Risale-i Nur Tefsir Ötesidir

Tefsir, teknik bir deyim. Ayetleri önünüze koyarsınız, öncesi ile sonrasıyla nasıl bir irtibatı olduğunu, ne demeye geldiğini, nasıl indirildiğini vs. anlatırsınız. Bu konuda, Risale-i Nur müellifi zaten bir çalışma yapmıştır. Hem de savaş sırasında, hem de at sırtında, hem de ana dilinde de değil, bir tefsirin olması gereken dilde, kendi dilinin yatağında “Arapça”, hem de hiç emsali olmayan bir duyarlılıkla ve tutarlılıkla…

Söz konusu tefsir, İşarât’ül İ’caz,  Bakara Sûresi’nin 32. ayetinin eşiğinde durmuştur. Bilahare Türkçe’ye de çevrilmiş, Arapçası da daha sade bir Arapça’yla yeniden aktarılmıştır. Yani, Said Nursî, bildiğimiz anlamda “teknik tefsir” yazamayacak biri değildir.

Peki ama Risale-i Nur nedir? Doğru, üstad da bizzat “tefsir”dir diyor ama. Bence bu Risale-i Nur’u en azından beklenen, bilinen, sevilen tefsir geleneğinin içinde de bir yeri olduğuna dair bir hatırlatmadan ibarettir.

Risale-i Nur “tefsir” değildir, “tefsir ötesi”dir… (Bu cümleyi, taassuptan azade söylediğimi gayet iyi biliyorum; Said Nursî takıntım da yok; öyle ki başka bir isim daha Risale-i Nur adı altında yeni metinler yazsaydı, seve seve okurdum. Bir fart-ı muhabbet de değildir bu; çünkü Said Nursî’ye dair değil eserine dair yazıyorum. Ancak, Nur talebeleri olarak bizi eleştirenlerin de hiç olmazsa bakışlarını anlayışla karşılamak gerek. Risale-i Nur, Kur’ân’ı yaşamak içindir, vahyin diri nefesini solumak için okunur. Risale, Risale okumak için okunmaz. Bu yüzden, Nur talebeleri de en az bir başkası kadar okudukların tekrarlayan, okuduklarını okumaya çağıran değil, okuduklarıyla Kur’ânla tanışan, yaşıyan ve Kur’ân’a Risale üzerinden muhatap olma heyecanını taşıran, taşıyan biri olana kadar bu iğneleyici eleştirileri hak vermesek de, anlayışla karşılamak zorundayız.) 

Risale-i Nur’un Kur’ân’la irtibatı “bilgi”sel/”informatik” değildir. Yani dışarıdan bakmaz vahye. Ayeti çerçevelenmiş bir nesne olarak önümüze koymaz. Bu tür bir bakışın, bizim meslekteki (tıp) karşılığı “in vitro” yani canlı dokuya tüpte bakmaktır. Oysa, asıl doku kendi ortamında tanınır; yani “in vivo” olarak.  Risale-i Nur bizi Kur’an’a muhatap ederken, “vahyin içine” koyar. Ayetin nabzını dışarıdan tutturmaz bize, bizi ayetin kalbinde tutar, odacıklarına sokar, varlığımızı ayetin nabzı eyler. Çerçevelemez ayeti, bizi, aklımızı, düşünme biçimimizi ayetin tablosu içine koyar.

O yüzden kışkırtıcı bir soru sorarım özellikle kendi meslektaşlarıma (ve tabii diğerlerine de): “Sen hiç kan gördün mü?” Cevap pat diye gelir; “Evet!” Oysa, görmemişlerdir, göremezler de, göremeyecekler de. Şimdiye kadar gördükleri kan hep “tüp içinde” oldu, hep “damar dışı”na akmıştı. Tüp içindeki kan,

(1) ölüdür ya da ölmek üzeredir,

(2) hareket etmez, tortulaşmak üzeredir,

(3) kalbe uğrayamaz, tüp içinde hapistir,

(4) soğuktur ya da soğumak üzeredir,

(5) basıncı yoktur; donup kalmıştır,

(6) pıhtılaşmıştır ya da pıhtılaşmak üzeredir; akışını kaybetmiştir,

(7) az sonra katısı sıvısından ayrışacak çökelecektir; rengini kaybetmiştir ya da kaybedecektir. Oysa damardaki kan,

(1) canlıdır hem de her damlasında binlerce can vardır,

(2) hareketlidir, hem de her noktasında binlerce hücrenin sürekli ve anlamlı bir dansı vardır,

(3) kalbe uğrar, nefes alır, nefes verir, canla irtibatı sürmektedir, canlıdır, canlandırır da,

(4) sımsıcaktır; her dokunduğu yere “bahar” gelir, vardığı her hücrede can tazelenir,

(5) basıncı vardır, ne az ne fazla.. hep dengede hep ahenk içindedir,

(6) akışkandır; pıhtılaşmayacak kadar seyreltik (diluted) damar dışına çıkmayacak kadar da kıvamlı (concentrated) akar her anda her mekanda,

(8) rengi hep tazedir, hep canlıdır, kan kırmızı bir dirilik içindedir..

