Kutlu Doğum sahibinden ‘mal senin, borç benim’ örneği!

O, hayatı boyunca hep yoksulu, zayıfı, kimsesizi kollamış, bu uğurda verdiği fedakârlık örnekleri de muhteşem bir misal olarak tarihin şeref levhalarına geçmiştir.

Nitekim yardım edemediği yoksulun borcunu üzerine alma gibi hiçbir yöneticide görülmeyen emsalsiz bir muhteşem örneği de siyere böyle geçmiştir. Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle hazırladığımız ‘Peygamberimizle Yaşamak’ kitabından arz ediyorum bu tarihî ‘mal senin, borç benim’ sünnetini.

O’nun ideali insanlığa hizmet etmekti. Yoksa insanlığı kendisine hizmet ettirmek değildi. O sebeple eline geçeni yemez yedirir, içmez içirir, yönettiği insanların mutluluğuyla mutlu olur, üzüntüsüyle de üzülürdü.

‘Müslümanların derdiyle dertlenemeyen bizden değildir!’ sözünü de O söylemişti.

Nitekim bir müddetten beri biriktirdiği imkânını yine dağıtmak istiyordu miskin derecesindeki yoksullara. Çevresine münadiler göndermiş, sesleniyorlardı Medine sokaklarında miskin derecesindeki yoksullara:

-Resulüllah, mescidinde miskinleri beklemektedir. Acil ihtiyaç içinde olanlar gelip hisselerine düşeni alsınlar!..

Az sonra mescidin önünde en alt derecedeki yoksullar toplanmış, kasıp kavuran ihtiyaçlarını bir ölçüde karşılayacak imkâna kavuşacak olmanın sevincini yaşıyorlardı.

Nitekim düşündükleri gibi de oldu. Efendimiz gelenleri şöyle bir gözden geçirdikten sonra elindeki mevcudu da hesap ederek önünden geçenlere hisselerini verirken şefkat dolu tebessümlerle mutluluğunu açıkça belli ediyordu. Mutluydu. Çünkü en büyük sevincini yoksula yardım ederken duyuyordu. İşte o anda da ihtiyaç sahiplerinin sıkıntılarını gideriyordu. Nihayet elindeki imkân bitti, mevcut ihtiyaç sahiplerine de yetti. Demek ki hesap iyi yapılmıştı.

Ne var ki çok geçmeden koşar adımla uzaktan gelen bir bedevi görüldü. Adam ufkuna doğru bakarak gelirken nefes nefese söyleniyordu:

-Yardım dağıttığınızı duydum, onun için koştum, ama yine de yetişemedim. Zaten ben hep böyle şanssızın biriyim. Şefkat ve merhamet menbaı sordu:

-İhtiyacın çok mu fazlaydı?

Saymaya başladı ihtiyaçlarını. Hepsi de zaruri ihtiyaçtı. Ama Resulüllah’ın da imkânı bitmiş, elinde avucunda olanı tümüyle vermiş, tek dirhemi bile kalmamıştı. Efendimiz dikkatle baktı yoksul adamın üzgün yüzüne. Sonra beklenmeyen açıklamasını yaptı:

-Üzülme, ihtiyaçlarını yine alacaksın, hem de hiçbirini eksik bırakmadan!

– Nasıl olacak bu diyerek heyecanlandı yoksul adam. Efendimiz kelimelere basarak konuştu:

-Şimdi buradan dükkânların bulunduğu yere doğru yürü, ihtiyaçlarını nerelerde bulursan al, satıcılara da de ki:

– Mal benim, borç Resulüllah’ındır! Ödemeyi Resulüllah yapacaktır.

Adam önce şaşırdı. Sonra Efendimiz’in ısrarı karşısında toparlanarak sevinçle çarşının yolunu tuttu. Alacaklarının hesabını yaparak sevinçle gidiyordu..

