Namaz kılıyoruz, gelen cemaatle tanışıyoruz. Şeyhler çeçova diline tercüme ediyor. Dersten sonra cemaate götürdüğümüz ikramları takdim ediyoruz. Ve onlarla okunan ders hususunda sohbet ediyoruz. Ne anladıklarını soruyoruz.Aldığımız cevaplar bizi memnun ediyor. Ve diyoruz; bu kitapları Afrika’nın bu mütevazi insanları bile anladıktan sonra herkes anlar. Demek Risale-i Nurlar anlaşılabilir eserlermiş Elhamdülillah.

Buraya ilk geldiğimiz günlerde tanıştığımız bir hristiyan dostumuz vardı. Zaman zaman bizi arar yanımıza gelmek isterdi. Bizde Salima’ya derse giderken beraber gidelim dedik. 3 hristiyan beraber geldiler. Yolda biryerde mola verdik , bir şeyler yedik. Salima’ya varınca camide namaz için mecburmuyuz dediler. Biz dinimizde zorlama yok, siz bizim dostumuzsunuz. Girmesenizde dostluğumuz azalmaz dedik. İçlerinden birisi ben de girip sizin gibi ibadet etmek istiyorum ne yapmalıyım dedi. Bizde, sen bizi taklit edersin dedik. Dersten dönerken, dininizi bana da öğretirmisiniz diye tekrar tekrar söyledi. Cenab-ı Hak inşallah hidayet nasip eder, islamiyetle müşerref olur, dua edin.

Burada çalışan Türklerle de Perşembe akşamları ders yapıyoruz.

MÜSLÜMANLAR KABA DEĞİLMİŞ

Dershanemizin bulunduğu sitenin tamamı hristiyan aileler. Yan komşumuz Koreden gelmiş bir misyoner. Dershanemize davet ettik, geldiler. Biz de İsa aleyhisselâmı peygamber olarak tanıdığımızı, en az sizin kadar sevdiğimizi v.s. bahsettik. Evden çok memnun ayrıldılar. Biz Müslümanların çok kaba insanlar olduklarını zannediyorduk, hiç de öyle değilmiş dediler. Daha sonra onlarda bizi akşam yemeğine davet ettiler, icabet ettik.

Hasıl-ı kelam burada insanlar Risale-i Nurlara ve imana çok muhtaç. İnşaallah Nurlar onlarında kalplerini NUR, gönüllerini NUR, yüzlerini NUR edecek, ülkeye bereket ve selamet getirecek diye ümit ve iman ediyoruz.

Umuma binler selam ediyoruz, dualarınızı bekliyoruz.

Esselâmü Aleyküm ve Rahmetullahi ve bereketühü

Malawi Nur talebeleri adına M.Salih Bayrakdar – Hasan Aras

15.02.2012

www.NurNet.Org

Ahirete İman

Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar kararıp döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde, kıyılmaz mallar bırakıldığında, vahşi hayvanlar bir araya toplandığında, denizler kaynatıldığında, ruhlar bedenlerle birleştirildiğinde, diri diri toprağa gömülen kızlara: ‘Hangi günahtan dolayı öldürüldünüz?’ denildiğinde, amel defterleri açıldığında, gök sıyrılıp açıldığında, cehennem kızıştırıldığında ve cennet yaklaştırıldığında herkes (hayır ve şerden) ne getirmiş olduğunu anlar. (Tekvir 1-14)

Kur’an’ın bu ve benzeri ayetlerinin sarahatiyle, bir gün gelecek ve bu âlemin kıyameti koparak başka bir âlemin kapısı açılacaktır. Bu, gözümüz önündeki şu âlemin vücudu kadar katidir.

“Ahirete İman” isimli bu eserimizde iman hakikatlerinden biri olan haşir, yani öldükten sonra dirilme ve mahşere çıkma, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilmektedir. Bu eserde anlatılan hakikatler o kadar kuvvetlidir ki en inatçı kâfiri dahi ilzam eder ve susturur.

Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri dava etse: “Şu saray veya şehir, tahrip edilip yeniden sağlam bir surette bina ve tamir edilecektir.” dese… Elbette, onun davasına karşı altı sual terettüp eder.

Birincisi: “Niçin tahrip edilecek? Sebep ve gerekçe var mıdır?” Eğer, “Evet, var.” diye ispat edilse bu sefer ikinci soru sorulur.

İkincisi: “Bunu tahrip edip tamir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?” Eğer, “Evet, yapabilir.” diye ispat edilse bu sefer üçüncü soru sorulur.

Üçüncüsü: “Bu sarayın veya şehrin tahribi mümkün müdür?” Eğer, “Evet, mümkündür.” diye ispat edilirse bu sefer dördüncü soru sorulur.

Dördüncüsü: “Mümkün olan bu tahrip gerçekleşecek ve vukua gelecek midir?” Eğer, “Evet, gerçekleşecektir.” diyerek vukuu ispat edilse iki sual daha ona varid olur ki:

Beşinci ve altıncı sualler: “Acaba şu acayip saray veya şehrin yeniden tamiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tamir edilecek midir?” Eğer, “Evet” denilerek bunlar da ispat edilse o vakit bu meselenin hiçbir cihette hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şüphe ve vesvese girebilsin.