Peki, bunca tıbbî ders ne anlama geliyor? Kur’ân ayetleri “damar içi kan” gibi canlı, hareketli, kalbe dokunan, neşeli bir akışkanlık içinde, sımsıcak temaslar sunan, akleden kalbi iten bir basınçla kıpırdayan, asla donmayacak, hiç pıhtılaşmamış,  kıpkırmızı kan renginde bir tecelligâhtır.

İşte Risale-i Nur bizi vahiyle tanıştırırken tüpe koymaz ayeti, bizi damar içine sokar…

O “kan kırmızısı” kapakların içinde sürekli bir hayat ırmağı akar, bizi de içine katar. 

Dipnot:  Ne garip ki, Üstad, “tefsir” olarak yazdığı İşârat’ül İ’caz’ın en son sayfasındaki son ayetin tefsiri için Risale-i Nur’un yazdırıldığını fark eder. Yani, milyonlarca Nur talebesi onlarca yıldır milyonlarca sayfalık dersleri sırf Bakara’nın 32. ayetini anlamak için okuyorlar… O ayet de ne diyor? “Subhansın Sen Allah’ım, biz bilmeyiz…”  “Tefsir” “bilmek” içindir; “bildirmek” için okunur; ama biz Risale-i Nur’u “biz bilmeyiz” demek için okuyoruz… “Bilmediğini bilmek” gibi eşsiz bir edep elbisesini giyebilmek ümidiyle bu dergâhın rahlesine diz çöküyoruz.

Senai DEMİRCİ

 

Çocuk Terbiyesinde Anne

Çocuk terbiyesi, anne ve babanın en başta gelen vazîfelerindendir. Çocuklarını güzel terbiye eden milletler, huzûrun ve medeniyetin zirvesine ulaşırlar.

İslâm’ın yaşandığı bir âile içinde büyüyen çocuğun istîdâdları, îmân istikâmetinde gelişip olgunlaşır. Âilede verilen terbiye kalıcıdır. İnsanlık târihi boyunca âile terbiyesi üzerinde önemle durulmuştur. Çocukların dünyâ ve âhıret saâdetini kazanmaları için en büyük gayret, sâliha hanımlara düşmektedir.

Çocuk, ilk ana terbiyeyi âile ocağında, anneden alır. Anne, tabiî olarak vaktinin çoğunu ev içinde çocuklarının bakımı ve terbiyesi ile geçirir.

Çocuk, dünyâya geldiği günden itibaren annesinin gönlünde ve kucağındadır. Aslında çocuk, her hususta annesinden bir parçadır. Anne, doğuncaya kadar karnında taşıdığı yavrusunu, bu sefer ölünceye kadar gönlünde taşır.

Dînimizde çocuk terbiyesinin temeli, İslâm’a uygun bir nikâha dayanır. Zîrâ nikâhsız olarak doğan bir çocuk, veled-i zinâ olur.

Çocuk terbiyesinde dikkat edilecek diğer mühim esas da, “helâl lokma“dır. Anne, bu konuda çok dikkatli ve titiz olmalı, haram ve şüpheli lokmalardan kaçınmalıdır. Çünkü yavrusunun maddî ve mânevî yapısı bu lokmalardan oluşmaktadır. Bu suretle doğacak çocuk, anne ve babasına saygılı ve itâatkâr, dînine ve milletine hizmetkâr olur. Bunların hepsi, rızkın ve gıdânın helâl ve temiz olmasının bereketiyle meydana gelir.

Hâmilelik döneminde de anne, kendilerine hürmet ve muhabbet duyduğu kimseleri tefekkür etmeli ve onları dâimâ hatırlamalıdır. Bu da, cenînin zihinde yer eden bu şahıslara benzemesine sebebiyet verir. İnsan tabîatının bu hususdaki kabiliyeti, herkesin bildiği ve tıbbın da kabul ettiği bir gerçektir.

Ebenin dindâr olması, hiç olmazsa çocuğu alırken “besmele” çekmesi gerekir. Doğumdan kurtulan anneye de, “geçmiş olsun!” demeli ve bir çocuk dünyâya getirdiği için onu tebrik etmelidir. Zîrâ çocuğu olanı tebrik etmek müstehabdır.
Dünyâya gelen çocuğun, önce sağ kulağına ezân, sol kulağına da kamet okumalıdır. Böylece çocuğa, ilk İslâmî telkîn ve dâvet yapılmış olur. Kalbi de, ezânın derin tesirinden bir hisse alır. Nitekim bu dünyâdan ayrılırken de, insana kelime-i tevhîd telkîn edilir.