Olayın şahidi olan Hazreti Ömer, fedakârlığın bu kadarını fazla buldu. Düşüncesini dile getirmekten kendini alamayarak dedi ki:

-Ya Resulallah! Sen gücünün yettiğiyle mükellefsin. Elinde olanı tümüyle verdin, geriye bir şey kalmadı, neden bu sefer de yardım edemediğin yoksulun borçlarını yükleniyorsun? Bu kadarı da fazla değil mi?.

Bu sözlerden hiç de memnun olmayan Resulüllah’ın yüzündeki tebessümün kaybolduğu görüldü. Halbuki o ana kadar çok mutluydu. Sanki güller açmıştı mübarek yüzünde. Tebessümü hiç eksik olmuyordu. Yoksula yardım etmenin tarif edilemez mutluluğunu yaşıyordu. Bunun üzerine oradaki masum bakışlı bir sahabe söze karıştı:

-Ya Resulallah, dedi, Sen Ömer’e bakma! Ver, ver, arşın sahibi Allah Sana yine verir, Seni boş bırakmaz!.

Bu sırada ‘ver ver’ sözünden o kadar memnun oldu ki, tebessümü tekrar yüzünde belirdi.

Verme konusundaki ölçüsünü de şöyle dile getirdi:

-Hiçbir şeyi olmayan, çorbasının suyunu çoğaltsın, onu da bulamayanların imdadına bir tas sulu çorba ile koşsun, yine yoksullara ilgisiz kalmasın!

1441. Kutlu Doğum yıldönümünde bu muhteşem olayı bir daha hatırlayarak diyoruz ki:

-Fa’tebirû ya ülil ebsar! (Düşünün ey basiret sahipleri!)

Yarın: Cömertle cimrinin farkları!

Ahmed Şahin / Zaman

Sergey Michailof kadar samimi ve yürekli olamayacak mıyız?

Sergey bir Rus genci… Yaşı 28 civarlarında. Aslen Moskova’nın güneyinde tarihi bir şehir olan Serpukhov’dan Sergey. Moskova’da bir yandan sosyoloji doktorası diğer taraftan polis olarak görev yaparken, Risale-i Nurla tanışır. Onun aşkıyla yanıp tutuşur. Gündelik ve sıradan değildir bu aşk. Ya da ara sıra yanıp tutuşup sonra sönen… Damlasını içtiği okyanusu bulmalıdır ve o ummana dalmalıdır. Bu niyetle beraber, başta içindeki nefis ve şeytanı sonra çevresiyle başlar mücadeleye.

Leyla’nın Mecnu’nu diyar diyar dolaştırdığı gibi Risale-i Nur da Sergey’i peşine takar ve deryanın kaynağına çeker. Evet, Sergey Türkiye’ye gelmeli, Türkçe öğrenmeli, zemzemi kaynağından yudumlamalıdır…

***

Telefonum-olmadık saatlerde- çalınca arayan genellikle Behram’dır. Behram hayatını nur hizmetine adamış bir nur mücahidi… Gecesi gündüzü hep hizmet içerisinde birbirine karışık olduğundan aklına gelen her müşkilde günün hangi vakti olursa olsun telefon etmekten çekinmez… Yine böyle telefonlardan birinde Rusya’dan gençlerin geldiğini söyleyerek ona Türkçe öğretmek için beni dershaneye davet etti.

Davete icabet edip dershaneye geldiğimde Risale-i Nur okuyarak hidayete eren Rus gençlerinin Türkçe öğrenmek gayesi ile Erzurum’a geldiklerini gördüm. Sergey (Selehaddin), Roman (Ramazan), Andrei (Ali), Petry (İslam), Yevgeny, (Cebrail) ve daha başkaları… Karşımda müthiş bir tablo duruyordu. 80’li yıllarda daha küçük bir çocuk iken babamın omuzlarında katıldığım Afgan mitinglerinde “Komünistler Moskova’ya!!!” şeklinde attığım sloganlar beynimde çok derin izler bırakmıştı. Kaderin sevki değişmiş, Moskova’dan “Komünistler” yerine “Nurcular” geliyordu, hem de Risale-i Nur’u orijinal dilinden öğrenmek ve onun hizmet modelini anlamak, kavramak, yaşamak, yaşatmak için…