İşte, bu temsil gibi:

·     Dünya sarayının ve şu kâinat şehrinin tahribi ve tamiri için gerekçeler olduğu,

·     Fail ve ustasının buna muktedir olduğu,

·     Tahribinin mümkün olduğu ve vaki olacağı,

·     Ve tamirinin de olası ve vuku bulacağı meseleleri ispat edilirse, artık bu mesele hakkında şüphe ve vesvese edilmez.

İşte eserimizde bu altı cihetin her biri, iki kere iki dört eder katiyetinde ispat edilecek ve ahiretin varlığı güneş gibi kati gösterilecektir.

Eserimizden hakkıyla istifade edebilmeniz için, ilk önce eserde takip ettiğimiz yolu ve metodu bilmeniz gerekir. “Ahirete İman” isimli eserimizde şöyle bir yol takip ettik:

Ahiretin varlığına dair delilleri başlıklar ve maddeler hâlinde inceledik. Her bir başlık müstakil olup tek başına ahiretin varlığını ispat etmeye kâfidir. Bütün başlıkların toplamındaki kuvvet ise asla karşı gelinemeyecek kuvvettedir.

Her bir delilde iki basamaklı bir yol ve bir tarz takip edilmiştir.

1. Basamak: Bu basamakta, kâinattaki fiillerden ve tecellilerden bahsedilmekte ve daha sonra fiilden faile, isimden müsemmaya, yani ismin sahibine ve sıfattan da mevsufa, yani sıfatın sahibine geçilmektedir.

Mesela birinci delilin birinci basamağında kâinatta gözüken saltanattan bahsedilecek ve bu saltanat delil yapılarak Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. İkinci delilin birinci basamağında ise kâinatta gözüken merhametten bahsedilecek ve bu merhamet delil yapılarak Rahim olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. Üçüncü delilin birinci basamağında ise kâinatta gözüken izzetten bahsedilecek ve bu izzet delil getirilerek Aziz olan Allah’ın varlığı ispat edilecektir. Diğer delillerde de aynı yol takip edilmektedir.

Demek 1. Basamakta, kâinatta tecelli eden fiillerden, isimlerden ve sıfatlardan bahsedilecek ve fiilden faile, isimden müsemmaya ve sıfattan da mevsufa geçilecektir. Zira fiiller failsiz, isimler müsemmasız ve sıfatlar mevsufsuz olamaz; bir iğnenin ustasız ve bir harfin kâtipsiz olamayacağı gibi…

Demek birinci basamakta aynı zamanda ispat-ı vücud da yapılmaktadır. Yani ahiretin varlığından önce Allah’ın varlığı ispat edilmektedir.

2. Basamak: 1. Basamakta fiil ve tecelli anlatılıp faile ve müsemmaya çıkıldıktan sonra, 2. Basamakta mezkûr ismin ahireti gerektirdiği ve mezkûr sıfatın ahireti iktiza ettiği ispat edilmektedir. Demek bu basamak, ahiretin varlığının ispat edildiği basamaktır.

Her bir delilde anlatılan meseleler âdeta üç zincir halkasından oluşmaktadır:

1- Kâinattaki tecelli.

2- Bu tecellide gözüken isimler ve sıfatlar.

3- Bu isimlerin ve sıfatların ahireti gerektirmesi.

Bu halkalar birbirine geçmiş olup tamamını koparamayan, bir halkaya ilişemez. Ya da başka bir ifadeyle, bir halkayı koparabilmek için tamamını parçalayabilmek gerekir. Mesele bir bütündür; bütünü çürütemeyen, parçaya ilişemez. Parçaya ilişebilmek için bütün çürütülmelidir.

Dolayısıyla diyebiliriz ki:

·     Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce faili ve müsemmayı yani Allah’ı inkâr edebilmek gerekir.

·     Allah’ı inkâr edebilmek için de kâinatta gözüken fiilleri ve isimleri inkâr edebilmek gerekir.

·     Kâinatta gözüken isim ve fiilleri inkâr edebilmek için ise bizzat kâinatın kendisini inkâr edebilmek lazımdır. Bu ise mümkün değildir.

·     Başka bir ifadeyle, kâinatı inkâr edemeyen, göz önündeki fiilleri inkâr edemez; fiili inkâr edemeyen, faili inkâr edemez; faili inkâr edemeyen de o fiilde gözüken, faile ait ismin ahireti gerektirmesini inkâr edemez.

Sözün özü: Her bir başlıkta öyle bir yol takip edilmiştir ki, ahireti inkâr edebilmek için şu göz önündeki âlemi inkâr etmek ve akıldan istifa etmek gerekecektir. İşte bu eserde ahiretin varlığı bu kadar net bir şekilde ispat edilecektir.

“Ahirete İman” isimli eserimiz hazırlanırken Bediüzzaman Hazretleri’nin “10. Söz” namıyla maruf “Haşir Risalesi” kaynak eser olarak kullanılmıştır. Eserimizde anlatılan bütün hakikatler, Bediüzzaman Hazretleri’nin mezkûr eserinden iktibas edilmiştir.

Bu eserle amacımız:

·     Ahirete iman hakikati hususunda imanlarımızı taklitten tahkike çıkarmak,

·     Ahiret hakkında şüphesi olanları şüpheden kurtarmak,

·     Ahireti inkâr edenlerin imana girmelerine bir vesile olmak,

·     Ahiret hakkında kâfirler ile mücadeleye girmek zorunda kalanlara bir rehber olmak,

·      Ve bu vesileler ile Cenab-ı Mevla’nın rızasını kazanmaktır.

Tevfik ve inayet Allah’tandır!

Kaynak: Ahireteiman.com

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version