Hz. Fâtımâ (r. anhâ), Hz. Hasan’ı dünyâya getirdiğinde Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, O’nun kulağına ezân okumuşlardır.

Ayrıca, yeni doğan çocuğun damağına tatlı bir şey sürmek müstahabdır. Buna “tahnik” denir. Tahnik, hurmayı ağızda iyice çiğnedikten sonra onu çocuğun ağzına dokundurmaktır. Hurma bulunmadığında, herhangi bir tatlı gıdâ da olabilir.

Ashâb-ı kirâmdan Ebû Mûsâ (r.a.) anlatıyor:

Bir oğlan çocuğum dünyâya geldi. Onu alıp Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e götürdüm. Çocuğun adını İbrâhîm koydu. Sonra da ağzına hurma alıp iyice çiğneyerek çocuğumun ağzına sürdü. Ve bereket ile duâ ederek çocuğu tekrar bana verdi.

Dünyâya gelen çocuğa yapılacak ilk iyilik ve ikrâm, ona güzel isim vermektir. Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

Kıyâmet gününde siz, kendi isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız. O halde isimlerinizi güzelleştiriniz..”

Konacak isimler hakkında da hadîs-i şerîfde şöyle buyurulur:

Peygamberlerin isimleriyle isimleniniz. İsimlerin Allâh’a en sevimlisi, Abdullâh ve Abdurrahmân’dır.

Çocuğun, yedinci günü adı konuldukdan sonra saçları kesilip ağırlığınca altın veya gümüş sadaka olarak verilir. Nitekim Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, Hz. Hasan’ı dünyâya getirdiği zaman Hz. Fâtımâ (r. anhâ)’ya şöyle buyurmuştur:

Yâ Fâtımâ, çocuğun başını tıraş et ve ağırlığı kadar da gümüşü sadaka olarak ver.

Akîka kurbanı da, çocuğun doğduğu günden bülûğa ereceği güne kadar kesilebilir. Fakat, yedinci günü kesilmesi daha fazîletlidir. Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, akîkanın durumunu soran Ümm-i Kürz’e şu cevâbı vermiştir:

Oğlan çocuğunda iki, kız çocuğunda bir koyun (kesilir).

Diğer bir hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulur:

Her oğlan çocuğu akîka kurbanı ile rehindir. Akîka, çocuğun doğumunun yedinci günü kesilir. Adı konulur ve başı tıraş edilir.

Akîka, vâcib değil, müstehabdır. Normal kurban gibidir. Eti, derisi satılmaz. Kemikleri kırılmaz. Akîkanın etinden kesen de yiyebilir.

Akîka, çocuğu rehin olmaktan kurtarır. Zîrâ o, akîkasına karşılık bir rehindir. İmâm Ahmed b. Hanbel der ki:

Çocuk, ana-babasına şefâat etmekten alıkonulur, ancak akîka ile şefâat hakkı doğar.

Sünnet olmak, peygamberlerin yoludur. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyururlar:

Dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir: Sünnet olmak, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek.

Hz. Câbir (r.a.) da der ki:

“Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, torunları Hasan ve Hüseyin’e akîka kurbanı kesti. Yedinci günlerinde de onları sünnet ettirdi.”

Âile içerisinde gördüğü ve işittiği herşey, çocuğun hâfızasında bir model olarak yer alır. Çocuk, her gördüğüne dikkatle bakar, sonra da bu gördüklerini taklîd etmeye ve yapmaya çalışır. Her işittiğini de dikkatle dinler. Zamanla bu işittiklerini söylemeye gayret eder. Bu bakımdan anne ve babalar, her hususta yavrularına nümûne olmalıdırlar. Çocuğun îmânı, daha küçük yaşta iken âile ocağında istikamet kazanır. Eğitim konusundaki temel kaideye göre, anne ve babasının dîni üzere yetişir. Nitekim hadîs-i şerîfde:

Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Daha sonra ana-babası onu; yahûdî, hıristiyan veya mecûsî yaparlar.” buyurulur.

Çocuk konuşmaya başladığı zaman, ona söyletilecek ilk kelime, “Allâh” lafzı olmalıdır. Böylece, kalbe îmân tohumları ekilirken, çocuğun gönül ufku da zikrullâhın nûruyla aydınlanmaya başlar.

Çocuklara ilk cümle olarak da, îmân telkîn eden kelime-i tevhîdin öğretilmesinde ısrâr edilmelidir. Hadîs-i şerîfde:

Çocuklarınızı (n ağzını) ilk olarak sözü ile açınız. Ölüm ânında onlara yine sözünü telkîn ediniz.” buyurulur.

Ayrıca çocuklarımıza, küçük yaşlardan itibaren Kur’ân-ı Kerîm öğretmeliyiz. Böylece, çocukların sâf ve temiz gönülleri, Kur’ân-ı Kerîm’in feyzi ve nûruyla berraklaşır. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

Çocuklarınızı üç haslet üzerine yetiştiriniz: Peygamberinizin sevgisi, ehl-i beytinin sevgisi ve Kur’ân tilâveti..” buyurur.