Bu gençlerle yaklaşık üç aylık bir beraberliğimiz oldu. Çalışma ve azimleri, gayretleri, takvaları kısaca her hal ve hareketleri, İnsaniyet-i Kübra olan İslamiyet’in somut örnekleriydi. Mescidin arka tarafında, onların o adeta melekiyet kesb etmiş bir şekilde namaz kılmalarını, içime akıttığım göz yaşları içinde seyrederdim. Ve hemen hepsi çok kısa bir sürede Türkçe öğrenerek nurları asli formatında okuyup anlamaya başladılar…

Evet, cennet ucuz değildi. İngiliz ve Alman kadar serveti ve kuvveti yanında aklı da olan herkes, o davayı kazanmak için bütününü sarf etmeliydi. Bu gençler bu idealin en güzel temsiliydiler…

Şimdi bu güzel tabloları zihnimizin bir köşesinde, tekrar kullanmak üzere mahfuz bırakarak bir diğer tabloya geçelim.

***

Ara ara nükseden sara nöbetleri gibi “sadeleştirme” furyası yeniden nur hizmetinin gündemine otur(tul)muş durumda…

Bu konuda başta “vâris” vasfını taşıyan saf-ı evvel abiler olmak üzere, Nur hizmetine gönül vermiş hemen her akl-ı selim ve zevk-i selim sahibinin ifadesiyle, üstadın bile “parmak karıştırmadığı” bir metinde hiçbir kişisel tasarruf asla söz konusu olamayacağı aşikâr. Zira eserin muhterem müellifinin ifadesiyle yapılacak olan sadece ve sadece “Sözlerin şerhleri, izahları ve tanzimleridir.” Hal böyle iken ve nurların maddi manevi vârisleri hayatta iken onların tamamen hilafına olarak yapılan “sadeleştirme” hareketleri, hangi “makuliyet” hangi “konuma saygı”, hangi “meşveret” prensibiyle açıklanabilir?

Aslında “sadeleştirme”nin bir anlamda “tahrifat” olacağı ve bu işin manevi sorumluluğunun hem dünyada hem ahirette “faillerinin” başına “bela” olacağı birçok yazar tarafından gerek nakli bilgi gerekse ilmi izahlarla ispat edildi. Bu vadide daha fazla söz söylemenin “gereksiz” olacağını sözün “kararının” insana söyleneceği prensibinden yola çıkarak, birkaç meseleye vurgu yapmak isterim.

Erbab-ı ilimin tasdik edeceği üzere bilimde silsile ve tertip esastır. Kolaydan zora, somuttan soyuta, bilinenden bilinmeyene doğru bir sıra takip edilir. Hiçbir zaman ileri ve üst düzey konular “basitleştirme, sadeleştirme” mantığıyla ele alınmaz… Mesela medreseye yeni başlayan bir talebe için Şerh-i Mevâkıf ve Mekâsıd gibi ileri seviye kitaplar, “sadeleştirilsin”, “basite indirgensin” diye bir yol asla takip edilmez. Talebe sarf ve nahvin kaidelerini okur, zamanla bir gelişim seyri içinde, bu yüce bilimlerin seviyesine ulaşır. Burada gaye, ilmin seviyesini düşürmek değil talebenin seviyesini yüceltmektir… Bu durum dünyevi ya da uhrevi tüm ilim-bilim dalları için genel geçer bir kaidedir.

Bu durumda hakikat ilmi olan Risale-i Nur için de aynı mantık geçerlidir. Yani bizim okuma, anlama, tefekkür etme, tefeyyüz etme seviyemizi artırmamız gerekir. Yoksa o yüksek hakikatleri basite indirgemeye çalışmak “sadeleştirmek” işi “sulandırmanın ve tahrifatın” ötesinde hiçbir şeye yaramaz.