Çocuklarımızın körpe dimağlarına; Allâh sevgisini, Peygamber (s.a.v.) sevgisini, ehl-i beytinin, ashâb-ı kirâmın, evliyâullâhın ve İslâm büyüklerinin sevgilerini aşılamalıyız. Çünkü bu sevgi ile çocuğun his ve duyguları harekete geçer, İslâmî şuûr ve hassasiyet kazanır. Güçlü ve örnek şahsiyetlere benzemeye çalışır.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, yedi yaşı, öğretim çağının başlangıcı olarak belirlemiştir. Çocuk yedi yaşına girdiği zaman, ona abdest almak ve namaz kılmak öğretilmeli; on yaşına girince namaza başlatılmalı, yalan söylemenin, haram yemenin kötülükleri anlatılmalıdır. Bu konuda hadîs-i şerîfde:

Çocuklarınıza yedi yaşından itibâren namaz kılmalarını emrediniz. On yaşına vardıklarında kılmazlarsa, hafifçe dövünüz. Ve (ayrıca) yataklarını ayırınız.” buyurulur.

Burada dövmekten maksad, korkutmak olup, bu cezâdan sonra çocukta bir düzelme görülürse, ona şefkatle ve güler bir yüzle yönelmelidir.

Anne ve baba, çocuğuna iyi bir arkadaş seçiminde yardımcı olmalı ve onu kötü arkadaşlarının zararlarından korumalıdır. Zîrâ kötü arkadaş, bütün kötülüklerin kaynağıdır.

Anne ve babaların mühim vazîfelerinden biri de, çocuklarını; temiz, düzenli ve disiplinli olarak yetiştirmek ve onlara daha küçük yaşlardan itibaren dînlerini, ahlâk ve âdâb-ı muâşeret kâidelerini öğretmektir.

Çocuklar, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere birer emâneti olup, sâf ve temiz kalpleri bir cevherdir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa ne ekilirse, onun meyvesi alınır.

Kur’ân-ı Kerîm’de:

Ey îmân edenler, kendinizi, evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz.” buyurulur.

Anne-babanın, evlâdlarını cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden korumasından daha önemlidir. Cehennem ateşinden korumak da, îmânı, farzları ve haramları öğretmekle, ibâdete alıştırmakla ve dinsiz ve ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur.

Evlâdına, Allâh Teâlâ’yı ve Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’i öğretmeyen, sevdirmeyen ana ve babalar, onların hem dünyâ, hem de âhiret katilleri sayılır.

Evlâdına dînini öğretmeyen ana-baba, dünyânın en merhametsiz insanlarıdır.

Çocuk üşümesin, uykusuz kalmasın, diye onu namaza kaldırmamak, cinâyetlerin en büyüğüdür. Bu iyilik değil, ona karşı en büyük kötülüktür.

Doktor, hastasına merhamet ettiği için, îcâbında onu bıçağın altına yatırır. Ve ameliyat eder. Doktorun gâyesi, bu ameliyatla onu sıhhatine kavuşturmak ve rahat ettirmektir.

Ana-baba, merhametli iseler, evlâdlarını seviyorlarsa, evvelâ dînlerini öğretirler, sonra da dünyâ ile alâkalı ilimleri.

Kaldı ki evlâdına karşı merhametli olmak demek, kendisine de merhamet etmek demektir. Çünkü ana ve baba da, çocuklarına dînini öğretmedikleri için yanacaklardır. Yâni çocuğuna İslâmiyet’i öğreten, kendisi de cehennemden korunmuş olacaktır.

Yavrularımız, bizim en kıymetli varlıklarımızdır. İslâm, onların omuzları üzerinde asırdan asıra kıyâmete kadar sürüp devam edecektir.

Âilenin en değerli meyvesi olarak bizlere emânet edilen yavrularımızın gönüllerinde hizmet, merhamet ve şefkat hislerini filizlendirerek, onları istikbâle mîrâs bırakmalıyız.

Anne ve babanın en güzel âhiret yatırımı, hayırlı bir evlâd yetiştirmektir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyururlar:

İnsan öldüğü zaman, (sevab kazanmaya vesile olan) üç ameli kesilmez: Sadaka-i câriye, istifâde edilen ilim ve kendisine duâ eden çocuk.

Diğer bir hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulur:

Öldükten sonra kulun derecesi yükseltilir. Kul der ki: Ey Rabbım! Bu sevab nereden geldi? Cenâb-ı Hakk da ona şöyle der: Çocuğun senin için duâ etti, istiğfârda bulundu.

Cenâb-ı Hakk’dan; evlâdlarımızı sâlihlerden ve sâlihâttan kılmasını niyâz ederiz.

Müsbet Hareket

Müsbet hareket, Risale-i Nur’un ilim ve irfana, tebliğ ve iknaya, muhabbet ve şefkate dayanan irşad metodu. Bu meslek bütün mücedditlerin ortak yoludur. Hepsi, Allah Resulü’nden (a.s.m.) aynı dersi almış ve asırlarının şartlarına göre bu yolda yürümeğe azamî hassasiyet göstermişlerdir. Gazzalîler, Rabbanîler, Geylanîler, Mevlânalar hep bu mukaddes yolun yolcularıdır. Hepsinin ortak gayesi, insanları Hakkın rıza çizgisine çekmek, ebedî saadetlerine vesile olmaktır.

Âlimler peygamberlerin varisleridir” hadis-i şerifine en ileri mânâsıyla mazhar olan bu kutlu zevat içerisinde Bediüzzaman Hazretlerinin hususî bir yeri vardır. Onun bu hususiyeti, asrının dehşetinden ileri gelmektedir.

Rüyada Bir Hitabe” başlıklı yazısında, her asrın mebusları içinde bulunan mübarek bir heyetin kendisine şöyle hitab ettiğini haber verir: “Ey helâket ve felaket asrının adamı, senin de bir reyin var. Fikrini beyan et.

Diğer mücedditlerin mücahedeleri, İlâmı ana istikametinden uzaklaştırmak isteyen ve müminleri ehl-i sünnet itikadından saptırmaya çalışan birtakım gafillere ve bedbahtlara karşı olmuştur. Bediüzzaman’ın asrı ise çok daha farklıdır. Onun zamanında, imanın erkânına ilişilmiş, neden ve niçin yollu sorularla müminlerin kalblerine şüpheler sokulmuş, imanları tehlikeye atılmıştır. Ayrıca, küfür, dalâlet ve sefahat birer şahs-ı manevî halinde ve dünya çapında organize edilmiş olarak imana, İslâma ve ahlâka musallat olmuşlardır.

İşte tarihte misli görülmemiş bu ifsat hareketlerine karşı, tebliğ ve irşad vazifesini manen yüklenen o büyük Üstad, bir yandan şüpheleri giderici ve müminlerin imanlarını taklidden tahkik seviyesine çıkarıcı kıymetli dersler verirken, diğer yandan bu engebeli, dikenli, mayınlı ve uçurumlarla dolu yolda Müslümanların nasıl yürümeleri gerektiğini ders veren lahika mektupları kaleme almıştır.

İşte müsbet hareket, bu ulvî yolculuğun esası ve yürüyüş ritmidir.

Bediüzzaman Hazretleri, kendisini menfi bir harekete sevketmek için yapılan bütün işkencelere, zulümlere, oynanan bütün şeytanî oyunlara sadece acı bir tebüssümle karşılık vermiş. O’na zulmedenler de dahil olmak üzere, bütün bu beşeriyetin imanını kurtarmak için çıktığı o mukaddes yolculuğunu, itidal-i dem ile, sarsılmadan ve adavete girmeden tamamlamıştır.

Bediüzzaman Hazretleri, bütün ömrü boyunca tatbik ettiği tebliğ ve irşad pren­siplerinin bir hülasası mahiyetinde olan ve bir cihette Allah Resulü’nün (a.s.m.) Veda Hutbesi’ni andıran son mektubuna şu cümlelerle başlar:

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı ilâ­hiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır; vazife-i ilâhiyeye karışmamaktır. Biz­ler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Bu cümlelerde müsbet ve menfi hareketlerin en önemlileri nazarımıza sunulmuş durumda.

Rıza-yı İlâhi için çalışmak müsbet; riya, gösteriş ve menfaat için çabalamak menfi.

Hizmet-i imaniyye müsbet; küfür ve dalâlete, isyan ve sefahate çalışmak menfi.

Allah’a tevekkül müsbet; vazife-i ilahiyyeye karışmak menfi.

Asayişi muhafaza müsbet; kavga ve ihtilaf çıkarmak, huzur ve emniyeti ihlal et­mek menfi.

Sabır ve şükür müsbet; sabırsızlık ve isyan menfi.

Müsbet, kelime mânâsıyla isbat edilmiş demektir. İsbat edilen, ortaya konulan, istifadeye sunulana müsbet denir.

Müsbet imardır, menfi ise tahrip…

(…)

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Yazının tamamını okumak için tıklayınız…

Filipinler Ve Okuma Programları

Esselamu  Aleyküm  Ve Rahmetullahi  Ve Berekatuhu

Tarihçe-i Hayatın sonunda Risale-i Nur ve hariç memleketlerden bahseden bir bölüm var. Burada, hariç memleketlerdeki Nur inkişaflarından, insanların Risale-i Nur hakikatlerini ve Üstadımızı tanımalarından bahsedilir. Risale-i Nur  vesilesi ile insanların İslama dönmesine, imana gelmesine, nasıl vesile olunduğundan  ve Risalelerin fevc fevc bütün dünyada yayıldığından söz edilir. İşte oralar hariç memleketlerdir. Anadolu insanımızın tabiri ile “GAVUR” diyarıdır.