Bir diğer mesele ise, gerçek muhibleri ve hakiki okurları tarafından malumdur ki, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da oluşturduğu kendine mahsus kelime ve kavram dünyası vardır. Üstad çok yerde kelime ve kavramları, mevcut sözlük karşılığı ile değil kendisinin ona yüklediği özel anlamlarla zenginleştirir ve tamamen orijinal bir kavram dünyası oluşturur… Bu kelime ve kavramlarla oluşturduğu tamamen orijinal düşünce ve tefekkür dünyası içerisinde okurlarını bir üst bilinç düzeyine taşıma gayreti amaçlar.

Mesela şu cümleye bir bakalım: “Celal vahidiyetin tecellisinden, cemal dahi ehadiyetin tecellisinden zahir olur. Bazan da cemal, celalden tecelli eder. Evet cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir.’’

Faraza kendinizi çok zorlayıp “abesle iştigal” ederek buradaki kelime ve kavramların yerine Türkçe karşılık bulduğunuzu/uydurduğunuzu varsayalım. Peki zevk-i selime hitap eden ve metnin “ruhu hükmünde olan” edebi/manevi yönünü nasıl ifade edeceksiniz? Ahengi nasıl sağlayacaksınız? Armoniyi nasıl oluşturacaksınız? Geometriyi nasıl temin edeceksiniz? Kısaca tüm bu aldıklarınızın/çaldıklarınızın yerine ‘NE’ koyacaksınız? Yerine ne koyacağınızı bilmiyorum ama en azından dilinize pelesenk ettiğiniz “konuma saygı” gereği bunun adını “sade ya da kaymaklı- Risale-i Nur” koymayın… Allah rızası için…

Pek tabi, metinden çaldıklarınız bununla da sınırlı kalmayacak. Genellikle usta-çırak ilişkisiyle öğrenilen, “bilenlerin” izah ettiği, akabinde “cemaatle” çayların içilip mütalaa ile tefekkür ve tezekkürlerin yapıldığı ortamları da yavaş yavaş kaldırma sürecine gireceksiniz. Hâlbuki “Risale-i nur sohbetleri” geçmişte “mesnevi-hanların”, “gazel-hanların” topluca bir araya geldiği ve her tür faydalı sosyal öğrenmelerin sağlandığı nurani meclislerdir. “sadeleştirme yoluyla” yapılacak olan sulandırmalar sonucunda bu meclislerin de önü kapanmış olacaktır.

Özetle, “Uslub-ı beyan ayniyle insandır.” Risale-i nur Bediüzzüman’ca ve semavi bir üsluba sahiptir. Kör inatla “halen daha sadeleştirmeye devam edenler ya da edecekler olanlar, yeni oluşan metnin adını “Risale-i Nur” koymamalı ve yazarı kısmına “Said Nursi” yazmamalılar… Bu tavır, belki işledikleri cinayetin dozunu bir miktar düşürebilir…

Bir diğer mesele ise, Nurlar’ın sadece akla hitap etmediği gerçeğidir. Üstadın ifadesiyle: “Hem iman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlimle gelen mesâil-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır.” Şu durumda, hazırlanan “sadeleştirilmiş metin” hangi manevi duygumuza ve nasıl hitap edecektir?

Üstad bugün hayatta olsa acaba sadeleştirme failleri bu kadar rahat davranabilir miydi? Yoksa yiyecekleri “zılgıt”ın korkusuyla en azından bir “istişare” mekanizmasına başvururlar mıydı? Unutulmamalı ki o hayatta olmasa da vârisleri onun namına iş görmektedir. Onun verasetine tecavüz Hukukullaha dokunabilir. Bu durumda asla göz ardı edilmemelidir.