Evet,  burası canımızın feda olduğu anadolu insanının tabiri ile bir “GAVUR” memleketi olan Filipinlerdir. Yani hariç memleketlerden biridir. Ama artık bir gerçek vardır ki Nur hizmetinde hariç memleket diye birşey kalmamıştır. Eğer ileride hariç bir memleket olacaksa korkuyorum ki bu Türkiye olacaktır. Türkiye Nur talebeleri bilsinler ki bütün dünya ülkelerinin hizmetteki en büyük rakibi ve geçmeyi hedeflediği  tek ülke Türkiye’dir. Ve yine Türkiye Nur talebeleri iftiharla bilsinler ki bütün dünya ülkelerinin takvada ve Sırat-i müstakimde örnek aldıkları tek ülke yine Türkiye’dir.

Evet, bir Gavur memleketi olan Filipinler’den ve buradaki hizmetlerden ve okuma programlarından bahsetmek istiyorum. 100 milyondan fazla nüfusu olan Filipinler’in % 65’i 20 yaş altı genç nüfusdur. İnanılmaz bir genç nüfus potansiyeli vardır. Ve müslümanlığın en hızlı yayıldığı ülkelerinden biridir Filipinler. % 90 nüfusun hristiyan olduğu ve 10 milyondan fazla müslümanın yaşadığı adalar ülkesidir burası.

Filipin üniversitelerinin geneli mart sonunda yarı tatile giriyor. Bizim okumalarımız da nisan ayının ilk haftası Filipinler genelinde başladı. Filipin genelinde 5 ayrı bölge aşağı yukarı 150 kişi okuma programı yaptı. Ve yeni okuma grupları en kısa zamanda okumalara başlayacak. Kişi ve yer sıkıntısından dolayı bazen okumaları bölmek zorunda kalıyoruz.

Zambuanga şehrinde  15 dar daire, 25 kişi ise dost dairesi olmak üzere toplamda 40 kişilik bir grupla okuma programları yapıldı. Programlardan sonra aktiviteler, geziler, okuma sertifikalari verildi. Elhamdulillah burada okuma programları bayram-şenlik havasında yapılmaya çalışılıyor. Rabbim hakiki lezzet almayı ve feyizli okumaları nasip etsin inşallah.

Buranın müslüman nüfusunun % 90’nının bulunduğu bir şehir olan Marawi İslam şehrinde, iki erkek bir de bayan dersanemiz var.  Erkek dersanemizde Filipinli sonradan müslüman olan Abdurrahman isminde bir abimiz kalıyor. Maşallah çok ihlaslı bir insan. Bayanlar dershanesinde ise Selvi  isminde bir ablamız kalıyor. Bu ablamız çok katı bir katolik ailede yetişmiş ve burada abilerin açtığı bir Risale-i Nur kitap standı vesilesi ile müslüman olmuş biridir. Nur talabeleri ile tanışınca etrafındaki insanlar uyarmış kendisini, aman fazla müslümanlara yaklaşma sonra sende müslüman olursun. Ablamizin verdiği cevap çok keskin  “Dünyada bir tek ben kalsam ve birtek dinde İslam olsa ben yine müslüman olmam” ama karşısında öyle keskin bir hakikat varmış ve bu ablamız öyle keskin bir zekaya sahipmiş ki; Hakaik-i İmaniye ve Kuraniye’nin keskinliğine karşı biat edip Kelime-i  Şehadet  getirmiş. Kendisi şimdi  bütün zaman ve himmetini Nura sarfediyor. Elhamdulillahi Rabbil Alemin.

İligan şehrinde biri bayan biri erkek olmak üzere iki dershanemiz var. Erkek  dershanemizde 13 Filipinli Nur talebesi ile bir vakıf abi kalıyor. Bunların hepsi ayrı bölgelerde ayrı kabilelerde yaşayan kardeşlerimiz. Ama Nur dairesinde ayrılık gayrılık yok elhamdülillah. Üstad Türkiye’yi birleştirdiği gibi dünyayıda birleştirecek inşallah. Bir zaman gelecek evrensel barışın babası Bediüzzaman Said Nursi diye insanlar pankartlar asıp lisan-ı halleri ve kalleri ile Üstadımıza dua edecekler. Dershanedeki kardeşlerimiz ve arkadaşları ile beraber  ve ehli hizmet abilerimiz ile yaklaşık 25 kişilik bir okuma grubumuz oldu. Bu okuma grubu ile buranın başka bir şehri olan ve Rıza abilerin de kaldığı yer olan C.D.O. şehrinde yeni açtığımız dershanede okuma yaptık.  Cuma dershane açıldı, cuma akşamı okumaya gittik. Dershanemizin açılışını okuma programı ile yaptık burada 10 günlük bir yarı tatil okuması oldu elhamdulillah.

Çok feyizli çok keyfiyetli bir okuma programı oldu. Türkiye standartlarını yakalamaya calıştık. Tesbihat ezberleme , Kur’an okuma ve öğrenme programı  ve en fazla kitap okuyan kardeşlerimizden birinci, ikinci ve üçüncülere hediyeler verildi.  Üstadımız, Risaleler, Edeb, Adab, Dava şuuru ve Bid`a gibi konulardan mütaalalar yapıldı. M.Rıza abi ve Halim abimizin ve diğer abilerin katılımı ile çok feyizli bir okuma yapıldı.

Okuma esnasında bizimde sonradan öğrendiğimiz çok komik hatıralar anlatıldı birkaçını paylaşmak isterim. Dershanede kalan 13 kardeşimiz  zaten okumaya katılmak gerektiğini biliyorlardı ve birkaçı hariç ful katılım oldu. Zaten aldığımız meşveret kararına göre dershanede kalmak isteyen için bir zorunluluktur okuma programları.  Bu kardeşlerimiz bazı arkadaşlarını davet etmişlerdi. Ama onları okuma kampı olarak diye değilde sadece kamp diye davet etmişler. Denize gidicez, yüzücez, mangal yapıcaz tabir-i caiz ise günü gün edicez gibi şeylerle davet etmişler. Okumanın ikinci veya üçüncü günü akşamı koyduğumuz reflection zamanında herkes duygularını, program hakkında hissettiklerini söylemeye başlayınca ismi Daud olan kardeşimiz “beni kandırdılar, bana deniz demişlerdi, sahil demişlerdi, ne deniz var ne sahil, sabahtan aksama okuyoruz” dedi. Ama durumundan hiç şikayetçi olmadığını ve iyiki geldiğini çok şeyler öğrendiğini ifade etti ve bu kardeşimiz okumanın sonunda 25 kişi arasında en fazla okuyan kardeşlerden biri oldu elhamdulillah. Yine Jalani isminde başka bir kardeşimiz ki bu da dershanede kalmıyor ama okuma programından sonra dershanede kalmaya başladı. Bu kardeşimizin okumadan önceki halleri ve fikirleri, okumadan sonra çok değişince diğer arkadasları ona “Baliğ islam”  diye takılmaya başlamıışlar. Sonradan müslüman olanlara denir “baliğ İslam”.

İligandaki erkek kardeşlerin C.D.O. ya okuma programına gitmesini ve dershanenin boş olmasını fırsat bulan bayanlar dershanesinde kalan kız kardeşler Sally abla ve Selvi abla önderliğinde  30 kişilik bir grup ile 5 günlük bir okuma yaptılar. Sally abla nurlar vesilesi ile müslüman olan çok gayretli ve aktif bir ablamız. Eskiden özel ingilizce ders veriyormuş. Bu vesile ile Rıza abiler ile tanışmıs ve sonrası Risale-i Nur hakikatleri ile tanışınca İslamla müşerref olmuş elhamdülillah. Kendisi müslüman olunca Rıza abi sen normal hayatına devam et öğretmenliğini  işini gücünü bırakma deyince Rıza abiye şöyle demiş “benim ebedi hayatımın kurtulmasına vesile olan bir hakikata bundan sonra hayatımın sonuna kadar hizmet edeceğim“. Maşallah, Barekallah. Nasıl böyle bir hissiyata bürünüyorlar gerçekten inanılmaz.

Bu okuma programına hristiyanlardan da katılan olmuş. Okumada tesettüre bürünüp okuma yapan kızlar olmuş. Okuma programı vesilesi ile ilk defa Üstadla ve Risaleler ile tanışan kardeşler olmuş. Üniversitelerde Risale derslerine giren abilerimizin okul yönetiminden izin alarak kendi sınıflarından seçtikleri çalışkan öğrencileri okuma programlarına göndermesi, Risale-i Nur’un Filipinler’de en dar daireden en geniş daireye kadar inkişafına çok güzel bir hüsn-ü misaldir.

Son günlerde bütün dünyanın gözü kulağı Japonya’daki tsunamide. Aslında  Risale-i Nur’un Filipinler’de ve dünyada  meydana getirdiği müsbet tsunami, Japonya’dakinden 10 belki 100 kat daha kuvvetlidir. Böyle bir tsunaminin önünde hangi kuvvet durabilir. Hangi cereyan böyle temelleri 1500 sene öncesine dayanan bir dalgaya karşı koyabilir. Alemlerin Rabbi Olan Allah’a Binlerce defa hamdolsun.