Evet, Goethe’nin Hafız Divanı’nı aslından okumak için Farsça öğrendiği söylenir. Ve bu ilhamla West-östlicher diwan’ı yazmıştır. Yine benzer şekilde Thomas Mann, Yusuf ile Kardeşleri adlı romanı yazarken Farsça öğrendiği anlatılır.

Yine, Doğulu-Batılı birçok kimsenin Kur’an’ı nazil olduğu Arapçadan öğrenmek için Arapça öğrendiği bilinen bir gerçektir… Ve yazının başında belirttiğim, Selehaddinler, İslamlar, Ramazanlar… Bu davanın en sadık şahitleridir…

 

Dr.  Halim ULAŞ

 ahalimulas@hotmail.com

Elhamdülillah (Şiir)

Kalbimde fikir Elhamdülillah
Dilimde zikir Elhamdülillah
Ben mümin doğdum mümin yaşarım
Sana çok şükür Elhamdülillah

Mümin olarak bizi yarattın
İman aşkını bizlere tattın
Müslümanlarla bizi yaşattın
Sana çok şükür Elhamdülillah

Gözlerimde nur kalbimde iman
Gönlümde sürur elimde kur’an
İçimde huzur mevcuttur her an
Sana çok şükür Elhamdülillah

Tanyeri der ki: Kulun kölenim
Senin yolunda canım verenim
Sana fedadır ruhum, bedenim
Sana çok şükür Elhamdülillah

Ahmet Tanyeri

12.05.1998 – Salı

www.NurNet.org

Görmez: Said Nursi’nin hutbesinde müjde ve ümit var

Risale Akademi ve Akademik Araştırmalar Vakfı (AKAV), tarafından düzenlenen “Hutbe-i Şamiye Ekseninde, İslam Birliği ve Küresel Barış” konferansına katılan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Said Nursi’nin Hutbe-i Şamiye hutbesinin bugünün genç alimlerine çok büyük bir örnek olduğunu söyledi.

Mevlid kandilinde mahkumlarla birlikteydim. Onlara anlattığım Hadis-i Şerif’i tekrar hatırlatmak istiyorum. “Kardeşlerimle buluşmayı çok özlüyorum” diyor Efendimiz (asm). Sahabeler sordular, “Ya Resulallah, biz senin kardeşlerin değil miyiz.” Efendimiz, “siz benim ashabımsınız, benim asıl kardeşlerim beni görmeden iman edenlerdir” buyuruyor. İşte bunu bir duaya dönüştürmek istiyorum. Yüce Rabbimiz hepimizi Efendimize kardeş olma liyakatını kesbetmeyi nasip etsin.

Bu yılki Kutlu doğumda kardeşlik konusunun işleneceğini hatırlatan Görmez, Hutbe-i Şamiye ve İslam Birliği konferansında da bu manaya yoğunlaşılacağını söyledi.

Görmez, sözlerini şöyle sürdürdü:

Hazreti Üstadın ‘baki hakikatleri fani şahsiyetler üzerine bina etmeyin’ ilkesine uygun olarak, bir akademsiyen olarak bu toplantıya katılmaktan büyük bir mutluluk duydum. Hutbe-i Şamiye’nin dua hazinemize kattığı çok büyük bir dua var. O dua ile konuşmayı sürdürmek istiyorum. Bizim dua hazinemizde olmayan dualar. Yaşasın sıdk, doğruluk. Ölsün, gebersin yeis, ümitsizlik. Muhabbet daim olsun. Şura hep güçlü ve kuvetli olsun. Levm ve itab, nefret heva ve hesvelere tabi olanlara olsun. Selam da hidayete tabi olanlara olsun.

“Gerçekten bu topraklardan yetişmiş 35 yaşında genç bir alimin 100 sene önce Şam camiine giderek 100 alimin huzurunda, 10 bin insan huzurunda bir hutbe irad etmesi başlı başına büyük bir hadise. Bugünün genç alimlerine çok büyük bir örnek. Asıl büyüklük 35 yaşında genç bir alimin irad ettiği hutbe değil. Asıl büyüklük aradan 100 sene geçtikten sonra her satırının, her bir kelimenin ehemmiyetinden hiç bir şey kaybetmiş olmamasıdır.”

“Hutbe-i Şamiye metniyle ilk tanışmam Arapçayı öğrenip öğrenmediğini tesbit etmek, tercüme etmem istendiği için başladı. Vüsatimin fevkinde bir metin olduğu için nasıl uğraştığımı hatırlıyorum. Bana bunu veren hocam Arapça ile ilgili değil de burada geçen kelimelerle tanışmamı istediğini biraz geç de olsa öğrendim.”

“Bizim medeniyetimiz söz medeniyetidir. Sözü yeniden yüceltmek lazım. Bizim tarihlerimizde zor dönemlerde yapılmış çok önemli konuşmalar vardır. Başta Peygamberimiz Efendimizle başlayan veda hutbesi var. Selahattin Eyyubi’nin Kudüs’e girdikten sonra irad ettiği hutbe çok önemlidir. Bütün bu hutbeler serisi içinde Hutbe-i Şamiye de çok önemlidir.”

“Kütüphanelerimize girdiğiniz zaman, 100 yıllık kütüphanelerimiz içerisinde genelde bir kompleks vardır. Onlar bizi şöyle sömürdüler şunu yaptılar, bunu yaptılar şikayetleri vardı. Bizde aramaktansa hariçten aramak çok büyük kolaycılık. Hutbe-i Şamiye’de yüksek bir özgüven, ümit vardır. Hazreti Üstad umutla, müjdeyle yüksek bir özgüvenle başlıyor. Çareyi içerden anlatıyor.”

İbrahim Mert / Risale Haber

Irak’tan Selam Var…

İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nın her hafta mutat olarak düzenlediği Perşembe Sohbeti, İstanbul’un maddi ve kesafetli havasının verdiği tesirle gabileşen ruhlara Kuranın manevi tefsiri Risale-i Nurdan ab-ı hayat sunmaya devam ediyor.

Geçen haftaki 29.01.2011 Perşembe Sohbetinde Risale-i Nur hizmetini daha yakın tanımak için Vakfımızı ziyaret eden ve sayıları on beşi bulan bulan Kuzey Irak’tan misafirlerimiz vardı. Misafirlerimiz bir hafta boyunca Risale eğitimi aldılar ve bu arada Orijinal Risalelerin bulunduğu sergi salonumuzu gezme imkanına sahip oldular. İhsan Kasım Salihi Ağabey ile her gün düzenli ders yapan Iraklılar fırsat buldukça da İstanbul’un tarihi yerlerini gezdiler.

Akşam yemeği 19.00 ile başlayan program Prof. Dr. Faris Kaya’nın yaptığı Risale-i Nur dersiyle devam etti. Dersten sonra misafirlerimiz Risale-i Nur Üstad ve hizmet hakkındaki intibalarını dile getirdiler. Gerek Risale-i Nurun ilmi derinliği ve kapsamlı tefekkür boyutu gerekse de hizmetteki uhuvvet ve muhabbet onları mest etmişti ki İsmail aldı bir Irak’lı aldığı feyiz ile hizmet ile alakalı yazdığı şiiri duygu yüklü ve coşkulu bir şekilde dile getirdi. Hislerin coştuğu bu dakikalarda Iraklı misafirlerimiz bizler için seçtikleri Arapça ve Kürtçe ilahileri okudular. Memnuniyetleri gözlerindeki parıltılardan okunan misafirlerimiz vakfımıza Mehmet Fırıncı Ağabey adına Ali Katıöz’e çiçek takdim ettiler. Son dakikasına kadar pür dikkat takip edilen program küçük kardeşimizin muhteşem sesinden dinlenilen Kuran tilaveti ile son buldu.

Kaynak: iikv

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version