Evet kıymetli abilerimiz dilimizin döndüğü kadarı ile Filipinler’deki okuma programlarından, hissiyatlardan, güzelliklerden bahsetmeye çalıştık. Buradaki abi ve kardeşlerimize çok dua etmenizi şiddetle arzu ediyoruz. Türkiye’deki abilerimizden de Allah binlerce kere razı olsun. Bazı abilerimiz okuma programlarını desteklemek için maddi manevi himmette bulundular. Bizde bu destekler ile okumalarımızı en istifadeli şekile getirmeye çalıştık. Dershanede kalan talebelerin çoğu yetim, ya anneleri yada babaları yoktur. İkramlar ihsanlar çerçevesinde bir okuma dönemi  yaptık ve yapıyoruz. Allah okunan Risale-i Nur harfleri adedince abilerimizin derecelerini, makamlarını arttırsın. Amin.

Binler selam diler, Hürmetler ederiz.

Filipinler Nur talebeleri namına

H. İbrahim KARA

www.NurNet.org

Sırat-ı Müstakim

Sırat-ı Müstakimin manası hak yol, “dosdoğru yol” (Fatiha, ayet 6) demektir. Emir edildiği üzere Cenab-ı Allah’ın gösterdiği hidayet yoludur. Kur’an’ı Kerim’den, Ruhun, Vücudun, Nefsin ve İradenin sırat-ı Müstakimi’nden bahsetmektedir. Bunlardan vücudun sıratı müstakimi fiziki ve somut; Ruh, Nefis ve İradenin sırat-ı müstakimi ise soyut olduğu görülmektedir.

Bediüzzaman İşaratü’l İ’caz’da Sırat-ı müstakimi şöyle ifade etmektedir: Sırat-ı müstakim yiğitlik, yüreklilik, cesurluk, korkusuzluk ve kahramanlık, helâle razı olup haramdan kaçınma, İlâhi gayeden meydana çıkan “adl ve adalete işarettir” .

“Şöyle ki: tagayyür, inkılâp ve felâketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi, menfaatleri celp ve cezp için, kuvve-i şeheviye-i behimiye; ikincisi, zararlı şeyleri def için, kuvve-i subuiyye-i gadabiye; üçüncüsü, nef ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için, kuvve-i akliye-i melekiyedir” (İşaratül İ’caz.)

İnsandaki bu kuvvelere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmiş ise de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin her birisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar.

Kuvve-i şeheviye-i behimiye: Menfaatleri kendine çekme, hayvani istek ve arzulara ait duygu, cinsi istek duygusu, dünya zevklerine istek duygusu; yeme, içme, konuşma, uyuma istek ve hissi gibi kabiliyetlerdir. Bunda ifrat, tefrit ve vasat üç kuvve vardır. “Tefrit kuvvesi humuttur (Cinsi isteksiz) ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur (günahkârlık, ahlaka aykırı, cinsi sapıklık) ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise, iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur.”

Kuvve-i sebuiyye-i gadabiye: zararlı şeyleri defetmeye sevk eden gazap hissi ve duygusudur. Bunda Tefrit mertebesi, korkaklık ve yüreksizliktir. Korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi, öfkelenme, köpürme, kızma ve aşırı hiddet gibi ne maddi ne de manevi hiçbir şeyden korkmaz, bütün tazyik ve baskı, zorbalık ve zulümler tamamen bunun ürünüdür. Vasat mertebesi ise kuvvetini yiğitlikte, cesurluk ve kahramanlıkta kullanarak dünya ve ahireti için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.

Mehmet Akif şöyle demiş, “Yumuşak huylu isem, kim demiş uysal koyunum/Kesilir fakat çekmeye gelmez boynum.” Başkalarına zarar vermeden, uysal koyun değil, aslan gibi kükreyen imanlı bir M.Akif’tır. Kükreyenlerden,  haykıranlardan bahsedince elbette,  Bediüzzaman akla gelir. İşte o İslam mücahidi, İman, İslam ve Kur’an adına dinine zarar gelmesin diye gençliğini ve tüm hayatını feda etmiştir. “Başımda ki saçlarım sayısınca başlarım olsa, her gün birini kesseniz, İman ve Kur’an’a feda olan bu baş zındıkaya eğilmeyecektir.” İşte yiğitlikte kahramanlık ta  budur. Sefih ve mimsiz medeniyetin zulmü altında yetişen gençlerin sonu da elbette bugün ki tahribat ve anarşistliktir.

Kuvve-i akliye-ı Melekiye: akıl ve meleke duygusudur. Bunun tefrit mertebesi, ahmaklık ve kalın kafalılıktır. Hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi, haksız yere aldatıcı sözlerle karşı tarafı iknaa çalışmak demagoji ve lâfazanlık yapmaktır. Hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterebilecek zekâya sahiptir. Vasat mertebesi ise hakkı hak, batılı batıl bilir. Kötülüklerden uzak kalır. Böylece hem kişi, hem aile hem de toplum olarak herkes rahat eder, huzur ve emniyet içerisinde yaşar.

Rüstem Garzanlı – Diyarbakır

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version